Translate

9 Kasım 2012 Cuma

ŞARK'ın ESKİ TARİHİ - MED SAVAŞLARINA KADAR




Historie Ancienne De L'Orient jusqu'aux mediques,Prof.François Lenormant , Paris,1881 (professor of archaeology at the Bibliothèque Nationale de France ;çalışma alanları yunan, sumer, asur idi.)



Araştırmalarımızın yolu üzerinde zorunlu olarak bir dizi önemli kavimle karşılaşıyoruz ; çok eski çağlarda Altay dağlarının kaşifleri olan Türk,Moğol,Tunguz kabilelerinin özel inanç ve gelenekleriyle karşı karşıya bulunuyoruz; aynı anda Uralların vadilerinden İskandinavya'nın en uç kuzeyine kadar olan bölgede Ari menşeli kavimler tarafından sürülmüş, başlangıçta göçebe ve beki kökeninde Tibet kabileleri topluluğu içinde bulunan kavimlerle akraba, Hindikuş dağlarının geçitlerinden Hazarajat dağlarına kadar izlerini bırakmış olan Vahdac ve Baltistan vadilerinin bütün yerlileriyle karışmış Fin kabilelerine rastlıyoruz. Belour vadisi yerlilerinin Wakhan ve Tokharestan'ın ücra köşelerinde bulunan kabilelerin, prensip olarak, maden işleme sanatını ilk kez keşfeden insanlarla aynı aileye ait olmaları muhtemeldir. Ari bölgelerin yakınında Çoudros veya Kouschites'ler hesabına çalışmak zorunda iken, müstebit değiştirerek Kouschite boyunduruğundan ari ırklarının boyunduruğuna girdiler. Birçok benzerlik Kafkaslarda yerleşmiş ırkların ve özellikle Meschech ve Toubalların çocuklarıyla geçmiş çağların Chalybes'lerin Tibarenien'lerin, Mossynoeques'lerin aynı kavimler kökünden yayılmış olan dallar oldukları hipotezinin lehine tanıklık etmektedir.

Burada sözedilen kavimler arasındaki etnik birlik bugün bilim tarafından kabul edilmektedir. Rask'ların, Castren'lerin, Max Müller'lerin ve onların izleyicilerinin mükemmel filolojik çalışmaları ,Finlandiya'dan Amour kıyılarına kadar Avrupanın ve Asya'nın kuzeyinde oturan çeşitli halkların ,Finlilerin Türk ve Tatarların, Moğol ve Tunguzların aynı kökten geldiklerini ve bu milletlerin konuştukları dillerde yer alan deyimlerle de desteklenen bir menşe birliğinden tek büyük bir aile teşkil ettiklerini ortaya koymuştur. Max Müller ve Bunsen'in belirttikleri gibi, dilleri ilkel bir düzeyde kalmış olup, sami ve hint-avrupa dilleri gibi kelime çekimine (üretimine) dayanan dillerin öncesinde insan konuşmasının bir gelişme evresini temsil etmektedir. Bu itibarla, antropolojik tipi insan türünün iki temel tipinin, beyaz ve sarı ırkın, bir kan karışımını ortaya koyan, kan karışımı oranının kabileden kabileye değiştiği; bazen birinin, bazen diğerinin hakim olduğu bu uluslar ailesini ; bu ailenin, tarihte bir ismi bulunan bütün kavimlerinin çıktıkları ortak gövdeden diğerlerinden önce ayrıldığını ve sayıları bilinmeyecek derecede uzak bir geçmişte etnik ve farklı bir varlığa sahip kabileler halinde uzaklara ilk olarak yayıldığını kabul etmek zorunludur. Buradan hareketle bunlar Altay veya Uygur-Japon ırkı ortak adı altında belirtilmektedir.

Ancak Altaylılar her zaman bugün bizim bulunduğumuz kuzey bölgelerinin sınırlarında olmadılar. Bu ırkın bazı dalları hemen kuzeye yayıldı ve daha yayılma sırasında Altaylarda, Aral gölünün kıyılarında ve Ural vadilerinde yerleşerek en eski geleneklerini oluşturdu, bazıları ise daha uygun bölgelerin yolunu tuttu ve ancak daha sonra ari ve sami ırklarının, gelişmesiyle kuzeye doğru itildiler. Finliler, eski efsanelerinde, Akdeniz ülkelerini ve atalarının ari ırklar önünde kademeli olarak Baltık denizine kadar gerilemeden önce oturdukları göğü (cenneti) bugün de hatırlar ve methederler.

Tarihçi Justin'in ünlü bir metni bütün diğer milletlerin güçlenmesinden önce, eskilerinin Asyasının ön Asyanın onbeş asır boyunca tamamiyle, dünyanın en eski - mısırlılardan da eski- kavim olan İSKİTLERE (SCYTHES) ait olduğunu belirtmektedir. Trouge- Pompee'nin Asya törelerinden çıkardığı bu gerçek, bugün bilimin bulgularıyla doğrulanmış ve sağlam kanıtlara dayanan bir gerçek durumuna gelmiştir.

Asurlulara ilişkin incelemelerin önemli ve beklenmeyen sonucu, eskilerin İSKİTLER olarak tanımladığı ve oldukça belirsiz bir isim olarak TURANLILAR denen ALTAY IRKIYLA OLDUKÇA YAKIN AKRABALIĞI OLAN KAVİMLERİN ARİ VE SAMİLERDEN ÖNCE BÜTÜN ÖN ASYADA GÖSTERDİĞİ GELİŞMENİN ORTAYA ÇIKARILMASI VE DÜNYANIN BU BÖLGESİNDE İLK UYGARLIKLARIN DOĞUMUNDAKİ AĞIRLIKLI KATKILARI OLMUŞTUR. 

Bu araştırmaların ışıkları çivi yazısının çözülmesine kadar hiç bilinmeyen bir geçmişin üzerine yayılmakta ; bize daha ari ve sami ırklar bir çoban hayatı sürerken uygarlaşmış eski bir ASYA'YI, özellikle TURAN IRKLARININ hakim olduğu bir Asya'yı sezme olanağı vermektedir. İzleyen bölümde bu temel olaya dönecek ve Asya'nın bu ilk halinde kavimlerin dağılım tablosunu çizmeye çalışacağız.

Dil akrabalığı, sözünü ettiğimiz kavimlerle Altaylılar arasında tek bağ değildir ; bunlar gelenekleriyle daha sonra gelen kavimlere uygarlıklarının ilerdeki gelişmesi için bir başlangıç ve hareket noktası olarak hizmet eden, en eski çağların karakterini taşıyan , şaşırtıcı ve taramlanmamış, özel bir görünüm taşıyan ve aynı zamanda dengelenememiş bir uygarlığın sahibidirler.

(Bu kendini herşeyden önce, bazen kaba bir yıldızlara tapma-sabelisme-çok zaman sihire dayanan törenler ve madeni zenginliklerin koruyucusu yeraltı dünyası güçlerine hayranlık şeklini alan basit ruhsal kültürle, manevi gelişme açısından hatalı olan katıksız maddeci eğilimlerle, fakat aynı zamanda bazı bilgilerin erken ve gerçekten şaşırtıcı gelişmesiyle ve maddi uygarlığın bazı yönlerindeki ilerlemeye karşılık bazılarındaki ilkel durum farkettirmektedir. Sihirle ve onunla sıkı bir ilişki içersinde izlerini geleneklerde ve eski Asya anıtlarında bulduğumuz Altay kavimlerinin ve TURANLI topluluk hakim çizgisi Baron Eckstein'in çok iyi belirttiği gibi, madenciliğin gelişmesi ve bu sanata bağlanan bir mitolojik anlayış çevresidir. Tarihlerinde ve geleneklerinde bunlar diğer kavimler de kendininkileriyle olduğu gibi, başlıca uğraşları itibarıyle maden işçileri, madencilik ve demircilik tanrılarının tapıcısıdırlar. Onların yerini alan ve yerlerinden uzaklaştıran kavimlerin tasavvurunda yer alan çizgileriyle, saklı zenginliklerin hakimi olan bu eski tanrılar, yeni milletler için kötü ruhlar, hazinelerinin kıskanç bekçileri, bütün mitolojilerde (efsanelerde) yer alan cüce yeraltı yaratıkları olan gnomlar, ecinniler haline dönüşmüşlerdir.)


Türkler ve Moğollar doğum yerlerini ve cennetlerini Altaylarda belirsiz, her taraftan demir yatakları yönünden zengin aşılmaz dağlarla çevrili bir vadiye yerleştirirler ;ataları bu hapisten demirli kayaları eriten büyük bir ateşin açtığı geçitten geçerek çıkmışlardır. Demirin keşfinin bu hatırası Moğollarda yıllık bir ateşle kutlanırdı ve Cengiz Han'ı ilk demircilerinin nesline bağlarlardı. 

Türk kabilelerinden söz eden en eski Çin tarihleri bu çağlardan itibaren bu kabilelerin demir işlemedeki yeteneğine işaret etmektedir. (...)

Gerçekten Ural sıradağları ile Yenisey havzasında varlığının izlerini çok sayıda höyük, asırlar önce terkedilmiş demir madenleri ve harabe halinde fırınlar bırakan bu Fin oymaklarını (Tchoudes) Uygur-Fin grubuna bağlamak gerekir.

Bu kavim izlerinin keşfedildiği bölgelerde tarihin şafağı sökerken zaten kaybolmuş ve yerini kolayca görüldüğü gibi kendilerinden sonra gelen ve eski mezar anıtları onlarınkinden kolaylıkla ayırdedilebilen Hakas'lar, Türkler ve Moğollara bırakmışlardı. Maden ocakları, o kadar eskilere gitmektedir ki orada bulunan odunlar taşlaşma durumunda bulunmaktadır. Nadir olmakla beraber demire höyüklerde ve Fin oymaklarının eski demir ocaklarında rastlanmaktadır; hakim olan madenler saf bakır ve % 10'luk karakteristik kalay karışımlı bronzdur. Buralarda çok sayıda altın eşyaya da rastlanmaktadır ; zira Fin oymakları aynı zamanda bu madeni de çıkarıyorlardı.

(kılıç resmine) Bu kılıçların şekli ve süsleme stili aynı çağın diğer eşyalarında da daha sonra görüleceği üzere Ön Asya'dan (Küçük Asya'dan) İskandinavya'nın uçlarına veya İrlanda'ya kadar tamamen aynıdır. Dolayısıyle yapıldığı geniş alana rağmen burada yöntemleri, şekil ve stili itibariyle şaşırtıcı bir birlik gösteren bir maden işlemeciliğinin ürünleri söz konusudur. Bu bronzun kullanımının istisnal değilse bile hakim olmadığı Avrupa kavimlerinin uygarlık dönemi başlangıcına isabet etmektedir. Dışardan ticaret yoluyla veya belki bugün çingenelerin Tuna ülkerinde yaptığı gibi, seyyar maden işlemeciliği yapan kabileler yoluyla, doğu bölgelerinden ithal edilen bu uygarlığın başlangıcı Avrupa'nın büyük bölümünde hemen hemen eş zamanlı olmalıdır. 

Ancak süresi ülkeden ülkeye son derece farklı olmuştur. Yunanistan'da eğlenceli şiirlerin bestelendiği dönemde sona ermiştir. İtalya'da kısa bir sürede yerini daha mükemmel bir uygarlığa bırakmıştır. Galya'da bu uygarlığını terkedilmesi, Gallerin yerleşmesine isabet eder. İskandinavya'da ise, bunun aksine ,bronz çağı ve ona özgü uygarlık hıristiyanlık çağı dolaylarına kadar uzamıştır.

Halen hemen hemen herşey ,bilime bu maden işlemeciliğinin doğduğu yerin ve hareket noktasının Ön Asya'nın kuzeyinde, Kafkaslar yakınında, yan, Tibarenien'lerin ve Chalybes'lerin ülkesinde aranması gerektiğine işaret etmektedir.

(...) Altayların güneyinde , Tiyenşan'da Çinliler ve müslüman yazarlarca korunan bütün töreler, burada hatırlanmayacak kadar eski zamanlarda oturan TÜRK-TATAR TOPLULUKLARIN EN ESKİ TARİHLERDEN İTİBAREN DEMİR İMALATIYLA MEŞGUL OLDUKLARINI VE YÖNTEMLERİNİ ÇOK İLERİ AŞAMALARA GETRİDİKLERİNİ GÖSTERMEKTEDİR. Bunlar, Çindeki Miao-tseu'lerin ve Yunan ve Latin yazarların Seres (Kuzey Çin Halkları) dedikleri grubun bir kısmını oluşturan Tibetli kabileler içinde yer almaktadır. Bahsettiğimiz Miao-tseu'ler Çin göçünün ulaşmasından önce, yani İSA'nın DOĞUMUNDAN EN AZ YİRMİBEŞ ASIR ÖNCE, DEMİRİ İŞLİYORLARDI . Kuzey-Çin halkları (Seres), Roma'da muazzam Tibet yaylalarından geçerek Hint Okyanusuna ulaştırılan ve bütün diğerlerinden üstün tutulan demirleriyle ünlüydüler.

(Şimdi Turanlı dediğimiz kavimlerin yayılmasını Akdeniz kenarına, ilkel Mezopotamya'nın Sümerlerine ve Akadlarına getiriyoruz. Biri daha eskiden yerleşmiş ve uygarlaşmış Turanlı ve Sami olmayan bir kavim olmak üzere ,değişik kökenli iki kavmin oturduğu bu bölgede, ürünlerini, örneklerini orta Dicle havzasına, Suriye ve Arabistan'a kadar duyurmuş olan eski ve parlak demir sanayi merkezini görüyoruz. Eski imparatorluğa ait. Mısır mezarlarından daha eski olmayan en eski Mezopotamya mezarları , bize altın bronz hatta eşyalarla birlikte kullanılan yontulmuş ve cilalanmış çakmak taşından aletler ve silahlar ,ok başları, baltalar ve çekiçlere rastlanmaktadır. En yaygın maden bronzdur; bütün araç-gereçlerin tümü bronzdandır, bu durum Dicle-Fırat havzasına hakim görünümdedir. Demire gelince daha nadir olup, üretimdeki güçlük nedeniyle henüz kıymetli bir maden karakteri taşıdığı sezilmekte ; alet yapımı yerine, bilezik veya diğer kaba süs eşyası olarak şekillendirilmektedir. Buna rağmen, görüldüğü gibi, maden işleme eksiksiz biçimdedir ve bronzla yetinilmemektedir. Ancak ,bütün bunlar çivi yazısının kökenini oluşturan Sümer ve Akadların icad ettiği ilkel hiyeroglif yazısının yer aldığı bugün bilinen anıtların döneminden çok gerilere gitmemektedir. Bu hiyeroglifler arasında bir yandan altın ve gümüş gibi asil madenleri, öte yandan da bakırı belirtmek için iki sade işaret bulunmaktadır; buna karşılık bronz, demir ve kalayın daha sonra şekillendirilmiş karmaşık karakterlerin bileşimiyle ifade edilen isimleri vardır. Ancak, çivi yazısı son gelişmelerini ve oluşumunu Mezopotamya'da sağlamadı ise de Oppert'in önemli ve yararlı notu, Sümerlerin ve Akadların Dicle ve Fırat nehirlerinin birleştiği bölgedeki ovalarda yerleşmesinden sonra bunların, göçlerinden önceki bir aşamayı başka bir yerleşme yerine taşıdıklarını düşündürmektedir. Gerçekten ,daha önce anlamlandırılan eşyaların biçimlerinden hareket etmeye çalışarak incelendiğinde, yazı elemanları haline gelen eşyalar yazının başlangıç yeri olarak Mezopotamya'dan başka bölgeye, daha kuzeyde bitki örtüsü belirgin ölçüde farklı ve örneğin ne aslanın, ne kedi cinsinden büyük et yiyicilerin bilinmediği, palmiye ağaçlarının bulunmadığı bir bölgeye işaret ediyor gibidir.)

Mezopotamya'daki Sümer ve Akadların yazı sistemine ilişkin ilk denemelerin ve daha bu ilk denemeler sırasında noksansız hale gelmiş olan madenciliklerinin doğum yerini bulabilmek için Kitab-ı Mukaddes'in doğudan Shine'ar ülkesine gelen Babil kulesi yapımcılarına izlettiği, onların da göç yolu olan ve Mezopotamya törelerinde ve çivi yazısı metinlerinde insan ırkının başlangıç noktası ve Tanrıların toplanma yeri olarak önemli bir rol oynayan ve daha önceki kitapta geniş şekilde bahsettiğimiz bu Kuzeydoğu'daki dağa ulaşan yolu tırmanmak gerekir. (Atatürk'ün notu: çok mühim)

Böylece, Mezopotamya'daki demirciliğin kökenini Sümer ve Akadlara , yani ilkel TURANLI kavimlere getirmek ve dünyanın bu bölümündeki çivi yazısının oluşmasını onlara bağlamak durumundayız.

(Esasen, Mezopotamya ve Orta Fırat havzası tarihine ayrılacak kitapta bütün gelişmeleri ele alacağımızdan, burada bütün bu olayları ancak kısaca belirtmekle yetineceğiz. Asya'nın eski TURANLI kavimlerinin son bir dalına daha, madencilikte büyük bir ün bırakan TİBARENİAN'lerin ve CHALYBES'lerin de dahil olduğu Meschesch ve Toubal'a bir göz atmalıyız. Ancak ,burada sözü yeniden konunun bu bölümünü en iyi şekilde işlemiş olan baron d'Eckstein'e bırakıyoruz.)

Gerçekten, bazıları kuzey bölgelerde tutunan, diğerlerine oranla daha yakın çağlarda batı Asya'nın büyük bir bölümünde oturan ve o yörenin ilk sakinleri olan Altaylı ve Turanlı iki akraba ırkın kavimleri arasında yaptığımız hızlı bir seyahatta, zaman bilinemeyecek kadar eski çağlarda demirle bronzu bir arada kullanan ,kendi doğuşlarını doğrudan madenciliğe bağlayan, söylencelerinde ve tapınmalarında bu sanatın Tanrılarına diğer hiçbir ırkın aynı biçimde kişilik ve değer vermediği bu iki ırkın kökenlerinde, kuşkusuz birbirne karıştırılan kollarını her yerde bulduk ve bu kavimleri bulduğumuz alanın bütün köşelerinden gelen uygarlık ışınlarının ortak bir merkezde toplandığını da farkedebildik.

Bu merkez, kuzeyden ,güneyden,doğudan,batıdan gelen bütün ışınların toplandığı bu kesişme noktası, Wakhan'ın ,Badakchan'ın, Buhara'nın ve Batı Tibet'in Pamir platosunu kuşatan engebelli bölgesinden, başka bir deyişle Hint ve İran geleneklerinin (söylencelerinin) kutsal kitaptakilerle karşılaştırılmasından, bilimin kesin bir açıklıkla insanlığın başlıca ırklarının beşiği bir arada gelişmeye başladığı ve sürekli olarak bütün yönlere güç gönderen nokta olarak belirlediği İran törelerinde Tur (Toura) olduğu gibi Kousch, Schem ve Yapheth de denilen noktadan başka bir yer değildir.

Daha az belirleyici olmakla beraber, diğer nedenler de bizi maden işlenmesinin ilk ocağını Altaylı ve Turanlı ulusların en eski atalarında aramaya zorlamaktadır. (Atatürk'ün notu: çok mühim)



Yukarıda yazı "ATATÜRK'ÜN OKUDUĞU KİTAPLAR - Derleyen Gürbüz D.Tüfekçi,İş Bankası Yayınları,1983 " - kitabından alıntıdır. Aşağıda ise sözü edilen kitabın orjinal İngilizce ve Fransızca kitaplarına ulaşım adresleri vardır.




A MANUAL of the ANCIENT HISTORY OF THE EAST,
TO THE COMMENCEMENT OF THE MEDIAN WARS.
FRANCOIS LENORMANT,VOL. I. COMPRISING THE HISTORY OF THE EGYPTIANS,ASSYRIANS, AND BABYLONIANS.


PREFACE
The one great fact of the last fifty years in the scientific world has certainly been the revival of historical studies, and especially that conquest which has been achieved of the ancient past of the East by modem criticism, which has been alile to throw light into the darkest recesses of annals long buried in obscurity. 

But a short half century ago, little was known of the ancient world beyond the Greeks and Romans. Accustomed to look on these two great nations as the representatives of ancient civilisation, it was easy to ignore all that had taken place beyond the regions of Greece and Italy. It was almost agreed that one entered the domain of positive history, only in setting foot on the soil of Europe. It was known, however, that in this immense tract of country, lying between the Nile and the Indus, there had once been great centres of civilisation — monarchies embracing vast territories and innumerable tribes; capitals more extensive than our modern western capitals; palaces as sumptuous as those of our own kings, on which, as some vague traditions said, their proud builders had inscribed the pompous history of their deeds. It was also known that these ancient nations of Asia had left behind them mighty traces of their passage o'er the earth. Heaps of ruins in the desert, and on the river banks, temples, pyramids, monuments of every kind, covered with inscriptions in strange and unknown characters, and the tales of travellers in these countries — all bore witness to a really great development of social culture. But this greatness was to be found only in ruins, in fragmentary stories of Grecian historians, and in some passages in the Bible. And as everything belonging to the primitive eastern world assumes colossal proportions, it was but natural to infer tliat fiction occupied a large place in Biblical story, and in the pages of Herodotus.

To-day everything is quite changed. In all its branches the science of antiquities has soared to a height previously unknown, and its discoveries have changed the page of history. From the great works of the learned men of the Renaissance, the civilisation of Greece and Rome was supposed to be known to its very base ; and yet on that very civilisation Archseology has been found to throw an unexpected light. The study and correct understanding of the ornamented remains, the history of art, dates, so to speak, but from yesterday. Winckelman closes the eighteenth, and Visconti inaugurates the present, century.  The innvimerable painted vases, and nioiuimcnts of every description which have been and siill are furnished by the burial places of Etruria, of Greece, of C'yrcnc, ami of the Crimea, constitute an immense field of research unknown lifty years atjo, and whicli has prodigiously extended the horizon of science. 

But these advances in the domain of the classical world are nothing when compared with the new worlds suddenly revealed to our eyes; with Egypt, openeil up to us first by the French, and which has supplied remains to fdl the museums of Europe, and initiate us into the minutest details of the oldest civilisation of the world ; with Assyria, whose monuments, discovered also by a frenchman, have been disinterred from the grave where they have lain for more than 2,000 years, and open to our view an art and culture of which but the faintest indication is to be found in historical literature. 

Nor is this all. Phoenician art, intermediate between that of Egypt and Assyria, has been revealed to us, and invaluable treasures have been recovered from the catacombs. Aramaaan Syria has given us its ancient inscriptions and memorials. Bold explorers, too, have made us acquainted with the traces of all the various nations so closely packed in the narrow territory of Asia Minor. Cyprus with its strange writing and the sculptures of its temples ; Lycia with its peculiar language, its inscriptions, coins, sepulchral grottoes; Phrygia with its great rock, sculptured bas-reliefs, and the tombs of the kings of the family of Midas ; Arabia contributes to science ancient monuments of times anterior to Islamism, texts engraven by pilgi-ims on the rocks of Sinai, and the numerous inscriptions which abound in Yemen. Nor let Persia be forgotten with the remains of its kings, Achaemenian and Sassanian. Nor India, where our knowledge has been entirely renewed by the study of the Vedas. But it is not only the length of the coui'se that has been increased, the progress of science has been so great that its domain is now also widely extended. Everywhere, by new routes, enterprising and successful pioneers have pushed their researches, and thrown light into the darkest recesses. Europe in our age takes definite possession of the world. What is true of the events of lie day, is also true in the region of learning ; science regains possession of the ancient world, and of ages long forgotten. 



İNGİLİZCE PDF 
FRANSIZCA ONLİNE OKU HISTOIRE ANCIENNE DE L'ORIENT JUSQU'AUX GUERRES MÉDIQUES PAR FRANÇOIS LENORMANT