Translate

21 Ocak 2013 Pazartesi

TÜRK UYGARLIĞI, ÇİÇEK AŞISI ,İNGİLTERE ve III.AHMET


Türk Uygarlığının İnhitatı ve Çiçek Aşısının İcadı 

Horasan uygarlığının devamı olarak, İran'da ve Anadolu'da Selçuklu ve Osmanlı ve yine Horasan'da ve sonra Hindistan'da Timur-Gürkanlı uygarlıkları oluşmuştur.


Bu Türk dünyası sanat ve edebiyatta, bilhassa şiirde ve mimarlıkta dünyanın en büyük eserlerini üretmiştir. Burada bu Türk uygarlığının yarattığı sadece birkaç önemli eserden örnekler vereceğiz....



Gerilemeye rağmen Osmanlı uygarlığı 18. asrın başlangıcında (yaklaşık 1714 veya daha önce) tıp tarihinin en büyük icadı olan ÇİÇEK AŞISInı dünyaya verecek kadar dinamik enerjiye sahipti. 


Bu icat sayesindeydi ki İngiltere'de Edward Jenner (1798'de) ve Fransa'da Pasteur (1884'de) aynı prensipleri uygulayarak tıp alemine kendi buluşlarını hediye etmişlerdir. 


Çiçek aşısı ,İngiliz seferinin karısı olarak 1717 yılında İstanbul'da bulunmuş olan Lady Mary Wortley Montagu (1689-1762) tarafından 1718 yılında İngiltere'de tanıtılmıştır.


O, 1 Nisan 1717 tarihli, İngiltere'de Miss Sarah Chiswell'e Türkiye'den gönderdiği tarihi ektupta şunları yazar :



"Aramızda çok yaygın ve öldürücü olan çiçek hastalığı burada aşı dedikleri bir usulle tamamen zararsız hale getirilmiştir. Her sonbaharda , Eylül ayında aşı operasyonu bazı yaşlı kadınlarca yapılır. Halk arasında hastalığı yeni başlamış kimseler araştırılır.


Yaşlı kadın en iyi çiçek cerahatı ile dolu bir fındık kabuğunu hazırlar. Aşı yapılmasını istediğiniz yeri büyük bir iğne ile acı vermeden çizer, ve iğnesinin alabileceği miktarda zehiri bulduğu damarın içine kor ve içi boş bir kabuğu yaranın üstüne kapatarak bağlar ; ve bu şekilde dört beş damarı açarak aynı operasyonu yapar.


Günün geri kalan zamanında aşılanan çocuklar ve gençler beraberce oynarlar ; ve 8.güne kadar sağlıkları mükemmeldir.


Ondan sonra ateş başlar ve iki günü nadiren üç günü yatakta geçirirler. Yüzlerinde nadiren 20 veya 30 adeti geçen sivilce ve kabarcıklar hasıl olur, fakat bunlar iz bırakmazlar. Sekiz gün sonra (16.gün) aşıdan önceki gibi sıhhatli hallerine kavuşurlar.


Her yıl binlerce kişi bu operasyonu geçirir ve Fransız elçisi, latife kabilinden, diğer memleketlerde ırmak sularının yolunu değiştirmek gibi burada da çiçek hastalığını bir yoldan çevirme hareketi (diversion) ile aldıklarını söylüyor.


Herhangi bir kimsenin bundan öldüğüne dair bir örnek yoktur. Operasyonun selametinden o kadar eminim ki küçük oğlumu da aşılatmak niyetindeyim.



Bu faydalı icadı İngiltere'de yaymak için büyük gayret sarfedecek kadar vatanseverim..." Montagu 124


(DEVAMI RESİMLERDE)











Türk Dili'nin Beş Bin Yılı Anadolu'da On Bin Yıl 
Selahi Diker
link





Çiçek Hastalığı:

Herkeste görülebilinen , irinli kabarcıklar dökerek ciltte izler bırakan ateşli, ağır ve bulaşıcı bir hastalık olan çiçek hastalığı 18.yy.da avrupa hükümdarları da dahil olmak üzere 60 milyon insanın ölümüne neden olmuştur.Variola major ve Variola minor olmak üzere iki tipi vardır. İlkinde ölüm oranı, ikincisine göre daha yüksektir. 1966'da WHO'nun (Dünya sağlık Örgütü) başlattığı kampanya sonucu tüm dünya ülkelerinde çiçek aşısı yapılarak, hastalık görünmez olmuş ve çiçek aşısı zorunlu aşı programından çıkmıştır.










"To the memory of the Rt. Hon. Lady Mary Wortley Montagu
who in the year 1720 introduced inoculation 
of the smallpox
into England from Turkey"



Lady Montagu, who was living in 1717 in İstanbul 
and saw what the Turks did to overcome smallpox in autumn and took the same system to UK. 

This was a model for Edward Jenner in 1798 (1749-1823) : 
"English physician and scientist who was the pioneer of smallpox vaccine, the world's first vaccine" 



Louis Pasteur (1822-1895) a French chemist and microbiologist , was also impressed , discovered the principles of vaccination, microbial fermentation and pasteurization, and invented the first vaccines for rabies and anthrax. 


 It is the
Turkish civilization who Invented Smallpox Vaccine
With Regards, 

SB






BİR İNGİLİZ HANIMEFENDİSİ’NİN - LADY MONTEGU 
GÖZÜYLE OSMANLI KADINI


Lady Montegu, İngiliz sarayına mensup bir asilzâde ve diplomat eşidir. Eşinin  Osmanlı Devleti’ne elçi tayin edilmesinden sonra onunla beraber Doğu yolculuğuna  çıkmıştır. Değişik şehirlerde ve ülkelerde -Lahey, Nürnberg, Viyana, Prag v.b-  bulunduktan sonra Petervaradin, Belgrad, Edirne yoluyla İstanbul’a ulaşmış, geçtiği güzergâhlarda gördüklerini mektuplar halinde kaydederek dostlarına göndermiştir. 


Türkler hakkında ilk mektubunu 12 Şubat 1717 tarihli olarak Belgrad’dan yollamıştır.  Montegu, İstanbul’da 1717-1718 tarihleri arasında bir yıl oturmuştur. Bu müddet  içinde de Osmanlı ülkesi, halkı, iklimi, tarihi ve kültürel değerleri hakkında yazmaya  devam etmiştir. İngiltere’den ayrıldıktan itibaren yazdığı mektupların sayısı elli ikidir. 


Bunların 30 tanesi Türkiye’ye aittir. Montegu’nün mektupları 18. yüzyıl Osmanlısı için ana kaynak değerindedir. Nitekim o, Batı için gizemli bir yer olan Osmanlı Devleti hakkında, kendisinden önce gelen seyyahların yazdıklarından farklı bir bakış açısı ile, tarafsız olarak gördüklerini değerlendirmeye çalışmış, çoğu zaman önceki  seyyahları Türkleri barbar, şehvet düşkünü, ahlaksız gösteren yazılarından dolayı eleştirmiş, tarafgirlikle suçlamıştır. 


Montegu’nün mektuplarını özel kılan onun ifadesiyle Doğu’yu ziyaret eden ilk Hıristiyan bayan olması ve bir kadın inceliği ve merakı ile gördüklerini yazmasıdır. O, kadın ve özellikle de aristokrat sınıfa mensup bir kadın olması hasebiyle sadrazamın, kethüdanın haremine gidebilmiş, hamam gibi Osmanlı kadınlarının toplandıkları en mahrem yerlere girebilmiştir. O, zamanına kadar buralara giremeyen erkek 

seyyahların Osmanlı kadınlarına, adetlerine ve özellikle de hareme dair verdikleri bilgilerin gerçekle örtüşmediğini, bunların birer hayal ürünü olduğunu ortaya koymuştur. 

Nitekim onun gördüğü, Osmanlı kadınlarının esaret altında bulunmadığı, Hıristiyan ve hatta dünyada ki bütün kadınlardan hür olduklarıydı ki, Montegu, bu görüşünü defalarca eski seyyahların yazdıklarına sitem ederek vurgulamıştır. 


Montegu’nün mektuplarında Osmanlı Devleti’nde erkeklerin ahlâkı, davranışları üzerine de yorumlara yer verilmiş, ülkedeki en bahtsız erkek olarak Osmanlı Sultânı gösterilmiştir. Zira onun bakış açısıyla Sultân, yeniçerilerin nüfuzunu sürekli üzerinde hisseden ve sorumluluğu en ağır olan kişidir. Yeniçeriler ise Montegu’nün görmekten pek hoşnut olmadığı kişilerdir. 


Montegu’yü en çok etkileyen; kadınların sosyal yaşamlarındaki hareketlilik, giyimlerindeki ihtişam ve özgürlükleridir. Hamamlarda bir araya gelip eğlenen kadınlar, doğum yapmış olsalar bile kendilerini eve hapsetmiyorlar ziyaretlerini, 

gezintilerini devam ettiriyorlardı. Bu yaşam tarzı, gösterişli giyim-kuşam Montegu’nün belirttiğine göre sadece zengin hanımlara mahsus değildi. Aşağı seviyede olan kadınlarda aynı şekilde giyiniyorlardı. Montegu’nün bu hususta vardığı nokta ilgi çekicidir: Osmanlı’da erkek çalışmak para kazanmak, kadın da harcamakla yükümlüdür ve erkeklerin harcamalarından dolayı kadınlardan tasarruf talebinde 
bulunması normal olmayan bir davranıştır. 

Türk hanımlarının fiziksel özellikleri de yine Montegu’nün hayranlıkla bahsettiği konudur. İngiltere’de saray çevresinden birine Türk’e benziyorsun denildiğinde bunu hakaret sayan bir anlayıştan gelen Montegu, belli ki bu fikirle bu ülkeye gelmişti. 

Ancak hamamda ve ev ziyaretlerinde gördüğü kara gözlü, uzun boylu, beyaz tenli, siyah uzun saçlı kadınlar karşısında hayrete düşmüş, dünyanın en güzel tenli kadınlarının Türk kadınları olduğuna, İngiltere sarayında bile bu kadar güzel kadınların bulunmadığına hükmetmiştir. 

Gayr-i Müslim kadınlar ile ilgili düştüğü notlardan edindiğimiz bilgiye göre kadınlar -meselâ Rum kızları- kendi hanelerinin bulunduğu bahçelerde açık gezmekte fakat şehre indiklerinde mutlaka örtünmekteydiler. Montegu’yü en çok şaşırtan adet Ermenilerde görücü ve beşik kertmesini andıran evlenme şekliydi. 


Küçük yaşlarda sözlenen, eşini evlenene kadar göremeyen, kilisede evlilik töreninde eşini kör, topal her haliyle kabul etmek zorunda kalan gençlerin hali Montegu’ye hayli tuhaf gelmiştir. 


Montegu, Osmanlı seyahatinden edindiği tecrübeler ile bu ülkeden oldukça memnun ayrılmış, yazdığı mektupları ile 18. yüzyıl Osmanlı kadın dünyasıyla bağ kurulabilmesini sağlamıştır.




Yrd. Doç. Dr. Songül ÇOLAK 
Mustafa Kemal Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü


LADY MONTAGU'NUN KİTABI İKİ CİLT



Lady Montagu'nün Türkiye Mektupları : link











BATILILAR GÖZÜYLE HAREM:  GERÇEK VE FANTEZİ

Harem-i Hümayun veya Batılılarca “tutsak olmuş kadınların dünyası” (Akşit 23) olarak tanımlanan harem, tarih boyunca hep gizemini ve sırrını korumuştur. Batı edebiyatı ve sanatında harem, çeşitli Avrupa ülkelerinden köle veya tutsak olarak elde edilmiş genç ve güzel kadınların, padişahın kalbini kazanmak için yarıştığı ve gücü ele geçirmek için en tehlikeli planlar yaptığı ve rekabetin gizliden gizliye acımasızca sürdüğü bir “Altın Kafes” olarak betimlenmiştir. 

Harem, Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk kez, Orhan Gazi (1326-1360) döneminde oluşturulmuş ve Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451-1481) ise önemli ve güçlü bir konuma gelmiştir. Bu dönemde, sadece özel bir kurum olmakla kalmamış aynı zamanda gelecekteki devlet ilişkilerini yönlendirecek bir eğitim kurumu şeklini almıştır (Pirce 42). Onaltıncı yüzyıldan itibaren, özellikle on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda, harem öylesine gizemli ve dışa kapalı bir görünüm aldı ki değil saraydan erkeklerin, dışarıdan yabancı birilerinin hele hele Avrupalıların, burayı yakından gözlemlemesi imkansızdı. 

Bu yüzden Osmanlı topraklarını gezen birçok yazar ve ressam, haremi ancak 1717 başlarından 1718 ortalarına kadar Istanbul’da yaşamış ve o dönemdeki İngiliz Büyükelçisi Edward Wortley Montagu’nun eşi olan Lady Mary Wortley Montagu’nun Türkiye izlemlerini ayrıntılarla anlattığı Mektuplar’ı, aracılığıyla tanıyabilmiştir. Lady Montagu, yakından gördüğü vezir ve paşa haremlerini gerçekçi bir gözle incelemiş ve hiçbir abartıya yer vermeden ayrıntılı olarak betimlemiştir. Bu makalede Batı dünyasına haremin neden farklı ve gizemli geldiği ve Lady Montagu’nun mektuplarında gerçeklerin nasıl vurgulandığı örnekler verilerek tartışılacaktır. 


Dr.Alev BAYSAL 
Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü














Lady Mary Wortley Montagu oğlu Edward Wortley Montagu (1713-1776) ile bir İstanbul manzarasında . 



Oğlu Edward Çiçek aşısı olan ilk İngilizdir. 
(ESER : VANMOOR)






III.AHMET - eser VANMOOR





SULTAN III.AHMET 

 (1673, Hacıoğlu Pazarcık – 1736, İstanbul),  
23. Osmanlı padişahı

Babası Sultan IV. Mehmet, annesi Meh-Pâre Emetullah (Ümmetullah) Râbi'a Gül-Nûş Sultân'dır. Annesi Giritlidir. Sultan II. Mustafa'nın öz kardeşi olan Sultan III. Ahmet, iyi bir tahsil ve terbiye görmüş, ünlü hocalardan dersler almıştı.

Sultan III. Ahmet, ağabeyi Sultan II. Mustafa'nın tahttan indirilmesi üzerine 22 Ağustos 1703 tarihinde 30 yaşında iken Edirne'de tahta geçti. Osmanlı Devleti açısından önemli bir yere sahip olan Lale Devri boyunca padişahlık yapan Sultan III. Ahmet, hattat ve şairdi. "Necib" mahlasıyla şiirler yazdı. Ayrıca Musiki ile de yakından ilgileniyordu. Divan şairlerinden Urfalı Nabi Efendi'nin hem kendisini hem de şiirlerini çok severdi.
Gençliği diğer Osmanlı şehzadelerine göre bir hayli serbest geçti. Şehzadelerin öldürülmesi geleneği kalktığından, rahat bir hayat sürdü. İstediği her şeyle ilgilendiği için bilgisi de, görgüsü de arttı. Avrupa'daki gelişmeleri inceleme fırsatı buldu ve matbaanın Osmanlı Devletine gelmesi için çok çaba sarfetti. 27 yıl gibi uzun bir süre tahtta kalan Sultan III. Ahmet, çıkan Patrona Halil İsyanı sonunda, 1 Ekim 1730 tarihinde padişahlıktan çekildi.

Sultan III. Ahmet'in padişahlığının ilk günleri, tamamen disiplinden çıkmış yeniçerileri yatıştırma gayretleri ile geçti. Ancak kendisini padişah yapan yeniçerilere karşı etkili olamadı. Sultan III. Ahmet'in sadrazamlığa getirdiği Çorlulu Ali Paşa, ona idari konularda yardımcı olmaya çalıştı, hazine için yeni düzenlemelerde bulundu ve Sultan III. Ahmet'e rakipleriyle mücadelesinde destek oldu.

Sultan III. Ahmet zamanında Rusya ile olan ilişkilerde gerginlik yaşandı. Bunun sebebi Rusya'nın Orta Asya üzerinde yayılma siyaseti izlemesi, balkanlardaki toplumları Slavlaştırmaya çalışması, açık ve sıcak denizlere inmek istemesiydi.
III. Ahmet ve I. Mahmut döneminde ilköğretim zorunlu hale getirilmiştir.

Prut Savaşı 1711, 1715-1718 Osmanlı-Avusturya-Venedik Savaşı ve Pasarofça Antlaşması, 1723-1727 Osmanlı-İran Savaşı ve Lale Devri ile Patrona Halil İsyanı onun döneminde vukuu bulmuştur.





Sultan III. Ahmed'in Av partisi , eser :Vanmoor


Boğaziçi'nde Türk Düğünü , eser: Vanmoor


Patrona Halil  , eser : Vanmoor





Jean Baptiste Vanmour (1671-1737) portreleri ve tarihsel yapıları konu alan resimleriyle tanınan Flaman asıllı Fransız ressam.


1699'a doğru Paris'e gitmiş ve Comte de Ferriol'ün dikkatini çekerek, onun himayesine girmiştir. Comte de Ferriol 1699'da İstanbul elçiliğine atanınca Van Mour'u da birlikte götürmüştür. Ferriol tarafından geleneksel giysileri içinde çeşitli Osmanlı tiplerini çizmekle görevlendirildi. Sanatçı, elçinin siyasal yaşantısını konu alan eserlerin yanısıra ağırlıklı olarak İstanbul'la ilgili eserler gerçekleştirdi. 

Bu tablolarda peyzajlar, İstanbul halkının yaşantısı, Osmanlı sarayı ile ilgili sahneler ve kabul törenleri yer almaktaydı. Elçinin dönüşünde götürdüğü bu tablolardan gerçekleştirilen 100 parçalık gravür koleksiyonu 1712'de Fransa'da Recueil de cent estampes représentant différentes nations du Levant (Levant'ın Çeşitli Ülkelerini Tanıtan 100 Oyma baskı Derlemesi) adı altında basılarak ve büyük ilgiyle karşılanmıştır. Le Hay adlı mühendis tarafından basılan eserin, kısa sürede İtalya ve Almanya'da sahte kopyaları piyasaya çıkmış, daha sonra İngiltere ve İspanya'da orijinalinden tercüme baskıları yapılmıştı. Bu albüm, Antoine Watteau, Francis Smith ve Antonio Guardi gibi pek çok sanatçıya esin kaynağı oldu. Van Mour daha sonra Estampes orientales (Doğu Oyma baskıları) adlı bir derleme daha yayımladı. Bu sıralarda Avrupa'da bir ressam olarak da tanınmıştır.


Van Mour, Elçi Comte de Ferriol ile birlikte Paris'e dönmemiş ve İstanbul'da görev yapan diğer Fransız elçilerinin maiyetinde bulunarak yaşamının sonuna kadar İstanbul'da kalmıştır. Sanatçı, bu dönemde Fransız Bahriye Nezareti'ne sunulmak üzere Fransa Elçisi Marquis de Bonnac'ın emriyle Türklerin balık tutma yöntemlerini gösteren bir seri tablo yapmıştır. Başka ülkelerin elçilerinin portre ve kabul töreni resmi siparişlerini de yerine getirmiştir. Venedik balyoslarının kabul törenlerini gösteren tabloların bir bölümü halen Beyoğlu'nda, İtalyan Başkonsolosluğu'nda bulunmaktadır.


İstanbul'a gelen Hollanda elçisi Cornelis Calkoen (elçilik görevi: 1726-1744 arası), Van Mour'un eserlerine büyük ilgi göstermiş ve topladığı eserler daha sonra koleksiyon olarak Amsterdam Devlet Müzesi'ne intikal etmiştir.


Van Mour 1725'te (bir Fransız sanatçısına ilk kez verilen) “Kralın Levant'taki Sürekli Ressamı” (Peintre Ordinaire du Roy en Levant) unvanıyla onurlandırıldı. Galata'da ölen Van Mour, Saint Benoit Kilisesi'nde defnedilmiştir.


Van Mour'un elçilerin sultanı ya da sadrazamı ziyaretlerini, görkemli geçit törenlerini, şölenleri, İstanbul limanını, Boğaziçi'nin birçok köşesini, süslenen, raks eden ya da hamamda yıkanan Türk kadınlarını, sema yapan Mevlevi dervişlerini konu aldığı resimleri çok tutuluyordu. Van Mour Patrona Halil İsyanı'na (1730) da tanık oldu. Patrona Halil'i arkadaşlarıyla birlikte betimlediği resim (Amsterdam Devlet Müzesi) 18. yüzyıl Osmanlı tarihinin en ilginç belgelerinden biridir.


Eserleri 1978'de İstanbul Atatürk Kültür Merkezi'nde sergilenmiştir. 2003 yılında da, Van Mour’un resimleri ile çağdaşı nakkaş Levnî’nin eserleri ‘Lale Devri İstanbuluna İki Özgün Bakış - Van Mour ve Levnî’ adıyla Topkapı Sarayı Müzesi’nde sergilenmiştir. 

(basın)





Patrona Halil , eser: Vanmoor





Nevşehirli İbrahim Paşa ve Patrona Halil



Nevşehirli Damat İbrahim Paşa (1660 -1730 İstanbul) 
III.Ahmet saltanatında sadrazamlık yapmış devlet adamı. İsmi Lale devri ve Nevşehir ile özdeşleşmiştir. 

İbrahim Efendi hizmetleri ile zamanla yükselip Darüssaade ağasının yazıcı halifesi olarak Padişahın bulunduğu Edirne'ye gitti. Şehzade Ahmet'in padişah olmasından sonra 1703'te Darüssaade ağası yazıcılığına tayin edildi.

1715'te Mora Seferine çıkan Veziriazam Silahdar Damat Ali Paşa, İbrahim Efendi'yi mevkufatçılıkla beraberinde götürdü. Buranın alınmasından sonra da tahrir (katiplik) işi ile vazifelendirildi. 


İbrahim Efendi, 1716 yılında Avusturyalılarla yapılan Petrovaradin Muharebesi'nde bulundu. Mağlubiyetten ve sadrazam ve serdar-i ekrem olan Silahdar Damat Ali Paşa] şehit olduktan sonra vaziyeti Padişaha arz etmek üzere bir arıza ile ordu tarafından Edirne'ye gönderildi. III. Ahmet çok güvendiği İbrahim Efendi'yi geri göndermeyerek birinci ruznameci yaptı. Birkaç gün sonra da 3 Ekim 1716'da sadaret kaymakamlığına tayin etti.

İbrahim Paşa, şehit Silahdar Damat Ali Paşa'nin dul kalmış bulunan III. Ahmet'in kızı Fatma Sultan'la 1717'de nikahlanarak Damat oldu. İbrahim Paşa'nın teşebbüsleri sayesinde Avusturyalılarla barış yapılmasının kararlaştırılmasından sonra, 1718'de sadrazamlığa getirilerek Avusturya ile Pasarofça Antlaşması'nı imzaladı. Aynı yıl Venediklilerle de barış yapıldı.

İbrahim Paşanın on üç yıl süren sadrazamlığı zamanında İran ile bir kez savaş yapıldı. Ancak oluşturulan genel barış ortamında devlet bir huzur dönemine girmiştir. 


İstanbul'da kitap satan esnafta bulunan nadide kitapların, ucuz fiyatla satın alınarak Avrupa'ya gönderildiğini öğrenen İbrahim Paşa, bu eserlerin yurtdışına çıkışını yasaklayıp kütüphaneler tesis etti. 


Lale Devri ile başlayan park ve bahçelik de bu gayretli sadrazam sayesinde gerçekleşti. 


Ancak 1730 yılındaki Patrona Halil İsyanı'ndan sonra bu bahçeler yakılıp yıkıldı.





Patrona Halil İsyanı , eser: Vanmoor




Patrona Halil İsyanı 1730



Ayaklanmanın sebebi, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın açtığı zevk ve sefahat devrinden memnun olmayan, bu yapılanları israf olarak gören ve büyük bir ekonomik sıkıntı çeken bir kitle olmuştur. İran seferinden olumsuz haberler gelmesi üzerine halk harekete geçmiş, camilerde ve diğer yerlerde propaganda yaparak ayaklanmanın zeminini oluşturmaya başlanmıştı. Uzun zamandır maaşlarını alamayan Yeniçerilerin içerisinde de huzursuzluk belirmişti. 



Elebaşı Arnavut Halil ile başladı ve bayrak açıp şeriat için herkesi bayrak altına gelmesini istediklerini bağırarak üç koldan şehirde yürüyüşe geçtiler. Kapalıçarşı'ya Bayezid Camii'nin Kaşıkçılar kapısı tarafından yürüyüşe geçerek ayaklanmayı resmen başlattılar; çarşıya girip tüccarlara zorla dükkânlarını kapattırdılar ve çarşı girişlerini tutup kimsenin alışveriş için girememesini sağladılar. Ayaklanma günlerce sürdü, gelişmeler üzerine Sultan III. Ahmet isyancıların ne istediklerinin sorulmasını istedi. 

İsyancılar, Sadrazam Damat İbrahim Paşa ile birlikte 37 kişinin kendilerine teslim edilmesini istediler. Lale Devrinin önemli kişilerinden olan Damat İbrahim Paşa ve bazı devlet adamları idam edilerek isyancılara teslim edildi. İsyan sırasında şehir tahrip edildi. İsyancılar Sadabad Köşkü'nü yaktılar. Ayrıca dönemin ünlü Divan şairlerinden Nedim de isyan sırasında, isyancılardan kaçmak için damdan dama atlarken düşerek öldü.



Patrona Halil ve diğer isyancı başları, bu sefer de tüm isteklerini yerine getiren Sultan III. Ahmet'in tahtan indirilmesini istedi. Kendisine ve ailesine zarar verilmemesi durumunda tahttan çekileceğini bildiren Sultan III. Ahmet, 1 Ekim 1730'da Osmanlı tahtını Şehzade Mahmut'a bıraktı. Yeni Cami Turhan Valde türbesine defnedilmiştir. 

Böylece Lale Devri'de sona ermişti.










Teodosus Forumu ve Beyazıt Hamamı/Patrona Halil Hamamı


Bugünkü Beyazıt Meydanı'nın olduğu alanın Roma dönemindeki adıdır. 4. yüzyıla kadar Forum Tauri (Boğa Meydanı) olarak adlandırılan alan daha sonraları bu isim ile anılmıştır. Bu dönemde etrafı geniş sütunlu kilise ve hamamlarında yer aldığı mermer yapılı sivil ve kamu binalarıyla çevrili olan alanın kuzey doğusunda Jüpiter Tapınağı bulunmaktaydı.

Forumun ortasında İmparator I. Theodosius onuruna dikilmiş bir sütun bulunurdu. Tepesinde I. Theodosius’un heykeli bulunan sütunun etrafı imparatorun barbarlara karşı kazandığı savaşların kabartma tasvirleri ile süslüydü. İçinde bulunan bir spiral merdiven sayesinde ziyaretçiler sütunun tepesine çıkabiliyordu. Hayatlarını bu tarz sütunların tepesinde dua ve ibadete vakfetmiş stylite olarak adlandırılan ruhbanların Orta Bizans dönemine kadar sütunun tepesinde varlıklarını sürdükleri bilinmektedir. 

Sütun 15. yüzyılın sonuna kadar ayakta kalmıştır ve bir takım parçaları II.Beyazıt Hamamı olarakta bilinen, Patrona Halil hamamında kullanılmak üzere ayrılmıştır. (alıntıdır)

Restore edilip (2006) , kültür merkezi olacaktı, ne oldu ? 
(basın)




Pera'daki Mevlevi Dervişler , eser : Vanmoor

Sultan III. Ahmed'in Hollanda Büyükelçisi Cornelis Calkoen'i 1727 yılında 
İstanbul Topkapı Sarayı'ında kabulu. eser : Vanmoor






AŞKLAR , BEYAZGÜL VE HAYALET....


Tuna Köprülü’nün yazdığı "İstanbul’daki Yabancı Saraylar" kitabına göre kentteki iki başkonsoloslukta kadın hayaletler var. 18. yüzyılın başında sevgilisi Hollanda Başkonsolosu’nun ölümüne dayanamayıp can veren Beyaz Gül’ün hayaletinin şimdi bile sarayda gezindiği rivayet ediliyor.

İSTANBUL’da başkonsolosluk olarak kullanılan iki binada hayalet hikayeleri olduğunu biliyor muydunuz? Tepebaşı’nda cumhuriyet öncesi ABD büyükelçiliği, yakın zamana kadar da aynı ülkenin Başkonsolosluğu olarak kullanılan Corpi Sarayı bunlardan biri. Diğeri ise hálá kullanılan Hollanda Başkonsolosluğu. Gazeteci-Yazar Tuna Köprülü’nün "İstanbul’daki Yabancı Saraylar" kitabına göre her iki binanın da hayaleti kadın. 

Geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan kitap, yedi tepeli kentteki 13 başkonsolosluk binasının tarihini anlatıyor. Fotoğraflarını Çetin Korkmaz’ın çektiği kitap, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. yayınlarından çıktı. 

YATAK ODASINDA ÖLDÜ 

Corpi Sarayı, 1873 yılında İstanbul Katolik cemaatinde iyice sivrilen Cenovalı armatör İgnazio Corpi tarafından, İtalyan mimar Giacomo Leoni’ye yaptırılmış. Corpi, 99 bin Osmanlı altını harcadığı sarayın bittiği 1882’de yaşama veda eder. Yeğenleri, sarayı ABD Büyükelçiliği’ne kiraya verir. Rivayete göre Corpi ailesinin sarayda yaşadığı kısa süre içinde Corpi’nin sevgilisi yatak odasında ölü bulunur. Ruhu sarayı hiç terk etmez. Bir zamanlar, ABD deniz piyadelerinin, bu bölümde nöbet tutmaktan korktuğu hala anlatılıyor. Çünkü sabaha karşı hanımın odasından topuklu ayakkabı sesleri gelmektedir. ABD Büyükelçiliği şimdi İstinye’ye taşınsa da Corpi Sarayı, ABD’nin "National Monument" yani anıt binaları arasında. 

KÖLE 

İstiklal Caddesi 393 numarada yer Hollanda Başkonsolosluğu, 1714’de İtalyan Palazzo tarzında inşa edilmiş. Binayı yaptıran Jacobus Colie’nin ölümünden sonra binayı, yeni Hollanda Büyükelçisi Cornelis Calkoen satın alır. İki ülke ilişkilerinin gelişmesinde en büyük rol oynayan büyükelçinin Çerkez kölesi Beyaz Gül aynı zamanda sevgilisidir. Calkoen, İstanbul’daki görevi bitince Hollanda’ya döner. Beyaz Gül ise burada kalır. Calkoen tekrar İstanbul’a gelmek üzere yola çıktığında bilinmeyen bir hastalıktan ölür. Önce ayrılığa, arkasından da sevgilisinin ölümüne dayanamayan Beyaz Gül, acılara dayanamaz ve kırık kalbiyle bu dünyadan ayrılır. Arka bahçeye inen merdivenlerin yanında bir heykelciği de bulunan Beyaz Gül’ün hayaletinin hálá sarayda gezindiği rivayet edilir. 

Konsoloslukların hayaletlerini yazdı 

ABD’de 15 yıl kesintisiz muhabirlik yapan Monaco Fahri Konsolosu Tuna Köprülü’nün İstanbul’daki Yabancı Saraylar kitabının tanıtımı Avusturya’nın İstanbul Başkonsolosluğu’nda yapıldı. ABD’deki tanıtım ise önümüzdeki ekimde Ahmet Ertegün’ün başkanlığını yaptığı ABD Türk Topluluğu tarafından İstanbul ve New York belediye başkanlarının katılımıyla yapılacak. 

İstiklal Caddesi’nde 

İtalyan Barborini’nin İstiklal Caddesi’nde inşa ettiği sarayın bahçesine bir de kilise yapıldı. "Union Church of İstanbul" adlı kilise 1857’den beri halka açık. 

Kalbi kırık olarak öldü 

BEYAZ Gül anısına Hollanda Sarayı’nın bahçesinde yaptırılan heykelin üzerinde Hollandaca, İngilizce ve Türkçe olarak şu açıklama bulunuyor: 

"Hollanda Sarayı’nın 18’inci Yüzyıl başlarından bu yana Beyaz Gül tarafından ziyaret edildiği rivayet ediliyor. Beyaz Gül, 1727-1744 yılları arasında İstanbul’da görevli, bekar Büyükelçi Cornelis Calkoen’in güzel sevgilisi idi. Beyaz Gül, Calkoen’in Dresden’e tayininden sonra kalbi kırık öldü. Hollanda Sarayı’nın sakinleri onun hayaletini o günden beri gördüler ve varlığını hissettiler. Bu heykel Beyaz Gül’ün anısınadır.   
(Hürriyet 2006)


BEYAZGÜL VE CORNELİUS





LALE ÇILGINLIĞI, TÜRKLER, HOLLANDA ve BUSBECQ'ın MEKTUPLARI


Lale ilk olarak Asya'da ortaya çıktı. Kervanlarla ticaret yolları boyunca Batı'ya doğru yayıldı. Selçuklular'la birlikte Anadolu'ya geldi. Osmanlı Devleti'nin kurulmasından sonra lale hayatın her safhasını süslemeye devam etti. Padişahların kaftanlarında, gömleklerinde, askerlerin miğferlerinde, at başlıklarında lale motifleri kullanıldı. Lale yalnız bahçeleri değil Osmanlı sanatının her türünü süsledi. Çinileriyle ünlü Rüstem Paşa Camii'nde 40'tan fazla lale motifi kullanılmıştı.
1453'te fetihten sonra lalenin yeni gözde mekânı İstanbul'du. İstanbul'un her tarafında padişahlar için düzenlenmiş hasbahçeler vardı. Avrupa'da bahçe nedir bilinmezken padişahlar göz alıcı hasbahçelerde devlet işlerinin yorgunluğunu üzerlerinden atarlardı.

Laleyi pişirip yediler

1562'de lale Avrupa topraklarına çok ilginç bir şekilde ayakbastı. İstanbul'dan kumaş getiren bir gemi Anvers limanına yanaştığında şehrin tüccarlarından birine gelen kumaş balyaları arasında lale soğanları da vardı. Anversli tüccar, kumaşların yanındaki lale soğanlarını Osmanlı soğanı zannetti. Soğanların çoğunu kızartıp, zeytinyağı ve sirke dökerek yedi. Kalanlarını da bahçesindeki lahana ve kabakların yanına ekti. 1563'te bahar geldiğinde bahçedeki sebzelerin arasında göz alıcı laleler fışkırmıştı. Lale'nin ilginç hikâyesi Mike Dash'ın Lale Çılgınlığı isimli kitabı ve Kültür A.Ş'nin hazırlattığı "Lale, Doğu'nun Işığı" isimli DVD'den teferruatlı olarak öğrenilebilir.
Laleyi Avusturya Elçisi Busbecq götürdü

Flaman kökenli Ogier Ghiselin de Busbecq, 1554-1555, 1555-1562 tarihlerinde Avusturya elçisi olarak Osmanlı ülkesinde bulundu. Viyana'ya dönerken yanında götürdüğü birçok bitkinin arasında lale soğanları da vardı. Busbecq, bu soğanları imparatorluk bahçeleri sorumlusu arkadaşı Carolus Clusius'e verip, Türkler'in yetiştirdiği laleleri ona anlattı. Clusius, Busbecq'in getirdiği soğanlarla Avusturya'da lale üretmeye başladı.

Clusius, Protestan'dı. Katolik baskısının artması üzerine 1593'te lale soğanlarını da yanına alarak Leiden'e gitti. Üniversitenin bahçesinde lale yetiştirdi. Bu dönemde Hollanda siyasi ve ekonomik olarak büyümekteydi. Doğu ticaretinden zenginleşen Hollandalılar lüks evlerini bahçelerle süslediler.

Lale çılgınlığı

17. yüzyılın ilk çeyreğinde Hollanda'yı lale çılgınlığı sardı. Nadir bulunan laleler inanılmaz fiyatlara satılıyordu. 1629'da bir lale Amsterdam'da bir malikânenin fiyatına 12 bin guldene satılınca herkesin gözü bu çiçeğe çevrildi. Fakir insanlar bile lale yetiştirmeye başladı. Yetiştirilen laleler satılınca, daha pahalı lale soğanlar alınıyor ve ticaret hayatın her tarafını sarıyordu.

1636 sonbaharında çılgınlık iyice hat safhaya vardı ve lale ticareti kumara dönüştü. Laleler, bar ve batakhanelerde kendisinin yerine kime ait olduğunu belirten kâğıtlarla alınıp satılıyor, bir lale bir günde 10 kez el değiştiriyordu. Bu yüzden sıradan laleler bile inanılmaz fiyatlara ulaştı. Laleler açtığında fiyatların inanılmaz yüksekliği yüzünden tüccarlarda laleyi alacak para yoktu. Hollandalılar, artık lale almak yerine satmaya başladılar. Fiyatlar bir haftada yüzde 95 düştü. Büyük paralar kazananların yanı sıra battıkları için Amsterdam kanallarına atlayarak intihar edenler bile oldu. 1637'de devlet bu duruma el koyarak yeni bir düzenleme yapıp, lale ticaretini daha küçük ölçekli ve kontrol edilebilir bir duruma getirdi.

Gül yapraklarının Hz. Muhammed'in terinden olduğuna inanırlar.

Yıllar önce bir köşe yazarı, Fatih'in Hristiyan olduğunu iddia etmiş, buna delil olarak da minyatürlerinde İkinci Mehmed'in elinde gül olmasını göstermişti. Bizim köşe yazarlarımızın bir kısmı milletimizi tanımadıkları ve Müslümanlığı da bilmedikleri için gülün Peygamberimiz'in simgesi olduğundan da haberleri yoktur.

Avusturya Elçisi Busbecq, 16. yüzyılda Türkler'in gülde Hz. Muhammed'i gördüklerini şöyle anlatır: "Edirne'den geçerken nergis, sümbül ve lale gibi çiçekleri gördük. Bunların kış ortasında açmış olduğunu görmek bizi hayretler içinde bıraktı. Lalenin kokusu çok azdır ya da hiç yoktur. Fakat güzelliği ve renginin çeşitliliği insanı hayran bırakır. Türkler çiçeğe çok düşkündürler. Ayrıca gül yapraklarının da yere düşmesine hiç razı olmazlar. Bunların Hz. Muhammed'in terinden olduğuna inanırlar."

Türk mektupları

Kanunî Sultan Süleyman döneminde, 16. yüzyılın ortalarında Avusturya elçisi olarak İstanbul'a gelen Ogier Ghiselin de Busbecq, Flaman asıllı bir diplomattır. İstanbul'daki iki elçiliği 1562'ye kadar yaklaşık sekiz yıl sürdü. Busbecq, Alman İmparatorluğu ile Osmanlı Devleti arasındaki bozuk siyasî ilişkileri tekrar düzeltmek amacıyla gönderilmişti. Türkiye'ye geldiği sırada İran seferinde olan Kanunî ile görüşmek için Amasya'ya gitti. Hem bu seyahatinde, hem de İstanbul'da gördüklerini dostu Nikolaus Michault'ya yazdığı dört Latince mektupta anlattı. Sekiz yıl içinde, bir taraftan elçilik vazifesini yerine getirirken bir taraftan da bazı bitkilerle, eski sikke ve özellikle nadir 200'den fazla elyazması kitabı götürmüştü.

Busbecq, İstanbul'u, Türkler'in örf ve âdetlerini, Osmanlı devlet ve ordu düzenini, saray hakkında gördüklerini, duyduklarını mektuplarında anlatır. Özellikle Şehzade Mustafa'nın öldürülmesi ve Şehzade Bâyezid vak'ası hakkında geniş malumat verir.

Latince olarak yazdığı mektupları günümüze kadar başta İngilizce olmak üzere birçok Batı diline çevrilmiş, Türkçe'ye ilk tercümesi 1939'da Hüseyin Cahit Yalçın tarafından "Türk Mektupları" adıyla yapılmıştır.

Lale Devri

Hollanda'da 17. yüzyıl başlarında yaşanan lale çılgınlığı yaklaşık bir asır sonra İstanbul'da canlanıp, bir döneme adını verdi. 1703'te Osmanlı tahtına çıkan Üçüncü Ahmed tam bir lale tutkunuydu. Hükümdarlığı döneminde lale ön plana çıktı. 1718-1730 yılları arasına bu yüzden "Lale Devri" denildi.

Lale fiyatları arttı

Lale Devri'nde süslü bahçeler ön plana çıktı. Bu devirde bahçecilikle ilgili bilgiler bir sır gibi saklanırdı. Bu dönemde lale hakkında birçok kitap yazıldı. Şairler, yeni ortaya çıkan laleleri methettiler. Lale yetiştirme bir hastalık haline gelmişti. Laleye talebin aşırı artması fiyatları da yükseltti. Bunun üzerine devlet lalelerin türlerine göre fiyatlarını belirledi.


Erhan Afyoncu
(Bugün,2011)

2011 de sadece Erzurum Karayazı'da yetişen bir tür ters lale olan çiçeğin son kalan 57 adet soğanını sökerek yurtdışına götürmeye çalışan 2 Hollandalı sınırda yakalanmıştı.





28 Mart 1960 Hürriyet 

Hollanda'ya lale götürecek posta arabası dün geldi 

(1960) 400 yıldan sonra, Türkiye'den Hollanda'ya yeniden lale soğanı götürecek posta arabasını getiren konvoy, dün gece şehrimize vasıl olmuştur. Posta arabası ile 10 at ve 16 kişinin bulunduğu kafile, arkalarında büyük vagonlar olan 4 büyük kamyon, 1 benzin tankeri, 1 tamir arabası ve 1 otomobilden müteşekkildir.









Ogier Ghiselin De Busbecq - Türkiye'yi Böyle Gördüm (e-kitap)



Osmanlı - Türk tarihinin Batılılar tarafından anlatımı, her zaman ilgi çekici olmuştur. Hele bu anlatıcılar seyyahlar ve devlet adamları olunca anlatı daha da renkli bir hâl almaktadır. Ogier Ghiselin de Busbecq de bu anlatıcılardan biri. Esasında Osmanlının en parlak dönemlerinden Kanuni Sultan Süleyman zamanında Avusturya elçiliği yapmış bir asilzade Busbecq. 

Sekiz yıllık sefirliği boyunca Osmanlıya ve Türk insanına dair yaptığı gözlemler, arkadaşına gönderdiği uzun mektuplarda gizli kalamayacak kadar ilgi çekici ve şaşırtıcı saptamalarla dolu. Üstelik aktardığı bilgiler de tarihe düşülen bir not değerinde. Osmanlının politik, askeri, iktisadi ve sosyo-kültürel yapısına dair dönemsel bilgileri, gözlemleri ve tespitleri içeren bu kitap, son derece akıcı bir dille kaleme alınmış olan söz konusu mektupların bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştur. 

Busbecq, Türklerin ve Osmanlıdaki diğer milletlerin yaşayış tarzlarına dair ayrıntılı saptamalarıyla ve bu milletlere ilişkin bakışıyla; Anadoluda ve İstanbuldaki seyahatleri sırasında başından geçen ilginç ve tarihi olayları incelikli bir üslupla anlatmasıyla; Osmanlı devlet yönetimindeki önemli şahsiyetlere dair fikirleriyle okuyucuyu bir zaman tünelinde birlikte seyahat etmeye çağırıyor adeta. Kendi tarihine ve kültürel geçmişine dair merakı olan herkes, Busbecqin anılarından oluşan Türkiyeyi Böyle Gördüm kitabı sayesinde, hem bu merakını bir ölçüde de olsa giderebilecek hem de bir Batılının dönemin Osmanlı-Türk varlığına bakış açısını görebilecektir. 

Hazırlayan: Aysel Kurutluoğlu






















 HEPSİ DE BİRBİRİYLE İNİLTİ  
                                              TARİHTEN BİR KESİTTİ....

SB.

____________