SAYFALAR
▼
17 Aralık 2012 Pazartesi
TATAR TÜRKLERİ VE SOYKIRIM
Gizlenen Bir Atom Felaketi
Atom veya Nükleer kelimeleri nedense felaketi çağrıştırıyor… Bu sözcüklerle birlikte akla gelen atom bombası, atom enerjisi, nükleer reaktör, nükleer santral, nükleer silah gibi kavramlar da insanın gönlünde nahoş duyguların belirmesine neden oluyor…
En büyük atom felaketi olarak tarihe giren ilk vaka İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanmıştır. Amerika tarafından Japonya’nın Hiroşima şehrine 6 Ağustos 1945 tarihinde atılan ilk atom bombası, şehrin %90’ının yerle bir etmiş, 250 bin nüfuslu kentte 80 bin kişi yaşamını yetirmiştir. 3 gün aradan sonra 9 Ağustos 1945’te Amerikalılar ikinci atom bombasını Nagasaki şehrine atmıştır. Atom bombası patlaması sonucu 20 bin kişi hayatını kaybetmiş, 50 bin kişi de yaralanmıştır. Bu iki patlama sonunda toplam ölü sayısı 120 bin ve yaralı sayısı 165 bin olmuş, yaralıların yaklaşık 100 bini ileriki yıllarda ölmüştür. (Axis 2000: 246).
26 Nisan 1986 tarihinde Çernobil Reaktör kazası meydana gelmiştir. Dünya bu olayı 30 Nisan 1986’da öğrenmiştir. 1972 yılında Ukrayna’nın Kiev şehrinin 160 km. kuzeyinde kurulan Çernobil Nükleer Santralinde hatalı tasarım, deney yapmak için güvenlik sisteminin devre dışı bırakılması, peş peşe yapılan hatalar sonucunda dört reaktörden birisi patlamıştır. Patlama sonucu binlerce insanın radyasyona maruz kalması, ölmesi ve çevrede önemli düzeyde kirlenmeye yol açması tüm dünyada büyük bir tepki yaratmıştır. Bu patlamadan en çok etkilenen ülkelerin birisi Bulgaristan olsa dahi, Türkiye’de bu patlamanın izleri bugünlerde de kendini belli etmektedir. Kaza, radyasyon etkilerden kaynaklanan lösemi, radyodermit, sakat doğum, katarakt, kanser gibi birçok hastalığın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Rize İl Sağlık Müdürlüğü’nün resmi verilerine göre 2007 yılında Rize’de kanser teşhisi konan hasta sayısı 158 iken, 2010 yılında bu sayı 630’a ulaşmıştır. Kanser çeşitlerine göre yapılan istatistiklere göre 2008’de 145 olan hasta sayısı, 2009’da 246’ya yükselmiştir. Radyasyonun çevreye ve insanlara verdiği zarar daha yüzyıllar sürüp gidecek gibi gözükmektedir.
Dünyada Çernobil’den sonra ikinci büyük nükleer kaza Japonya’da yaşanan deprem ve tsunami sonucu meydana gelmiştir. 11 Mart 2011’de doğal afetten dolayı Fukuşima Daiichi Nükleer Santrali’nin patlaması büyük zararlara yol açmış ve dünyanın gündemine oturmuştur. Bu patlamadan sonra Almanya başta olmak üzere birçok ülke nükleer enerjinin doğurduğu sonuçlara bakarak bu enerjiden yararlanmama kararı almışken, Türkiye 2012’de Mersin Akkuyu’da nükleer santral kurmak için Rusya ile anlaşma yapmıştır. Rusya ile bu konuda anlaşma yapmak başlı başına bir yanlıştır ki, eğer Rusya bu işi bilseydi Çernobil felaketi yaşanmazdı. Bir de Rusya’nın değil dünyadan, kendi halkından bile sakladığı bir nükleer felaket daha bulunmaktadır. Rusya gerçekleri gizlemek için elinden gelen tüm çabayı göstermektedir. Fakat mızrak çuvala sığmaz.
Yukarıda kronolojik bir şekilde sıralanan atom faciaları dışında bilinmeyen, daha doğrusu gizlenen büyük bir atom faciası daha bulunmaktadır. 29 Ekim 1957 tarihinde Ural’ın ötesinde bulunan “Mayak” atom tesisinde büyük bir patlama meydana gelmiştir. Bu vaka dünya kamuoyuna aktarılmamış, onun için konuyu bilen insanların sayısı da oldukça azdır. Tarihçi, yazar ve siyasetçi Fevziye Bayramova 1957’de yaşanan bu faciayı ilk kaleme alanlardandır. Bayramova facianın yaşandığı bölgede bizzat araştırmalarda bulunarak konu ile ilgili 2 kitap yazmıştır. 2005 yılında Kazan’da Rusça yayınlanan ilk kitabının adı “Yadernıy Arxipelag ili Atomnıy Genotsit Protiv Tatar” ( Nükleer Takımadası veya Tatarlara Karşı Atom Soykırımı). Bu kitap 2006 yılında Alman dilinde “Der Nukleare Archipel oder der atomare Genozid an der Tataren” adıyla Almanya’da yayınlanmış ve çevreciler tarafından büyük ilgi görmüştür. Bayramova’nın ikinci “Tatarskaya Karabolka – 50 Let v Obyatiyax Smerti” (Tatar Karabolak’ı – 50 Yıl Ölüm Kucağında) başlıklı kitabı Tatarca ve Rusça olarak 2007 yılında Kazan’da yayınlanmıştır. Kitabın 2012 yılının ilk aylarında Türk Dünyası İnsan Hakları Derneği tarafından Türk okuyucularının beğenisine sunulması planlanmaktadır.
29.10.1957 tarihinde meydana gelen “Mayak” patlaması, 23 bin kilometre kare toprağı zehirlemiş, 270 bin kişinin ölümüne neden olmuştur. Patlamadan sonra 70 gün içerisinde “Mayak” civarında bulunan 42 yerleşim bölgesinden 12 bin kişi başka yerlere tahliye edilmiştir. Yaşadıkları yerleşim bölgesinde bulunan evler, eşyalar yakılmış, büyük ve küçükbaş hayvanlar imha edilip çukurlara gömülmüştür. Fakat ilginç olan şu ki, bölgede bulunan Möslim, Tatar Karabolak’ı, Ust-Bagaryak gibi Tatar köyleri tahliye edilmemiş, köylüler radyasyonlu topraklarda kaderi ile baş başa bırakılmıştır. Tahliye edilen Rus köylerindeki nükleer atıkları temizlemek işi de Tatar köyü sakinlerine kalmıştır. Köylüler asker gözetimi altında gece gündüz çalıştırılmıştır. Tatarların izini kaybettirmek için olsa gerek, Tatar köyleri haritadan da silinmiştir. Köyler haritada olmayınca ortada bir problem de kalmamıştır. Yani bu insanlar, devlet için yok sayılmış ve uzun yıllar atomun insan üzerindeki etkilerini araştırmak amaçlı denek olarak kullanılmıştır. Halk gerçekte ne olduğunu bilmemiş, çünkü bölge halkına atom patlaması hakkında hiçbir bilgi verilmemiştir. “Mayak” atom tesisindeki 1957 yılındaki patlama bir devlet sırrı olarak saklanmış ve bugün de konuyla ilgili bilgilere ulaşmak mümkün değildir. Nükleer tesiste, bu patlama dışında da onlarca patlama ve kaza meydana gelmiştir. 29.10.1957’deki nükleer patlamayı Çernobil’le karşılaştıran Bayramova şöyle demiştir: “Bilginlerin verdiği bilgilere göre, geçen yarım yüzyıl içerisinde “Mayak” tarafından 150 milyon Küriyum nükleer atık çevreye atılmış olup, bu sayı – 150 Çernobil anlamına gelmektedir. Demek ki, Tatar Karabolak’ı 150 Çernobil felaketini kendinde barındırmış, Çernobil’e oranla 150 kere daha fazla cefa çekmiş, ölmüştür. Bu yıllar içerisinde “Mayak” yalnız “Tatar Karabolak”ını değil, 267 000 kilometre kare toprağı nükleer atıkla zehirlemiş, civarda oturan 437 000 insan radyasyon hastalığına yakalanmıştır. Tüm bunlar resmi bilgilere dayanan rakamlardır.” (Bayramova 2007: 10-11) (Çev.R.K.). Tatar Karabolak köyü sakinleri ile yüz yüze görüşen Bayramova, kitabında onların ifadelerine de yer vermiştir. Bir zamanlar 3–4 bin nüfuslu bir köyde bugünlerde 400 kişi hayat sürmektedir. Hayat sürmekte demek yanlış, çünkü köylüler resmen sürünmekte, hastalıkla mücadele etmektedir. Devlet onlara yardım elini uzatmamıştır. Tatar Karabolak köyü sakinlerinin %95’ı hastadır. Bu hastaların büyük çoğunluğu başta kanser olmak üzere tansiyon, şeker, kemik erimesi gibi hastalıklardır. Radyasyon oranı yüksek olan topraklarda yaşamak zorunda kalan bu insanların ne temiz içecek suları, ne sürülerini otlatacak otlakları, ne mezraları vardır. Bilginlerin dediğine göre bu topraklarda 300 yıl ekin ekilmemesi gerekmektedir. Fakat köy sakinleri bu şartlar altında yaşam mücadelesi vermektedir. Çalışacak iş yerleri olmadığı için radyasyonlu topraklarda ekin ekerek, hayvanlarını otlatarak, kirli sulardan içerek geçimlerini sağlamak zorundadırlar…
1986 yılına kadar bölge halkına gerçekleri söylemenin yasak olduğu ilk ağızdan şöyle dile getirilmiştir: “Çilebe bölgesinin ekolojiden sorumlu başhekim yardımcısı E.M.Kravtsova 2001 yılının 5 Ekim tarihindeki Tatar Karabolak köyü toplantısında: “1986 yılına kadar köylülerden elde edilen radyasyon oranı ile ilgili sonuçlar hakkında doğru malumat vermeye hakkımız yoktu. Elde edilen dozlar-bilimdir!”- şeklinde konuşması boşuna değildir. Görüldüğü gibi, bazı yöneticiler için bugün de insan vücudundaki radyonükleikler (radyasyon) – onlar için bilim için gerekmekteymiş!”(Bayramova 2007: 13). (Çev. R.K.) Hastalıkla boğuşan insanlar hastalıklarının ne nedenini, ne de teşhisini bilmektedir. Hastalara ancak ölüme yaklaştıklarında gerçek teşhis söylenmektedir. 1957 yılındaki patlama ve akıbetindeki sonuçlar, hastalıklarla ilgili arşivler devlet sırrı olduğu için bugüne kadar gizli tutulmaktadır, onlara ulaşmak imkânsızdır.
Bugünlerde Rusya’da yılına 1 milyon kişi kanser hastalığından hayatını kaybetmekte, aynı zamanda her saat başı bir kişiye kanser teşhisi konulmaktadır. Bu korkunç bir rakamdır. Tüm bunlar radyasyonun sonucudur. 1957 yılında patlayan “Mayak” atom tesisi bugün de faaliyetine devam etmektedir. Patlamadan sonra kapatılması gerektiği söylendiği halde askerler onun kapatılmasına karşı çıkmıştır, çünkü orada atom bombası yapılmakta ve denenmektedir. Rusya’nın gücünü “atom bombası”ndan aldığı malumdur. Ayrıca Rusya dışarıdan nükleer atıkları alarak atom mezarlığı haline gelmiştir. Bunun karşılığı 2 milyar dolar para alan Rusya radyasyonlu bölgede yaşayanlara bir kuruşunu bile esirgemektedir. Günümüzde “Mayak”ta 1 milyar Küriyum nükleer atık saklanmaktadır ki, bu tüm dünya için bir tehlikedir. Bir de “Mayak”ta 25 ton silah Plütonyumu (Pu) bulunmaktadır, o patlarsa dünyaya sekiz bin Çernobil kadar radyasyon çevreye dağılacaktır! “Mayak” atom tesisinde çalışanların % 75’ı ruh ve sinir hastası, her beş kişiden birisi uyuşturucu kullandığını göz önünde bulundurursak atom bombasının kimin elinde olduğu ortadadır…
Nükleer mezarlık haline gelen Rusya 2012 yılında Mersin Akkuyu’da Nükleer Santral kurmaya başlayacak ve dahası ileride santrali kendi işletecekmiş. Yani bu konuda da Türkiye Rusya’ya bağlı kalarak Rusların isteklerini tek tek yerine getirecek gibi gözükmektedir. Son haberlere göre, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Rus Atomstroyexport’a iki koşulunu bildirmiş. Bunlardan ilki, seminerler yaparak, broşürler bastırarak, simülasyon gösterileri ile sivil toplum örgütleri, bölge halkı ve tüm kurumları nükleer santral konusunda bilgilendirmek ve ikna etmek. İkinci koşul ise, nükleer santrallerin en riskli ayağı olan nükleer atıkları nasıl bertaraf etmesi hakkında rapor hazırlanmasıdır. Ruslar bir şekilde bu koşulları yerine getirecektir, fakat nükleer santral yapılmadan önce Türkiye’nin uğrayacak zararı, doğabilecek felaketleri göz ardı etmemesi gerekmektedir. Rusya’da yaşanan nükleer felaketler ortadadır, bundan ders çıkartılmalı ve Türkiye’nin geleceği düşünülmelidir. “Faydasız baş mezara yakışır” atasözünden yola çıkarak ülkemizin geleceğine kayıtsız kalmamalıyız! Rusya’nın Mersin Akkuyu’da yapacağı nükleer santral Türkiye için bir felakettir. Zararın neresinden dönersen kardır derler ya, Türkiye hata yapmadan hatasını düzeltmelidir!
Roza KURBAN,2011
Yalquazq.com'dan alıntıdır
Türk Dünyasından Günlük Haberler
ayrıca : ROBERT KNOTH NÜKLEER TAHRİP (resimli site)
Sürgündeki Tatar Milli Hükümeti üyesi Roza Kurban, “İdil-Ural Türkleri, yüzyıllardır Rus zulmü altında ezilmekte” dedi.
Milli Kütüphane Başkanlığı ile Türk Ocakları Genel Merkezi tarafından düzenlenen “Geçmişten Günümüze İdil-Ural’da İnsan Hakları ve Demokrasi” konulu panel, Milli Kütüphane Toplantı Salonu’nda yapıldı.
Roza Kurban, burada yaptığı konuşmada, İdil-Ural Türklerinin gelişmiş bir medeniyet olduğunu ancak yüzyıllar boyunca işgallere ve baskılara maruz kaldığını ifade etti. Tarih boyunca Rusların baskı ve asimilasyon politikaları altında yaşadıklarını belirten Kurban, buna rağmen milli kimlik ve dillerini korumayı başardıklarını söyledi. Kurban, “İdil-Ural Türkleri, yüzyıllardır Rus zulmü altında ezilmekte” diye konuştu.
Halkına yönelik baskıların devam ettiğini kaydeden Kurban, 2009-2010 eğitim öğretim yılında üniversite sınavlarının Kril alfabesi ve Rusça olarak yapılacağına işaret etti. Kurban, kadın doğum hastanelerinde kendi rızaları olmadığı halde yeni doğan bebeklerin vaftiz edilerek hristiyanlaştırılmak istendiğini söyledi.
Türk Ocakları Genel Başkanı Nuri Gürgür ise Kazan’ın bir Tatar şehri olduğunu belirterek şehrin 1000. kuruluş yıldönümü dolayısıyla 2005 yılında düzenlenen törene Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in de katılmasının “şov amaçlı” olduğunu ifade etti.
ROZA KURBAN,2009
TATARİSTAN
Günümüzde Rusya Federasyonu’na bağlı özerk bir cumhuriyet olan Tataristan’ın başkenti tarihi Kazan şehridir. Nüfusu 4.500.000 olup %53’ü Tatar Türklerinden %42’si Ruslardan, %5’i ise Çuvaş ve Başkurt Türkleri ile Ukraynalılardan oluşmaktadır. Tatar Türkleri, Başkurt Türkçesine çok yakın ancak ondan çok daha önceden beri yazı dili olması nedeniyle daha zengin bir Türkçe konuşurlar. Tatar lehçesi, Kıpçak Türkçesinin Kuzey kolundan olup Kazak ve Nogay Türkçeleriyle hemen hemen aynı fonetiğe sahiptir. Tataristan lehçesi, Kırım Tatar lehçesinden 16. yüzyılda ayrılmıştır.
GERÇEKLER GÖLGELERİNDEN ÇIKIYOR
SB.