SAYFALAR

21 Ağustos 2012 Salı

TRUVALILAR VE TÜRKLER



Truva / Troya / Troia yada Hititçe'deki gibi Truvisa ,İda Dağı eteklerinde Çanakkale Boğazına açılan koyun kenarında ki Hisarlık Tepesinde bulunur. 1996'dan beri Milli Park ve 1998'den beri de UNESCO Dünya Miras listesindedir.
Truva, dünyadaki en ünlü antik kentlerden birisidir. Truva’da görülen 9 katman, kesintisiz olarak 3000 yıldan fazla bir zamanı göstermekte ve Anadolu, Ege ve Balkanların buluştuğu bu benzersiz coğrafyada yerleşmiş olan uygarlıkları izlememizi sağlamaktadır. Truva’daki en erken yerleşim katı M.Ö. 3000-2500 ile erken Bronz Çağı’na tarihlenmektedir, daha sonra sürekli yerleşim gören Truva katmanları M.Ö. 85 – M.S. 8. yüzyıla tarihlenen Roma Dönemi ile sona ermektedir. 
Truva, bulunduğu coğrafi konum nedeniyle burada hüküm süren uygarlıkların diğer bölgelerle ticari ve kültürel bağlantıları açısından daima çok önemli bir rol üstlenmiştir. Truva ayrıca gösterdiği kesintisiz katmanlaşma ile Avrupa ve Ege’deki diğer arkeolojik alanlar için referans görevi görmektedir. İlk olarak 1871’de tüccar/arkeolog/casus Heinrich Schliemann, daha sonra W. Dörpfeld, C.W Blegen ,Manfred Korfmann (işçiler tarafından Osman hoca diye anılan Korfmann, 2003 yılında TC vatandaşlığını almıştı :1942-2005) tarafından kazılmış olan bu görkemli arkeolojik şehirde kazılar halen Tübingen Üniversitesi tarafından sürdürülmektedir.
YÜZYILLARDAN BERİ ANLATILAN DESTAN


HOMEROS 
Zeus bize ,ünü sonsuza kadar sürecekse de gelmesi çok uzun süren ve yerine getirilmesi çok uzun sürecek olan bu alameti gönderdi. Yılan sekiz yavruyu ve onları yumurtlayan serçeyi yedi ki bu dokuz eder ve biz de Truva (Troya)'da dokuz yıl savaşacağız ama onuncu yılda kenti alacağız.

HOMEROS MÖ.8.yüzyıl İlyada


Tetis'in Düğünü ve Eris

Nimph Tetis dillere destan bir genç kızmış.Tanrılar tanrısı Zeus ile denizler tanrısı Poseidon bile Tetis ile evlenmek istemişler. Ancak Tetis in bir özelliği varmış, doğuracağı çocuk babasından daha güçlü ve akıllı olacakmış. Zeus ile Poseidon genç kızın bu özelliğini bildiklerinden onunla evlenmemişler.Tanrılar Tetis’i elde edemeyince onu ölümlü bir erkeğe vererek kurtulmak istemişler. Güzel nenfe koca olarak Tesalyalı Peleus’u seçmişler. Peleus o zamana kadar talihi yaver gitmeyen bir kralmış. Bereket Yunan tanrılarının bir çoğunu yetiştirmiş olan bilge Kentaur Khiron kendini sever ve korurmuş. Tetis ise tanrılardan Zeus yada Poseidon ile evlenmeyi hayal ediyormuş, kendisine ölümlü biriyle evleneceği söylenince hırsından küplere binmiş.Kaçıp kurtulmaya karar vermiş.İlkin kızgın bir alev halini almış, sonra berrak bir akarsu olmuş.Daha sonra sırasıyla ağaç,kaplan ve yılan kılığına girmiş.
MÖ.5.YY.TETİS  HİPPOKAMPOS İLE AŞİL'E SİLAHLARINI GETİRİRKEN
En sonunda da dev bir polip kesilmiş.Bütün bunlara rağmen,Khiron’un yardımıyla Peleus genç kızın yanına ulaşmış.Tetis bakmış ki Zeus ile evlenmesi olanaksız, Peleus ile evlenmeyi kabul etmiş. Genç kızın bu uysallığını ödüllendirmek isteyen bütün tanrılar düğünde bulunmuş. Pelius dağında yapılan düğün,o zaman kadar görülenlerin en güzeli olmuş.Bütün tanrılar en güzel hediyelerle düğüne gelmiş. 

Peleus ile Tetis in düğünü eşsiz olmuş ama yine de can sıkıcı bir olayla karşılaşılmış.Olimpos tanrıları kavga tanrıçası Eris’i düğüne çağırmamışlar ki yeni evlilere zararı dokunmasın. Ne var ki Eris bunu anlamış ve koşa koşa Pelius dağına gidip şölene yetişmiş.Tanrılarla insanların birarada oturup,damatla gelinin şerefine kadeh kaldırmaları kendisini çileden çıkartmış. Öç almak için bir plan kurmuş.

Tabaklardan birinden gizlice bir altın elma almış. Bir kağıt parçasının üzerine “bu elmayı tanrıçaların en güzeline verin”cümlesini yazmış. Tartışmalara, anlaşmazlıklara yol açacağından emin olarakta oradan uzaklaşmış. (Adem ile Havva ve yasak meyve.SB.)

Gerçekten de çok geçmeden tanrılar elmayı bulmuşlar. Kağıdı okuyunca ne yapacaklarını şaşırmışlar.  Tanrıçalardan birisinin diğerinden daha güzel olduğunu ileri sürebilmek yürekliliğini kimse gösterememiş. Yine Zeus imdada yetişmiş. Olimpos tanrılarının birbirine girmemesi için, güzellik yarışmasının sadece üç tanrıça arasında arasında yapılmasını emretmiş.
Karısı Hera,kızı Athena ve aşk tanrıçası Afrodit’ten başkasının yarışmasına engel olmuş.Altın elmanın verileceği en güzel tanrıçayı seçecek yargıç da yine Zeus’un isteğiyle bir ölümlü olmuş.Yargıcın Olimpos dağının en uzağında oturan bir ölümlü olması kararlaştırılmış.
O sıralarda İda dağında yaşayan akıllı mı akıllı,zevkli mi zevkli delikanlı bir çoban varmış. Zeus yargıç olarak bu delikanlıyı seçmiş.
ÜÇ GÜZEL İLE PARİS - Hendrick van Balen (1575-1632) 
Paris'in Seçimi

Bu çoban Paris’ti.Truva kralı’nın oğluydu. Babası kral olduğu halde  sarayda yaşamıyordu. Günlerini dağdaki çobanlarla birlikte geçiriyordu. Paris’in babası halkının iyiliğini isteyen,ülkesinin barış içinde yaşaması için elinden geleni yapan bir kraldı. Kral’ın karısı bir gece korkunç bir düş görmüş. Göğsünden çıkan alevler bütün Truva’yı sarıp,kül ediyormuş. Bu düşü yorumlayan falcılar ve bilgeler, kraliçenin doğacak ilk erkek çocuğunun, otuzaltı yaşına varmadan önce Truva’nın felaketine neden olacağını söylemişler. Bunun üzerine kral ve kraliçe doğacak ilk çocularını kurban etmeye karar vermişler. Gerçekten de çok geçmeden bir erkek çocukları dünyaya gelmiş. Kral bebeği bir çobana vermiş. Götürüp İda dağının tepesine bırakmasını söylemiş. Orada bırakılan bebeğin açlık ve soğuktan öleceğini hesaplamış. Çoban kralın dediğini yağmış ama o günden sonra vicdanı bir türlü rahat edememiş. Sonunda dayanamayıp İda dağına çıkmış ve bebeği karşısında sağ bulunca şaşırmış. Bebek doğanın yardımıyla beslenmiş ,bunun üzerine çoban bebeği evine götürmüş ve adını da Paris koymuş. 

Paris yıllar geçtikçe büyümüş ,akıllı ve yakışıklı bir delikanlı olmuş.
Paris bir gün koyunları otlatırken, karşısına birbirinden güzel Athena, Hera ve Afrodit çıkar.  Paris’e cevabı zor bir soru sorarlar. “İçimizden hangisi en güzel söyle bakalım?” derler.

Paris bir an şaşırır. Bu sırada Hera altın elmayı delikanlıya uzatır. “İçimizden hangisi en güzelse almayı ona vereceksin” der. Bu sırada da Paris’in kulağına “Beni seçecek olursan , seni Asya’nın en büyük kralı yaparım diye fısıldar. Athena’da geri kalmamak için kendisini seçerse,delikanlıyı bilge yapacağını söyler. O zamana kadar susan Afrodit ise kendisinin seçilmesi halinde, Paris’in dünyanın en güzel kadınının aşkını vereceğini söyler. Büsbütün şaşıran Paris, yapılan bütün teklifleri düşünür. Sonunda gençlik damarı üstün gelir. Dünyanın en güzel kadınıyla evlenme fikrini benimser. Afrodit’in dünyanın en güzel kadını olduğunu söyleyerek elmayı ona verir. Bu karar diğer iki tanrıçayı kızdırır ve öç almaya yemin ederek oradan uzaklaşırlar. 

O sıralarda İda dağı yakınlarındaki Truva kentinde spor yarışmaları düzenlenmişti.Yarışmalar genç yaşta ölen bir prensin anısına yapılacaktı. Paris de dağdan inip yarışmaları izlemeye gitti. Seyirciler sırım gibi bir delikanlıyı aralarında görünce, onu da yarışmaya katılmak için zorladılar. Paris’de istemeye istemeye yarışmalara girdi ve diğer kardeşleriyle yarıştı. Bütün yarışmaları birincilikle bitirdi. Hiç tanımadıkları bir yabancıya yenilen kardeşler çok kızdılar. Paris’i öldürmeye karar verdier. Bunun üzerine Paris,kimliğini açıkladı. Kral, İda dağına yolladığı oğlunu unutmamıştı. Paris’in kim olduğunu öğrenince çok sevindi.
Paris o sıralarda otuz yaşındaydı. Falcıların söyledikleri gibi hiç de Truva’ya felaket getireceğe benzemiyordu. Herkes falcıların yanılmış olduğunu düşündü. Paris babası ve kardeşiyle birlikte saraya döndü. Ve rahat bir yaşama kavuştu. 
HELEN,PARİS,ANDROMACHE,HECTOR,KEBRİONES MÖ.540 
Ve Kader Ağlarını Örmeye Başlıyor... 

O sıralarda kralın akrabalarından bir prenses ölmüş ve krala da miras bırakmıştı. Fakat prensesin Yunanlı kocası bu mirası vermeye razı olmuyordu. Bunun üzerine kral,oğlu Paris’i bu işle görevlendirdi. Meneleos konuğunu çok iyi karşıladı. Büyük konukseverlik gösterdi. Paris bu sırada Yunanlı kadınların en güzeliyle tanıştı. Helena’yı görür görmez aşık oldu. Afrodit’in vaadi burada delikanlının imdadına yetişti. Helena’da Paris’i sevmeye başladı. Meneleos’un olmadığı bir gün, Paris gördüğü konukseverliğe ihanet ederek, genç kraliçeyle Truva’ya doğru yola çıktı. Paris Truva’da, Helena ile evlendi. Bunu duyan Meneleos, Yunan prenslerinin verdikleri söze uyarak kendisiyle Truva’ya gelmelerini istedi. Meneleos’un kardeşi Yunan krallarının en güçlüsü Agamemnon idi. Truva’ya karşı yapılacak savaşın gücünü arttıracağını anlamıştı. Yunan prenslerini de ikna ederek hep birlikte Truva’ya karşı hücuma geçmeye karar verdiler. (Helen bahanedir, Boğazların kontrolünü almak, esas amaçtır.SB.)

Yunanistan’daki birçok orduyu ve prensi savaşa hazırlamak hiç kolay olmadı. Verdikleri sözlere rağmen, birçok prens bahaneler bulup savaşa katılmamayı denediler. Örneğin  içlerinden bir kral, davete gelen elçilere, deli taklidi yaptı.

Diğer yandan yaşlı kahin Kalkante, Akhaiaların Truva savaşını kazanmalarının bazı şartlara bağlı olduğunu söylemişti.
Bunun için Herakles’in yayı ile oklarını da birlikte götürmek ,Peleus ile Tetis’in oğlu genç kahraman Aşil/Achilleus’un da ordu ile birlikte Truva’ya gitmesi gibi.
Herakles’in silahlarını Filoktetes adlı bir kahraman saklıyordu. Bu kahraman Herakles’in kendini yaktığı odun yığınını ateşlemişti. Herakles ölmeden önce yayını ve oklarını yanacağı ateşi tutuşturacak olan Filoktetes’e bırakmıştı.
Filoktetes, Truva savaşına katılma teklifini hemen kabul etti. Herakles’in silahlarını yanına alarak savaşçılara katıldı. Akhilleus’un orduya katılması ise zorluklar doğurdu. Annesi Tetis oğlunun tehlikeli serüvenlere katılmasını hiç istemiyordu.

Gerçekten de ölümlü bir erkekle evlenmek zorunda kalan Tetis, hiç olmazsa oğlunun ölümsüzleşmesini istiyordu. Akhilleus doğar doğmaz,onu ölümsüz kılmak için elinden geleni yapmıştı. İlk olarak bebeği cehennem ülkelerinde akmakta olan Stiks ırmağında yıkamıştı. Böylece Akhilleus bir çeşit ayrıcalık kazanmıştı. Gerçekten de onu ok, kılıç gibi silahlarla yaralamak artık olanaksızdı. Akhilleus ancak topuklarından yaralanabilirdi. Çünkü annesi oğlunu ırmağa sokarken topuklarından tutmuş, topuklar suya girmemişti. Daha sonra Tetis Akhilleus’u ölümsüz kılmak için başka denemelere girişmişti. Çocuğu ateşe tutarak içinde bulunan bütün ölümlü şeyleri yakmıştı. Ne var ki Tetis’in çabaları günün birinde,bir başkası tarafından baltalanmıştı. Eşi bir gece oğlunun alevlere tutulduğunu görünce çığlık atmış ve büyü bozulmuştu.Buna çok üzülen Tetis evini terkedip yeniden denizlere dönmüştü.  Peleus çocuğun eğitimini kentaur Khiron’a bırakmıştı. Tetis oğlu Akhilleus’un Truva savaşında öleceğini öğrenmişti. Oğlunu bu büyük tehlikeden korumak için, Khiron’un yanından kaçırıp,kız giysileri giydirdi. Ve bir adaya sakladı. Ancak Odisseus bu kurnazlığı sezmişti. Akhilleus’u saklandığı yerden bulup çıkartmak görevini üstlendi. Satıcı kılığına girerek adaya gitti. Sarayın kapısına varıp, prenseslere mücevher getirdiğini söyledi. Prenseslerin odasına girince, çantasını açıp mücevherleri masanın üzerine dizdi. Genç kızlar hayranlıkla mücevherleri izlerken, bir iskemlenin üzerine kalkan ve mızrak koydu. Birden savaş boruları çalmaya başladı. Savaş naraları duyuldu. Kızlar korku ile oraya buraya kaçıştılar. Karşısında gördüğü silahların çekiciliğine dayanamayan Achilleus, üzerindeki kız giysilerini atarak fırladı. Kalkanı ve mızrağı eline aldı. Böylece kimliği ortaya çıkmış oldu.
ODYSSEUS VE  ACHİLLES
Artemis ile İfigenia

Truva’ya gitmek için yola çıkan savaşçıları çeşitli zorluklar beklemektedir. İlkin denizde büyük bir fırtına kopar.  Gemiler birbirini kaybeder. Neden sonra fırtına diner. Donanmanın yeniden bir araya gelmesi için günler geçer. Bu sefer de başka bir engelle karşılaşılır. Rüzgar esmediği için yelkenler şişmez. Gemiler limandan dışarı çıkamaz. Rüzgarların esmemesi sebepsiz değildir. Orduların başında bulunan Agamemnon, Artemis’in çok sevdiği bir geyiği öldürür. Geyiğin ölmesine çok üzülen Artemis, rüzgarların esmesini durdurarak öç alır. Yelkenlerin yeniden şişmesi için kahin Kalkante’ye başvurulur. Kalkante bir çözüm yolu önerir ama korkunç bir çözüm yoludur bu. 
ARTEMİS VE İFİGENİA
Çünkü kahin, Agamemnon’un kızı İfigenia’nın tanrıça Artemis’ kurban edilmesini istemektedir. Agamemnon başladığı seferi zaferlebitirebilmek için, kızını tanrıçaya kurban etmeye razı olur.Odisseus’u çağırıp, kızını getirmekle görevlendirir. Odisseus geri dönüp kraliçeye kızının Akhilleus ile evlenmesinin kararlaştırıldığını söyler. Kraliçe bu habere sevinir. Kızını Odesseus ile limana yollar. Genç kız ancak burada kendisiini bekleyen korkunç sonu öğrenir. İfigenia babasının isteğine boyun eğer. Genç kız tanrıça Artemis’e kurban edileceği sunağa  götürülür. Rahip bıçağını kaldırıp kızı kurban edecekken, Artemis dayanamaz. İfigenia’ya acır. Bir buluta sardığı gibi genç kızı uzaklardaki bir ülkeye götürür. Sunağa bir dişi geyik yollar. Rahip dişi geyiği kurban edince birden rüzgarlar esmeye başlar. Donanma artık Truva seferine başlayabilecek durumdadır. İfigenia ise götürüldüğü ülkede bir tapınağın rahibesi olur. (İbrahim peygamber ve Kurban.SB.)

Savaşta Geçen Dokuz Yıl 

Truva’ya doğru yol alan  gemiler, birara Ege denizindeki bir adaya uğrayıp dinlenirler. Fakat aksilikler birbirini izlediğinden, burada da yeni bir kaza ile karşılaşırlar. Bir koruda dinlenmekte olan Filokletes’i yılan sokar. Ayağı birden şişer. Yılanın soktuğu yer çok geçmeden kokmaya başlar. Bir süre sonra koku öylesine çoğalır ki, kimse Filoktetes’in yanına yaklaşamaz. Bunun üzerine Odisseus’a yeni bir görev verilir. Filoktetes’i alıp bir adaya götürür. Herakles’in yayı ile oklarını da bırakir ki,avlanıp karnını doyurabilsin. Fakat yayı ve okları bırakmakla büyük hata yapar. Akhaila’rın ok ve yay olmaksızın savaşı kazanmaları olanaksızdır. Odisseus geri döndükten sonra donanma tekrar Truva’ya doğru yola koyulur. Truva’ya yaklaşınca düşman kentine elçiler yollanır. Elçiler Helena’nın geri verilmesini isterler.Bu teklife Paris çok kızar. Artık savaş kaçınılmaz hale gelmiştir. Ancak Akhia gemilerinden hiç kimse karaya çıkmamaktadır. 
Bunun nedeni bir kahinin Truva toprağına ayak basacak ilk askerin, hemen öleceğini söylemiş olmasıdır. Sonunda Teselyalı bir prens kendini feda etmeye karar verir. İlk olarak Truva topraklarına ayak basar. Gemiden inmesiyle birlikte de bir düşman oku, genç adamı cansız yere yıkar. Prensin ölüm haberine eşi çok üzülür. Gece gündüz gözyaşı döker. Genç kadının bu hali tanrıların merhametini uyandırır. Hermes’i yanına gönderirler. Hermes kadını yeraltı ülkelerine götürüp, kısa bir süre içinde olsa kocasını görmesini sağlar. Genç kadın kocasını görünce sevinçten çılgına döner. Fakat ayrılma saati gelince yine büyük bir umutsuzluğa kapılır. Kocası kendisinden uzaklaşınca,yine ona kavuşabilmek için, canına kıyar. Böylece sevgililer yeraltında birleşir.
TANRI VE TANRIÇALAR/OLYMPOS VEYA KAZ DAĞLARINDA
Tanrıların Truva Savaşında Tutumu

Savaşın dokuzuncu yılında Akhaia’lar açısından çok önemli bir olay meydana gelir. Akhilleus savaş alanından çekilir. Akhilleus’tan yoksun kalan Akhaialar, Truvalılar tarafından sürekli bozguna uğratılmaya başlarlar. 

Truva savaşında Yunan tanrıları da taraflardan birini tutuyordu. Afrodit ile Apollon Truvalıları destekliyordu. Hera ile Athena ise Akhaia’lıların yanındaydı. Akhaia’laların ordugahına bir gün Apollon rahibi Krises geldi. Başkomutan Agamemnon ile konuşmak istediğini söyledi. Rahibi Agaemnon’un çadırına götürdüler. Rahip Agamemnon’un ayaklarına kapanarak, başkomutanın kendisine gözde yapmış olduğu kızını serbest bırakmasını istedi. Agamemnon bu isteğe kızarak, rahibi yanından kovdu. Bunun üzerine Krises, Akhaila’ları lanetleyerek Truva’ya döndü. Bu rahibin böyle bir davranışa uğraması Apollo’yu da kızdırmıştı. Öç almak için Akhaia askerleri arasında veba hastalığını yaydı. Bütün çabalarına rağmen hastalığı yenemediler. Hergün bir sürü er vebadan ölüyordu. Bunun üzerine kumandanlar bir toplantı yaptı. 
ATHENA TARAFINDAN SAKİNLEŞTİRİLEN AŞİL

Toplantıda Agamemnon’un rahibin kızını geri vermesi kararlaştırıldı. Komutan istemeye istemeye bu karara uymak zorunda kaldı. Ancak geri verdiği gözdesi yerine, Akhilleus’un gözdesini istedi. Akhilleus da gözdesini vermeye razı oldu ancak savaşı terketti. Bu olaydan sonra savaş talihi Truvalılara gülmeye başladı. Bu durum karşısında Akhilleus’un en yakın arkadaşı Petraklos, kapandığı çadırdan dışarı çıkmayan Akhilleus’un yanına giderek, savaşa yeniden dönmesi için kandırmaya çalıştı. Bunu başaramayınca,bir teklif yaptı. Kendi Akhilleus’un silahlarını kuşanarak savaşacak olursa, Truvalılar onu Akhilleus sanıp umutsuzluğa düşeceklerdi. Akhilleus bu isteği kabul etti. Fakat başkasının silahları ile dövüşmek Petraklos’a uğurlu gelmemişti. Daha ilk çarpışmada Hektor, Petraklos’u öldürdü. Akhilleus’un öldüğünü sana Hektor,rakibinin silahlarını alarak sevinçle Truva’ya döndü. Truvalılar buna çok sevindiler. Akhilleus ise sevdiği arkadaşının ölüm haberine çok üzüldü. Öç almaya karar verdi. Hefaistos’un özel olarak hazırladığı silahları kuşanarak yeniden savaş alanına döndü. Akhilleus’un dönmesiyle Truvalılar çarpışmada büyük bir bozguna uğradı. Akhilleus, ünlü Truva savaşçısı Hektor ile dövüştü ve Hektor öldü. Truva savaşının bu bölümleri ünlü İlyada destanında da anlatılır. 
ACHİLLEUS HEKTOR'UN CESEDİNİ SÜRÜKLERKEN
Truva ordularının en önemli savaşçısının ölümü, Truvalıların savaşı kaybedecekleri anlamına geliyordu. Bu nedenle dostları Truvalılara yardım amacıyla ordular yolladılar.Bunlardan biri de Asya ordularını korkudan titreten ve kadın savaşçılardan oluşan Amazonlardı. 
Fakat Akhilleus Amazonların kraliçesini öldürdü. Amazonlar başsız kaldı. Habeş kralı Memnon’da aynı sonuca uğradı. Savaşın iyiden iyiye Akhaia’lılardan yana geliştiği bir sırada, Truvalılar için beklenmedik bir umut ışığı belirdi. Akhilleus, Truva kralının kızlarından birine aşık oldu ve haber gönderip barış teklif etti. Kral da bunu kabul edince, Achilleus düğün hazırlıklarını konuşmak için kralın elçisiyle, Apollon tapınağında buluştu. Konuşurlarken, oradan hiçbirşeyden haberi olmayan Paris geçiyordu. Akhilleus’u görünce hemen yayına bir ok yerleştirip, fırlattı. Apollon oku Achilleus’un tek ölümlü noktası olan topuklarına saplattı. Achilleus o anda öldü. Böylece Truva savaşçılarının belki de en beceriksizi, Akhia savaşçılarının en yüreklisini öldürmüş oldu.
TRUVA'DAKİ AMAZONLAR : ALKİBİE , ANTANDRE , ANTİOKHE, BREMUSA ,DERİMAKHEİA ,DERİNOE, EVANDRE, HARMOTHOE, HİPPOLYTE II , HİPPOLYTE III , HİPPOTHOE IV , KLONİE , PENTHESİLA , POLEMUSA, THERMODOSA

Akhilleus büyük bir törenle arkadaşının yanına bir höyüğe gömüldü. Silahlarının en yiğit savaşçıya verilmesi kararlaştırıldı ve Athena’nın isteği üzerine Odisseus’a verildi. 
HEKTOR YUVAYA GETİRİLİYOR / LAHİT MS.180-210
Yanlış Bir Karar ve Değişen Hayatlar ile Coğrafya

Akhilleus’dan sonra Akhaia’lıların en yürekli savaşçısı Odisseus oldu. Fakat Odisseus, savaşı yönetirken birtakım kurnazlıklara başvurdu. Odisseus,herşeyden önce Truvalıları yenmek için Heraklas’in silahlarına ihtiyaç olduğuna innaıyordu. Bu nedenle arkadaşıyla birlikte Lemnos adasına gitti. Orada iyileşmiş olan Filoktetes’i alarak tekrar orduya döndüler. Bu iş bitince başka bir serüvene giriştiler. Tanrıça Athena’nın tahtadan yapılmış ve palladion adını taşıyan bir heykeli vardı. Bu heykel Truva’da kaldığı sürece Truva’nın düşman eline geçmesi olanaksızdı. Truva’nın kaderi bu heykele bağlıydı. Odisseus ile arkadaşı kılık değiştirip gizlice Truva’ya girdiler ve heykeli çalıp kaçtılar. Bundan sonra sıra başka bir zorluğun çözümüne geldi. Akhilleus’un ölmesi Truva kentinin ele geçirilmesini olanaksızlaştırmıştı. Çünkü Truva kentinin duvarlarını Apollon ve Poseidon, bir ölümlüyle birlikte örmüşlerdi. Truva’yı ele geçirecek orduda bu ölümlünün soyundan birinin mutlaka olması gerekliydi. Akhilleus bu soydandı. Kadın kılığında uzun süre Skilos adasında kalan Odisseus, bu adada Akhilleus’un bir oğlu olduğunu biliyordu. Bu çocuk adanın kralının kızıyla Akhilleus’un gizlice evlenmesinden olmuştu. Odisseus,büyüyüp bir delikanlı olmuş olan genci birlikte savaşmak için ikna etti. Artık Truva kentini ele geçirmek için karşılaşılan engellerin çoğu aşılmıştı. İş son bir hücumla kenti ele geçirmeye kalmıştı. 
Odisseus, ordunun kaybını daha azaltmak amacıyla hücum yerine bir tuzak kurmayı düşündü. Tahtadan büyük  bir at yapıldı. Atın karnında elli savaşçıyı alacak şekilde bir oda vardı. Atın yapımı tamamlanınca Akhia’nın en güçlü elli savaşçısı buraya gizlendi. Ordunun geri kalanı çekildi ve gemilere binip uzaklaştı.Truvalılara savaştan vazgeçtikleri izlenimini vermeye çalışıyorlardı. Gemiler en yakın adanın arkasına gizlendiler. Düşmanının savaştan vazgeçtiğini sanan Truvalılar, hemen sevinçle kent duvarlarının dışına çıktılar. Büyük bir merakla tahta ata yaklaştılar. Atın yanında korkudan tit tir titreyen bir düşman savaşçısı buldular. Savaşçı onlara Akhaia’lıların, Truva’yı almaktan vazgeçtiklerini söyledi. Tahta atı da tanrıça Athena için yaptıklarını, Truvalılar kapılarından sokamasın diye bu kadar büyük yaptıklarını söyledi. Son olarak da, atın Truva’ya sokulması halinde Athena’nın Akhaia’lar yerine, Truvalıları koruyacağını anlattı. Savaşçını dediklerine Truvalılar inandı. Her ne olursa olsun tahta atı kapılarından içeri sokmaya karar verdiler. Tahta at kapıdan sığmadığı için duvarlarının bir kısmını yıkmaya başladılar. Bu arada bilgelerden biri yapılan işin yanlış olduğunu anlatmaya çalıştı fakat dinletemedi. Bu arada tanrıça Athena tarafından denizden gönderilmiş iki zehirli yılan bilgeyi soktu. Truvalılar bunu da kendilerinden yana yorumladılar. Oldukça zor bir çalışmadan sonra tahta at gedikten sokuldu. Bu halk arasında büyük bir sevinç yarattı. Artık herkes kara günlerin geride kaldığını düşündü oysa yanılmaktaydılar.

Tahta atın şerefine Truvalılar bir gece eğlencesi düzenlerler. Yiyip, içip hora teperler. Gece yarısı herkes içkinin  ve yorgunluğun etkisiyle sızar. Bunun üzerine atın karnına saklanmış olan Akhaia savaşçıları dışarıya çıkar. Adanın arkasına gizlenmiş olan savaş gemilerinin dönmesi için ışıkla haber verirler. Sonra uyumakta olan Truva’lı savaşçıları teker teker öldürürler. Truva’lıların pek azı kendine gelip, düşmanla kısa bir süre için de olsa savaşırlar. İhtiyar Priamos canını kurtarmak için Zeus sunağına sığınır. Fakat Akhilleus’un oğlu Neoptolomos yetişip, Priamos’u öldürür. Neaptolomos zaten bir hafta önce Paris’i de öldürmüştür. Truva Kralının bütün çocukları bu saldırıda ölür. Sadece Klitemnestra sağ kalır. Onu da Agamemnon kendisine köle yapar.
Priamos’un karısı Hekabe çocuklarının ölüsü ile karşılaşınca çılgına döner. Kendisini yerlere atıp günlerce ağlar. Sonunda dişi bir köpek halini alıp, mehtaplı gecelerde sabaha kadar ulur. Hektor’un küçük oğlu Astianaks’ı Odisseus kentin duvarlarından aşağı atar. Meneleos’da nihayet Helena’sına kavuşur. Meneleos kendine ihanet etmiş olan Helena’yı cezalandırmaz!  
Akharia’lar Truva’yı ele geçirdikten sonra ateşe verirler. Bütün kent yanar ve tarih içinde gömülüp gider.


Truvalılar savaşı kaybetmemiş olsaydı, Ege'nin tarihi değişebilirdi.
Truvalılar savaşı kaybetmemiş olsaydı, Avrupa'nın tarihi değişebilirdi.
Truvalılar savaşı kaybetmemiş olsaydı, Türklerin tarihi değişebilirdi.
ve
Truvalılar savaşı kaybetmemiş olsaydı, 
Anaerkil yaşam devam edecekti.


SB.

***
Troyalılar Niye Türk Olsun?

Rönesans döneminde -ya da kabaca matbaanın bulunuşundan 1600 yılına kadar- belli başlı Avrupa dillerinde Türkleri konu edinen binlerce kitap ve broşür yayımlanmıştır. Bunun nedeni Türklerin Avrupalılar tarafından bir tehdit olarak algılanması ise de, amaç yalnızca kötülemek ya da onların ortadan kaldırılmasının yollarını araştırmak değil, bu ilk tepkilerin ötesinde Türkleri değerlendirmek, anlamak, dolayısıyla da kendilerini bu tehlikeli komşuluğa alıştırmak olmuştur. “Barbarlık” ve”kâfirlik” damgasını vurarak dışlamaya çalışan yüklü bir edebiyatın yanısıra, Rönesans aydınlarının önemli ve seçkin bir bölümü, Türkleri kendi zihinsel evrenlerine çekip Batı’nın tarihsel ve ideolojik algılamalarıyla irdeleyerek bir biçimde ehlileştirmeye çalışmışlardır.

Türklerle Haçlı seferleri sırasında karşılaşanve onların Orta Asya kökenli olduklarını bilen Avrupalı tarihçiler, 14.yüzyılda onlara yeni bir köken arayacaklardır. Osmanlıların Avrupa kıtasına geçtikleri 1354 yılında ölen Venedik doçu ve tarihçisi Andrea Dandolo şöyle yazmaktadır:

"Türklerin vatanı Kafkas dağlarının arkasındadır, kökenleri Truvalılar kralı Priamos’un oğlu Troilos’un oğlu Turkos’a dayanmaktadır. Turkos, kentin alınmasından sonra yandaşlarının büyük bir bölümüyle bu yörelere sığınmıştır."(1) 

Bundan böyle,Rönesans bilginleri Türklerin Truvalı kökenlerini tescil edeceklerdir.Türkler, Batı tarih kurgusunun kökenini oluşturan Yunan mitolojisine bağlanıp “bizden biri” olmakla kalmıyor, aynı zamanda Roma İmparatorluğu’nun son kalıntısı Konstantinopolis’i alacak olanlar,Roma’nın kurucusu Aeneas’la akraba oluyordu. Böylece de imparatorluk yok olmayıp aynı ailenin içinde kalıyordu.

Ortaçağdan beri ve Fransa krallarından başlayarak birçok Avrupa hanedanı, kendilerini Truva savaşının kahramanlarına bağlamak, böylece Batı’da Roma İmparatorluğu’nun devamı sayılan Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu’nun başındaki Alman prensleriyle boy ölçüşmek istemişlerdir; ancak burada Truva kökenini kendilerine yakıştıran Türkler değil, Avrupalıların kendisidir.

Durum aslında daha da karmaşıktır, çünkü Truva,Yunanlılarla Truvalıların savaşı ile ünlenmiştir. Bu savaşta Truvalılar yenilmiş, ancak Aeneas’la birlikte kurtulan bir grup Roma’yı kurmuş ve Roma zamanla genişleyerek Yunanlıları yenmiş, Truva’nın intikamını almıştır. Oysa Roma İmparatorluğu doğuya kayıp Konstantinopolis’i başkent yaptıktan sonra Yunanlaşmış, iktidar yeniden Yunanlılara geçmiştir. Bu defa ise Asya’nın derinliklerine sığınmış başka birTruvalı grup, Türkler, geri dönerek ikinci intikamı alacaktır.İstanbul’un fethinden önce bu yorumun son Bizanslılar arasında yerleşmiş olduğunu görüyoruz. Kente 1437 yılının sonunda gelen Katalan Pero Tafur, burada herkesin ağzında olan bir sözü not ediyor: “TürklerTruva’nın intikamını alacaktır.“ (2)

Truva-Yunan savaşı aynı zamanda Doğu ile Batı’nın, Asya ile Avrupa’nın birbirleriyle verdikleri mücadelenin ilk nüvesini oluşturmaktadır. Truvalı-Türklerin dönüşü de Asyalıların zaferini müjdelemektedir. Böyle bir yorum ise, Fatih’in tarihçisi Kritovulos‘a göre, padişah tarafindan da benimsenmiştir. 1462 yılında Midilli’yi kuşatmaya giden II. Mehmed, Truva’da durup Homeros’ta adı geçen kahramanların mezarlarını aramış ve şöyle demiştir: 

"Tanrı,yıllarca sonra olsa bile, bu kentin ve bunda yaşayanların intikamını bana nasip etmiştir. Eskiden bu kenti yıkan Yunanlıların,Makedonyalıların, Tesalyalıların, Moralıların çocukları, sayemde, uzun yıllar geçtikten sonra, biz Asyalılara karşı o dönemde ve ondan sonra da sık sık yaptıkları haksızlıklardan dolayı hak ettikleri cezayıbulmuşlardır."(3)

İki yüz yıldan beri Venedik ile İstanbul arasında dolaşan bu söylentinin Fatih Sultan Mehmed’in kulaklarına kadar gelmesive onun tarafından da benimsenmesi doğaldır. Kendisi de gençliğinden beri bu kültürü tanımış ve kahramanlarından biri olmak istemiştir.Troya’yı ziyaret ettiği dönemde kütüphanesi için İlyada‘nın Yunanca bir kopyasını yaptırmış, (4) ertesi yıl, kendisi ile İstanbul’da görüşen Floransalı Benedetto Dei‘ye, “aynı zamanda İskender ve Kserkses,Kartacalı Hannibal ve Afrikalı Scipion, Pyrhus ve bugüne kadar gelip geçmiş binlerce hükümdar” gücünde olmak istediğini anlatmıştı.(5)

Böylece, Türklerin ortaya çıkması ve Anadolu ve Antik Yunan topraklarını ele geçirmesi, Rönesans Avrupa’sı tarafından, Truvalıların dönüşü olarak yorumlanmıştır. Ancak Osmanlı devletinin Avrupa içlerine ve Akdeniz’in batısına ilerlemesi Truva benzetmesini yetersiz bırakıyordu.Truvalıların bu yeni kolu, Yunanlılardan intikam almakla yetinmeyip,ağabeyleri Romalılar gibi yeni bir imparatorluk kurarak Roma’nın devamcısı olma yolundaydı. 1513 ile 1519 yılları arasında Romalı tarihçi Titus Livius‘un yapıtı üzerine yorumlar yazan İtalyan düşünürü Niccolo Machiavelli şöyle der

"Roma mülkünü tümüyle elde tutacak bir imparatorlugun türememesine karşin, en azindan bu topraklarin güzel bir erdem içinde yaşayan milletler arasinda paylaşilmiş oldugu görüldü. Franklarin, Türklerin, Misir sultaninin ve günümüzde Almanya halklarinin kurmuş olduklari imparatorluklar bunlarin arasindadir."(6)

Bu satirlarin yazildigi sirada gerçekten de Türkler, Roma İmparatorlugu’nun mirasçisi olabilecek adaylardan yalnizca biridir. Ancak bu arada, Machiavelli’nin siraladigi diger adaylardan birini, Misir’daki Memlûkluları ortadan kaldıracaklar ve yazarın notlarının basıldığı 1531 yılında, Viyana kapılarını aşındırmış olacaklardır.

Machiavelli’nin yukarıdaki alıntısında geçen”erdem” (virt) sözcüğü, İbn Haldun’un Mukaddime’sinde geliştirilmiş olan”asabiyyet” kavramı ile eşdeğerdir ve bir topluluğun iktidarı ele geçirip diğer toplulukları yönetimi altına alması ve bir devlet ya da imperium (imparatorluk) kurabilme kabiliyetini ifade etmektedir.Böylece, Avrupa’da Türk baskısı arttığı sürece, Türk karşıtı, propaganda niteliğinde, geniş kitlelere yönelik bir edebiyatın yanı sıra,seçkinleri ilgilendiren ve adeta büyüleyen, Türklerin Roma İmparatorluğu’nun bir zamanlar egemenliğinde bulundurduğu toprakları yeniden birleştirme olasılığı ve kabiliyetleri olmuştur.

Bu düşünce akımı Francesco Sansovino ile doruğuna ulaşacaktır. Babası ünlü mimar Jacopo Sansovino, Venedik’e San Marco kütüphanesini yapmak için gelmiş ve oğlu bu kente yerleşmiştir. Francesco yazarlık ve editörlük yaparak hayatını kazanmış, yüzlerce cilt kitabı derlemiş ve yayımlamıştır. Bunların arasında Türklerle ilgili yedi tane kitabı vardır ve en önemlisi olan birincisi 1560'ta yayımlanmıştır. 1560 yılı Türklerin Akdeniz’deki ilerlemeleri bakımından bir dönüm noktasıdır: O yıl Cerbe deniz savaşında İspanyol donanması yenilmiş ve Türklere Batı Akdeniz yolu açılmıştır. Sansovino Türkler konusunda yazılanları derleyip yayımlamayı düşünür; çünkü o tarihe kadar en azından İtalya’da böyle bir külliyat meydana getirilmemiştir. 1550'li yıllarda Venedikli Giovanni Ramusio‘nun üç büyük cilt halinde yayımlamış olduğu seyahatler küllliyatında doğrudan Türklere ait bir şey yoktur. Yakın komşu konumunda olan Türkler yeni keşfedilen ülkeleri tanıtmaya yönelik seyahat edebiyatının bir parçası sayılmadıklarından, yayın alanındaki bu boşluğu doldurmak Sansovino’ya düşer. Yazar-yayıncının amacı o andaki okuyucularının beklentilerini yanıtlamak, Türkler konusunda bilenenlerinve düşünülenlerin bir sentezini yapmaktır. Ondan önce uzak ülkeler için Ramusio’nun yapmış olduğu sentez, seyahat edebiyatının bir bölümünü oluşturduğu coğrafya türüne girer. Burada gidilecek, görülecek, alınacak yerler söz konusudur. Türklerin elindeki ülkeler ise ortak bir geçmişin parçasıdır ve Türkler konusundaki bilgiler ortak bir geleceğin kaygısını taşımaktadır. Bundan dolayı “Türk bilgisi” coğrafyaya değil tarihe girer ve Sansovino bir tarih kitabı derleyecektir.

Kitabın başlığı, “Türklerin Kökeninin ve İmparatorluğunun Evrensel Tarihi Konusunda“dır (Dell’Historia Universale dell’Origine et Imperio de ‘Turchi). Bu isim üzerine durmak gerekir. Yukarıda belirttiğimiz gibi,Sansovino bir tarih kitabı sunmaktadır; ancak bu bir “evrensel tarih”tir ve böyle olmakla birlikte genel bir evrensel tarih değil, Türklerin evrensel tarihidir. Daha doğrusu evrensel tarihin Türklere ait olduğu ilan edilmektedir. Zaten imperio sözcüğü de buna gönderme yapmaktadır;çünkü “imparatorluk” olarak çevirdiğimiz sözcük, aslında “mutlak iktidar” anlamındadır ve bundan dolayı imperium tek ve paylaşılmazdır.Doğu Roma, yani Bizans imparatorları, Charlemagne ve ondan sonra gelen Kutsal Roma-Cermen hükümdarlarının imparatorluk vasıflarını tanımak istemedikleri gibi, Osmanlı padişahları da bu geleneği sürdürmüşler ve özellikle Historia Universale’nin yazıldığı yıllarda, Kanuni Süleyman,Charles Quint‘i Alman imparatoru olarak değil, yalnızca İspanya kralı olarak tanımakta ısrar etmiştir. Yapıtın üçüncü baskısından başlayarak ifadeyi göreceli kılan, “konusunda” olarak çevirdiğimiz, “della” sözcüğü başlıktan çıkarılacak ve konu bundan böyle kuşku kaldırmayacak bir biçimde “Türklerin evrensel tarihi” olarak belirlenecektir.

Üç fasikül halinde 1560-1561 yıllarında yayımlanan Historia Universale’nin birinci baskısının girişinde, Sansovino, kitabın amacını şöyle anlatmaktadır:

"Yeterli bilgilere sahip olduğumuz dünya devletleri arasında, Türk hükümdarının devletini her zaman en fazla saygınlığa layık olduğunu düşündüm, halkının büyük itaatinden ve tüm Türk milletinin mutlu talihinden dolayı. O denli kısa bir dönemde ne biçimde ve nasıl bir kolaylıkla büyüyüp o denli bir ün ve şöhrete vardığını görmek hayret edilecek bir durumdur. Eğer kökenlerini araştırırsak ve dikkatli bir biçimde iç ve dış işlerini gözden geçirirsek, gerçekten Romalıların ordu disiplininin, itaatinin ve talihinin, bu devletin yıkılışından sonra, bu ırka geçmiş olduğunu söyleyebiliriz."

Burada “talih” olarak çevirdiğimiz ve iki defa geçen fortuna sözcüğü, aslında bugün Türkçede ancak “devlet kuşu” gibi tabirlerde kullanılan “devlet” sözcüğünün eski ve asil anlamını karşılamakta, “refah”, “saadet” ve “nimet” kavramlarıyla eşdeğer olmaktadır. Fortuna ile birlikte iki defa kullanılan obbedienza, yani itaat, Türklerin başarısının iki anahtarını ve aynı zamanda Roma ileTürk imparatorlukları arasındaki benzerliğin ve devamlılığın ekseninivermektedir. Ancak bir ilahi lütuf olan “devlet”, Türklerin şeflerine olan itaati ve buna eşdeğer olarak kullanılan askeri disiplinleri sayesinde elde edilmiştir.

İlk baskısı 1571'de yapılan ve Historia Universale‘nin bir eki olarak Türk tarihinin kronolojik dökümünü içeren Annali Turcheschi‘ye yazmış olduğu girişte, Sansovino,bu konuya biraz daha açıklık getirir:


AŞİL VE KENTAUR
 ( TÜRKLERDE OKÇULUK VE OSMANLI YAYI YAZIMIZA GÖZ ATIN)
Türk milletinin büyuklüğünün ve gücünün büyük bir saygıya layık olduğunu her zaman savundum, çünkü çok eskiden beri var olan ordu kurumlarına ve sivil düzenlerine bakıldığında, durumlarından kaba saba birileri olmadıkları,aksine değerli kişiler oldukları görülüyor. Ordu konusunda,bizimkilerden kimlerin Türklerden daha disiplinli ve Roma düzenine daha yakın olabileceklerini göremiyorum. Bunlar adı geçen Romalıların mirasçısı olarak sefer sırasında çok az şeyle yetinirler, zor işlerde çok sabırlıdırlar, şeflerine itaat ederler, fetih amaçlarını inatla izlerler, savaş hilelerinde ustadırlar ve sonuçta askeri işleri o denli sebatla yürütürler ki kazanmak ve hükmetmek için hiçbir zorluk karşısında yılmazlar. Barış düzenine ait şeylere gelince, kavgacı insanların karışık zihinlerinden doğan tüm dava hilelerini bozarak ve başkalarının anlaşmazlıklarını çabucak kendi çıkarlarına uygun bir biçimde çözerek, bu mutlak adalet biçimi ile halklarını hoşnut ederler.Bundan dolayı, birkaç yıl önce, yapmış oldukları şeyleri Türklerin Kökeninin ve İmparatorluğunun Evrensel Tarihi adlı epeyce doğru bir kitapta topladım. Amacım, dünyanın bunları görerek ve okuyarak bu adamların güçlerinin temelini öğrenmesi ve dolayısıyla, bir bozkır yangını gibi ilerleyen ve bundan böyle başımıza felaketler getirip Hıristiyanlığın son kalıntılarını yakacak olan, dizginsiz kargaşalarına bir çare bulabilmesidir.

Aynı zamanda İnebahtı savaşının yılı olan yeni bir Osmanlı-Venedik savaşının üçüncü yılında yayımlanan bu metinde Sansovino’nun bir “Türk dostu” olması beklenemezdi; ayrıca 16.yüzyıl Venedik’inde “Türk dostluğu”nun ne anlamı olabilirdi? Sansovino,yalnızca hasmının iyi ve doğru tanınmasının gerekliliğine inanan bir Rönesans aydınıdır, ancak bu tanıma gayreti hayranlık mertebesine eriştiğinde, Dalmaçya kıyılarından Kıbrıs‘a kadar uzanan bir cephede karada ve denizde iki milletin kıran kırana savaştığı günlerde bile bu hayranlığın açıkça dile getirilmesine Venedik’teki ortam engel değildir.Aynı biçimde, İstanbul’da elçilik yaptığı sürenin en büyük bölümü ev hapsinde geçecek olan, Venedik balyozu Marcantonio Barbaro, Kıbrıs’ı veDalmaçya kıyılarının önemli bir bölümünü Türklere bırakan 1573 Osmanlı-Venedik barışından -ve dolayısıyla İnebahtı’dan- sonra,memleketine döndüğünde, senatoya okuduğu raporda şu sonuca varmaktadır:

"Ulu prens ve eşsiz senyörler, madem ki Tanrı’nın izniyle, Osmanlı imparatoru, sürekli zaferler sayesinde bunca eyaleti ele geçirmiş, bunca krallığı kendisine bağlamış ve dolayısıyla kendisine tüm dünyada dehşetli bir ün kazandırmıştır, sonunda evrensel krallığa ulaşmasının olasılığını göz önünde bulundurmamız akılsız bir davranış olmayacaktır."(7)

Historia Universale’nin ikinci baskısı 1564, üçüncü baskısı1568'de yayımlanır. Artık Türkler konusunda bir klasik olmuştur ve etkileri görülmeye başlar. 1566'da Tarihin Yöntemi adlı yapıtını yayımlayan Fransız düşünür Jean Bodin aynı temayı işler:

"Almanya hükümdarı Türklerin padişahıyla nasıl boy ölçüşmeye kalkışabilir ve kim bu sonuncudan daha fazla mutlak kraliyet unvanına hak iddia edebilir?… Gerçekten de, eğer bir yerlerde imparatorluk ya da gerçek bir mutlak kralllık adını taşıyabilecek bir güç varsa, bu güç padişahın elindedir… En doğrusu Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak Türklerin padişahını düşünmektir; çünkü imparatorluğun başkenti olan Bizans’ı Hıristiyanların elinden aldıktan sonra, İranlılardan Babil yöresini fethetmiş ve Roma’nın eski eyaletlerine Tuna ötesi ve Dinyester nehrine kadar olan memleketleri eklemiş ve tüm bu yöreler bugün elindeki toprakların en büyük bölümünü oluşturmaktadır."(8)

Memleketi Türk tehlikesinden uzak ve asıl düşmanı Alman imparatoru olan Fransız yazarının amacı daha politiktir. Otuz yıldan beri Almanya’ya karşıFransa’nın bağlaşığı olan Osmanlı padişahını Roma’nın mirasçısı ilan etmenin asıl faydası, gücünün temelini oluşturan o unvanı Alman imparatorundan esirgemektir. Bununla birlikte yazarın bu davranışı,Osmanlı devletinin, o dönemden beri Avrupa politikasının bir parçası olduğunun kanıtıdır.

1573'te Osmanlı-Venedik barışını fırsat bilen Sansovino Historia Universale’nin dördüncü, Annali Turcheschi’nin ikinci baskısını yapacaktır. Aynı zamanda birinci yapıta Malta kuşatmasını, Zigetvar seferini, Kıbrıs’ın fethini ve İnebahtı savaşını anlatan bölümler ekleyecektir. Böylece baskıdan baskıya yapıtın hacmi artmaktadır. Üçüncü baskıda 430 yaprak olan kitap, dördüncü baskıda 471 yaprağa ulaşır. Sansovino’nun yürüttüğü son baskı olan beşinci baskı,Osmanlı-İran savaşları dönemine rastlar ve 504 yapraktır. Altıncı baskı ise Osmanlı-Avusturya savaşının ortalarında, 1600'de yayımlanır, İran veAvusturya savaşlarının eklenmesiyle 557 yaprağa ulaşır.

Yedinci ve son baskı yarım yüzyıldan uzun bir aradan sonra 1654'te, yeni ve uzun bir Osmanlı-Venedik savaşının ortasında yayımlanır. Hacmi artık tekbir cilte sığmadığından ikiye bölünmüştür. Birinci cilt 471 yapraktan,ikincisi 522 sayfadan oluşur ve buna Sultan İbrahim döneminin sonuna kadar (1648) getirilen Annali Turcheschi, yani Osmanlı tarihi eklenir.

Girit’in fethi ile sonuçlanan 25 yıllık Osmanlı-Venedik savaşı, Rönesans düşünürlerinin geliştirdiği ve Sansovino’nun yaymış olduğu Romalılar-Türkler benzetmesinin de sonunu getirecektir. 1669'da imza edilen barıştan sonra İstanbul’a gelen Venedik balyozları, ısrarla “Doğu despotizmi” motifini işleyecekler ve bu tema hızla Avrupa’da yayılacaktır. Bu görüş açısının değişmesinin nedenleri karmaşıktır: Bir yandan Aydınlanma ile Avrupa’da özgürlük kavramının gelişmesi, öte yandan Osmanlı İmparatorluğu‘nda düzenin bozulmasıyla aradaki mesafenin giderek açılması. Ancak, aynı zamanda, gücü ile Rönesans aydınlarını hayran bırakan Osmanlı devleti gücünü kaybettiği ölçüde, Batı’nın hayranlığı küçümsemeye ve hatta nefrete dönüşmüştür.

Sonuç olarak, dinsel şemalardan kurtulmaya çalışan Rönesans aydını Türklere yalnızca Hıristiyanlık-Müslümanlık açısından bakmakla yetinmemiştir.Yeniden örneğimize dönecek olursak, Sansovino’nun Historia Universale’sinin ilk baskısının giriş bölümünü oluşturan “Muhammed’in Hayatı” üçüncü baskıda çıkarılır, dördüncü baskıda yeniden eklendikten sonra, bundan sonraki baskılarda yok olur. Böylece, Türkleri aşılmaz bir karşıtlık çerçevesinde ötekileştirmek yerine, Batı’nın tarihsel ve ideolojik kalıpları içine sokarak irdeleme yolu yeğlenmiştir.Dolayısıyla askeri ve idari güçle birlikte mutlakiyeti temsil eden Roma modeli kolaylıkla Osmanlı devletine yakıştırılmıştır. Bunda jeopolitikde önemli bir rol oynamıştır, çünkü Osmanlı aynı coğrafyanın, özellikle Doğu Roma İmparatorluğu coğrafyasının ürünü olmuştur. Ancak bunu yapmakla, Batı, özellikle Rönesans döneminde, kendi kültürünün ve tarihinin kökeni olarak gördüğü Roma mirasından feragat etme noktasına varmakta, bu mirası dönemin en önemli hasmına, Türklere kaptırma olasılığını göze almaktadır. Aydınlanma döneminde ise, yani 17. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, en önemli temsilcisi Machiavelli olan,askeri ve salt politik güce dayalı devlet ve iktidar modeli, giderek özgürlük ve insan hakları kavramlarına yer vermeye başlayınca, Osmanlı düzenini ifade eden kavram, yerini, hayran kalınan “Romalı” bir güç yerine, Montesquieu gibi düşünürler tarafından bir karşı-model olarak sunulacak olan Doğu despotizmine bırakmıştır.

Görüldüğü gibi, o günden bugüne, söz konusu olan “Batı”nın Türkleri “tanıması” ya da”tanıyamaması” değil, kendi ürettiği modellere göre yorumlamasıdır.Türklere gelince, kendi Batılılaşma dönemlerinden önce, bu tartışmalardan ve yorumlardan habersiz ya da en azından kayıtsız kalabilirlerdi. Ancak Tanzimat‘tan başlayarak günümüze dek süregelen Batılılaşma süreci, son tahlilde Batı düşünce biçimine entegrasyonu ifade ettiğine göre, aynı zamanda Batı’nın Türkleri algılama biçimlerine ayak uydurma zorunluluğunu da getirmektedir.!

Prof. Dr.Stefanos Yerasimos
Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı 116, Ağustos.
Genel Türk Tarihi'nden alıntıdır.
Notlar:

1 “Chronica per extensum descripta”, yayımlayan E. Pastorello Rerum italicarum scriptores, Bologna, 1932, c. XII.
2 Andanças e viajes de Pero Tafur por diversas partes del mundo avidos, Madrid, 1874, s. 168.
3 History of Mehmed the Conqueror by Kritovoulos, çev. Charles T. Riggs, Princeton, 1934, s. 181-182.
4 Yazma Fransız elçisi Girardin tarafından 1687'de satın alınmıştır ve bugün Fransız Milli Kütüphanesi’nde bulunmaktadır; bkz. Julian Raby, “Mehmed the Conqueror’s Greek Scriptorium”, Dumbarton Oaks Papers, 37/1983, s. 20-21.
5 La Cronica dell’anno 1400 all’anno 1500, Floransa, 1984, s. 127-128.
6 Discorsi sulla prima Deca di Tito Livio, ilk baskı 1531. Alıntı Fransızca baskısındandır (La Pl’iade, 1974, s. 511).
7 Eugenio Alberi, Le relazioni degli ambasciatori veneti al Senato durante il secolo decimosesto, III. seri, Floransa, 1840, c. 1, s. 299.
8 La methode de l’histoire, Paris, 1941, s. 288-290.




Destanın Yazılışı
Günümüze ulaşan en eski yapıt olsa da, Homeros’un büyük Truva efsanesinin yalnızca bir bölümünü anlatmış olması ve sonrasını okuyucuların bildiğini varsayması, İlyada’nın Yunanca yazılmış ilk edebiyat ürünü olmadığını gösterir. Homeros’un bu destanında yıllar önce, Truva savaşına ilişkin pek çok öykünün anlatıldığı sanılmaktadır.

Bu konuyla ilgilenen bazı uzmanlar İlyada’nın yetenekli bir yazarın derlediği bir balatlar ya da destanlar bütünü olduğunu ileri sürer. Homeros diye birinin hiçbir zaman yaşamadığı, Homeros adının, destanda yer alan balatları söyleyen, adı belli olmayan kişiler için kullanıldığı kanısında olanlar da vardır.
Yaklaşık olarak İ.Ö. 8. yüzyılda yazılan 24 bölümlük İlyada destanı altılı ölçüyle yazılmış toplam 15 bin dizeden oluşur.







SAVAŞ GANİMETLERİ

II. Dünya Savaşı sonrası, SSCB askerleri Berlin'den çıkarken savaş ganimetleri topluyorlardı. Pergamon Müzesi'nden Zeus Sunağı'nı götürmeyi bile düşündüler ama olanaksızdı... Yükte hafif pahada ağır olan Troya Hazineleri'ni gözlerine kestirdiler ve 1945 yılında hazineyi Moskova'ya götürdüler.

Önce St. Petersburg'daki Hermitaj'a getirildiği ve 1991'e kadar burada kaldığı; sergilenmeye karar verilince Moskova'ya götürüldüğü de iddia ediliyor.

1991'de Anadolu Ajansı'nın haberleri arasında, sıradan bir haber gibi ulaşmıştı haber... 1945'ten beri kayıp olan hazineler, Moskova'da ortaya çıkmıştı. Gazeteciler için sıradan bir haberdi bu; ama hikayenin aslını bilenler için de acılar tazelenmişti...

Uzun süre eserlerin ülkesinde olduğu idaalarını red eden Rusya, 1994 eserlerin ülkesinde olduğunu kabul edip, bunların savaş tazminatı olduğunu belirtmiştir. Eserlerin Türkiye tarafından istenmesine konusunda ise eserler Almanya'dan getirdiği için Türkiye'nin bunları isteme hakkı olmadığı yönündedir.


Truva Hazineleri, Moskova Aleksandr Puşkin Güzel Sanatlar Müzesi'nde sergileniyor.




Kaynak:

İlyada - Homeros
Mitoloji Sözlüğü - Azra Erat
Troia Vakfı
Tay- Arkeolojik Yerleşim


Truva’dan Yükselen Çığlık ve 
Christa Wolf’un Kassandra Adlı Öyküsü 
pdf olarak indirebilirsiniz.

SB.