Translate

30 Haziran 2012 Cumartesi

AFRİKA’ NIN PAYLAŞIMI VE ABD İLE AFRİCOM


1913 yılında Afrikadaki Avrupa hakimiyeti


Berlin'de "Afrika'nın bölüşülmesi"nin (scramble for Africa) son pazarlıkları ve antlaşması yapıldı. Paylaşım uygulamada zaten olmuştu. Koca toprak parçasının hemen hemen bütünü bölüşüldü. Eski sınırlar değişti, uluslar bölündü, kaynaklar paylaşıldı. Bu yağma tam 177 budunsal ya da ekinsel topluluğu ortasından karpuz keser gibi bölüp parçaladı. Bu nedenle, Afrika haritasında cetvel konup çizilmiş gibi düz sınırlar çoktur.

Düz çizgilerin istisnaları da var. Örneğin, şimdi Namibya denen, ama Birinci Dünya Savaşı öncesinde Alman Güney-Batı Afrikası diye bilinen toprağın bir ucu doğuya doğru parmak gibi uzuyordu; bugün bağımsız Namibya olan bu ülkede sınır hâlâ böylesine yapaydır. "Caprivi Uzantısı" denen bu ekleme bir Alman birliğinin kuzey-doğuda o zamanki Alman sömürgesi Tanganyika ile birleşebilmek için o yönde yürümesi ve yol boyunca kurduğu derme çatma birkaç karakola bayrak çekmesiyle oluşmuştu. Uzantının adı Bismarck'tan sonra Almanya Şansölyesi (1890-94) olan Kont Leo Caprivi'den ötürüydü. Afrika'nın ortasındaki elmas zenginliklerini tekelinde toplamış olan Cecil Rhodes adlı bir İngilizin adı da (Kuzey ve Güney Rodezyalar diye) iki sömürgeye birden verildi. Uluslarla birlikte kimi yerli aileler bile bölündüler.

Eski ulusun bir parçası, bu kez, dilini bilmediği, inançları farklı ve belki de geçmişinde savaş yaşadığı başkalarıyla aynı sınırlar içine itildi. Gene aynı ulusun bir bölümü sonunda İngilizce öğrenip yabancı paralardan pound ekonomik birimine, öteki bölümü de Fransızca öğrenip franc para yaşantısına sokuldu. Üstelik, aynı ulusun bir parçası Protestan, öteki Katolik kiliselerine yönlendirildi. Kimi devletler rakiplerine daha fazla toprak, nüfus ya da ürün gitti diye, bunların karşılığında başka vurgunlar istediler ve aldılar. Öyle ki, örneğin, içinde tek bir Alman olmayan, daha da öte tek bir beyazın bile henüz girmediği Ruanda Almanya'ya verildi.

Sömürgeciliğin ve emperyalizmin sonuçları her Afrika ülkesinde uzun yıllar görüldü; bağımsızlıktan sonra bugün bile görülmektedir. Güney Afrika, anakaranın ilk sömürgeleşen koca parçasıydı. O çevredeki beyaz azınlığın ırkçı buyurganlığı ancak 1994 gibi oldukça yakın bir tarihte sona erdi. Oraya özgü olan beşikten mezara ırk ayrımının (apartheid) merkezi Güney Afrika Birliği'ndeydi (sonra Cumhuriyeti'nde), ama bu eksen çevredeki Angola, Botswana, Lesotho, Mozambik, Zambiya ve Zimbabwe gibi ülkeleri hem askerî gücüyle hem de ABD ve İsrail gibi ırkçı dostlarıyla baskısı altına almıştı. Denetim alanı anakaranın %40'ını kapsıyordu. Angola'daki iç savaş 2004'e değin sürdü, Mozambik ancak 1992'de bağımsız oldu. Batı emperyalizminin tohumlarını atıp bilerek geliştirdiği ırkçılıktan ötürü 1.5 milyon insan öldü ve bu olay çevre ülkelerine toplam 45 milyar dolara patladı.


Batı'nın Afrika'da ve benzeri yerlerde "uygarlaştırıcı" bir görevi, etkisi ve uygulaması olduğu gene emperyalist çevrelerde sorumsuzca yazılıp söylenmiştir. Sömürgecilik ve emperyalizm doğaları gereği istediğini şiddet, baskı, korkutma, saldırı, sömürü, acımasızlık, ırkçılık, buyurganlık, kan dökme ve yasa-dışılıkla elde etmiştir. Afrika'da bulunmuş hiçbir Batı devleti kendini bu suçlamadan kurtaramaz. Güney Afrika'ya yerleşen Hollanda-kökenli Afrikanerler'in toprak hırsızlığı, İngiliz-destekli Rhodes mafyasının acımasızlıkları, Britanya'nın Doğu Afrika'da Kenya'da ve Batı Afrika'da Altın Kıyısı'nda en iyi toprakları ele geçirmesi, Fransa'nın Madagaskar Adasındaki kıyımları, Portekizlilerin Angola ve Mozambik'teki haydutluğu ve kan dökümü, özellikle Fransızların Afrikalıları boğazı tokluğuna askere alıp kendi savaşlarında cepheye sürmeleri, İtalyanların Etiyopya'da zehirli gaz kullanmaları, İspanyol faşist komutanlığının anayurttaki demokratik cumhuriyeti yıkmak için buradan ordular götürmesi ve Almanların kendi silâhlı güçleriyle Güney-Batı Afrika'da Hererolar'a karşı 20'nci yüzyılın ilk soykırımını yapmış oldukları bilinmesi gereken gerçeklerdendir.




Afrika'ya bir yılan gibi sarılmış olan Belçika Kralı Léopold. 


Kongo'yu ele geçirmiş olan Belçika Kralı İkinci Léopold (1835-1909) özel temsilcisi (sözde gezgin) Stanley'nin girişimleriyle Kongo'yu önce kendine bağlamış ve ceza yöntemlerinden biri olarak yerlilerin ellerini bileklerinden kesmek gibi acımasızlıkları yaptığı, bu arada 20 milyon nüfusun yarısını öldürmüş olduğu anlaşılınca, kendi devletinin birkaç katı olan bu kişisel sahipliğindeki geniş toprakları ölümünden ancak bir yıl önce (1908'de) "Belçika Kongosu" adıyla devlete bırakmıştı. ABD emperyalizminin uygulayıcıları da, Asya'da Filipinler'de, Lâtin Amerika'da ve Hawaii gibi Okyanusya adalarında az bilinen ama benzer haydutluk ve kıyımın sorumlularıydılar. Batılılar Afrika'da gördükleri maymunlarla yerli halk arasında bir fark olmadığını düşünüyor, onlara da hayvan muamelesi yapıyorlardı.

Yerlilere yapılan muameleler genelde öteki beyazlara yapılmıyordu. Batılılar birbiriyle çekişiyor, giderek savaşıyor, ama birbirilerini maymun sınıfına sokmuyorlardı. Nedeni benliklerinin derinliğinde yer etmiş ırkçılık ve beyazları Tanrı'nın üstün olarak yarattığına ilişkin kemikleşmiş inançlarıydı. Onlara göre, tüm canlıların, bu arada üç anakaranın da, efendileri Batı'da yaşayanlardı. Belçika Kralının acımasızlığı üstüne 1904'de hazırlanan yazanak bile bu Batı yönetiminin "doğuştan aşağılık" olan Kongoluları beyaz adamın "uygarlaştırıcı görevini" yerine getirmek için bu türlü tavır ve uygulamaların gerekli ve yararlı olduğunu ileri sürüyordu. Kongo "ancak bu yoldan çağdaş uygarlık yoluna girebilecek ve onlar için doğal olan yabanıllıktan kurtulabilecekti."

Batılı emperyalistler adam yerine koymadıkları yerlileri askere alıp kendi amaçları için başkalarıyla vuruşturduklarından, Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı başkenti İstanbul işgâl altındayken Fransız kuvvetlerinde "Senegalliler" denen Afrikalılar, üstlerinden aldıkları buyruklara uyarak sokakta gördükleri Türklere "tavuk öyle taşınmaz" diye "uygarlık dersleri" vermeğe kalkıyorlardı. İkinci Dünya Savaşı'nda da İngilizler 374.000, Fransızlar da 80.000 Afrikalıyı cephelere sürdüler. Batılılar Afrikalıların yalnız topraklarının ve kaynaklarının değil, paylaşım savaşlarında sömürge halkının canlarının da peşindeydi.

Batı'nın Afrika sömürgelerindeki genel siyaseti, başka yerlerde olduğu gibi, "böl ve hükmet" ilkesiydi. Önce sınırları diledikleri gibi değiştirmişler, kendilerine uygun duruma sokmuşlardı. Bu süreçte ulusların, kabilelerin ve ailelerin bölünmeleri onları rahatsız etmedi. Ancak, kendilerini yabancıların zorla kabul ettirdikleri yepyeni çatıların altında buldular. Bundan böyle birdenbire "Kuzey Rodezya", "Fildişi Kıyısı" ya da "Ruanda" denilen yerde yaşamağa başladılar. Oysa, Yoruba, Aşanti ya da Hutu'ydular. Onların devletleri de söz gelişi Mandinka, Borno, Sokoto ya da başka bir şeydi.

Yabancı yerlilerin kendi devletlerini ortadan kaldırdığına göre, Afrikalı kendi kimliğini ister istemez çekirdek kabilesinde buldu. Sınırları değişmiş olan yeni sömürge birimine ısınamadığı için de bu kimliğine yapıştı kaldı. Günümüze taşınan bu "kabilecilik" anlayışı, daha önemlisi, kabileler-arası çatışmalar, iç savaş ve kimi yerlerde soykırım emperyalizmin ektiği tohumların sonucudur. Önceleri devletleri de olan Afrikalılar bölüne bölüne bir türlü uluslaşamamıştır. Oysa, ulus-devlet toplum gelişmesinin din, mezhep, tarikat, ırksal ya da budunsal köken gibi farklılaşmaların üstesinden gelen yüksek bir aşamasıdır.

Yabancılar Afrika'nın bu değişen görünümünde karakollarını gerekli her yerde kurdular, ama ailelerin başlarını en verimli topraklar üstünde dışa kapalı yerlere soktular. Buraları, onlara göre, bir tür tropik cennetlerdi. Özellikle İngiliz sömürgelerinde kişi başına dünyanın her yerleşim bölgesinden daha fazla (büyük olasılıkla Hollywood dışında) yüzme havuzu düşüyordu. Her yabancı ailenin çok düşük ücretle çalıştırdıkları kapı, mutfak ve bahçe işçileri vardı. Beyazların pek azı yatağını düzeltir, tabak yıkar, çiçek sulardı. Dışarıdan gelenlerin yaşamlarını bugün de sürdürdükleri Afrika kentlerinde bu iş bölümü hâlâ sürüyor. Onların villalarının arkasında yalnız soğuk sulu, banyosuz, buzdolapsız ve sobasız, tüm çocuklarıyla doluştukları söz-gelimi nohut büyüklüğünde tıkış-tepiş hizmetçi odaları günümüzde de göze çarpar. Beyaz yönetimin herhangi bir aşamasındaki yabancı görevlinin yaşam koşulları kendi anayurtlarında en varlıklılarınkine benzer. Sonraki kuşaklardan onlara benzemek isteyen kimi yerliler de bu üst tabakaya özendiler, başkanlarından som altından "taht" yaptıranlar çıktı.

Dışarıdan gelen yabancıların aynı sömürge sınırları içinde, ama değişik yörelerde ve bambaşka koşullarda yaşamak zorunda oldukları yerlilerle ortak yanları yoktu. Kimlikleri farklıydı ve aralarına genelde aşılmaz duvarlar örülmüştü. Yabancıya boyun eğenler her türlü temizlikçi, çocuk bakıcı, as rütbede asker, sıradan işlerde yazman ve günlük çevirmen olabilirlerdi. Bu durumda, yerliyle yabancının kurduğu yönetim arasında birliktelik olsa olsa en alt düzeydeydi. Afrikalı için gene budunsal köküne dönmekten başka çıkar yol görünmüyordu. Ayrıca, Avrupalı işgâlci yeni toprağın yönetiminde kendine yardımcı olmak üzere, azınlıklardan birini ya da ikisini seçti. Bu seçim geri kalanlarda, özellikle çoğunluğu oluşturanlarda, tepkiler yarattı. Böylesine bir seçim yeni topluma bağlılığı da yok etti ya da zayıflattı. Bu koşullarda Afrikalının kendini dar budunsal kökeninin içine sokmağa çalışması uzun erimde bir çıkar yol değildi. Çözüm olmayan bu seçenek onların yakalarını bağımsızlıktan sonra bile bırakmadı. Aşiret, tarikat, mezhep, ırk ve budunsal köken arayışlarının dar kalıbı onları günümüzde de sürüp giden kanlı iç çatışmalara sürükledi. Bu yüzden, gün gelip ufukta bağımsızlık gözükünce, devlet ulusal birliğin değil, koca toplum içinde topluluklardan birinin, hem de oldukça sık azınlıkta olanın egemenliği altında kaldı. Onların içinden çıkmış birkaç yönetici de sömürge döneminden bir dizi ayrıcalıklara sarılmak gibi yanlış dersler alarak yetişmişlerdi.

Afrikalılar bu süreci kabullenip ağızlarını bile açmadılar mı? Amharalar, Aşantiler, Şonalar, Zulular ve benzerleri ayaklanıp sert çıkışlar yaptılar. Ancak, yabancıların ellerinde üstün silâhlar vardı. Dinyayıcılarının önünde duran İncil'e bakıp yumuşayanlar, tüccarın ödediği aylıkla yetinenler ve yabancı askerin elinde silâhı görüp ürkenler işbirliği yoluna saptılar. Aydın önderliğinin bu yönden de zayıfladığına tanık olan sıradan Afrikalı kendini kabile kişiliğiyle bir tutmağa daha da yaklaştı. Ulusal kurtuluş akımları, bu uğurda kurulan siyasi partiler, hattâ bağımsızlıktan sonra yeni devleti yönetmek için öne çıkanların (kuşkusuz tümü değil, ama) kimileri belirli bir ırk ya da budunsal kümenin temsilcileri oldular.

Sanki yeni hükümetin görevi tüm ulusu geliştirip yüceltmek değil, yönetenin bağlı olduğu bir azınlığın desteğini sürdürmekti. Bu durumda, iktidardakiler koltuklarına sımsıkı yapışırken, siyasetin dışında kalanlar sık sık darbeler denediler. Buyurganın muhalefete geçmek ya da bir köşeye çekilmek işine gelmediği gibi, onun çevresinde kenetlenmiş iktidar ağı böyle bir değişime genelde zaten izin vermiyordu. Nijerya'da Biafra Savaşı ve Ruanda'da soykırım gibi kanlı olaylar kökleri sömürgeci dönemde yatan bu kanlı çatışmaların bağımsızlıktan sonra ne büyük bedellere patladığını gösteriyor. Bu sonuç Avrupalıların geçen yüzyılda uyguladıkları siyasetten doğmaktadır. Sömürge döneminin kalıntıları yaşadığımız bu yıllarda da açıkça görülüyor.



PROF.DR.TÜRKKAYA ATAÖV

         *****






ABD VE AFRİKA
ABD'nin Afrika’ya Uzanan Eli: U.S. AFRICOM


ABD’nin 2007’de oluşturduğu yeni bir komutanlık olan Afrika Komutanlığı, kara kıta olarak bilinen Afrika’da Amerika’nın çıkarlarını savunmak üzere kurulmuştur. Amerikalılar tarafından U.S. AFRICOM olarak ismi kısaltılan Afrika Komutanlığı, ABD’nin tanımlanmış dokuz muharip ve altı bölgesel komutanlığından biridir. Bu yazıda Afrika Komutanlığının faaliyetleri ve Afrika ile ilişkileri ele alınmaya çalışılacaktır.

AFRICOM’a Kadar ABD-Afrika İlişkileri
ABD kıtaya James Monroe döneminde siyasi ilişkiler açısından ilgi duymaya başlamıştır. Amerikan Kolonileştirme Derneği (American Colonisation Society) 1820’de sayılarının 2,500 civarında olduğu düşünülen köle grubunu bugün Liberya olarak bilinen ülkeye yerleştirmiştir. Bu grubun 1847’de bağımsızlığını ilan ederek özgürlük kelimesinden türetilmiş Liberya adıyla ülkelerini kurmaları ve başkentlerine Monroe’dan esinlenerek Monrovia adını vermeleri ABD’ye bir minnet gösterisi olmuştur. Bu gelişmelerin ardından ABD 1862 yılında Liberya ile imzladağı antlaşma uyarınca ülkenin anayasal düzenini ve bağımsızlığını koruma görevini üstlenmiştir.[1]

Amerika’nın Afrika Kıtası ile bağlarının II. Dünya Savaşına kadar oldukça azaldığı söylenebilir. Ancak II. Dünya Savaşında Amerika günümüzde de devam ettirmeye çalıştığı askeri ve ekonomik gücüne sahip olacağı faaliyetleri yürütmüştür. ABD’nin Afrika’ya askeri olarak girmesi, İngiliz kuvvetlerinin, Kuzey Afrika’da Alman ve İtalyanlara karşı yürüttüğü savaşa destek verme amacıyla olmuştur. Meşale Operasyonu (Operation Tourch) ile[2] askeri anlamda bölgeye ayak basan Amerikalılar savaş sonrası dönemde de Afrika’daki faaliyetlerini sürdürmüştür.

ABD’nin Afrika ilgisi Soğuk Savaş döneminde SSCB-ABD mücadelesi olarak ortaya çıkmıştır. Kongo’da gerçekleşen ABD-SSCB çekişmesi bu durumun önemli örneklerinden biri sayılabilir. ABD, Belçikalıları destekleyerek Kongo’daki muhtemel SSCB hâkimiyetini kırmıştır.[3]

Zira Kongo, dünyanın sayılı kobalt, bakır ve elmas kaynaklarına sahip bir ülkedir. ABD’nin Reagen döneminde 14 Nisan 1986’da Libya’ya hava saldırısı düzenlenmesine daha sonra da 31 Mayıs 1996’da Liberya’ya operasyon düzenlenmesine sebep olmuştur. AFRICOM’un kurulmasından önce ABD’nin önemli Afrika müdahalelerinden biri de Somali’de gerçekleşmiştir. Somali’de bulunan petrol kaynaklarının ABD müdahalesi için ilgi çekici olduğu söylenebilir. Pek çok araştırmacı ABD yanlısı eski devlet başkanı Said Barre’nin Conoco, Chevron, Amoco gibi şirketlere önemli ayrıcalıklar tanımasını dikkate değer bulmaktadır. Somali El Kaide’nin ortaya çıkışıyla Eş Şebab örgütü üyelerinin konuşlandığı bir ülke durumuna gelmiştir. Eş Şebab, El Kaide’nin bir uzantısı olarak 2006’da adını duyurmaya başlarken, Africom da 2007 yılında teşkilatlandırılmıştır.

AFRICOM’un Kuruluşu
AFRICOM, özellikle 11 Eylül sonrası terör odaklı politikalar geliştiren ABD’nin Afrika’daki çıkarlarını daha iyi ve organize bir şekilde koruyabilmek için oluşturduğu bir komutanlıktır.[4] AFRICOM’un kurulmasına dair emir 6 Şubat 2007 tarihinde dönemin ABD başkanı Bush tarafından verilmiştir.[5] ABD’nin yereli güçlendirme stratejisi AFRICOM’un görev sahası içinde geçerli kılınmıştır. Bu anlayışa göre AFRICOM, El Kaide tehlikesini önlemek ya da azaltmak, önemli Afrika ülkelerinin askeri ve yönetim kapasitelerini artırmak, sivil idarenin yasalara karşı saygılı davranmasını sağlamak gibi görevleri üstlenmiştir.[6]






ABD, bu komutanlık ile Afrika kıtasında modern çağda yeri olmadığı bazı kesimlerce iddia edilen bir ulus ve devlet inşası sürecine girmek zorunda kalmıştır. Bu süreçte AFRICOM aracılığıyla Afrika’daki milletlere eğitim verilmekte çeşitli sosyal yardımlar yapılmaktadır. Böylece Fukuyama’nın tespit ettiği gibi devletler, terörizmden uzak durarak ekonomilerini geliştirme şansı yakalayacaktır.[7] Elbette ki bu gelişim ve değişim yukarıda da belirtildiği gibi ABD’ye uyum sağlamış ve ABD çıkarları doğrultusunda hareket edecek ülkeler için geçerlidir. Aksi halde kendi kendini geliştirmek isteyen devletlerin bu yardım programlarına alınma ihtimalleri oldukça zayıftır.


AFRICOM’un Faaliyetleri
AFRICOM faaliyet alanı Mısır hariç tüm Afrika kıtasını kapsamaktadır. Bu görev sahasını Atlantik ve Hint Okyanuslarını da içermektedir. Dolayısıyla AFRICOM görev sahasında dünyanın önemli deniz yolları da dâhil olmaktadır. Bundan dolayı AFRICOM, deniz taşımacılığı güvenliği ile ilgili projeler yürütmektedir. Bu projelerine 9 Avrupa, 15 Afrikalı müttefiki de dâhil olmuştur. Söz konusu güvenlik projesinde 7000’den fazla denizci vazife yapmakta ve idare ABD’nin 6. Filosuna aittir.[8]

AFRICOM faaliyet alanı içinde, CENTCOM’un vazifeli olduğu Orta Doğu operasyonlarına destek vermek de bulunmaktadır. Bu vazifenin ifa alanını, kanun dışı silah geçişlerinin ve terörist yapılanmalara sağlanan personelin sızmalarını engellenmesi oluşturmaktadır. Söz konusu faaliyet Cezayir, Burkina Faso, Çad, Mali, Moritanya, Nijer, Nijerya, Senegal, Tunus ve Fas’ın katılımıyla yürütülmektedir. Bu programda anılan ülkelerin personeli terörizmle mücadele için teçhiz edilmekte ve eğitilmektedir.[9] AFRICOM’un söz konusu faaliyetle Afrika Boynuzundan CENTCOM faaliyet alanına ya da CENTCOM faaliyet alanından Afrika kıtasına gerçekleşen sızmaları engelleme amacı taşımaktadır. Bu program ileride bahsedilecek Afrika Müşterek gücünden sonra askeri operasyonlara odaklanmış ikinci AFRICOM girişimidir.


AFRICOM’un önemli faaliyetlerinden biri de 19.yydan beri irtibatta olduğu Liberya ile ilgilidir. Bu program doğrudan Liberya ordusunun eğitimi ve geliştirilmesini amaçlamaktadır. ABD bu faaliyetiyle bölgedeki ileri karakolu olarak nitelendirilebilecek Liberya ordusunu eğitmekte ve adeta yeniden kurmaktadır. AFRICOM’a bağlı deniz piyadelerinin yönetiminde yürütülen bu programla 2006–2009 yılları arasında 2000 civarında Liberya ordusu personeli eğitilmiştir. Buna ek olarak ABD Liberya sahil güvenlik yapılanmasının oluşturulmasını da sağlamıştır.[10]


AFRICOM’un yönetiminde yürütülen bir diğer program da 2012 itibarıyla üçüncü yılına girmiş olan Afrika Deniz Taşımacılığı Kanun Uygulama programıdır. Bu çalışma çerçevesinde, ABD Afrika kıtasında gerçekleşen yasa dışı uyuşturucu ticareti ve insan taşımacılığını kontrol altına almaktadır. Amerikan deniz araçları ve personelinin kullanıldığı uygulamaların yoğunlaştığı bölgeler Sierra Leone ve Senegal’dir.[11]


AFRICOM, güvenlik ve yönetim programlarının layıkıyla yürütülebilmesi için Afrika genelinde eğitimler de vermektedir. Bu faaliyetleri kapsamında ABD, 2009 yılında yaklaşık 900 kadar askeri ve sivil öğrenciyi 19,8 milyon dolar sarf ederek eğitmiştir.[12] Amerika Birleşik Devletleri güvenlik programları haricinde AIDS’le mücadele kapsamında da Afrika kıtasında faaliyet göstermektedir.


AFRICOM Yapılanması
Kısaca anlatılmaya çalışılan bu faaliyetler AFRICOM çatısı altında birleşen ve küçük bir ordu olarak anlaşılabilecek bir yapılanma tarafından yürütülmektedir. Bu yapılanma içinde kara, hava, deniz unsurlarıyla birlikte, özel kuvvet yapılanması ve sahil güvenlik birimleriyle istihbarat ve psikolojik harekât birimleri de yer almaktadır. AFRICOM unsurları içinde ilk olarak değerlendirilecek kısım ABD’nin Afrika kara kuvvetleri olarak tanımlanabilecek olan U.S Army Africa (USARAF)’dır.


Anılan birim II. Dünya Savaşından sonra ilk olarak Southern European Task Force (SETAF) adıyla ABD-İtalya antlaşması gereği Camp Daryby’de kurulduktan kısa bir süre sonra İtalya Vicenza ve Verona’ya yerleştirilmiştir. SETAF’a 1972 yılında iki topçu grubunun eklenmesiyle görev alanı Yunanistan ve Türkiye’yi kapsayacak şekilde genişletilmiştir. SETAF’ın 3. Hava İndirme taburu ve 325. Piyade Alayı Mart 1991’de Irak’ın Kuzeyinde mukim bulunan Kürtlere insani yardım sağlanmasında da vazife yapmıştır. SETAF 1994 yılında anılan tabur ve alayı başta olmak üzere Ruanda’daki olaylara müdahale etmek üzere Afrika’da görevlendirilmiştir. SETAF Aralık 2008 itibarıyla AFRICOM’un kara kuvveti olarak görev yapmak üzere yeniden yapılandırılmıştır.[13]


AFRICOM deniz kuvvetleri gücü olarak ABD’nin 6. Filosu görevlendirilmiştir. Aslında 6. Filo 1946 yılında kurulmuş olan ve Afrika’nın batı kıyılarını da içine alan geniş bir görev alanına sahiptir.[14] 6. Filo 1958 Lübnan müdahalesi ve 1973 Yom Kippur Savaşında görev almış Afrika ve Akdeniz bölgesinde AFRICOM’un kuruluşundan çok daha önce varlık göstermiştir. 6. Filo’nun son faaliyeti 2011’de gerçekleşen Libya müdahalesidir. Bu vazifesi AFRICOM bünyesinde gerçekleşmiştir. 6. Filo yapısı açısında da uzun süreli operasyonlarda kendi kendine yetebilecek şekilde organize edilmiştir. Bünyesinde Görev Gücü 60 (Task Force 60) koduyla kariyerlerden tertip edilmiş grup, temel deniz gücünü sağlamaktadır. Bunun dışında Görev Gücü 61 koduyla amfibi saldırı grubu, Görev Gücü 62 koduyla deniz piyadesi keşif gurubu ve özel operasyonlar için Görev Gücü 64 koduyla bir başka birim bulunmaktadır.[15]


AFRICOM’un hava kuvvetini ABD 17. Hava Kuvveti oluşturmaktadır. Anılan kuvvet, 1953’de Fas Rabat’ta kurulmuştur. 17. Hava Kuvveti, kurulduğu dönemden itibaren Orta Doğu, Orta Avrupa ve Kuzey Afrika’da faaliyet göstermiştir. Bir dönem Almanya’daki Sembach Hava Üssünde konuşlu bulunan kuvvet 2007 yılının Şubat ayı itibarıyla görev alanı Afrika olarak belirlenmiştir.


AFRICOM bünyesinde deniz gücü olarak görev yapan 6. Filo haricinde deniz piyadelerinden oluşturulan Amerikan Deniz Piyadeleri Afrika Kuvveti bulunmaktadır. Deniz Piyadelerinin ABD operasyonlarının vazgeçilmez unsurlarından olduğu düşünülürse, Afrika kıtası ABD için operasyonel açıdan önem gösterilen bir alan olarak tanımlanabilir. Bu durum MARFORAF olarak kısaltılan Deniz Piyadeleri Afrika Kuvveti görev tanımlamasında, AFRICOM kurucuları diplomasi, zenginlik, güvenlik ve gelişim arasındaki ilişkiyi oldukça iyi anlamışlardır denmektedir.[16] 


Bu ilişkinin güvenlik ayağının geliştirilmesinde önemli bir görevin Amerikan deniz piyadelerine düşeceğini öngörmek mümkündür. AFRICOM’un bütün idari birimlerinin merkezi başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinde bulunmaktadır. Ancak Afrika Boynuzu birleştirilmiş müşterek görev gücü şeklinde Türkçeye tercüme edilebilecek kuvvet Afrika’da konuşlu bulunmaktadır. Bu kuvvet gerek konuşlu bulunduğu coğrafi alan gerek de görev niteliği açısından özelliği haiz olduğunda ayrıca ele alınacaktır.
Afrika Boynuzundaki Küçük Amerikan Silahlı Kuvvetleri İngilizce adı Combined Joint Operation Task Force-Horn of Africa olan birim, 1998 yılında Tanzanya Dar’üsselam ve 2001 terörist saldırılarına cevap verebilmek amacıyla 2002 yılında Aden Körfezinde USS Mount Withney savaş gemisiyle gönderilmeleri neticesi kurulmuştur.[17] Kuvvet AFRICOM’un Afrika Boynuzunda konuşlu olan küçük bir kopyası olarak değerlendirilebilir.


Afrika Boynuzu, CENTCOM faaliyet alının içine doğru uzanan bir çıkıntı şeklindedir. Bu yapısı nedeniyle Arap yarımadasına sızmaları kolaylaştırmaktadır. Bununla birlikte bu bölge Somali, Etiyopya, Cibuti, Eritre, Sudan gibi devlet otoritesinin son derece zayıf olduğu alanlarda faaliyet gösteren El Kaide’nin konuşlu olduğu alandır. Bu özelliklerinden dolayı ABD Afrika Boynuzuna özel önem göstermektedir. Kurulan komutanlık, yapısı ve faaliyetleri ile bölgede gerçekleşen olaylara anında müdahale edebilme imkân ve kabiliyetine sahiptir. Komutanlık, El Kaide faaliyetlerine silahla karşı koymaktan başka, bölgesinde bulunan ülkelerde, sağlık, eğitim gibi konularda sosyal projeler geliştirerek devletlerin ABD ile ilişkilerinde sempati uyandırmasını sağlayarak teröre olan desteklerini engellemeye çalışmaktadır.[18]


Ancak ABD’nin Afrika Boynuzu’nda gerçekleştirdiği İnsansız Hava Araçları saldırılarında ortaya çıkan sivil ölümleri bu sempatinin kazanılmasında önemli ve haklı bir engeli oluşturmaktadır. Ayrıca Afrika Boynuzu’ndan Yemen’e terörist geçişlerinin gerçekleştiği olaylarla Yemen ayaklanmaları ABD’nin söylem ve eylemlerinin birbirini tutmadığı bir alan olarak ortaya çıkmaktadır. Yemen olayları sırasında demokrasi, insan hakları, gelişmişlik vurgusu yaparak eski devlet başkanı Salih’i eleştiren ABD konu El Kaide olduğunda örgütle mücadele kaygısı taşıyarak yardımcısının devlet başkanı olmasını ve Salih iradesinin tüm ülke üzerinde etkile kalmasına göz yummuştur.


Sonuç
ABD zayıf devletlerin kendisi için sorun alanı haline geldiğini fark etmiş görünmektedir. Sorun alanları ABD’nin çıkarlarının bulunduğu yerlerde Washington’ın maddi ve manevi kazançlarını engellemektedir. ABD 90’lı yıllarda Afrika’da kendisine karşı yapılan saldırılarla sarsılmış ancak 11 Eylül saldırısı ile yeniden yapılanma içine girmiştir. Bu yaklaşımın sonucu olarak AFRICOM ‘u kurmuştur. Yazıda ortaya konmaya çalışıldığı gibi ABD’nin Afrika ile ilişkisi ve çıkarları 19. Yüzyıla kadar dayanmaktadır. Sistematik şekilde gelişim II. Dünya Savaşı ile başlamakta ve halen devam etmektedir. Bu yaklaşım içerisinde ABD âdemi merkeziyetçilik duruşuna Afrika’da karşı çıkmışa benzemektedir. Çünkü AFRICOM bölgede gerçekleştirdiği her eğitim ve sosyal faliyette güçlü devlet oluşturma çabası sarfetmektedir.

Terörle mücadele konusunda da ABD bölgesel gelişim ve değişimi açıkça ifade ettiği gibi kendi çıkarları doğrultusunda yürütmektedir. Afrika El Kaidesi olarak tanımladığı örgütle mücadele ederken, söz konusu örgütü engelleyebilecek yöneticileri demokrasi karşıtı olsa dahi desteklemiştir. Bu konudaki en önemli örnek Yemendir. Ülkede olayların gerçekleştiği dönemde alışılmış demokrasi ve insan hakları söylemleri ile öne çıkan ABD söz konusu kendi çıkarları olduğunda gerisini teferruat olarak kabul etmiştir. Bu durumun en somut örneği de Yemen eski devlet başkanı yerine yardımcısının getirilmesi ve Salih’in herhangi bir yaptırıma uğramamasıdır. Sonuç olarak ABD, yapmış olduğunu iddia ettiği insani faaliyetleri kendi çıkarları için yürütmektedir. Bu durum Afrika kıtası için de geçerlidir.


ÖZDEMİR AKBAL 12/06/2012

[1] Türkkaya Ataöv, Amerikan Emperyalizminin Doğuşu ve Gelişimi, İleri Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2007, s:28.
[2] David T. Zabecki, “North Africa”, http://www.pbs.org/thewar/
detail_5211.htm(08.06.2012)
[3] Major Thomas P. Odom,, Dragon Operations: Hostage Rescues in the Congo, 1964-1965, Combat Studies Institute, Kansas, s:25-45.
[4] Theresa Whelan, “Why AFRICOM”, Departmant of Defense, Washington, 2007, s:8.
[5] http://www.africom.mil/
getArticle.asp?art=3152&lang=0 (06.06.2012)
[6] http://www.africom.mil/AfricomFAQs.asp (01.06.2012)
[7] Francis Fukuyama, State Building Governance and World Order in The Twenty-First Century, Cornell Universty Press, London, 2004, s: 133-134.
[8]http://www.africom.mil/AfricomFAQs.asp (01.06.2012)
[9] A.g.k. (01.06.2012)
[10] A.g.k (01.06.2012)
[11] A.g.k. (01.06.2012)
[12] A.g.k (01.06.2012)
[13] http://www.usaraf.army.mil/history.html (06.06.2012.)
[14] http://en.wikipedia.org/wiki/United_States_Sixth_Fleet#cite_note-0(07.06.2012)
[15] A.g.k. (07.06.2012)
[16]http://www.marines.mil/unit/marforaf/Pages/mission.aspx (07.06.2012)
[17] COMBINED JOINT TASK FORCE — HORN OF AFRICA U.S. Africa Command,www.hoa.africom.mil.(01.06.2012)
[18] COMBINED JOINT TASK FORCE, www.hoa.africom.mil.(01.06.2012).








En son haber Türker Ertük'ten:


İKİYÜZLÜ BATI

Günümüzde Afrika kıtasının nüfusu 1 milyara yaklaşıyor ama bunun yarısı günde bir dolara yaşıyor. Üzerinde 56 devletin olduğu bu kıta dünyada açlığın en yüksek ve en yaygın olduğu yerdir.

Halbuki dünyadaki maden kaynaklarının yüzde 20’si bu kıtada. Stratejik olan ve nadir bulunan kıymetli madenler açısından bakarsak dünyanın en zengin bölgesi. Yer kürenin hidroelektrik potansiyelinin yüzde 40’ı burada. Afrika yeraltı su kaynakları bakımından da çok zengindir. Kıtanın diğer bir avantajı da zengin maden kaynaklarının işlenmemiş olmasıdır.

Afrika bu kadar zenginliklere sahip olmasına rağmen varlık içinde yokluk çekmekte. Bunun nedeni ise Batı’nın bu kıtadaki sömürgecilik ve emperyalist geçmişi, çıkar çatışmaları ve bunun tetiklediği bugünde devam eden bitmez tükenmez savaşlar ve darbeler.

Zengin kaynakları nedeniyle Afrika bugün de emperyalizmin daha da artan ilgisi altındadır. En başta ABD olmak üzere Batı’nın bu kıtaya ilgisi hegemonyanın ve sömürünün devamı içindir. Demokrasi, çatışmaların sonlandırılması, açlığın ve fakirliğin bitirilmesi asla söz konusu değildir.

Darbecileri koruma operasyonu

Geçen sene Mart’ta askeri eğitim ve öğretimini ABD’de almış 1973 doğumlu Yüzbaşı Amadou Haya Sanogo, Mali’de demokratik bir seçimle iktidara gelmiş Başkan Amodou Toumani Toure’ye karşı darbe yapar ve iktidara gelir.

Bunun üzerine Mali’nin kuzeyi isyan eder, içlerinde El Kaide bağlantılı grupların da bulunduğu İslamcı militanlar ülkenin üçte ikisini ele geçirirler, güneye doğru ilerlerler ve başkent Bamako’yı hedef alan askeri operasyon başlatırlar.

Bu gelişmeler nedeniyle 11 Ocak 2013’de Fransa kuzeydeki isyancılara veya daha doğru bir söylemle darbeye direnenlere karşı askeri harekat başlatır. Fransa’ya ait Mirage savaş uçakları ve Gazalle helikopterleri Mali’nin kuzeyini bombalamaya başlar ve hala devam etmektedir. Fransa’nın Mali’deki askeri harekatına başta ABD ve İngiltere olmak üzere Batı destek verir.

El Kaide yanlış zaman ve yerde savaşmaktadır. Suriye’de savaşan silah arkadaşları ABD, İngiltere ve Fransa’nın azami desteğini alırken burada savaşanlar bombalara maruz kalmaktadır. Burada önemli olan ne olduğunuzun değil işbirlikçi olup olmadığınızın önemli olduğudur.

Adaşına yardım etmedi
Mali’de bunlar olurken Orta Afrika Cumhuriyeti’nde tam tersi olmaktadır. Orta Afrika Cumhuriyeti Başkanı Francois Bozize ülkenin doğusu ve orta kısmında bazı şehirleri ele geçiren ve başkent Bangui’ye saldırmak isteyen isyancı Seleka Koalisyonu’na karşı Fransa ve ABD’den yardım ister fakat adaşı Francois Hollonde’da dahil olmak üzere yanıt olumsuz olur. Bozize’ye isyancılarla anlaşması tavsiye edilir.

Afrika’da olanların Ortadoğu’dan farkı yoktur. Hegemonyaya ve sömürüye direnmek cezalandırılmayı gerektirmektedir. Direnç gösteren demokrat veya diktatör hiç fark etmez mutlaka başına felaket getirilir, İşbirliği yapan ise yüceltilir!

Afrika Birliği tamamen ABD’nin güdümüne girmiş durumdadır. ABD tarafından silahlandırılan, finanse edilen ve yönetilen 17 bin Afrikalı asker Somali’de bulunmaktadır. ABD Afrika’da üsler zinciri kurmaktadır. ABD Özel Kuvvetleri, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ( Eski adı Zaire ), Uganda, Güney Sudan ( Batı’nı desteği ile 2011’de Sudan’dan ayrıldı ) ve Orta Afrika Cumhuriyeti’nde çok aktif olup görünürde Tanrı’nın Direniş Ordusu ( Lord Resistance Army ) adlı Ugandalı gerilla lideri Joseph Kony’i aramaktadır.

ABD isyanın arkasında
Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde M23 ( 23 Mart Hareketi ) isimli isyancı grup ülkenin doğusunda bazı şehirleri ele geçiriyor ve başkent Kinşasa’yı tehdit ediyor. Birleşmiş Milletler ( BM ) raporlarına göre M23’ün arkasında ABD var.

Merak ediyor musunuz? Niçin ABD nüfusu 71 milyon, yüzölçümü Türkiye’nin üç katı büyüklüğünde, 1960’da Belçika’dan bağımsızlığını kazanmış, resmi dili Fransızca olan Orta Afrika ülkesi Demokratik Kongo Cumhuriyeti ile bu kadar yakından ilgileniyor?
Tabi ki nedenler duygusal değil. Demokratik Kongo Cumhuriyeti özellikle stratejik ve nadir bulunan madenler bakımından çok zengin. Sadece birkaç örnek verirsek; dünyadaki elmasın yüzde 30’u ve Koltan’ın yüzde 80’i bu ülkede. Koltan madeninden niyopyum ve tental üretiliyor. Bunlar cep telefonu, play station, bilgisayar ekranı gibi ileri teknoloji içeren ürünlerde kullanılıyor. Bu ham maddelere Çin’in de çok ihtiyacı var.

Afrika’daki savaşları, darbeleri, karşı darbe girişimlerini, isyanları, emperyalist müdahaleleri ve bu kıta üzerinde de gelişen ABD-Çin soğuk savaşını daha iyi anlayabilmeniz için ABD Enerji Bakanlığı ( U.S.Department of Energy ) tarafından çıkarılan ve her yıl güncellenen ve internet vasıtası ile erişebileceğiniz Kritik Malzeme Stratejisi ( Critical Materials Strategy ) dokümanına göz atmanız yeterlidir. Bu tür dokümanların gizli eklerinin de olduğunu bilmenizi isterim.

Halen Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görevli olan Tümamiral Semih Çetin’in yeni çıkan “ Bir ihanetin öyküsü “ kitabını okumanızı öneririm.

Saygılar sunarım.
Türker Ertürk 22.01.2013


***



25 Haziran 2012 Pazartesi

ABD VE LATİN AMERİKA


LATİN AMERİKA


LATİN AMERİKA’DA NELER OLDU?

Latin Amerika,  Batı yarımkürenin İspanyolca ve Portekizce konuşulan alanlarını, yani Meksika’yı, Orta ve Güney Amerika’nın büyük kesimlerini ve Batı Hint adalarının bir bölümünü içerir.  15. yüzyılın  sonlarında  Avrupalılar bu alanları sömürgeleştirmeye başladığında,  ileri derecede gelişmiş üç Kızılderili uygarlığı bulunmaktaydı. Orta Amerika’daki  Mayalar ve  Aztekler ile Peru’daki  İnka uygarlığı ateşli silahları tanımadıkları için Avrupalılara karşı koyamadılar.  


Bu uygarlıkların İspanyollar tarafından  yok edilmesi, dünya tarihinin en trajik olaylarındandır.  1492-1542 tarihlerinde yoğun bir İspanyol kolonileşmesi başlamış ve 300.000 İspanyol yeni dünyaya yerleşmiştir. 17. yüzyıldan itibaren ise  özellikle İspanya, Portekiz ve İtalya’dan olmak üzere yaklaşık 20 milyon kişinin Avrupa’dan Orta ve Güney Amerika’ya göç etmiştir.



Bugün  Güney Amerika’da yaşayan yaklaşık 50 milyon kişinin kökenlerinin bu ülkelere dayandığı tahmin edilmektedir. Latin Amerika'yı arka bahçesi ilan eden ABD iki yüz yıldır kıta halklarıyla kirli yöntemlerle savaşmaktadır. 



ABD’nin kıta'da yaşanan yüzlerce askeri darbede doğrudan parmağı oldu.

Bütün bunları gene demokrasi geliştirme  ve özgürlükler adına yaptı. Latin Amerikalılar ise ABD’ye karşı kendini savunmak için ya diğer güçlerle işbirliğini denediler ya da içlerinden halk kahramanları çıkardılar.



AZTEK GÜNEŞ TAŞI

ARJANTİN :   1831’den beri ABD’nin gizli işgalini yaşayan Arjantin’deki 1976 cuntası, Latin Amerika tarihinin en kanlı cuntalarındandır.  Bugün  iki ülke ilişkileriArjantin’in Venezüella’ya yakınlık duyması ve ABD’nin dostça olmayan tutumu nedeni ile pekiyi durumda değildir.


BOLİVYA :  Sadece 1947-1952 arasında çoğu madenci ve tarım işçisi 30 bin kişi ABD destekli cuntalar tarafından katledildi. Bundan öncesinde kışkırtılan bölgesel savaşlarda ölen Bolivyalıların sayısı ise on binlerle ifade edilmektedir.  Yüzlerce Bolivya cuntasının hepsi de ABD ve CIA desteklidir.  Cinayetlerin en önemlisi Che Guavera’nın 1967’de CIA ajanları ve Bolivya ordusu tarafından yaralıyken kurşuna dizilerek katledilmesidir.


BREZİLYA :  CIA destekli 1964 darbesi tarihindeki en kanlı olaylardandır. Üç-dört yıl içerisinde cuntanın ABD ile işbirliği yaparak kurduğu “Ölüm Filoları” iki binden fazla kişiyi katletmiştir. 


EL SALVADOR :  Latin Amerika’nın  cinayetler ülkesi olarak ün yapmıştır. 1931-1944 arasındaki yerli ayaklanmaları sırasında 15 binden fazla insanı katletmiştir. Özellikle 1979 yılından sonra CIA tarafından Arena partisiyle birlikte oluşturulan ölüm mangaları, toplam 70 bin  kişiyi katletmiştir. Bütün bu cinayetlerin arkasında ABD’li danışmanların  olduğu ve birçok katliama da bizzat katıldıkları  resmi belgelerle kanıtlandı.


GRENADA :  1979’da iktidara gelen sosyalist eğilimli Bishop’un katledilerek, devrildi. ABD, Grenada’yı 1985’e kadar işgali altında tuttu.


GUATEMALA :  1954 yılında CIA, ABD’nin United Fruit Company'ne ait toprakları millileştiren demokratik yollarla seçilmiş Başkan Jacobo Arbenz Guzmani hükümetini askeri darbe ile düşürdü. Darbe, Guatemala’da 40 yıl süren bir istikrarsızlık ve vahşet dönemi başlattı. CIA’nın organize ettiği askeri cunta ve onun takipçileri terör ve ölüm mangaları ile ülkede 30 yıl içinde askeri yönetim altında 100.000 kişi öldü. İç savaş ancak 1999 yılında sona erdi.


HAİTİ : 1915’teki ABD işgalinden sonra en kanlı kıyımlardan nasibini aldı. ABD destekli cuntalar süresince 1957’den 1971’e kadar Haiti’de 26 bin kişi öldürüldü. 


KOLOMBİYA :  Bu ülkedeki  manzara  da tam bir faciadır. 1948’de United Fruit Company ve Standart Oil’in isteği üzerine CIA’nın Kolombiya devlet başkanı Gaitan’ı öldürmesiyle başlayan cunta ve cinayetler döneminde 300 binden fazla kişi öldürüldü. Kolombiya halkı, bugün hâlâ ABD ordusunun katliamlarıyla karşı karşıyadır.  1964 yılında kurulan Kolombiya Devrimci Silahlı Kuvvetleri (FARC) Batılı kaynaklar tarafından uluslararası basına daha çok uyuşturucu kaçakçılığı ile ilgili tanıtılmakla birlikte amacı ülkedeki Amerikan varlığına son verilmesidir. Amerikan kıtasında ABD, Kanada ve Şili, FARC’ı terörist örgüt olarak görürken; Venezüella, Brezilya, Arjantin, Ekvator ve Nikaragua bu sınıflandırmayı reddetmiş, hatta Cenova Sözleşmesi’ne uygun 
gerçek bir ordu olarak kabul etmişlerdir.



TİKAL MAYA PİRAMİTLERİ GUATEMALA


KÜBA :  1898’deki ABD işgalinden 1959’a dek kukla hükümetler tarafından  yönetilen Küba, 1959’da Castro ve Che Guavera ile boyunduruktan kurtuldu. 1962’de sosyalizmi yıkmak için  ABD tarafından  yapılan Domuzlar Körfezi çıkarmasının başarısızlığa uğramasından sonra da yüzlerce suikast planı ve provokasyon birbirini izledi. Her yönden başlatılan ambargo ise bugün hâlâ devam etmektedir.


CHE VE CASTRO


MEKSİKA :  Bu ülkenin  tarihi  aynı zamanda  ABD’nin saldırganlığının tarihidir.1848’de topraklarının büyük bölümünü ABD’ye kaptıran Meksika’da 1909’da Zapata ve Panço Villa’nın önderliğinde başlatılan köylü ayaklanmalarının bastırılması ABD’nin doğrudan askeri müdahalesi  ile oldu. Zapata ve Villa çeşitli tuzaklarla katledildi.  Meksika, o günden beri cuntalar ve sık sık taraf değiştiren hükümetler tarafından yönetilmektedir. 


NİKARAGUA :  1885’te Amerikalı korsan Walker’in işgali  ile  başlayan dönem sonrası 1894’te bu ülke tam bir ABD eyaleti haline getirildi. 1926’da  başlayan Sandino direnişinin bastırılmasından sonra ABD’nin adamı, Latin Amerika tarihinin en kanlı diktatörlerinden Somoza’nın  iktidarı  başladı. Somoza, 1979’da Sandinista gerillaları tarafından düşürüldü.  1985’e kadar geçen sürede Miami’de örgütlenen kontra çetelerinin saldırılarında 11 bin Nikaragualı yaşamını yitirdi. Ülke ekonomisi sabotajlarla mahvedilerek, yönetimin seçim sandıklarında terk edilmesinin zemini hazırlandı. 


PANAMA :  Her zaman kukla hükümetler tarafından yönetilen Panama’da  en basit  eylemler bile en vahşi  yönetmelerle cezalandırıldı.  1990 yılında uyuşturucu ticareti yaptığı bahanesiyle Panama devlet başkanı ve eski bir CIA ajanı Noriega’nın tutuklanıp ABD’ye götürülmesi tam bir komedi idi. 


PERU : 1780’de başlayan Kızılderili katliamından beri cinayet makineleri hiç boş durmadı. 1968’den en son diktatör olan Fujimori’ye dek her zaman baskı ve zulümle yönetilen Peru’da sadece 1980’den bu yana 30 bin kişi işkenceler ve kurşuna dizmeler yoluyla öldürülmüştür. 


ŞİLİ :  ABD kökenli çokuluslu şirketlerin (özellikle ITT)  isteği üzerine CIA tarafından tasarlanan darbe ile 1973’te general Pinochet iktidara getirildi. Darbenin ilk gününde başta solcu başkan Allende dahil  olmak üzere toplam 35 binin üstünde insan işkencelerle, kurşuna dizmelerle katledildi, sakat bırakıldı.  Şili cuntası ABD ve IMF’den tarihin en yüksek yardım ve kredilerini aldı. Ancak buna rağmen Pinochet döneminin sonunda Şili ekonomisi tam bir harabe halindeydi.


URUGUAY  :  ABD, 1964-1971 yılları arasında Uruguay seçimlerine el attı ve baskı politikalarını destekledi. 1968 yılında halk hareketleri zirve yapınca 1970 yılına kadar ABD, Uruguay polisine ayaklanmaları kontrol eğitimi vermeye devam etti.  ABD’nin Uruguay ordusu ile işbirliği  neticesi; Uruguay, 1973-1985 yılları arasında askeri diktatörlüğün pençesine düştü. Latin Amerika’daki en baskıcı yönetimden kurtulmak ancak 1990’da mümkün oldu.


VENEZÜELLA :  Bu ülke de CIA operasyonlarının deneme laboratuarı oldu. Petrol üretimi bakımından önemli olan Venezüella ABD’nin güneydeki yatırımlarının %66’sını barındıran ülke olarak her zaman cuntalar ve faşist yönetimlerin elinde oldu. Tarih boyunca ABD’nin yakın müttefiklerinden biri olarak görülen Venezüella, Chávez’in iktidara gelişinin ardından ABD’nin ikili ilişkilerde en çok gerilim yaşadığı ülkelerden biri haline gelmiştir.




BUGÜNKÜ LATİN AMERİKA VE ABD


Sosyalist eğilimler son yılarda Latin Amerika’da yeniden canlanma dönemine girdi 1980’lerde kendi demokrasi standardı ile sol gerilla gruplarına savaş açan Ronald Reagan’dan  20 yıl sonra Latin Amerika’ya sol hükümetler geri gelmeye başladı. Venezüella, Bolivya, Arjantin, Meksika ve Peru, sol eğilimlerin iktidara gelme şansı  her zaman  en çok olan ülkelerdir. Bu ülkelerde bugün ABD petrol şirketleri millileştirilirken Çin, Küba ve Venezüella ile birlikte Florida’ya 45 mil açıkta petrol aramaktadır. 

Latin Amerika halkları, tarihleri boyunca ABD’nin ekonomik ve siyasi politikalarından “doğrudan” etkilendiği için, bu coğrafyada “doğrudan” ABD’ye yönelik bir öfke ve sol eğilim çok güçlenmişti. Latin Amerika’nın birçok ülkesinin 1990’ların sonundan itibaren kitlesel ayaklanmalar, halk isyanları ve genel grevlere sahne olmasında, ABD politikalarına, özellikle de Washington Konsensüsü’nün serbest piyasa politikalarına karşı oluşan öfkenin büyük payı vardı. Soğuk Savaş  sonrası uluslararası ortamda, ABD karşıtlığını kullanmak için, Chávez gibi popülist liderlerin eline büyük bir fırsat geçmiş oldu.



SONUÇ

200 yıldır Latin Amerika’da çok şey değişti. Ancak, bugün de dış güçler Latin Amerika’da oldukça aktiftir. Fransa, Latin Amerika’da Guyana kolonisini hala elinde tutarken, ABD ve İngiltere Karayiplerdeki adaları kontrol etmeye devam ediyor. ABD, 2004’de Haiti’deki seçimlere müdahale etmek için  gene  asker gönderdi. Chavez’in Venezüella’sında CIA’nın çok aktif olduğu aşikâr haldedir. 

Sovyetlerin çözülüşünün  ardından kendini dünyanın tek hâkimi gören ABD, "Soğuk Savaş" döneminden aşağı  kalmayan politikalarını sürdürmeye devam etmektedir. Kendi halkı için  "ulusal  güvenlik" türünden gerekçeler,  ABD  saldırı politikası için bir kılıf işlevi görmeye  devam etti.  

Amerika’nın güvenliğine (çıkarlarına) karşı koyanlar  geçmişte darbeler  bugün ayaklandırılan halklar ile devrilmekte, direnenler “savaş suçlusu” ilan  edilmektedir.  

Hâlbuki hukuksal açıdan bakıldığında, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu  yana görev yapan her Amerikan başkanını  uluslararası mahkemeye götürebilecek  pek çok kesin kanıt vardır. Bu başkanların hepsi ya düpedüz savaş suçlusudur ya da  ciddi savaş suçlarına karışmıştır. Bizlere sunulan "demokrasi" ve "özgürlük" söylemi  ise dışarıdaki halkı uyutmak için, yani beyin yıkamaya yönelik bir temadan ibarettir.

Gerçekte olan çevrenin sömürülmesi, bunun için yeni pazarlar yaratılması, özelleştirme yolu ile ülke kaynaklarına el konulurken, demokrasi söylemi ile ülkelerin iç parametrelerinin pro-amerikan kişilerce elde tutulmasıdır. 

Latin Amerika ülkeleri;  ekonomik, siyasi ve askeri bakımdan önemli bir atılım yapmadıkça kısa vadede  bugünkü durumlarının değişmesi kolay gözükmemektedir. İçişlerine başka devletler  karıştığı sürece ve  kendi doğal zenginliklerine sahip olamadıkça,  tıpkı Ortadoğu ve  dünyanın başka bölgelerinde de olduğu Latin  Amerika'da  da  barış ve daha iyi bir  yaşam uzak bir umut olmaktan öteye geçemeyecektir. 

Latin Amerika, Ortadoğu’da olduğu gibi dünyanın hemen her yerinde az gelişmişliğin ve siyasi istikrarsızlıkların arkasındaki temel sorun; demokrasi ve özgürlüklerden önce dış güçlerin varlığı ve bölge ülkelerinin siyasi, ekonomik ve kültürel olarak sömürülmesidir. Bu sebep, dünyanın her yerindeki terör ve direniş hareketlerinin gerekçesidir ve dünyaya geçmişten bugüne terörle mücadele diye  sunulan tüm konseptler (ayaklanmalara karşı koyma, düşük yoğunluklu savaş, terörle küresel savaş vb.) aslında hegemon güçlerinin kendi özel gündemlerini dolaylı yollardan uygulamak için uydurdukları bir kılıf olmaktan öteye gidememiş, hep yenilgiyle son bulmuş, çünkü sömürülen insanların beyninde fikirler savaşını kazanamadığı için direnişler kalıcı hale gelmiştir.


Doç.Dr.Sait Yılmaz
İstanbul Aydın Üniversitesi Ulusal Güvenlik ve Strateji Araştırma Merkezi (USAM) Başkanı

LATİN AMERİKA EMPERYALİZME KARŞI






****




23 Haziran 2012 Cumartesi

ERMENİ "SOYKIRIMININ" İÇ YÜZÜ


TÜRKİYE-ERMENİSTAN


"... Nasıl haşhaş uyuşturucu bağımlılığın ham maddesi ise, tarih de köktenci tavırların, etnik milliyetçiliğin ve ideolojilerin ham maddesi ... Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa, bu her zaman için yeniden icat edilebilir. Mazi meşrulaştırılır ve övünecek fazla bir şeyi olmayan şimdiki zamana şerefli bir arka plan sunar ... "

Marksist bir tarih felsefecisi olan Eric Hobsbawm'ın sözleri bunlar.



1930'lara kadar Pakistan diye bir sözcük yoktu. Ama profesyonel tarihçiler, İslamabad yönetimine "daha haşmetli bir geçmiş" sunabilmek için Pakistan'ın "Beş Bin Yıllık Tarihi" diye kitap yazabildiler.
Keza M.Ö.4. yüzyılda bir Yunan devletinin olmadığı, hatta
Yunanistan coğrafyasını kaplayan ortak bir siyasi yapı da bulunmadığı, dolayısıyla Makedonya İmparatorluğu'nun Yunan karakterinden ve üzerinde Yunan hakimiyetinden söz edilemeyeceği Atina'da taraftar bulmadı ve Yunan siyasetçilerin Makedonya devletinden ismini kullanma hakkını dahi esirgemelerine üniversite destek verdi (Tarihsel olarak Yunanlıların Makedonyalıları tıpkı bizim Moğollara bakışımız gibi barbarlar olarak gördüğü açık ... Atina'nın tavrı
Anadolu'yu işgal eden Moğollar'ı gözardı edip Avrupa'ya yürüyen Atilla'yı sahiplenmenin bizim ruhumuzu okşamasına benzer bir durum).


Kitap bombardımanına uğrayan Kürtler'e gidip de Med İmparatorluğu'yla ne alakalarının bulunduğunu sorarsak; ya da Berlin'e sığınmış göçmen Rus bilim adamlanna sipariş edilen araştırma sonucu Kürtler'in Totonik kavim ilan edilmesinin ardından Almanya'nın bölgeye akmasını manidar bulup bulmadıklarını ...





Ernest Renan da boşuna 
"Tarihi çarpıtmak ulus olmanın ilk şartıdır" .... dememiş .





Ermeni Meselesine gelince; 

Ermeni propagandası gerçekleri "Andronyan Belgeleri" türünden hayal mahsulü belgelerle gizlemeye çalışmakta, Ermeniler'in katliama maruz kaldıkları iddiası ile zihinlerde istifham bulutları oluşturmaktadır. Gerçekte bütün çabaları Ermeni çetelerince hunharca icra edilen "Türklerin uğradıkları katliamı" unutturmak içindir. Bugün Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da Ermenilerce katledilen Müslümanlara ait toplu mezarlar dünya kamuoyunun gözleri önüne serilmektedir. Daha bilinmeyen niceleri de bulunmayı, soykırım müzelerinde sergilenmeyi beklemektedir.



KATLEDİLEN TÜRK KADINI




Karanlık günler ne kadar unutturulmak istense yine de zihinlerden silinmemektedir. Asıl suçlu Ermeni toplumunu kışkırtan ve aldatan emperyalist devletlerdir. Günümüzde savaşların cephede değil, cephe gerisinde yürütüldüğü bir gerçektir. Ruslar'ın Doğu Anadolu'da açtıkları cephe de böyle bir cephe idi.



KATLEDİLEN TÜRKLER


Rusya İmparatorluğu' nun 1877-1878 Rus-Türk savaşında 
Osmanlıların tam bir yenilgiye uğratılmış bulunmasıyla kanıtlanan gücü Ermeni ayrılmacılığını besleyen bir etkendi. 
Rusların eninde sonunda Türkleri yenip tüm doğuyu (Anadolu'nun doğusunu) zaptedeceği bekleniyordu. Doğuda bir Hıristiyan yönetiminin kurulmasından sonra bağımsız bir Ermenistan'ın kurulması sorununun çözümleneceğine inanılıyordu.
Ermeniler arasında, özellikle de genç kuşak, kentliler ve Ermeni papazları arasında ulusçu duygular belirgin biçimde gelişmeye başlamıştı. Bu duygular çoğu kez şaşılacak kadar açık biçimde ifade ediliyordu.
İstanbul Ermeni Patriği'nin kendisi, apaçık, "Ermenistan"ın Osmanlı İmparatorluğu' ndan ayrılmasını desteklemekteydi.

Tarih kitaplarının çoğunda, sadece Osmanlı'nın Ermeniler'i zorunlu göçe çıkarmasının sözü edilir. Tarihsel gelişmeler, geçmişinden soyutlanarak ele alınınca, Osmanlıların Ermenileri zorunlu göçe çıkartma kararı (elbette ki) akla aykırı, sadece bir azınlık toplumuna karşı duyulan nefretten kaynaklanmış bir karar gibi görünür. Aslında, Balkanlarda ve Kafkasyada olanların tarihçesinden, Osmanlılar, Doğu Anadolu'da (bir azınlığın çıkaracağı) ulusçu ayaklanmadan ve Rus istilasından neler beklemek gerektiğini öğrenmişlerdi. Bulgaristan'da, Yunanistan'da ve Makedonya'da, aynı süreçler Türklerin kıyımdan geçirilmesiyle sonuçlanmıştı. Osmanlılar, Anadoluda farklı bir hal gerçekleşmesini bekleyebilirler miydi?




KATLEDİLEN TÜRKLER



100 yıldan beri Ruslar, Müslümanları yurtlarından zorla uzaklaştırarak, yayılmış durmuşlardı. Kırım Tatarlarını ve Çerkesleri göçe zorlamışlardı. Güney Kafkasyada, Türkleri uzaklaştırıp ülkeye Ermenileri yerleştirmişlerdi. 1915'te Ruslar bir kez daha ileriye doğru yayılmaya girişmişlerdi. Ermeni ayaklanmacı toplulukları daha o zamandan baş kaldırma hareketini bütün Doğu Anadolu kapsamında başlatmışlardı, Müslüman köylüleri kıyımdan geçirmeye koyulmuşlardı ve hatta Van kentini ele geçirmişlerdi. Doğunun Müslümanları , bir Rus istilası durumunda, başlarına ne gelmesini bekleyebilirlerdi? 
Bulgaristan ve Makedonya Türklerinin başına gelenlerin
aynısını tabii ki.

Osmanlı hükümeti, Osmanlı tarihinin öğrettiği dersleri bilmezlikten gelemezdi. Tarihsel gelişmeler bütünü içinde, Osmanlı Ermenilerinin zorla göçe çıkartılması, akla uygundu. Bunu söylemek, zorla sürgüne çıkartmaları ahlaksal açıdan da uygun görmek anlamına gelmez; Birinci Dünya Savaşı dönemindeki bütün yanların eylemleri öylesine insanlık dışı özellikler gösterir ki, bunlardan hiçbiri, ilk taşı atacak durumda değildir. Ne var ki, Türklerin ve diğer Müslümanların uğradığı zorla göç ettirilmelerin ve ölüm telefatının tarihçesini incelerseniz, tarihsel süreç içinde bir bölüm olarak Ermenilerin zorla göç ettirilmesinin açıklamasını bulabilirsiniz.


Peki, zorunlu sevk ve iskanın başka ülkelerde örnekleri yok mu?




KIRKLARELİ'NDE BALKAN GÖÇÜ RÖLYEFİ


Zorunlu göç uygulamasına bazı büyük devletlerin de başvurduğunu gösteren pek çok örnek vardır ve bazı devletler savaş koşullarının dayatması karşısında vatandaşlarının bir kısmını zorunlu göçe tabi tutmuşlardır. 

Bazı örneklere bir göz atalım:

Ermenilerin 301 yılından itibaren Hıristiyanlığı kabul etmeleri üzerine onların Zerdüştiliği muhafazası için Sasaniler, Hıristiyanlığı benimsemeleri için de Romalılar büyük baskılar yapmışlar ve II. Şapur birçok şehri yakıp yıktıktan sonra 70.000 civarındaki Ermeniyi Partiyaya sürmüştür.

V. asrın son çeyreğinde İran'ın bölgedeki Ermeniler üzerinde yoğunlaştırdığı dini savaşlar sonunda da bölge, Ermenilerden tamamen temizlenmek maksadıyla feodal aile reisIeri uzaklaştırılmış, yerlerine Bizanslı memurlar yerleştirilmiş ve Ermeniler Trakya'ya sürürerek yerlerine başkaları getirilmiştir.

VI. yüzyılın sonlarından VII. yüzyıl başlarına kadar Bizans İmparatoru Maurice bu sürgün faaliyetini devam ettirmiştir. 639-640'larda Sasani İmparatorluğunu yenerek Nahçıvan'a kadar ilerleyen Araplar, 642'de Dwin'i ele geçirmiş ve 35.000 kadar Ermeni 'yi sürmüşlerdir.

VIII. yüzyıl başlarından itibaren Araplar hakim olmakla ve bölge Arap valiler tarafından idare edilmekle birlikte, Bizansla olan kavgalar sona ermemiştir.

Bizans İmparatoru II. Basileios, İmparatorluğun Müslüman devletlerle yapmakta olduğu mücadelelerin önemli bir cephesini oluşturan, Doğu Anadolu bölgesinde vasal Ermeni krallıklarının isyankar hareket ve davranışlarını hoş karşılamamakta idi. Bu nedenle, Basileios söz konusu Ermeni memleketlerinin yönetimini doğrudan doğruya Bizans'a bağlamak amacıyla kuvvetli ve kalabalık bir ordu ile harekete geçerek, Doğu Anadoluya gelip Van'ı ilhak ettiğini ilan ettikten sonra bu bölgede oturan 40.000 Ermeni'yi, Bizans'ın geleneksel siyaseti uyarınca göçe zorlamıştır.

Moğol istilası sırasında birçok Ermeni Kazan, Astrahan taraflarına götürülürken, Hulagü Han da bir kısmını Halep, Humus, Hama ve Şam seferlerine iştirak ettirmek üzere 1250 yılında Suriye'ye götürmüştür.




DOĞU HARİTASI


Osmanlı Devleti medeniyetin doruğuna çıkarken Avrupa'da veya Avrupalının gittiği yerlerde XV.-XVI. yüzyıllarda din, mezhep kavgalarıyla veya katliamlarıyla meşgul olunmuş; Haçlılar Filistin' de Müslüman esirleri kılıçtan geçirirken, İspanya' da engizisyonun dehşetli ve Müslüman Arapların soykırımı devam ederken, Fransa' da Kralın emriyle Protestanlar katledilirken, İspanya ve İtalya' daki Museviler, Avrupalının zulüm ve vahşetinden tam bir dinler hürriyetinin yaşandığı Osmanlı Devletine sığınmışlar ve İstanbul, Selanik ve Tiberya gölü çevresine yerleştirilmişlerdir (1492).

1746'da çıkan Osmanlı-İran Savaşları sırasında İranlılar, ordunun önünü boşaltmak amacıyla 24.000 Ermeni'yi İran'a sürmüş ve bunların bir kısmı yolda helak olmuştur. Savaş devam ederken bir kısım Ermeni de Kırım, Lehistan ve Hazar Denizi' nin kuzeyine göç etmiştir. 1778'de Kırımda bulunan 75.000 civarındaki Ermeni ailesi Steplere sürülmüş ve bunların birçoğu soğuktan helak olmuştur.

Osmanlı Devletinin i. Dünya Savaşı sırasında 1.500.000 Ermeni'yi katlettiğini, 1.000.000'unu zorla Müslüman ettiğini ileri süren Ermeniler ve Batılı destekçileri, 1.000.000'dan fazla Müslüman'ın Doğu Anadoluda ve Kafkaslar'da katledildiğini ve bir o kadarının da yerlerinden, yurtlarından edilerek sürüldüğünü gözardı etmişlerdir. 

Bu sonunculardan İngilizler, Sudan'ı işgal ettiklerinde burada
eli silah tutan herkesin kökünü kazımaktan, 1849-1851 yıllarında İrlanda'dan gıda maddelerini dışarı çıkararak 400.000 insanı açlıktan öldürmekten ve 1841-1911 yılları arasında aynı İrlanda'nın nüfusunu 8.196.597'den 4.381.951'e düşürerek sadece 1846-1848 yılları arasında 3.000.000 İrlandalı'yı açlıktan ölüme terk etmekten ve 100 yıl süren Hıristiyan işgalinde yüzbinlerce Hintliyi katletmekten
kendilerini alamamışlardır.

Yine Ermenilerin koruyuculuğunu yapan Fransa da Kuzey Afrika'daki Tunus ve Cezayir'in istiklal mücadeleleri sırasında 1.000.000'dan fazla Müslümanı öldürmekten geri durmamıştır. Aynı şekilde Ermenileri destekleyen, kışkırtan ve öne süren Ruslar ise 1878'de ve II. Dünya Savaşı'nda yüzbinlerce Kırımlı Türkü Sibirya'ya sürmüş, 1.Dünya Savaşı sırasında yüzbinlerce Kafkas Müslümanını güneye sürmüş ve ihtilal sonrasında da 3.000.000 insanı sürmüş ve rejime kurban etmiştir.

Diğer bir örnek; Radikal Sosyalist Fransız Hükümeti Almanca konuşan ve Fransa'nın Almanya sınırında yaşayan Alsazlar'ı (Alsace) 1939-1940 kışında Majino hattının doğusundan alarak Fransa'nın güneybatısına, özellikle de Dordognea'ya nakletmişti. 

Aynı şekilde Amerikan hükümeti de Japonya'nın gerçekleştirdiği Pearı Harbour baskınından sonra Japon asıllı Amerikan vatandaşlarını Pasifik bölgelerinden Missisipi vadisine göç ettirmiş ve İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar buradaki toplama kamplarında barındırmıştı.

Örnekleri yüzlere çıkarmak mümkündür. Her biri yüzlerce sayfalık araştırmayı gerektiren bu vahşetler dururken hayali "Ermeni Soykırımı"ndan söz eden ve 1.Dünya Savaşında öldürülen 1.000.000 ( Balkanlardan -Filistine- Kırımdan- Anadoluya kadar toplam 5 milyon Türk ölmüştür) civarındaki Müslümanı görmemezlikten gelenlerin bu tutumlarını Türkiye üzerindeki emperyalist emelleriyle açıklamak yerinde bir sonuç olacaktır.

Lozan Konferansı bünyesinde toplanan tali komisyona Osmanlı İmparatorluğu'nun eski Hariciye Nazırı Gabriel Norandukyan'ın Ermeniler lehine sunduğu rapora göre Tehcir sırasında Doğu Anadolu'da yaşayan Ermeniler'den 345 bin'i Kafkasya'ya, 140 bin'i Suriye'ye, 120 bin'i Yunanistan'a ve Ege Adalanna, 40 bin'i Bulgaristan'a ve 50 bin'i de İran'a olmak üzere toplam 695 bin'i Anadolu'dan göç etmişti.

Bir başka Ermeni Richard Hovannisyan ise Suriye dışındaki Arap ülkelerinden Lübnan' a 50 bin, Ürdün' e 10 bin, Mısır' a 40 bin, Irak'a 25 bin, Fransa ve Amerika'ya da 35 bin Ermeni'nin göç ettiğini belirtiyor.

Bu durumda tehcir uygulaması sırasında toplam 855 bin Ermeni'nin göçe tabi olduğu anlaşılıyor. Bu 855 bin, sayısı 1 milyon 250 bin olan 1914'teki toplam Ermeni nüfusundan çıkarıldığında, geriye yaklaşık 366 bin kişi kalıyor. Göçe tabi tutulmayan nüfusun ise 82 bin 880'inin İstanbul, 60 bin 119'unun Bursa'da, 4 bin 548'inin Kütahya Sancağında ve 20 bin 237'sinin de Aydın vilayetinde bulunmak üzere 167 bin dolayında tahmin ediliyor. 

Göçe tabi tutulmayanların sayısı 366 bin'den çıkartıldığında, geriye kayıp gözüken 200 bin kişi kalıyor. 

Bu sayı da Ermeni lobisinin 1,5 milyon Ermeni'nin öldüğü iddiasının ne kadar abartılı olduğunu gösteriyor.

Konuya Osmanlı Devleti'nin 1915-1918 yıllarını kapsayan dönemde cephelerde ve cephe gerisindeki ayıpları açısından bakıldığında ise karşımıza şu tablo çıkıyor: 

400 bin yaralı, 240 bin hastalık nedeniyle ölüm, 35 bin yeterli bakım sağlanamadığından ölen ve yaralı, 50 bin savaş alanında şehit.

Bugün, tarafsız ve yüzyıllık önyargılar ile zihni bulanmamış her kişi bilmektedir ki, 1.Dünya Savaşı'nın cereyan ettiği yerlerdeki Ermeniler (sözde kurbanlar), Müslümanların cellatları olmuşlardı. Rus komutanlarının emri altında hareket eden bu gönüllü Ermeni çetelerince gerçek kırımlar yapılmış, eskiden mamur olan şehirler ve köyler bu eşkiya çetelerinin saldırılar sonunda harabeye dönmüş ve Müslüman halkın yokedilmesi planı da acımasızca sürdürülmüştür. Bu cinayetler her gün sadece istila edilmiş Türk vilayetlerinde işlenmemiş, yakıp-yıkma rüzgarlan bu güne kadar Müslümanlar'ın meskun bulundukları Rus eyaletlerinde de (Kafkasya, Azerbaycan-) esmiştir. 

Zalim düşmanın baskısı altında ezilen Doğu Anadolu'dan başka, son olaylara kadar Müslümanların nispeten rahat bir şekilde yaşadıklan bütün Batum bölgesi, Artvin, Acara, Hezor, Maradit, Maçakhel ve civarları, Rus resmi yetkililerinin kayıtsız bakışları altında Ermeniler tarafından işlenen tüyler ürpetici ve tasavvur edilemeyen cinayetlere sahne olmuştur.





ERMENİLERİN TÜKLERE YAPTIĞI ZULÜM


Göründüğü gibi olaylar gözardı edilmiş, Türk Milletine mal edilmek suretiyle perdelenmek, gizlenmek istenmiştir.

Nitekim, 1. Dünya Savaşı'nı müteakip, İtilaf Devletleri İstanbul'u işgal ettikleri dönemde de "Ermeni Katliamı" iddiasını ispat edememişler, son bir ümitle sarıldıkları Amerikan arşivleri de bu konuda onlara bir şey verememiş, böylece hukuki açıdan "Ermeni Katliamı" iddiası daha o tarihlerde (1920) çökmüştü.

Bu konuya ilişkin bazı örneklere bir göz atalım:

ABD'nin Türkiye'deki ilk Büyükelçisi Amiral Mark Lambert Bristol 'ün 1921 yılında Amerikan Dışişleri Bakanlığı 'na Ermenilerle ilgili yazdığı itiraflarla dolu tarihi bir mektubu ... Kongre kütüphanesi arşivlerinde bulunan ve 28 Mart 1921 tarihinde ABD Dışişleri Bakanı James Barton'a yazılan tarihi mektupta Büyükelçi Bristol, katledildiği öne sürülen Ermeniler'in gerçekte Kürtler ve Türkler'i katlettiğinden bahsediyor. 1919'dan sonra 1927 yılına kadar Türkiye'de kalan Bristol , Türk Cumhuriyeti tarihine en yakın tanıklık eden kişilerden biri olarak kabul ediliyor. 1921 yılında Burton'a yazdığı mektupta (veya raporda) Bristol, Ermeniler'in soykırım iddiaları ile ilgili raporların tamamen yanlış olduğunu Ermeni kırımı hakkında Avrupa basınında görülen son hikayelerin yanıltma amacına yöneldiğini ve İtilaf Devletleri 'nin bencil planlarının desteklenmesini sağlamak için yapılan propagandalar olduğunu belirtmekte idi.

Diğer bir örnek; 13 Temmuz 2000 tarihinde İngiliz Bakan Barones Asthal, Lordlar Kamarası'nda bir soruya cevaben, "Osmanlı yönetiminin Ermenileri yok etmek amacıyla bir karar aldığını gösteren kesin bir kanıt yokken, İngiliz hükümetleri (çoğul) 1915-1916 olaylarını soykırım olarak tanımamaktadır" , demişti.

Göründüğü gibi bu tür örnekler "Ermeni Soykırımı"nın Türk Milletine fatura edilmesi gayretlerinin boş olduğunu göstermektedir.

Doğru, katliam oldu, ama hangi milletin katliama uğradıkları tarih kitaplarında yazılı. On binlerce Ermeni'nin, on binlerce Türk'ün öldürüldüğünü biliyoruz. Ama malum meseledir ki, Ermeniler Türkler'e karşı taarruza başladıkları için karşı taraftan nasiplerini aldılar. Türkiye'nin doğu illerinde Ermeni milislerince öldürülen on binlerce Müslüman'ın toplu mezarı ortadadır.

Azerbaycan Devlet Arşivi'nde de çok sayıda Rusça belge, Ermeni milislerinin Azeri Türklerine de nasıl katliam yaptığını kanıtlamaktadır .



AZERBAYCAN


Komünist rejimi döneminde Ermenilerin Bakü'de 30 bin Türk'ü öldürdükleri bir gerçek. Ermenistan'ın Azerbaycan'ı işgali nedeniyle yaklaşık 1 milyon Azeri Türk'ü de 1992 yıllarından beri evsiz, barksız çadırlarda ve diğer yerlerde yaşamakta. 1992 yılında Hocalı Kasabası'nda yaşayan 10 bin Azeri Türk'ü Ermeni saldırganlar tarafından katledildi. Ama yakın tarihteki bu soykınm ve işgali görmezden gelerek 100 yıl öncesinin hesabını soruyorlar. Açıkçası Ermenistan'ın maraza peşinde olduğu bir gerçek.

Ermenistan'ın kaynaklarını savaşa ayırması nedeniyle aç kalan 1,5 milyon Ermeni'nin ülkeyi terk ettiği bilinmektedir.


Ermenistan'ın Azerbaycan topraklarını işgal edeceği ne Hazar Projesi'ne katılsa, İpekyolu Projesi içinde yer alacak adımları atsa, bölgesel ticaretten payalmak için dostluklar kursa halkı için çok daha olumlu olur.



HOCALI SOYKIRIMI


Günümüzde de genç Ermeni nesli kin içinde, kan davası gütmek üzere yetiştirilmek istenmektedir. 

Batı'nın özgür ortamında bu olumsuz çabalar daha kolay sonuç verebilmektedir.

Bizlere düşen görev, gerçekleri doğruluk terazisinde tartarak en doğruyu bulmaktır.


EMİN ŞIKALİYEV  (EMİN ARİFOĞLU ŞIHALİYEV)

ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ, 2003




1-ERMENİ "SOYKIRIMININ" İÇ YÜZÜ MAKALESİNİ


2-AZERBAYCAN – ERMENİSTAN İLİŞKİLERİNDE RUSYA VE İRAN FAKTÖRÜ (1828 – 2000)
EMİN ŞIHALİYEV / Doktora Tezi : ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TARİH (GENEL TÜRK TARİHİ) ANABİLİM DALI




ERMENİ SORUNU EMİN ŞIHALİYEV



KİTABI DA MEVCUT :
Türkiye ve Azerbaycan Açısından Ermeni Sorunu Tarih, Gerçekler ve Olaylar

ERMENİ SORUNU - 
EMİN ARİF ŞIHALİYEV
TÜRKMEN KİTAPEVİ,2002










           
           DÜNYA GERÇEKLERİ GÖRECEK