Translate

9 Ocak 2013 Çarşamba

MILLI MÜCADELE'DE KINALI ELLER - OSMAN ALAGÖZ


İŞ BAŞA DÜŞTÜĞÜ ZAMAN 

1877'nin Kasımıydı. 
Erzurum dağlarını beyaz bir kefen gibi bürümüştü karlar. Kışın soğukluğuna inat, Osmanlı-Rus Savaşı bütün yakıcılığıyla ve yürekleri dağlayan acısıyla devam ediyordu. Eli silah tutan Erzurumlu, bir taraftan cephede düşmanla mücadele ediyor bir taraftan da soğuğa karşı direnmeye çalışıyordu. Kadınlar, cepheye gönderdikleri yiğitleri için dualar ediyordu. Duanın ruhu okşayan ikliminde ölüm, sonsuzluğa kanat çırpmak demekti o yiğitler için. 

Cepheye gönderdiği yiğidi için, titreyen kalbinin hassasiyetiyle ümide adanmış dualar eden yeni bir gelin de vardı. Daha yirmisindeydi, adı Nene Hatun. Hayata dair ümitleri vardı. Huzurun gölgesinde en has sevgilerle bir gelecek hayal ediyordu, ama şimdi 
savaşın soğukluğu düşmüştü titreyen kalbine ve hayallerinin üstüne. 
Üç gün önce cepheden yaralı olarak getirilen ağabeyini kaybetmişti Nene gelin. Göğsünden aldığı yarayla aşırı kan kaybeden ağabeyi Hasan, önden gidenlerin kervanına katılmış, dinin ve milletin selameti için gözünü kırpmadan ölüme koşanların saflarında o da yerini almıştı. 

Ağabeyinin yaralarını tedavi etmek ve bakımını görmek için başından hiç ayrılmamıştı. Ara ara gözlerini, yatağının başucunda dinlendirse de ağabeyinin en ufak bir iniltisinde hemen kendine geliyordu. Onun ihtiyaçlarını gördükten sonra, bazen elindeki tespihi "Ya Safi, Ya Safi." diye çekiyor; bazen de annesinin, düğününde çeyizine hediye olarak koyduğu el yazması Kur'an'ı alıp okuyordu. Her Kur'an okuyuşundan sonra ellerini açıp, uzun uzun dua ediyordu. 
Ev, Hasan'ın acılarla gelen varlığından sonra geride acılar bırakarak gidişiyle yeni bir hüzne gömülmüştü. Bir tarafta şehit olan ağabeyinin acısını, bir tarafta cephede savaşan kocasına duyduğu kaygıyla karışık özlemini ve bir tarafta da vatanının sevdasını duya duya, dualar ediyordu. 

Yeryüzü cennetiydi yaşadığı topraklar. Ve bu topraklara göz diken düşmanların def edilmesi için yalvarıyordu. Haysiyetini ve asaletini kaybetmiş bir şekilde zelil olarak yaşamak istemiyordu. Vatanının, düşmanın kirli çizmeleriyle çiğnenmesine gönlü razı değildi. 

Şehrin sokaklarında sarhoş naraları değil, bülbül edalı çocukların sesleri duyulmalıydı. Şehir suskunluğa bürünmemeliydi. 
Böyle yaşamanın ne manası vardı! Varsın kocası ve onun gibi binlercesi feda olsun; ama şehrin semalarından hiç eksik olmasın ezanlar. Kur'an baş tacı olmaya devam etsin sonsuza kadar. 

Kirpiklerinden ılık ılık gözyaşları süzülmeye başladı. Yalvarışları daha da artmıştı. Kesik kesik ettiği dualara, hıçkırıkları da eşlik ediyordu. Gözyaşlarını, omuzlarına doğru yayılan yazmasının kenarıyla sildi. Akan her bir gözyaşı damlasıyla içinin yıkandığını, sıkıntılarının hafiflediğini hissediyordu. Gökler ötesi âlemlerden, demet demet dönsün diye açtığı ellerini yavaşça yüzüne sürdü. Üşüyen ellerinin serinliği yeni bir huzuru yayıverdi yüzüne ve yüreğine. 

Yorgun düşen göz kapakları bir kere daha kapandı. 

Gece, kararabildiği kadar kararmıştı. Yıldızlar yalnızlık nöbetindeydi. Ay, yeni bir doğuşun öncesindeydi. Terk etmişti geceyi. Ve yürekler, Rahman'a dayanmışlığın verdiği huzurla direniyordu geceye ve nice yıldız bakışlı yiğitleri söndüren savaşa. 
Üç aylık bebeğinin ağlamalarıyla uyandı. Yavrusunu emzirip tekrar beşiğine yatırdı. Onun ağlamaları, yer yer babasının tebessümünü andıran gülümsemeleri de olmasa, kendisini esir eden düşüncelerden kurtulamayacaktı. Dışarıdan rüzgârın ürperten uğultusu geliyordu. Kapı ve pencere aralıklarından içeri giren rüzgâr, odayı bir hayli soğutmuştu. 

Sabah namazı için hazırlık yapmak istedi. Sobanın üstündeki güğüme baktı. İçinde su vardı, ama sobanın erken sönmesiyle soğumuştu. Hem oda ısınır, hem de sıcak suyla abdest alırım düşüncesiyle sobayı yaktı. Mahallenin imamı Hafız Mehmet Efendi, her zamanki vakitten biraz daha erken okumaya başlamıştı sabah ezanını. 

Onun okuduğu her ezan derinden etkilerdi kendisini. Bazen onu dinlerken, diğer çocuklarla beraber Kur'an okumayı öğrendiği günleri hatırlardı. O çocukluk günlerinde öğrendikleri, mermere kazınmışçasına hiç çıkmıyordu aklından. Hele Peygamberimizin önünde savaşan Nesibe Hatun'u anlatışı yok muydu, gözleri 
dolardı. Erkeklerin yanında, ölümü hiçe sayarcasına kılıç sallayışını, Peygambere gelen saldırılara karşı vücudunu siper edişini dinlerken kendini savaş meydanında hayal ederdi. Cesaret ve sadakat abidesi bu kadın, bir idealdi kendisi için. Eskiden, yüzünden tebessümün hiç eksik olmadığı Hafız Mehmet Efendi, şimdilerde biraz çökmüştü. Bakışlarında eski dirilik yoktu. Alnındaki kırışıklıklar daha da belirginleşmiş, sakalındaki akların sayısı artmıştı. Savaş, belli ki onun da yüreğini dağlamıştı. Yetim kalan çocuklar, dul kadınlar, teselliye ihtiyacı olan halk. Hepsinin mesuliyetini hissediyordu. 

Sabah ezanını okurken sesinde bir gariplik vardı. Daha içten, daha yanık okuyordu; fakat her zamanki makamda değildi. Biraz da hızlı okuyor gibiydi. Ezan bitiminde onun yüreklere bir kor parçası gibi düşen sözleri duyuldu: "Düşman askeri Aziziye Tabyası'nı ele geçirdi. Dinini ve milletini seven, namazdan sonra caminin önünde toplansın." Bu sözü duyduğu anda neye uğradığına şaşırmıştı Nene
Hatun. Sözlerin gerisini duymadı bile. Bir ateş düşmüştü yüreğine. Ağabeyi Hasan'ın şahadetinin üzerine bir de Aziziye Tabyası'nın işgali. 

Alnında sıkıntının çizdiği izler belirdi. Kalp atışları hızlandı. Bu bir çağrıydı. Asırlar sonra Nesibe olmanın çağrısıydı kendisi için. Kocasının cephede yaptığını şimdi kendi yapacaktı. Bir hilali andıran siyah kaşları çatık bir hâl aldı. İçindeki kasvet, dışına yansıyordu. Ezan sonrasında hemen sabah namazına durdu. Genelde biraz beklerdi. Bu sefer bekleyemedi. Bekleyemezdi. 

Çocukluğundan beri dinlediği kadın kahramanların hikâyesini yaşaması için bir fırsat geçmişti eline. Ölürse şehit olacaktı. Üç aylık bebeği geldi aklına. Takılıp kalmadı düşünceleri. Gidecekti. Ne pahasına olursa olsun gidecekti. Yapılan ilan aklından hiç çıkmıyordu. Yolları zihninde aşıyordu. Kan damlıyordu 
hayallerine. Cennet yamaçlarının gül kırmızısı süslüyordu sonsuzluğa dayanan duygularını. Düşman askerlerinin, nefretini artıran hayalleriyle boğuşuyordu. Namaz biter bitmez, duasını da yolda yaparım diyerek telaşla seccadesinden kalktı. 
Beşikteki yavrusunu kucağına aldı. Onu uyandırmaya çalıştı. Yarı uykulu yarı uyanık olan yavrusuna süt verdi. Sonra da: "Seni bana Allah verdi, ben de şimdi seni O'na emanet ediyorum cennet kokulum." diyerek yavaşça beşiğine koydu. Alnından, titrek 
dudaklarıyla yavaşça öpüp üstünü iyice örttü. 

Odunluğa doğru yürüdü. Nice taze umutlarla geldiği bu evde, hayatı acılar içinde olgunlaşarak tanıyordu. Özlemler, sevgiler, umutlar bir tarafa itiliyordu şimdi. Herkes vazifesinin şuurunda olmalıydı. Yapılması gereken fedakârlıklar vardı. 

Kerpiç duvarda asılı olan baltayı eline alıp camiye doğru yürüdü. 
Eli silah tutan erkekler cephede savaşıyordu. Şimdi Aziziye Tabyası'nı kurtarma işi de kadınlara ve uzun soluklu savaşa gidemeyen ihtiyarlara kalmıştı. İş başa düşünce, kadın ihtiyar fark etmiyordu. Hassasiyetini kaybetmemiş gönüller, vazife şuuruyla yeni bir destan yazmaya hazırlanıyordu. 

Minarelerden yapılan savaşa davet çağrısını duyan Erzurumlu, sokaklara dökülmüştü. Kadınıyla ihtiyarıyla bütün şehir, Aziziye Tabyası'na doğru koşuyordu. Halk, ellerine geçirdikleri balta, tırpan, satır ve sopalarla düşmanla çarpışmak için heyecan ve öfkeyle ilerliyordu. 

Düşman askerlerinin bir kısmı, beklenmeyen bir gece baskınıyla Aziziye Tabyası'nı ele geçirip, oradaki askerleri de şehit etmişlerdi. Arkadan gelen diğer düşman askerleri de hiçbir zorlukla karşılaşmadan tabyaya yerleşmişlerdi. Aziziye Tabyası'ndan yaralı olarak kaçıp kurtulmayı başaran bir Türk askeri, kan ter 
içinde gelip tabyanın işgal edildiğini haber vermişti. 

Şafak vaktiydi, fakat ufukta güneşin kızıllığı yoktu. Bir tülü andıran hafif sisli dumanlı bir hava vardı. Yollar iki gün öncesinde yağan karla kaplanmıştı. Kar soğuğu üşütmüyordu yürekleri. Her yürekte tutuşan bir ateş vardı. Ve gerilmiş bir yay gibiydi insanlar. "Allah Allah !" nidalarıyla Aziziye Tabyası'na doğru koşuyorlardı. 
Hafız Mehmet Efendinin etrafında toplanan insanlar da bir grup hâlinde koşuyordu. Daha yirmisinde yeni bir gelin olan Nene Hatun da elinde baltasıyla ön sıralardaydı. Onun böylesine koşmasını görenler daha bir gayrete geliyordu. 

Savaşın ne olduğunu, cepheye uğurladığı erkeğinden öğrenmişti ve şehitliğin yüceliğini ağabeyinin bakışlarında hissetmişti. Dünyanın faniliğini, yalnız ve yalnız, Allah'a dayanıp O'na güvenmenin ne olduğunu da üç aylık bebeğini beşiğinde bırakıp cepheye koşmasıyla kendisi gösteriyordu. Gün fedakârlık günüydü. Gün Hazreti Hamzaların, Sümeyraların, Nesibelerin kervanına katılma günüydü. Gün, kaybedilen kol ve bacaklara inat, Hazreti Cafer gibi gökler ötesi âlemlere kanatlanıp uçma günüydü. 

Tabyaya yerleşmiş olan düşman askerleri, gelen halkı güvendikleri silahlarıyla durdurmaya çalışıyordu. Birden silahlar patlamaya başladı. Önden koşanların bir kısmı düşmanın yaylım ateşiyle oracıkta şehit olmuştu. Halk ise şehitlerin yanlarından geçerek bir sel gibi akıyordu tabyaya. Düşman neye uğradığını bilememişti. Göğüs göğüse bir mücadele başladı

Düşmanın gelişmiş silahlarına balta, tırpan, et satırları ve sopalarla karşılık veriyordu halk. Ölümü hiçe sayan, şehitliği şeref bilen insanlar, düşmanı yurtlarından çıkarmaya kararlıydılar. 

Kocaları cephede savaşan kadınlar da kendilerince bir destan yazıyorlardı. Kadınların bu cesaretini gören düşman, büyük bir şaşkınlığa uğramıştı. Nene Hatun da elindeki baltasıyla yine ön saflardaydı. Bir yandan baltasını düşmana sallarken bir yandan da "Vurun Allah aşkına, Muhammed aşkına vurun. Vurun Hazreti Hamza aşkına!" haykırışlarıyla halkın cesaretini artırıyordu. Baltayı iki eliyle tutup sallıyordu. Bazen de sağ eliyle tutup sallarken sol kolunu açınca heybetli bir kartalı andırıyordu. 

Bir aralık, hem biraz soluklanmak hem de giydiği ihramını iyice düzeltmek için biraz kenara çekildi. Ürperti yoktu içinde. Üstüne damlayan kanlara aldırmadan bir taraftan etrafta olan biteni takip ediyor bir taraftan da ihramını düzeltiyordu. Birden sol omzuna gelen bir süngü darbesiyle sarsıldı. Yere düşecek gibi oldu. Hemen kendini toparladı. İkinci bir darbe daha geldi. Onu hafif sıyrıkla atlattı. Sonra da yeniden eline aldığı baltayla kendisini yaralayan düşmanın üstüne yürüdü. Hışımla indirdiği darbelerden sonra onu düştüğü yerde bırakıp başka bir düşmana yöneldi. 

Süngü darbelerine aldırmıyordu. Omzundan akan kanlar da onun direncini tüketmeye yetmemişti. Yüzünden yirmi yaşın tazeliği gitmiş, yerine savaş meydanlarına yakışan kahramanların destansı duruşu gelmişti. 

Kuşluk vaktine doğru Aziziye Tabyası geri alınmıştı. Hiç beklemediği bir hezimete uğrayan düşman, büyük zayiat vermişti. Dinine ve değerlerine sahip çıkan Erzurum halkı, tarihin altın sayfalarına, sonsuza uzanan bir kahramanlık destanı yazmıştı. 
Savaş sonrası yaralılar arasında Nene Hatun da vardı. Elinden hiç bırakmadığı baltasıyla yığılıp kalmıştı. Elbisesi kanlar içindeydi. 

Yüzünde manalı bir tebessüm vardı. Zorlukla açabildiği gözleri, vazifesini yapmış olmanın huzuruyla parıldıyordu. Belli ki yaralarına aldırmıyordu. Düşman Aziziye Tabyası'ndan çıkartıldı ya, kendi yaralarının ne ehemmiyeti vardı. Gün ağarmadan zamanın ve mekânın ezelî ve ebedî sahibine emanet ettiği yavrusunun hayali tüllendi gözünde. Yüreğinin en kuytu köşelerinden gelen şefkat 
esintilerini hissetti. Birkaç damla hasret yüklü gözyaşı süzüldü yanaklarından. 

Sırtında çocuğuyla cephane taşıyan Anadolu kadını...



***

Kocasının ölümünden sonra da bayrağı kendisi devralmıştı. 
Gün gelmiş, dağlar taşlar, kendini vatanına adamış bir kadın kahramanın haykırışlarıyla yankılanmıştı. Erzurumlu Fatma Seher adı, ölümle kol kola geziyordu düşman saflarının arasında. Erkek-çesine namlulara göğüs geren, gözünü budaktan sakınmayan bir yiğit olmuştu. 

Kardeşi Mehmet Çavuşla birlikte Van bölgesinde yüz elli kişilik bir çete kurdu. Dört bir taraftan kuşatılmaya çalışılan vatanın kurtulması adına ellerinden geleni yapacaklardı. 
Kendisi önce İstanbul'a, oradan da İzmit'e geçti. Daha sonra da kardeşi Mehmet Çavuş ve yanındaki çetelerle Taşköprü'de birleştiler. Artık kumanda kendisindeydi. 
Civar bölgelerdeki halk, Yunan ve Ermeni zulmünden bizar olmuştu. Her an ölümle burun burunaydılar. Erkekler, geleceklerinden endişe duyuyorlar; kadınlar, genç kızlar namuslarına kara bir leke sürülmesinden korkuyorlardı. Düşmanların diğer bölgelerde yaptıkları da dilden dile dolaştıkça tedirginlikleri artıyordu. Fatma Seher, çetesini, Davulcular ormanında emin bir yere yerleştirdi. Civar köylerin ileri gelenlerini, imam ve muhtarlarını ormana çağırdı. Her an düşman tehlikesiyle yaşayan bu insanlara mücadele ruhunu aşılamalı ve güven vermeliydi. 
Onlara: "Ben Kara Fatma'yım. Ermeni jandarmalarının sizden her ay aldıkları iki yüz lirayı bundan sonra vermeyeceksiniz. Sizin ırzınızı, malınızı ben bekleyeceğim." dedi. 

Gelenlerin şaşkınlıkları gözlerinden okunuyordu. Orman içinde yüz elli kişilik bir çete ve o çeteyi kumanda eden bir kadın. Şaşkın ve merakla dinlediler Kara Fatma'yı. İlk karşılaştıklarında yaşadıkları şaşkınlık, o konuştukça rahatlığa dönüşmüştü. Herkes memnun kalmıştı bu konuşmadan. Yüzleri mütebessim, gönülleri huzur içinde döndüler köylerine. 
Köylüler, sadece memnun olmakla kalmayıp, çeteye köyün yiğitlerinden katılanların da olabileceğini belirttiler. Dedikleri gibi de oldu, yeni katılımlarla dört yüz seksene ulaştı sayıları. 
Sayı arttığından çeteye yeni silahlar lazımdı. Bu vazifeyi de Kara Fatma üstlendi. 
"Kimse bir kadından şüphelenmez." diye düşünmüştü. Şehirde silah temin edecekleri güvenilir birinin adını öğrendi. Eski ve yamalı elbiseler giyerek, pazara giden köylü bir kadın kılığında şehre gitti. 
Pazarda satmak için yumurta, peynir ve çökelek götürmüştü. Elindeki malzemeyi tükettikten sonra Sultani mektebinde Ali Efendiden silahlarını temin edip akşamın alaca karanlığında tekrar çetenin saklandığı ormana dönecekti. İki gün herhangi bir sıkıntı yaşamadı. Üçüncü gündü. Yine pazara getirdiklerini satmış, akşama doğru da gizlice silah ve mermileri alıp ormanın yolunu tutmuştu, fakat bu sefer bir aksilikle karşılaştı. Yolda devriye gezen jandarmalar kendisini durdurup, sandıkları kontrol edeceklerini söylediler. 
Telaşlanmamaya çalıştı. "Pazardan aldığım birkaç parça eşya; ama siz isterseniz yine de kontrol edin." dedi. Jandarmalar, sözünü çok da umursamadılar. Sandıkları yere indirip açtılar. 
Sandıklar cephane doluydu. Jandarmaların gözleri fal taşı gibi açıldı. Hiç beklemiyorlardı pejmürde kılıklı bir köylü kadınının cephane taşıdığını. Onlar tedbir olsun diye kontrol etmişlerdi. 
Kara Fatma'ya, azarlarcasına sorular sormaya başladılar. Soruların üslûbunda tehdit vardı. "Kimdi, nereden almıştı bu silahları, nereye götürüyordu?" 

Kara Fatma sorular karşısında sakin görünmeye çalıştı. Soruları cevaplamak istemediğini hâl ve hareketleriyle ima ediyordu. Konuşturmak için daha zamanımız olacak deyip tutukladılar. On dokuz gün süren bir esaret yaşadı. Yunanlılar, bu kadındır demeden işkence ettiler. Acının, isyanın eşiğine geldiği anlar oldu. Direndi, direnmek için zorladı kendisini. Baygınlık geçirdi. Başından aşağı soğuk sular döküp ayıltınca yeniden başladılar işkenceye. 
Taş duvarların çevrelediği odada, titremelerine engel olamıyordu. Küçük pencereden ve kapı eşiğinden sızan ışıkla içerisi az da olsa aydınlanıyordu. Yosun bağlamış duvarlarda çığlıkları vardı. Bütün gücüyle sabretmiş, direnmiş ve bazen de zulme isyanı haykıran çığlıklarını salıvermişti. 

Kırbaçladılar, yetmeyince dişlerini söktüler. 
İşkenceler, insanın takatinin üstündeydi. Biraz olsun dayanabildiyse eğer, Allah'ın bir lütfuydu bu. Yüzünü boyayıp, maskaraya çevirdiler. Sonra da boynuna ip takıp, ibret olsun diye sokak sokak gezdirdiler. Sokak sokak gezdirildikçe halkta bir sinme değil, diriliş ateşi tutuşturulmuş oluyordu. Hayvanlara bile yapılmayacak zulümler, kendisine reva görülüyordu. İyice zayıflamıştı. Yüzünün kanı çekilmiş, soluk bir hâl almıştı çehresi. Üstü başı perişan bir haldeydi. Hepsine dayandı. Dinin ve milletin selameti için dayanması gerektiği için dayandı. On dokuzuncu günde ağzından bir laf da alamayınca serbest bırakmışlardı. Ölgün, bitkin bir vaziyette ormanlık alanda düşe kalka saatlerce yürüdü. Ormanın derinliklerinde karargâh kuran çetenin yanına geldiğinde merak ve dehşetle kendisine bakan çetelerin önünde yere yığılıverdi. 

Ayaklar vazifesini yapmıştı. Zaten, "Çetelerin yanına bir varabilsem..." diyordu. Varır varmaz da son noktasına gelen gücü tükenmiş, takati kesilmişti. Biraz kendine gelir gibi olduğunda, oğlu Seyfettin'in isyanlarını duydu. Başucundaydı. Yanından hiç ayrılmamıştı. Anasının göz kapaklarının hafifçe aralandığını görünce heyecanlandı. "Yemin olsun anam, öcünü alacağım. Bu yaptıkları yanlarına kâr kalmayacak." diye haykırdı. Herkeste aynı düşünce hâkimdi. Kalplere, Seyfettin'in isyanı yayılıyordu. 
Kardeşleri Süleyman ve Alehmet Çavuş da kendilerini zor zapt ediyorlardı. Bir yandan ablalarının döndüğüne sevinirken, bir yandan da yapılan işkencelerin izlerini gördükçe kinleri bir çağlayan gibi köpürüyordu. 
"Bir kadına bunca işkenceyi reva görenler insan olamazlar. Savaşın da bir kuralı vardır; erkekliğin, yiğitliğin de." diye söyleniyorlardı. 

Kara Fatma, birkaç gün dinlenince biraz kendine gelmişti. 
Çeteler üçüncü gün, düşmanın yakınlarda bulunan kışlalarına baskınlar düzenlediler. 
Önce Ermişe'yi, sonra da Domuz Kışlayı basıp düşmana büyük zayiatlar verdirdiler. Art arda yapılan baskınlarla az da olsa moraller yerine gelmişti. Kara Fatma'nın da günden güne iyileşmesi, eski haline yeniden dönmesi, çeteler arasında mutluluk rüzgârlarının esmesine vesile olmuştu. 
Perşembeyi cumaya bağlayan geceydi. Herkes, Allah'a kul olmanın mesuliyetiyle ruhlarını Kur'an ikliminde dinlendiriyordu. Okunan Yasinler, edilen tövbeler, dualarda dilenen zafer ve hürriyet, kalplere taze bir bahar neşesi yayıyordu. 
Ruhlara yayılan sükûn ve maneviyatı, bir vakit sonra nefes nefese kalan bir köylünün yürekleri dağlayan feryadı bozdu. 
"Kara Fatma!.. Allah aşkına, din aşkına imdat! Yetiş Kara Fatma, ırzımıza düşman tecavüz etti!" 
Köylünün yüzünde yaşadığı dehşetin izleri vardı. Gözyaşları kirpiklerinden süzülüyordu. Hıçkırıkları soluk almasını engelliyordu. Kendini tutamıyor, kesik kesik öksürüyordu. 
Duyduklarının şokunu atlatamayan çetelerin meraklı bakışları, köylüye kilitlenmişti. 

Sorgulayan bakışlar, "Ne oldu?" der gibiydi. Köylü, biraz soluklandıktan sonra tekrar anlatmaya başladı. "Bizim köyden Mehmet'in düğün gecesiydi. Artık herkes evlerine dağılacaktı. Tam bu sırada Yunan ve Ermeni çeteleri düğünü bastılar." 

Gerisini getiremedi...

****
Erzurum, Adana, Gördes, İstanbul, Ödemiş, Bilecik, Osmaniye, Kastamonu, Maraş...

Bıçağın kemiğe dayandığı bazı anlar vardır. Artık olmak ile ölmek kavgasının en kritik zamanında kınalı narin eller de katılırlar bu kavgaya. Kimi elindeki mavzerin tetiğine asılır kimi cephane taşıdığı kağnısının boyunduruğuna. Kimi yollarda çocuğunu bırakıp top mermilerini kucaklar kimi ise kan kusmak pahasına düşmanın attığı güllelerin ateşini. Kağnı yolları Cennet'e uzanan yollardır artık, atılan gülleler ise Cennet'in gülleri... Şehit verilen babanın, kocanın, kardeşin, oğulun hasreti dinmiştir Cennet yamaçlarında. Ve bir tebessüm belirir belki dudaklarda "Vatan kurtuldu ya.."

Bu kitap Millî Mücadelemizin kadın kahramanlarını anlatan ilk hikaye kitabı... Var olmak mücadelesinin şanlı kadınlarının bilinmeyen destanlarının kağıda yansıyan bir parçası. Onların destanını okurken ruhlarına bir fatiha göndermeyi unutmayınız lütfen. Çünkü biz onların kurtardığı vatanın üzerinde yaşıyoruz ve temellerimizin onların asil ruhları gibi sağlam olduğunu biliyoruz.

kitabı indirmek için tıklayın:


SB.