SAYFALAR

2 Nisan 2013 Salı

TARİHTE TIP - 1/4


TARİH ÖNCESİ ÇAĞLARDA

MEZOPOTAMYA VE MISIR

Tıp tarihini anlatmaya yönelik bir çalışmaya ‘tarih öncesi’ çağlardan başlamak ilk anda bir çelişki olarak görünse de insan ve onun geçmişi yeryüzünde ilk var olduğu günden bu yana devam ede gelen bir süreç olarak kabul edildiğinde aslında bir zorunluluktur. Tarih, Mezopotamya’da yazının ortaya çıkması ile başlatıldığına göre 
‘tarih öncesi’ bundan geriye doğru olan bütün dönemleri kapsamaktadır. Ancak konumuz tıp tarihi olduğundan bizim kullanımımız içinde ‘tarih öncesi’ insanın yeryüzünde var oluşundan yazının ortaya çıktığı döneme kadarki dönemi ifade etmektedir. İnsanın yeryüzünde bir evrim sonucumu var olduğu, yoksa ilahi bir güç (veya irade) ile mi var edildiği bilimsel (veya politik) tartışmasına girmeden, arkeoloji biliminin bize verdiği bilgilere dayanarak bir kaç yüz bin yıl öncesi ile bundan 6000 yıl öncesi arası bir dönemden bahsettiğimizi söyleyebiliriz. 

Tarih öncesi dönemle ilgili bilgiler, kayıtlı dokümanlar veya deliller olmadığından, temelde arkeoloji ve palaeontoloji sahasında çalışan bilim adamlarının o dönemlere ait bulabildikleri malzemelerden yola çıkarak yaptığı, tartışılmaya açık, somut olmayan fakat yinede belli bir bilimsel değeri olan ‘yorum’lara dayanmaktadır. 

Dolayısı ile tarih öncesi çağlara ilişkin yapılan her türlü yorum, her ne kadar yıllardır süren bilimsel faaliyetlerin ve analizlerin bir sonucu olsa da yeniden yorumlanmaya, değiştirilmeye ve hatta çürütülmeye son derece açıktır. Tarih öncesi çağlardaki yaşama biçimlerini ve ritüelleri anlatırken kullanılan abartılı ifadelerin yerli yerine oturabilmesi için akademik kaygıyla yapılan bu tespitten sonra şunu da ilave etmeliyiz ki, bu çağa ait argümanlar geliştirmede kullanılan diğer bir kaynak olan mevcut ilkel kabilelerin yaşayış biçimleri ve günlük uygulamaları da yeteri kadar güvenilir değildir. 
Bilim adamları günümüzde yaşayan ilkel kabilelere bakarak, ki bunlardan Orta Avustralya da yaşayan Aborijin’ler bugün dünyadaki en ilkel ve bozulmamış kabile olarak kabul edilir ve üzerlerinde bir çok araştırma yapılır, tarih öncesinde yaşayan 
insanlar ve onların tıp uygulamaları hakkında fikir geliştirirler . 

Gerek arkeolojik ve paleontolojik çalışmalardan gerekse günümüz ilkel kabileleri üzerinde yapılan çalışmalardan günümüz anlayışından ‘biraz’ farklı olarak tarih öncesinde insanlar hastalık oluşumunu doğal etkenlerden çok doğaüstü güçlere veya metafizik olaylara bağlamışlardır. Bir önceki cümlede ‘biraz’ kelimesinin tırnak içine alınma sebebi, gelecek bölümlerde de görüleceği gibi aslında hastalıkların oluşma mekanizmasının çok yakın çağlara kadar, hatta günümüzde (ilkel olmayan toplumlarda buna dahil olmak üzere) benzer sebeplere bağlanmasıdır. Tarih öncesi 
çağlarda hastalık oluşumu mekanizması olarak inanıldığı düşünülen iki sebepten -

*birincisi, öldürücü veya hastalık yapıcı bir madde veya etkinin kurbana yönelmesi; 
*ikincisi ruhun kurbanın bedeninden ayrılmasıdır. 

Birincisine örnek olarak halen Aborjinler de var olan “kemik tutma” geleneği verilir. Buna göre kötü amaçla kullanılacak kemik kurbana doğru tutulup bazı sözler ve şarkılar söylendikten sonra 
kemik gömülür ve kurbanın hasta olması beklenir. Kişinin “kemiklendiğini” öğrendiği zamanki tepkisi çok çabuk olur ve hatta buna bağlı ölümlere bile rastlanır. Diğer durumlarda ise kişiye “kemik tutulduğu”nun ilk belirtisi hastalığın başlamasıdır. Her 
halükarda hastanın arkadaşları kemiği aramaya başlarlar, ve kemik bulunursa derhal iyileşme olur. Daha sonra “kemik tutan” kişi saptanırsa şiddetle cezalandırılır hatta öldürülür. 

Kurbanın bedeninden ruhun ayrılmasına bağlı hastalık oluşumuna günümüz ilkel toplumlarında da rastlandığına örnek olarak ta Borneo da hastalanan kişiyi tedavi etmesi için profesyonel ‘ruh yakalayıcılar’ın çağrılması verilir. Charles Hose bir eserinde bu seremoniyi şöyle anlatır. Seremoni meşale ışığı altında yapılır. Hasta geniş bir daire olarak oturmuş izleyici ve arkadaşların ortasına yatırılır. ‘Ruh yakalayıcı’ trans haline geçerek kendi ruhunu, hastanın ruhunu bularak bedenine geri dönmeye ikna etmesi için gönderir. Bu sırada da ruhun yaptığı yolculuğu anlatır. Trans halinden çıkarken elindeki, hastanın ruhunu içinde bulunduran taşı kendi mekanına dönmesi için hastanın başına sürter ve ruhun bir daha kaçmasını önlemek için hastanın bileğine bir palmiye yaprağı sıkıca bağlanır. 

Bu gözlemler gösteriyor ki günümüzde yaşayan ilkel kabilelerde ve muhtemelen tarih öncesinde yaşayan toplumlarda insanlar, hastalıkları doğaüstü güçlere bağlamışlar ve bugünün psikoterapistinin kullandığı yöntemlere benzeyen şekillerde 
tedavi etmeye çalışmışlardır. Bu da, detaylarda bazı değişiklikler olsa da altında yatan prensiplere bakıldığında gök kubbenin altında asırlar geçse de çok fazla bir şeyin değişmediğini göstermektedir. 

Tarih öncesi çağlardaki hastalıklar ve bunların tedavileriyle ilgili bilgileri bize taşıyan en önemli kalıntılar kemiklerdir. Bunlardan paleolitik ve neolitik çağa ait olan bazılarında osteoartirit ve tüberküloza ait kesin bulgulara rastlanırken, diğer bazılarında büyük kemik tümörüne ve kemik ekzositozuna rastlanmıştır. 

Bunlar dışında, ortaya çıkarılan kafatasları o dönemlere ait tıbbi bir uygulamaya (veya belki de dini bir ritüele) büyük ölçüde ışık tutmaktadır. Bu döneme ait kafataslarında  (sebebini kesin olarak bilme imkanımız olmayan) trepanasyon uygulamalarına dair 
kanıtlar bulunmuştur. Kafatasında delik açma anlamına gelen trepanasyon, tarihin değişik dönemlerinde, Yeni Gine ve Yeni Kaledonya, Peru, Dağıstan ve Cezayir gibi dünyanın değişik bölgelerinde uygulanmıştır . 

Birçok arkeolog bu ilkel trepanasyon işleminin neden yapıldığı konusunda araştırmalarda bulunmuş ve bunun sebepleri konusunda görüşler ileri sürmüşlerdir. Varılan sonuç bu işlemin ritüel veya büyüsel bir dışa vurum veya tıbbi tedaviye yönelik bir girişim olabileceğidir. Ancak burada unutulan nokta tıp tarihi incelendiğinde eski çağlarda ve günümüzdeki birçok ilkel toplumda hekimler, dini ve tedavi edici yönü olan bireylerdi. Dolayısı ile dini ritüel ile tıbbi tedavi arasında hep son derece ince ve belirgin olmayan bir çizgi var olagelmiştir.

Bazılarının yanlış şekilde vurgu yaptığı gibi yalnızca tarih öncesi çağa özgü olmayan trepanasyon uygulaması, o dönemde ve daha sonraki dönemlerde var olan ve izlerine Aristo’dan başlamak üzere Batı düşüncesinde de sıkça karşılaştığımız animist (ruh ve beden ayrımına dayanan) görüşten kaynaklanan bir tedavi şeklidir. 
Günümüzdeki Borneo yerlilerinde olduğu gibi tarih öncesi çağlarda da hastalığın bir düşmandan, bir hayvandan veya bir kötü ruhtan gelen kötü etkinin bedene girmesi ile oluştuğu düşüncesi vardı. Bu kötülüğün kurbanın başından dışarı çıkması için yapılan 
trepanasyon uygulaması zaman içinde kafatası kırıklarının ve kafa içi lezyonların tedavisine yönelik bir metoda dönüşmüştür. 

Tarih öncesi çağlarda olduğu ileri sürülen ve halende kullanılan tedaviye yönelik inançlardan biriside hastalığın dokunma yoluyla başka bir bireye, hayvana hatta bitkiye geçirilmesi eylemidir. Çok eski olmayan tarihlere kadar bazı toplumlarda ölüye dokunmak hastalıkların ölüyle birlikte ‘uzun bir yolculuğa’ çıkması olarak kabul edilmiştir. Hatta idam edilecek mahkûmlar hastalara ‘el vermek’ suretiyle onların hastalıklarını kendisine alarak bunun karşılığında büyük paralar kazanmışlardır. 

Tarih öncesi çağlarda sadece ilaç veya cerrahi tedavi yoktu, aynı zamanda doğa-üstü ve fizik-ötesi güçlerinde varlığına inanıldığından bu kötülüklerden korunmak için takı ve nazarlıklarda kullanılırdı. 

Pirene’deki Trois Frères Mağarasında bulunan elleri ve kolları boyalı, kuyruğu olan, ayakları insan ayağına, yüzü hayvan yüzüne benzeyen ve boynuzları olan garip insan silueti bilinen en eski tıp adamına ait portre olarak kabul edilmektedir . 

Bu ister bir tıp adamı isterse de bir büyücü olsun hastalık ve onu tedavi etmeye yönelik çabalar insanla birlikte yeryüzünde var olmuştur. Belki tarih öncesine ait elimizdeki bulgular bizi bu döneme ait kesin kanılara götüremese de en azından şunu 
söyleyebiliriz ki hastalıklara yönelik tedavi çabaları o dönemde ve daha sonra iki farklı çizgiyi izlemiştir. Bir tanesi din veya sihirden etkilenen, hastalıkların ruhun bedenle birlikteliği veya ayrılığına dayalı, kötü ruhun bedenden ayrılması veya bedenden 
ayrılan ruhun bedene geri getirilmesine yönelik uygulamalar. Diğeri de, halen çağdaş toplumlarda bile uygulanmaya devam edilen, yöresel veya halk tıbbı olarak  isimlendirilebilecek bugünkü pozitif tıbba daha yakın tıp uygulamalarıdır. Zaman içinde birbirine karışan bu uygulamalar tarih boyunca hep birbirine koşut olarak gelmiş ve varlığını toplumlar içinde sürdürmüştür. 






MEZOPOTAMYA’DA TIP 

Yaklaşık MÖ. 4000’de Fırat ve Dicle’nin suladığı ve daha sonra ‘insanlığın beşiği’ olarak anılacak bereketli Mezopotamya topraklarında dünya’nın ilk büyük medeniyeti kuruluyordu. Büyük bir medeniyete sahip olduğu daha bu yüzyıl içinde ortaya 
çıkarılan Ur şehri üzerinde yapılan arkeolojik çalışmalarla iyice anlaşılan Sümer’lilerde temel geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktı. Sulama ve ulaşım sistemlerinin oldukça geliştiği Sümer’in başşehri Ur’da hemen bütün evlerin banyosu ve atık su tesisatı bulunmaktaydı. Tekerli araçlar kullanılıyor, aletler bakırdan imal 
ediliyordu. 

Tarihin başlangıcını belirleyen yazı MÖ. 3000’lerde Sümerlerde kil üstüne yazılan çivi yazısı olarak ortaya çıktı. Çivi yazısı kullanılarak yazılmış belgeler bugüne yalnızca genel tarih bilgisi değil o döneme ait tip uygulamaları ile ilgili önemli bilgilerde aktarmıştır. Bu tarihi belgeler arasında Londra’daki Wellcome Müzesinde bulunan MÖ. 3000 yıllarında yasayan Sümer’li bir hekim’e ait mühür ile Paris’te 
Louvre Müzesinde bulunan MÖ. 2300 lerde yasayan Babil’li bir tıp adamına ait mühür son derece önemlidir. 

Sümer krallığının Akad krallığı tarafından yıkılması, daha sonrada her ikisinin MÖ. 2000’de yıkılarak yerlerine güney’de Babil, kuzey’de Asur krallıklarının kurulmasıyla bu coğrafya’daki medeniyet zirveye ulaştı. Mezopotamya ve oradaki tıp 
ile ilgili olarak değişik şeyler yazılmış olsa da 1985 senesinde Vernon Coleman tarafından yazılan The Story of Medicine bu döneme oldukça farklı yaklaşmaktadır. 

Coleman’a göre bu coğrafya’yı tıp tarihi açısından önemli kılan, yüzyıllardır inanılan havada kötü ruhlar ve hastalık yapıcı cinlerin dolaştıkları bunların insan vücuduna girmesi ile hastalıkların oluştuğu, dolayışı ile bunların ancak ruhlara müdahale ve 
büyü ile düzeleceği inancının yıkılmasına yönelik ilk adımların Mezopotamya’da atılmış olmasıdır. Bu tespit tıbbın modern anlamda ve başlı başına bir bilim olarak gelişmesinin başlangıcını Eski Yunan (ve özellikle Hipokrat) ile başlatan görüşe ciddi 
bir cevap teşkil etmektedir. Yeni ve iyi olan her şeyin kaynaklarının Batı’da olması gerektiği, Doğu’da olanların ancak bunların taklidi veya tercümesi olabileceği -yanlış- ön yargısına Batı’lı bir yazardan gelen bu tespit bizce çok önemlidir. 

Coleman tıp dünyasındaki gelişmelerin toplumun diğer alanlarında olan gelişmelerinden bağımsız olamayacağını söylemektedir. Tıbbın gelişmesi yönünde ilk adımları atan bu insanlar ayni zamanda şehirler kuruyor, komşuları ile ticaret yapıyor veya onları fethediyor, sanat ve edebiyat eserleri yaratıyor, matematik teoriler 
geliştiriyordu. Bu disiplinlerin hiç birisi bir diğerini etkilemek veya ondan etkilenmek konusunda immün değildi. Örneğin tıbbın gerçek anlamda bir meslek olarak oluşması yönündeki ilk adımlar bir hekim veya din adamı tarafından değil bir hükümdar, Babil kralı Hammurabi tarafından atılmıştır. 

MÖ. 2000 lere ait meşhur Hammurabi kanunlarında hastaları ve hekimleri korumak, mesleğin icrasını düzenleyen belli maddeler bulunmaktadır . Günümüzde bazıları adaletsiz, hatta acımasız gibi görünse de hekimlerin yaptığı tedavi ve ameliyatlarda alacağı ücretleri belirleyen, uygulamada yapacakları hatalarda ödemesi gereken cezaları düzenleyen bu en eski mesleki kanun tıbbın bir meslek olarak belirlenip onun uygulanışı biçimini düzenlemesi açısından çok önemlidir.


NİNHURSAG İLE ENKİ / SUMER... NİNHURSAG İLK İNSANI YARATAN OLDUĞU İÇİN DOĞUM TANRIÇASI OLARAKTA ANILIR

Bu kanunlar; “Eğer doktor soylu bir kişiyi tedavi ederse, ve apsesini bronz bir bıçakla açarsa, ve hastanın gözünü kurtarırsa 10 gümüş şekel almalıdır. Eğer hasta bir köleyse sahibi 2 gümüş şekel vermelidir.” “Eğer doktor bronz bir bıçakla apseyi açarsa ve hasta ölürse veya gözünü kaybederse doktorun eli kesilmelidir. Eğer söz 
konusu köleyse yerine başka bir köle verilir.” “Eğer ameliyat sonucu köle’nin gözü tahrip olursa, operatör köle sahibine kölenin değerinin yarısını öder.” demektedir. 

Tıp ve din arasındaki bağın zayıflaması ile hastalıkların kendilerine özgü sebepleri olabileceği düşüncesi oluşmaya başlamış, ve sorunlara tıbbı çözümler bulma yönünde çabalar görülmüştür.

Babil’de tıp ve halk arasındaki tıbbı bilgi oldukça gelişmişti. Heredot MÖ. 430’da yazdığı tarihinde her Babil’linin amatör bir hekim olduğunu yazmıştır. Eski Babil’de hastalanan kişi çarşı yerine götürülür ve orada bırakılırdı. 

“Yoldan gelip geçenler hastanın yanında durup şikâyetlerini dinlerdi. Eğer yolcu buna benzer bir rahatsızlık geçirmişse hastaya tavsiyelerde bulunur, o’na tedavi yollarını söylerdi.......ve hiç kimsenin hastanın yanından sessizce geçmesine izin verilmezdi.” 

Bu anlatımlar tıbbın Babil’de ne kadar geliştiği halka kadar indiğinin bir göstergesi olarak kaydedilmiştir. Yüzyıllar geçtikce tıp bilgisi daha da gelişti. Bu döneme ait elde ettiğimiz bilgilerden, kırılan kemiklerin yerleştirildiği, tutkal emdirilmiş bandajlarla 
sarıldığını öğreniyoruz. Oldukça gelişmiş tartı aletleri ile ilaçlar hazırlandığı, doktorların belli konularda uzmanlaşarak bu tür hastalara baktığı kayıtlarına rastlıyoruz. Hatta Babil’de psikiyatristlerin var olduğu, Freud’dan bir kaç bin yıl önce, 
suç, korku ve üzüntünün insan sağlığı üzerindeki kötü etkileri olacağı bilinmekteydi. 

Babil’den günümüze kalan tabletlerden anlaşıldığına göre onlarda geniş bir materia medica (tıpta kullanılan maddeler) koleksiyonu vardı. Bu tabletlerde 120 ye yakın mineral ilaç bunun iki katından fazlada bitkisel maddenin adı geçmektedir. 

Bunun yanında değişik yağlar, bal, balmumu, sut, tuz, bira, çamur gibi maddelerin tedavi edici etkisinden de söz edilmektedir. Babil’de karaciğer’in kilden yapılmış modeli üzerinde yapılan Hepatoskopi (karaciğer okuma) uygulaması karaciğer’in 
vücudun ve ruhun merkezi olduğu, oluşan hastalıkların karaciğer üstünde gözlemlenebileceği inancına dayanmaktadır (Resim 3). Kilden yapılmış, her birinin ortasında küçük odun çubuklar dikilmiş karelere bölünmüş bir koyun karaciğeri modeli, kurban edilmiş bir hayvanin karaciğeri ile karşılaştırılır ve bu ciğerin yüzeyindeki değişikliklere göre hastaya teşhis koyulurdu. Benzer bir uygulamaya dair ifadeye İncil’de de rastlanmaktadır. 

“Babil Kralı yolların ayrımında durdu......kutsallığı kullanmak için.......şekillere başvurdu, karaciğer’e baktı” (Ezekial; 21:21).

Babil hakkında fazla bilgimiz olmasına rağmen. Babil’deki tip konusunda bildiklerimiz sinirlidir. O gün yasayan hiçbir hekimin adını bugün bilmiyoruz. Ancak yine de bu bölümde işlediğimiz dönem tarihin (ve tıp tarihinin) önemli bir halkasını oluşturmaktadır ve gelecek bölümde konu edilecek Eski Mısır’daki tip uygulamalarına geçişte önemli bir dönemi teşkil etmektedir. 





ESKİ MISIR’DA TIP 

Eski Mısır’ın tarihi ile ilgili bilgi ve belgelerden, Nil nehri’nin suladığı topraklarda M.Ö. 4000 yıllarında bir kaç milyon insanin organize bir hükümet yönetimi altında yaşadığını öğreniyoruz. Mısır’lılar şekillere dayanan ve daha sonraki modern alfabeye 
zemin teşkil edecek yazıyı keşfedip ilk olarak kullanan medeniyet olarak bilinmektedir. İnsanlık tarihindeki bu en büyük sıçramayı yapan eski Mısırlılar ayrıca günümüze kadar kalan ve hayret ve gıpta ile seyrettiğimiz piramitlerle de yalnız kültür seviyesi olarak değil aynı zamanda teknik olarak ta ne derece yüksek seviyelere 
ulaştıklarını bize göstermektedir. 

Yazının keşfi şüphesiz diğer alanlarda olduğu gibi tıp alanında da gelişmelerin onunu açmış ve belli konularda geleceğe notlar kalmasına vesile olmuştur. Şekil yazısı (hiyeroglif) zaman içinde yerini işaret yazısına bırakmış ve ilk alfabe M.Ö. 3500’de 
ortaya çıkmıştır . Yazının keşfi ve kullanımı yanında üzerine yazıldığı malzemede de yenilikler olmuş ve Mezopotamya’da rastladığımız kil tabletlerin yerini çok daha ‘kullanışlı’ olan papirüsler almıştır. 

Ancak Eski Mısır’ın bu ilk çağlarındaki tıp uygulamasına ilişkin bilgilerimiz oldukça sınırlıdır. O dönemlerde hemen her şeyin bir tanrısı vardı ve bunlar yeryüzündeki olayları kontrol ederdi.


ANTİKÇAĞ'DA DOĞUM

Örneğin , Şahin-başlı güneş tanrısı Ra kuş-başlı (bilgelik) tanrısı Thoth ki bunun ‘tıbbın (treatiese) kuralları’ kitabını yazdığı söylenir, ve aslan-başlı çocuk doğurma tanrısı Sekmet. Sağlık tanrısı Hermot‘un hikayesine göre ise kendisi şeytan Set ile dövüşürken gözünü birini kaybetmiş fakat gözü daha sonra mucizevi olarak 
iyileşmiştir. Daha sonraları Horus’un gözü bir uğur haline gelmiş ve eski Mısır’da yaygın olarak kullanılmıştır. Hatta bugün doktor reçetelerindeki R işaretinin Horus’un gözünün değişik evrelerden geçtikten sonra çizilen büyük R seklindeki tasarımından 
kalan bir sembol olduğu söylenmektedir . 


SEKMET


Bu ‘tanrılar geçidi’, aslında kendisi bir ölümlü olan, İmhotep ile zirvesine ulaşmış oldu. Eski Mısır’daki tıp hakkında sahip olduğumuz bilginin sınırlılığı, o dönemin en büyük hekiminin kim olduğu konusunda bir kanıya varmamıza imkan vermemektedir. Ancak iki isim var ki bunları anmadan geçmemiz mümkün değildir. Bunlardan birisi Sekhet’enanach diğeri ise İmhotep’tir. 

Sekhet’enanach MÖ. 3000 de yaşamış ve Firavun’un baş hekimlerinden birisi olarak görev yapmıştır. Kral, hekimine yaptığı hizmetlerin karşılığı olarak bir ödül vermek istemiş Sekhet’enanach ise portresinin bir tas üstüne yapılmasını tasa yaptığı tedavinin yazılmasını, bunun sarayın göze çarpan bir yerinde koyulmasını ve 
ölümünden sonra da mezar taşı olmasını istemiştir . O günden bize kalan anıt taşta Sekhet’enanach leopar derisi giymiş, elinde iki tane asa ile ayakta dururken arkasında hanımı elini omzuna koymuş şekilde resmedilmiş, ve altına “Kral’ın burun deliklerini iyileştirdi” yazılmıştır. Böyle bir talepte bulunmakla Sekhet’enanach 
kendini tarihteki ilk hekim olarak kaydettirmiştir. 

Tıp tarihçileri tarafından daha iyi bilinen İmhotep bazılarının ifadelerine göre antik çağların sisleri arasından bize görünen ilk hekimdir. Rakibi Sekhet’enanach ile mukayese edildiğinde İmhotep’in hekimliğine dair elimizde daha az kanıt bulunmaktadır . Tıp tarihçileri tarafından Eski Yunan’ın Aesculap’inin Mısır’daki karşılığı gibi anlatılsa da her ikisinin de zaman içinde tıp tanrısı olarak kabul edilmesi ve insanların onların türbelerinde sağlık uykusuna yatmaları dışında aralarında fazla bir benzerlik yoktur. 

İmhotep hakkında elimizdeki kesin olan bir bilgi varsa o da, MÖ. 2980 ile 2900 yılları arasında yaşayan Firavun Zozer’in baş veziri olduğu ve efendisi için inşa edilen ve bugün dünyanın en muhteşem yapıları arasında sayılan Step Piramidi’nin mimarı olduğudur. 

Maalesef İmhotep’in hekim olduğuna dair elimizde hiçbir bilgi bulunmamaktadır, ancak ölümünden sonra kendisine dua ve ibadet edilmesi, ve MÖ. 500’den sonra da tanrı olarak kabul edilmesi mutlaka tıpla ilgili bizim bilmediğimiz bir şeyler yapmış olabileceği düşüncesini uyandırmaktadır. İmhotep’e ait olduğu söylenen, 
10 tanesi British Museum’da 31 tanesi Wellcome Tıp Tarihi Müzesi’nde bulunan heykellerin hepsinde İmhotep elindeki papirüs ile oturuyor vaziyette resmedilmiştir. 


İMHOTEP


İmhotep’in anısına Memphis, Thebes ve Philae’da tapınaklar yapılmıştır. Halk burada gelip uyuduklarında şifa bulacaklarına inanmaktaydı. Bu üç tapınaktan kalan sonuncusu da Assuam’da inşa edilen barajdan sonra sular altında kalmıştır. 
İmhotep’in Memphis şehri yakınlarına gömüldüğü söylenmektedir ancak şu anda mezarı bulunamamıştır. Belki bir gün bulunursa, Sekhet’enanach’ a kaptırdığı ‘tarihteki ilk tıp adamı’ olma unvanını da geri alır. 

Yazının keşfi ve papirüsün kullanılması Eski Mısır’a ait tıp bilgilerinin tamamının günümüze kalmış olabileceği düşüncesini uyarmasına rağmen, bugün elimizde olan papirüsler, muhtemelen, çok büyük bir külliyatın sadece ufak bir parçasıdır. Bu papirüslerden edindiğimiz bilgiye göre, eğer hekim mevcut bilgilerine sadık kalarak ve iyi niyetli olarak tedavi etmeye çalışmasına rağmen hasta ölürse hekimin bundan dolayı cezalandırılamayacağını, ancak eğer hekim tıp’ta kullanılan denenmiş metotlar dışında bir şekilde hastayı tedavi ederken hasta ölürse hekiminde öldürüleceğini öğreniyoruz. 

Her ne kadar elimizdeki sınırlı sayıdaki papirüsler ile Eski Mısır’daki tıp  konusunda bir kanıya varmak güç olsa da tıp tarihi ile uğraşan bilim adamları için en önemli belgeler niteliğindeki bu eserler büyük bir özenle korunmuş ve incelenmiştir. 

Bu papirüslerden en iyi bilineni Ebers Papirüsü (EP)’dur.M.Ö. 1500’e ait olduğu düşünülen EP 1862de Profesör George Ebers tarafından Thebes’de bulunmuştur. 



Halen Leipzig Üniversitesinde saklanan EP’in yalnızca elde bulunan en eski tıp kitabı olmadığı ayni zamanda geçmişten bugüne kalan en eski kitap olduğu kabul edilmektedir. Orijinali 10 metrelik bir rulo olan bu doküman 110 sayfadır ve 900 civarında reçete içermektedir. EP sihir ve büyü de dahil birçok hastalığa karşı tedavi 
önerileri içermektedir. EP’de 15 karin (abdomen) hastalığı, 29 göz hastalığı ve 18 deri hastalığı tarif edilirken 21’den fazla öksürük tedavisi anlatılmaktadır. Basta bitkisel olmak üzere, mineral ve hayvansal maddelerinde kullanıldığı 700 ilaç ve 800 formül 
bulunmaktadır. 

EP’nde geçmiş dönemlere ait bilgilerden alıntılar yapıldığına dair bir çok kanıt bulunmaktadır ve bu papirüs’ün değerini bir kat daha artıran, ilk sahibinin kenarlara düştüğü, “Çok güzel, ben sıklıkla kullanırdım”, “Harika bir ilaç” gibi notlardır. Papirüsten elde edilen bilgilerden bitkilerin çok yaygın olarak kullanıldığı anlaşılıyor. 


Bunlar arasında soğan, sarımsak, tahıllar, reçine, Hint keneviri, senna, kimyon, kekik ve Hint yağı bulunmaktaydı. Ayrıca hipopotam yağı, aslan yağı, yılan ve kaz yağı ile, domuz safrası, kaz sütü ve boğa yumurtalığı gibi hayvansal kaynaklı ilaçlarda 

kullanılmaktaydı. Bakir sülfat’ında göz hastalıklarının tedavisi ve korunmasında yaygın olarak kullanıldığı bilinmektedir. 

Eski Mısır’da nasıl ki her tanrı farklı şeyleri kontrol ediyorsa buna benzer şekilde farklı konularda uzmanlaşmış hekimler (swnu) vardı. Heredot tarihinde 
“Mısır’da her hekim kendini farklı bir hastalığı tanıma ve tedavi etmeye adamıştı. Bazısı göz, bazısı baş, bazısı diş, bazısı da bağırsak hastalıklarını tedavi etmektedir” diye yazar. Swnu üç tedavi edici grup arasında sadece birini oluşturmaktaydı.


Diğerleri Sekhmet rahipleri ve büyücülerdi. Tedavi ediciler arasında özel isimler alanlarda vardı örneğin Iri ‘Kral’ın Bağırsak Koruyucusu’ anlamına gelmektedir ve muhtemelen Firavun’un lavman uzmanıydı. Barsak temizliği ve lavman’ın Eski Mısır’lılarda özel bir önemi vardı. Eski Mısırlılar hastalık oluşumunda bağırsakta çürüyen ve kokuşan maddelerin önemli bir faktör olduğuna inanırlardı. Bu yüzden, her ayın üç gününü barsak temizliği ve lavman yapmaya ayırdıkları Heredot tarafından kaydedilmiştir. 


Eski Mısır’da tıp seviyesinin dönemin genel kültür seviyesiyle mukayese edildiğinde düşük olduğu düşüncesi hakimken, EP ile ayni dönemlerde Luxor’da Amerikalı Egyptologist Edwin Smith tarafından bulunan ve kendisinin ölümünden sonra New York Tip Cemiyetine bağışlanan papirüs bu kanaati değiştirmiştir. Edwin 

Smith Papirusu (ESP) olarak anılan ve 1930 da Breasted tarafından incelenerek açıklanan papirüste, içinde yaralar ve yaralanmalarında bulunduğu, 48 vakanın detaylı teşhis ve tedavisi anlatılmaktadır. 

‘Cerrahi Papirüsü’ olarak ta bilinen ESP’den yaraların ilk gün taze et ile bandaj uygulanarak, daha sonra yağ-bal karışımı ile sarılarak tedavi edildiğini; kırıkların destekler arasına alınıp reçine emdirilmişbandajlara sarılarak tedavi edildiğini öğreniyoruz. Ayrıca ESP’den edindiğimiz bilgiler Eski Mısır’da dini bir rituel olarak sünnetin uygulandığını göstermektedir. MÖ. 1600’lere ait olduğu düşünülen papirüste sunulan bazı vakaların tedavisinde önerilen uygulamaların bugünkü anlayışa yakınlığı dikkat çekicidir. Bunlardan birisi çenesi çıkan bir hastaya yapılması gereken uygulamayı anlatmaktadır: 


“Eğer bir adamın çenesi çıkmışsa o’nu ağzı açık şekilde bulursun. Ağzını kapatamaz. Her iki elinin baş parmaklarını alt çene kemiğinin iç köşesine ağzın içinden yerleştirir, diğer parmaklarını çene altına koyarsan ve alt köşeleri geriye itersen çene yerine yerleşir.” 

MÖ. 1400 tarihine ait, Hearst Papirüsü 1899 da bulunmuş ve şu anda California Üniversitesi’nde bulunmaktadır. Bu papirüs içerik olarak EP’e oldukça benzemektedir. MÖ. 1850’de yazıldığı düşünülen Kahun Papirüsü 1889’da Sir Flinders Petrie tarafından keşfedilmiştir. Daha çok jinekoloji kitabini andıran bu 
papirüste gebeliğin tespiti ve kontrasepsiyon yöntemleri yanında hayvanlarla ilgili tedaviler yer almaktadır. Timsah pisliği, bazı bitkiler ve bal karışımından oluşan fitiller şeklinde hazırlanarak rahim ağzına uygulanan kontraseptifler ise yaramış olmalı ki Eski Mısırlılar infantisit (yeni doğanın öldürülmesi) uygulamaksızın nüfus 
planlaması yapabilmişlerdir. 

MÖ. 1350’ye ait olduğu düşünülen ve British Museum’da bulunan Londra Papirüsü maternal (gebe kadının) bakımı ve büyüye ilişkin bilgiler içerirken, MÖ. 1450’de yazılan ve Berlin Müzesinde saklanan Berlin Papirüsleri anne ve bebeğin büyüden korunması ve büyüye karşı tedavisi yanında bazı çocuk hastalıklarının 

tedavisini anlatma özelliği ile muhtemelen ilk Pediatri kitabi olarak kabul edilebilir. 

Bu meşhur papirüsler dışında yakın tarihlerde daha bir çok papirüs bulunmuştur ve bunlar Kahire’deki müzelerde saklanmaktadır. Büyüler, reçeteler ve ilaç isimleri içeren bu papirüsler daha önceki örnekleri gibi Eski Mısır tıbbını anlama yönünde bize ışık tutmaktadır. 


Eski Mısır’da tıp ile ilgili bir çalışmada insan bedeninin ölümden sonra korunması gibi garip bir adete dayalı olan mumyalamadan bahsetmemek mümkün değildir. Daha eski çağlarda kuru ve sıcak çöl kumlarına gömülen cesetlerin yıllarca bozulmadan kalması Mısır’lılara bu doğa tarafından yapılan korumanın yapay 

yöntemlerle de yapılabileceği düşündürmüş olabilir. Zamanla değişen ölü defin gelenekleri ile tabut içine veya bir piramit’in odasına koyulan cesetler kısa sürede bozulmaya başlayınca Eski Mısır’lılar ölüleri korumaya yönelik olarak mumyalama 
işlemine başladılar.






Mumyalama: 

Eski Mısır’da mumyalama işleminin yapılmış olması bize, ‘ölünün kutsallığı ve dokunulmazlığı’, tabusunun Mısır’da olmadığını göstermiştir. Mumyacılık o dönemde ayrı bir meslek grubunu teşkil ediyorlar ve düşük bir sınıf olarak kabul ediliyordu. 

Mumyalama işlemi Mısır’da MÖ. 4000 ile MÖ. 600 yılları arasında uygulanmış ve tahminen bu sürede 700 milyon insan mumyalanmıştır.


Kendine özgü kuralları olan mumyalama işlemini Heredot tarihinde oldukça detaylı olarak anlatmıştır: 


“Önce çengel şeklinde bir metal ile burundan girilerek beyin boşaltılır. Kalan parçalar temizlenip kafanın içi ilaçlarla yıkanır. Daha sonra vücudun yan tarafından keskin bir taş ile küçük bir kesi yapılarak karın içindeki organlar boşaltılır ve karın içi [myrrh, casia], sarı sakız, çin tarçını ve değişik baharatlar ile doldurulduktan sonra ceset 70 gün [natron] katran içinde bekletilir. Bu süre sonunda beden yıkanıp tutkal sürülmüş keten bantlar ile tepeden tırnağa kadar sarıldıktan sonra yakınlarına verilir. Yakınları oluyu insan şeklinde yapılmış tabut içine yerleştirip dik vaziyette özel olarak hazırlanmış odalara koyarlar. Bu anlattıklarımız mumyalamanın en pahalı şeklidir.” 

Daha ucuza mal edilen mumyalamalarda ise sedir yağı vücut boşluklarına enjekte edilir, veya ölüler tuzlu su içinde bekletilirlerdi. Mumyalamada dikkate değer bir nokta, ruhun merkezi olduğuna inanılan kalbin dokunulmadan yerinde bırakılmasıdır. Diğer bütün iç-organlar yerinden çıkarılır, özel koruyucular ile muamele edilir, paketler halinde sarılıp tekrar karın boşluğuna koyulurdu. Bazı bilim 
adamları birçok mumyadaki yanık izlerinden yola çıkarak, mumyalamada bedenin kurutulup suyunun alınması işleminin ısıtma yoluyla yapıldığı kanaatine varmışlardır. Bu ısıtma sırasında reçine kendiliğinden erimekte ve bandaj uygulaması kolaylıkla yapılabilmektedir.

Çok ilginç şekilde, Eski Mısır’lılar uyguladıkları mumyalamalara rağmen ne insan anatomisi ve fizyolojisine, ne de ölüm sebebini araştırmaya ilgi duymamışlardır. 


Ancak yine de bu garip adet, adeta materyallerin uygun koşullarda koruyarak bugünün bilim adamlarına patolojik incelemeler yapma imkanı vermiştir.



Prof.Dr.Şahin Aksoy (1965-2012)
2008-2012 Şanlıurfa Tabip Odası Başkanlığı


Devam edecek...



***