Translate

22 Haziran 2012 Cuma

TÜRKLERDE OKÇULUK VE OSMANLI YAYI


Gerçek bir ata sporu olarak tarihimiz içinde yer alan, tüm dünya ülkelerinin ciddi araştırmalar yaptıkları Türk Okçuluğu, son 5 yılda hızlı bir sportif kalkınma modeli sergileyerek, bu yönü ile bir örnek oluşturur. 

Orta Asya Türklerinde , düşman önünden kaçar gibi yapıp, at sırtında dört nala giderken geriye dönerek ok yağdırmak, savaş hilelerindendir. Bu halde bile, Türk okları hedefini şaşırmazdı.





TÜRKLERDE OKÇULUK


CENTAUR - Benzerlik inkar edilemiyecek kadar büyüktür. Belkide Türklerden etkilenip Centaurları yaratmışlardır.


Yarı at yarı insan olan Centaur’ların birçoğu zalim olarak bilinirler. Ayrıca bunlar kaba, güvenilmez, vahşi, aldatıcı ve çok içen yaratıklardır. Cherion bu yaratıklardan farklıdır. Cherion’u Güneş tanrısı Apollon, Ay tanrıçası Artemis (Diana) ve vahşi hayvanlar yetiştirmişlerdir. Bu yüzden Cherion kibar, başkalarını düşünen ve bilgili biridir.
Cherion’un yetenekleri ve bilgileri herkes tarafından kabul edilirdi. Cherion’a, birçok ünlü kralın çocukları, yeteneklerini ve bilgilerini öğretmesi için gönderilirdi. Öğrencileri arasında Herkül’de vardır.
Herkül yolculuğa çıktığı birgün yolda çok susar ve Cherion’un yanına uğrar. Cherion’dan, evinde sakladığı ama yarı at yarı insan yaratıklara ait olan şarabı açmasını ister. Cherion bu isteği kabul eder. Şarabı açınca güzel kokusu memleketin dışına kadar yayılır ve bu kokuyu alan Centaur’lar büyük bir hışımla eve gelirler. Centaur’lar, kendilerinden habersiz şaraplarını açtıkları için Herkül ve Cherion’a saldırırlar. Herkül, Centaur’ların birçoğunu öldürür. Geri kalanını da şehrin dışına sürer. Cherion olaya hiç karışmamakla beraber Herkül’ün yanında olayı dikkatle izler. Herkül o kargaşada yalnışlıkla zehirli oklarından biriyle Cherion’u da vurur. Herkül bu duruma çok üzülür. Herkül’ün üzüntüsünü gören Zeus bu iyi Centaur’u yıldızlar arasına yerleştirir.







Sagittarius, bir erkek vücudunun belden üst kısmıyla bir atın birleşimini temsil eder. Ayrıca bu takımyıldızının Argonaunt’lara yolculukları sırasında rehberlik etmesi için gökyüzüne yerleştirildiğine inanılır.




ORHUN YAZITLARINDAN
Ok ve yay, Göktürkler’in kullandıkları alfabeye iki harf şeklinde girmiştir. 

Oğuz Kağan’ın, gördüğü bir rüyaya dayanarak ülkesini, sağlığında çocukları arasında bölüştürdüğü, onlara Uç Oklar, Boz Oklar adlarını verdiği, Destan’da yazılıdır  


( Oğuz Destanı okumak için tıklayın). 


Osmanlı Ordusu içinde özel bir yere sahip kılınan okçuluk adeta bir sanat kolu olarak kabul edildi ve Fatih Sultan Mehmet´ten itibaren tüm padişahlar okçuluk sporu ile bizzat meşgul oldular. 1453 İstanbul´un fetihinden hemen sonra kurulan Ok Meydanı, ok talim yeri olarak kullanılmaya başlandı. 




Osmanlı yaşamında yüzyıllar boyunca önemli bir yer işgal eden Okçuluk hakkında, çeşitli kütüphanelerimizde 60 civarında el yazması eser bulunmakta, ancak bu eserlerin eski yazı ile yazılmış olmaları incelemeyi güçleştirmektedir. Tarihsel belgeler incelendiğinde, Türklerde okçuluğun M.Ö.5000 yıllarında başladığı ve okçuluk ile ilgili kuralların konulup, uygulanmasının Oğuzlar ile gerçekleştiği görülür. Türk kavimleri süresince, Sümerler, Elamlar, Akadlar, İskitler, Hunlar, Avarlar ve Hititler ile okçuluk gelişerek en parlak devrine Osmanlılarla ulaşmıştır.

II. Beyazıt döneminde Ok meydanı ile  yetinilmeyip, okçuluk malzemeleri ile uğraşan sanatkarlar bir araya toplanarak, bunlara her türlü imkan sağlandı. Hatta, bu amaçla hemen hemen tüm sanatkarlar İstanbul´a getirildi ve II. Beyazıt´ın kendi adına yapılan Beyazıt Camii´nin arkasına "Okçular Caddesi" nde "Okçular Çarşısı" kuruldu.  15. ve 16. yüzyıllarda İstanbul´da sayıları 500´ü bulan ok ve yay imal eden atölye ile, özel olarak okçuluk eğitimi yapılan okulların bulunduğu gerçeği dikkate alınacak olursa, bu spor dalında ne denli zengin bir geçmişe sahip olduğumuz kolayca anlaşılacaktır. 


Osmanlı İmparatorluğu´nda hükümdar ve sadrazamların birçoğu okçu idi. Bunların içinde özellikle Sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa´nın (1618 ) Okçuluk Tarihi içinde özel yeri bulunmaktadır. Mustafa Paşa Sadrazamlığı sırasında okçulukla ilgili bir kanun (ferman) yayınlayarak bu spora verilen özel önemi vurgulamıştı. Bugün aslı Topkapı Müzesi arşivinde bulunan bu ferman Spor ile ilgili ilk kanun olma özelliğini taşımaktadır.




ÇINAR APARTMANI MENZİL TAŞI

Bu devirde, bir okçu için rekor taşı anıtı dikilebilmesi için, okun en az 660 m.(1000 kez) atılması gerekirdi. 
Önce, rüzgara göre atış yönü tayin edilerek, atışın başlama noktasına bir taş (ayaktaşı), sonra da okun eriştiği noktaya bir anıt taş (menzil taşı) dikilirdi. 









TEŞVİKİYE CAMİ MENZİL TAŞI



İkinci Mahmud da benzer bir atış rekoru sonrasında bölgeye iki menzil taşı diktirdi. Taşların ilki bugün Teşvikiye Camii'nin avlusunda, varış noktası olan diğeri de Topağacı Ihlamur Yolu'ndaki 54 numaralı Çınar Apartmanı'nın bahçesinde bulunuyor.


Kemankeşlik :
Osmanlı İmparatorluğu döneminde yapılan bir okçuluk sporudur Kemankeşlik sporunun araçları olan ok ve yay için ise;



1- Ok :
Okun boyu "gez" olarak ölçülür. Bir gez yaklaşık olarak 65 - 70 cm civarındadır çeşitli ahşap malzemelerden (çam ağaçlarının kuzey rüzgarı alan kısımlarından) veya bambu kamışından yapılır.
Ok ucuna "demren" ya da "temren" adı verilir kemik veya demirden yapılır.
Okun son kısmı olan tüy kısmına ise "yelek" adı verilir genelde kuğu kartal tüyleri kullanılır, ucunda temreni olan oklara işlevine göre gerektiğinde yelek takılmaz.


2- Yay :
Osmanlı yayı ise son derece işlevsel aynı zamanda kısa kullanımı kolay ve "pek" yani oldukça sert yaylardır.
Yay ipine Tirkeş veyahut Çile adı da verilir .Tirkeş genelde koyun bağırsağından olabileceği gibi ibrişimden de imal edilir.
Yaylar genelde filmlerde görüldüğü gibi sürekli olarak gergin durumda değillerdir .Normal durumda tirkeş ve yay gerilimsiz ve gevşek bir şekilde durur kullanılacağı zaman ise yay kurulur .Yay terse doğru kurulmaktadır ve oldukça güç gerektiren bir iştir.

Türkler’in kullandıkları ok çeşitleri arasında kurulu yaylı olanına «tatar oku», savaşlarda uzak mesafe için kullanılan altı yeleklisine «şeşperli», spor ve talim için kullanılan zararsızlarına «talim oku» denirdi.



Yay Ağacı
AKÇAAĞAÇ
En iyi yay ağacı Gerede´de yetişen Akça ağaçtır. Tutkalı çok fazla emerler. Bu karaağaçların ihtiyâr gövdeleri kesilir, kökten çıkan sürgünler iki bilek kalınlığında olunca yerden 25 santim kadar yukarıdan 13-14 tutam kesilir ortadan eşit olarak iki kısma ayrılır. Bir kazandaki soğuk suda üç gün bekletilir. Üç günden sonra kazanın altına ateş yakılarak kaynatılır .Bu kaynama süresi de üç gündür. Sonra ağaçlar çıkarılır talaş alevine tutulur ,biraz suyunu çektikten sonra tutkala yatırılır .Ağacın tutkalı iyice emmesi beklenir.
Bu işlemden sonra ağaç, kalın tahtalara oyulmuş, iki ucu içine kıvrık kalıplara sıkıştırılır ve urganlarla bağlanır. Kurulduktan sonra dış tarafa gelecek kısmına sinir yapıştırılır
Yay ağacı 10 yıl bekletildikten sonra işlemeye alınır.


Tutkal
Tutkal yay ağacına elastıkîyet veren bir maddedir Yayın en mühim maddesini teşkîl eden tutkal, çok titiz hazırlanan bir maddedir Yay tutkalları bilhassa Gelibolu civârındaki Çakal (Çokal) köyünde yapılır ve bu isimle anılır .


Sinir
En iyi sinir için, Trakya´da yetişen inek ve öküzlerin ayak bileklerinden diz kapaklarına kadar olan sinirler bir araya toplanır, yıkanır, kurutulur, kaynatılır ve eritilir Bu erime sinirlerin lif lif ayrılmasını te´mîn eder, Sinir, yayın kurulduktan sonra dış tarafına gelen kısmına i´tinâ ile döşenir
Bu hesâblar öylesine incedir ki, meselâ puta yaylarına öküz siniri, menzil yaylarına inek siniri döşenir Bu işlem yaya müthiş bir elastikîyet verir .


Kemik (Boynuz)
Yay kemiği tâbîr edilen boynuz bilhassa mandaların boynuzlarının dış kenarından yapılır .Boynuzun en sert yerleri de kenarlarıdır. Menemen yöresinde yetişen uzun boynuzlu genç öküzlerin boynuzları makbûldür. Boynuzların dış kenarları kökten uca kadar bir kapak hâlinde kesilir. Kazanda kaynatılır ,sonra çam alevinde yumuşatılır ve düzeltilir. Dar tahta kalıplara sıkıştırıldıktan sonra kurutulur, yay tahtasına Çakal tutkalı ile yapıştırılır, üzeri raspa edilir.


Çelik
Kabzanın tam orta kısmına isâbet eden ve iki boynuzun arasında kalan iki milimlik aralığa beyaz bir kemik yerleştirilir ki buna da çelik denir.


Çile
Çile, yayın iki ucuna takılan ve oku fırlatmaya yarayan bir kaytandır .Harp yaylarında çile yerine koyun ve keçi gibi hayvanların bağırsaklarından yapılan gâyet kuvvetli bir ip kullanılır. Çile saf ipektir .Günlerce kaynatıldıktan sonra gölge yerde kurutulmaya bırakılır .Sonra bükülerek ip hâline getirilir .Çile yalnız yarışma yaylarına takılır.






1920 yılında da Olimpiyat Oyunları programına alınmıştır.
Bugün okçuluk sporunda kullanılmakta olan yaylar 1,80-2,70 m. boyunda ise de, kadınlar için olanlar 1,50-2,10 m. boylarındadır. Hedefler samandandır, yerden 1,22 m. yükseklikte olan ayaklar üzerine tutturulmuştur. 






Hedefler sıkıştırılmış saman gibi okları durdurabilecek nitelikte bir kitle üzerine konan misinadan bir iskelet ile güçlendirilmiş ve üzerlerine farklı renklerde iç içe daireler çizilmiş kağıt yüzeylerdir. En ortadaki dairenin sayı değeri 10’dur. Dışa doğru her daire bir puan azalır .Her iki daire aynı renkte boyanmış olup 10 ve 9 sarı 8 ve 7 kırmızı 6 ve 5 mavi 4 ve 3 siyah 2 ve 1 beyaz renktedir. Hedefin ve dairelerin çapı atış yapılan mesafeye göre değişmektedir.


Günümüz teknolojisinin yaptığı oklar ancak 250-300 metre uzaklığa düşebilirken, Osmanlı'da kabza alabilmek için en az 900 gez menzile atmak gerekiyordu. Osmanlılarda iyi bir okçu ancak bir üstad nezaretinde yetişirdi. Kendiliğinden ok atmayı öğrenen veya attığını iddia edenlere okçular itibar etmezlerdi. Aralarına almazlardır. Okmeydanında atış yapacak olan sporcunun muhakkak kabzayı kimden aldığını belirtmesi hatta ispatlaması gerekirdi.



Bir yay ustası

İki ayrı kabza alma merasimi vardır. Okçuluk kendine özgü ritüelleri olan bir spor organizasyonudur. Asıl önemli kabza alma töreni, sporcunun 600 metre civarında atış yapabilmesi ile verilir. Menzil oku ile 900 gez atış yapabilmesi gerekmektedir. Şahitler huzurunda bu atışı gerçekleştirebilirse büyük kabza töreni dediğimiz merasim gerçekleştirilir. Meydan Şeyhi ve rekortmen kemankeşler huzurunda kemankeşe üstadı tarafından kabza töreni yapılır ve kulağına kemankeş sırrı denilen sır fısıldanır. Ama asıl önemlisi kabza almaya hak kazanan sporcu artık kemankeş sicil defterine ismi yazılmayı hak etmiş önemli sporcular arasına girmeye hak kazanmıştır. Ve artık okmeydanında atış yapabilme hakkı da kazanmış olur.

Yay belli bir enerjinin biriktirilmesi ve oka aktarılması prensipleriyle çalışır. Enerji birikimi oka aktarılırken aktarım hızı da son derece önemlidir. Aktarım hızında yayın büyüklüğü ön plana çıkar, kısa yaylar biriktirilen enerjiyi oka daha hızlı aktarır. Kompozit yayların içinde en kısa olanları ise Osmanlı yayıdır. Yay boyunun kısa olması, gücü de arttıran etmenlerdendir.


Kırılamayan rekorların başında ise 1281,5 gez mesafeli Bursalı Şüca ve Tozkoparan İskender'in gündoğusu menzili gelir. 

Sultan II.Mahmud 'ta 1817 de okçulukta hünerliydi, kendisi 1200 gez atmış,Amerikalı elçiyi hayrete düşürmüş ve menzil taşlarını diktirmiştir.

(1 gez : 65 / 70 cm ise 1200 gez : 780 / 840 metre yapar. 

19.yy. da ölçüt sabitlendi... 1 gez = 60.74 cm'e eşitlendi. 
Böylece  1281,5 gez= 778 metre ; 1200 gez= 729 metre olur,ama yinede kimse geçememiştir.)






Osmanlı okçuluğunun namlı kemankeşleri ;

Tartışmasız ilk sıralarda Tozkoparan İskender, Bursalı Şüca, Miralem Ahmet Ağa, Deve Kemal gelir. Kemankeş sicil defterine isimleri yazılı kemankeşler arasında Lenduha Cafer, Çullu Ferruh, Solak Bali, Berbat Mehmet, Kemhacı Hayrettin, Amasyalı Şüca, Hindi Yakup ve Üsküdarlı Binyüzcü Hafız Efendi gibi okçularda mevcuttur.

Tozkoparan İskender ,Miralem Ahmet Ağa ve Bursalı Şüca ile birlikte okçuluk tarihimize adını altın harflerle yazdırmış kemankeşlerdendir. Okmeydanlarında farklı rüzgârlarla atışlar yapılsa da en uzak mesafeye atış yapan kemankeş olması dolayısı ile bizim açımızdan çok önemlidir. Bu atış 800 metrenin üzerinde bir atıştır.




Kemankeş TOZKOPARAN

Kendisini Fatih Sultan Mehmed’in yetiştirmesi olduğu söylenmektedir. Önemli görevlerde bulunduktan sonra paşalığa yükselmiştir. Asıl ünü kemankeşlikten gelir.Diz çökerek attığı ok yerden 60 cm havadan giderken yerdeki tozu kaldırması sebebiyle “Tozkoparan” namıyla anılmıştır.Sadece “Lodos Menzili”nde büyük rakibi Bursalı Şüca’yı geçememiştir. 90 yaşında vefat ettiğinde Cerrahpaşa caddesindeki Şem'i Molla camii karşısındaki mezarlığa defnedilmiştir.





Kitabesinde :
Okmeydanını ihya kılan
Söylenir dillerde nâmı haşre dek
Budur ol ser-menzil-i sahib ü nişan
Ok atıp taş dikti, astı yayını
Ona dahi kalmadı fâni cihan
Etti işân sünnet-i peygamberî
Menzilin nûr ile Rabbü’l-müstean
İster ihlâs ile sizden fatiha
Hacı Ahmed, şöhreti Tozkoparan


***




Avrupalı okçuların rekor ok atışları 300 m. iken, 
Osmanlılarda 600 metreye ok atamayan okçu olamazdı. 


MACARİSTAN'DAKİ TÜRK KURULTAYINDA OKÇULUK YARIŞI


Okçuluk kültürü 150 senedir yapılmayan bir spordur. Unutulmuş olan bu kültürün yay yapan ustası da elbette kalmadı. Ancak günümüzde yay yapımı ile uğraşan oldukça fazla esnaf olmasına rağmen, yay yapmayı başarabilen birkaç kişi kalmıştır. Bunlardan Edirneli Ercan Özek Usta (tıklayın) 'nın yaylarından 4 tanesi Talimhane Okçuluk Grubu üyelerinin ellerinde olup bunlarla atış yapmaktadırlar. Elinde atış yapılabilecek Osmanlı yayı olan tek gurup da Türkiye'dir.




Sagitta - Okçuk

Okçuk küçük bir takımyıldızıdır. Yay ile birlikte mitolojide önemli bir yere sahiptir.

Tesalya kralı Phelegyas’ın kızı Koronis ile Apollon’un, Asclepius adında bir oğulları vardır.  Mitolojide Hekimliğin ve cerrahlığın tanrısıdır ve sağlık üzerine herşeyi bilir. Bununla da kalmayıp, ölüleri diriltmeye başlar.

Tanrıça Athena, Gorgo canavarı Medusa Perseus tarafından öldürüldüğü zaman, Medusa'dan akan kanı toplamış, Asclepius’a vermiştir. Gorgo’nun sağ tarafındaki damarlarında dolaşan kan zehirli, sol tarafındaki damarlarında yararlıymış. Bu yararlı kanı Asclepius ölüleri diriltmek için kullanmış ve gereğinden fazla ölüyü dirilttiği ve ölüler dünyasının düzenini bozduğu gerekçesiyle Zeus tarafından yıldırım ile öldürülmüştür. 
Oğlunun öcünü almak isteyen Apollon, Zeus’a yıldırımı bağışlayan tek gözlü Cyclope’leri, bugün gökyüzünde Sagitta adıyla bildiğimiz Okçuk ile öldürür.




EROS
Başka bir hikayede ise okçuk Herkül’e aittir. Herkül, babası baş tanrı Zeus tarafından cezalandırılan Prometheus’u kurtarmak için Okçuğu kullanmıştır. Herkül, Zeus tarafından Caucausus (Kafkas,Gürcistan bölgesi) dağlarına zincirlenmiş Prometheus’un ciğerini yemeğe gelen ve bu iş için Zeus tarafından görevlendirilen kartalı (Bazen bu kartalın Aquila olduğu söylenir) okçuk ile öldürür. Herkül’ün kartalı öldürürken gösterdiği ustalığın anısına okçuk gökyüzüne yerleştirilir. Ve Okçuk aşk tanrısı Eros’un okunu da temsil etmektedir.


MACARİSTAN TÜRK/TURAN KURULTAYI 2012



Osmanlı’nın Ok teknolojisi dönemin en iyi silahı olduğu bilinmektedir.


Atalarımız bu silahı geliştirirken son derece seçici ve titiz çalışmış, kullanılan malzemelerin en iyilerini zaman içinde tespit etmiş ve ince bir ustalıkla harmanlamıştır. Ne yazık ki binlerce yıllık geleneğin unutulmasına sadece bir nesil yetmiştir, hâlbuki bu silah bizim kültürümüzün önemli bir parçası ve gerçek ata sporumuzun ana teçhizatıdır. 

Tv ve sinema ekranları Robin Hood, Kral Artur gibi karakterlerle dolu iken, rekorları asla kırılamayacak olan bu namlı insanları unutmuş olmamız da bir ayıptır. Bunların hepsi rekor kırmış ve rekorları asla kırılamayacak sporculardır ve Türklerin de gururudur.

Alman ZDF Kanalında yayınlanmış Osmanlı belgeselinde Osmanlı Ok’uyla yapılmış müthiş deneyi;






              OK MEYDANI - DÜNYABÜLTENİ

VE ŞİNASİ AÇAR'DAN "SON BULUNAN NİŞAN TAŞLARI "'NI


İLHAMİ DURMUŞ :İSKİTLER (E-KİTAP)








NİŞAN TAŞLARI




SB.


***






TÜRK'ÜN PARS GİBİ YÜREĞİ VARKEN,KORKAK KUL MU OLDUK DÜŞMANDAN SİNEN !?



TÜRK KÜLTÜRÜNDE PARS




UZAKTAKİ KARDEŞİME 

Uzakta ağır azap çeken kardeşim! 
Solmuş lâleler gibi kuruyan kardeşim 
Etrafını sarmış düşman ortasında 
Göl gibi gözyaşı döken kardeşim! 

Önünü ağır kaygı örtmüş kardeşim! 
Ömrünce yaddan cefa görmüş kardeşim! 
Hor bakan, yüreği taş, kötü düşman 
Diri diri derini soymuş kardeşim! 

Ey pirim! Değil miydi Altın Altay 
Anamız bizim? Bizlerse birer tay, 
Bağrında yürümedik mi serâzat 
Yüzümüz değil miydi ışık saçan ay? 

Alaca altın aşık atışmadık mı? 
Tepişip bir döşekte yatışmadık mı? 
Anamız olan Altay'ın ak sütünden 
Beraber emip, beraber tadışmadık mı? 

Akmadı mı bizim için dupduru bulak, 
Şarıldayıp şarıl şarıl dağdan inerek, 
Hazırdı uçan kuş, kopan yel gibi 
Dilesek bir bir atlar, tıpkı burak! 

Altay'ın altın günü nazlanarak 
Gelende, sen pars gibi bir er olarak, 
Akdeniz, Karadeniz ötelerine 
Kardeşim, gittin beni bırakarak! 

Ben kaldım yavru balaban, kanat açamam, 
Uçsam diye davransam bir türlü uçamam, 
Yön bulduran, yol gösteren can kalmadı; 
Yavuz düşman koyar mı şimdi beni vurmadan? 

Kurşunlar genç yüreğime saplandı, 
Günahsız taze kanım su gibi aktı, 
Kansız kalıp, kuruyup bayıldım, 
Karanlık hapse sıkıca kapattı. 

Görmüyorum gece gezdiğimiz ovayı, 
Gündüz güneşi, gece gümüş nurlu ayı, 
Nazlı nazlı ipek kundaklara sarmalayıp 
Bizi büyüten altın anam Altay'ı! 

Ey pirim! Ayrıldık mı ulu bütünden? 
Dağılıp yılmayan yağan oklardan 
Türk'ün pars gibi yüreği varken 
Korkak kul mu olduk düşmandan sinen. 

Kudretli olmak isteyen Türk'ün canı 
Gerçekten hasta mı, bitti mi hali? 
Yürekteki ateş söndü mü, kurudu mu? 
Damarında kaynayan atalar kanı? 

Kardeşim! Sen o yanda, ben bu yanda 
Kaygıdan kan yutuyoruz, bizim adımıza 
Lâyık mı kul olup durmak? gel gidelim 
Altay'a atadan miras Altın tahta. 



Magjan Cumabayoglu 





“Bu şiir, Türkiye’nin Kurtuluş Savaşına atfen, Büyük Şair Magjan Cumabayoglu tarafından Kazakistan'da yazılmıştır.” 




DÜŞMAN DERKEN DE "DOĞRU" DÜŞMANI ANLAMAK GEREK, 
KUKLALARI  DEĞİL.!



****











21 Haziran 2012 Perşembe

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK




HAYATI          

Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın'dan Makedonya'ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir. Annesi Zübeyde Hanım ise Selânik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım'la evlendi. Atatürk'ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına değin yaşadı.

Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği'nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik'e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına "Kemal" i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi'sini bitirip, İstanbul'da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi'yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır'a III. Ordu'ya atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderildi. Picardie Manevraları'na katıldı. 1911 yılında İstanbul'da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.


1911 yılında İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi.


Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşe militerliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşe militerlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi.


1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez! " dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir.


Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları'dan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Velihat Vahidettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyehatten sonra hastalandı. Viyana ve Karlsbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezâreti'nde (Bakanlığında) göreve başladı.


Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.


Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.


Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır:


Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı.


Çukurova, Gazi Antep, Kahraman Maraş Şanlı Urfa savunmaları (1919- 1921)


I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921)


II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921)


Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)


Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922)


Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması'yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel kalmadı.


23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922'de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'yla yönetim bağları koparıldı. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet'in ilk hükümeti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ve "Yurtta barış cihanda barış" temelleri üzerinde yükselmeye başladı.


Atatürk Türkiye'yi "Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak" amacıyla bir dizi devrim yaptı. Bu devrimleri beş başlık altında toplayabiliriz:


1. Siyasal Devrimler:

· Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
· Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
· Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)

2. Toplumsal Devrimler

· Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)
· Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)
· Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)
· Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)
· Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)
· Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931)

3. Hukuk Devrimi :

· Mecellenin kaldırılması (1924-1937)
· Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937)

4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler:

· Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)
· Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)
· Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)
· Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)
· Güzel sanatlarda yenilikler

5. Ekonomi Alanında Devrimler:

· Aşârın kaldırılması
· Çiftçinin özendirilmesi
· Örnek çiftliklerin kurulması
· Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması
· I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması

Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934'de TBMM'nce Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadı verildi.


Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, Devlet-Hükümet Başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927,1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk'ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti.




ATATÜRK YABANCI HEYETLERLE


Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını ağırladı.

15-20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku'nu okudu.





ATATÜRK  VE LATİFE


Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923'de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı. Yaşayanlarına iyi bir gelecek hazırladı.

1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kız kardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox'a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı. Fransızca ve Almanca biliyordu.









ATATÜRK'ÜN SON YILLARI VE ÖLÜMÜ

Atatürk'ün ilk hastalık belirtisi 1937 yılında ortaya çıktı. 1938 yılı başlarında Yalova'da bulunduğu sırada, ciddî olarak hastalandı. Buradaki tedavi olumlu sonuç verdi. Fakat tamamen iyileşmeden Ankara'ya yaptığı yorucu yolculuk, hastalığının artmasına sebep oldu. Bu tarihlerde Hatay sorununun gündemde olması da onu yormaktaydı. Hasta olmasına rağmen, Mersin ve Adana'ya geziye çıktı. Kızgın güneş altında askerî birliklerimizi teftiş edip tatbikat yaptıran Atatürk, çok yorgun düştü. Ülkü edindiği millî dava uğruna kendi sağlığını hiçe saydı. Güney seyahati hastalığının artmasına sebep oldu. 26 Mayıs'ta Ankara'ya döndükten sonra tedavi ve istirahat için İstanbul'a gitti. Doktorlar tarafından, siroz hastalığı teşhisi kondu.

Deniz havası iyi geldiği için, Savarona Yatı'nda bir süre dinlendi. Bu durumda bile ülke sorunlarıyla ilgilenmeye devam etti. İstanbul'a gelen Romanya kralı ile görüştü. Bakanlar Kurulu toplantısına başkanlık etti. 4 Temmuz 1938'de Hatay Antlaşması'nın yürürlüğe girmesi Atatürk'ü çok sevindirip moralini düzeltti. Temmuz sonlarına kadar Savarona'da kalan Atatürk'ün hastalığı ağırlaşınca Dolmabahçe Sarayı'na nakledildi. Fakat hastalığı durmadan ilerliyordu. O'nun hastalığını duyan Türk halkı, sağlığıyla ilgili haberleri heyecanla takip ediyor, bütün kalbiyle iyileşmesini diliyordu. Hastalığının ciddiyetini kavrayarak 5 Eylül 1938'de vasiyetini yazıp servetinin büyük bir kısmını Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarına bağışladı. Ekim ayı ortalarında durumu düzelir gibi oldu. Fakat, çok arzuladığı hâlde, Ankara'ya gelip cumhuriyetin on beşinci yıl dönümü törenlerine katılamadı. 

29 Ekim 1938'de kahraman Türk Ordusu'na yolladığı mesaj, Başbakan Celâl Bayar tarafından okundu. "Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!" sözü ile Türk Ordusu'nun önemini belirtmiştir. Yine aynı mesajda "Türk vatanının ve Türk'lük camiasının şan ve şerefini, dahilî ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni, her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır" diyerek Türk Ordusu'na olan güvenini belirtmiştir. 

Atatürk 1 Kasım 1938'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılış töreninde de bulunamadı. Hazırladığı açılış nutkunu Başbakan Celâl Bayar okudu. Atatürk bu nutkunda ülkenin imarı, sağlık hizmetleri ve ekonomi konularındaki faaliyetleri açıkladı. Bundan başka eğitim ve kültür konularına da temas edip gençliğin millî şuurlu ve modern kültürlü olarak yetişmesi için İstanbul Üniversitesi'nin geliştirilmesi, Ankara Üniversitesi'nin tamamlanması ve Van Gölü civarında bir üniversitenin kurulması için çalışmaların yapıldığını belirtti. Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarının çalışmalarından duyduğu memnuniyeti açıkladı. Ayrıca Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi spor sahasında da idealine ulaştırılması için Beden Terbiyesi Kanunu'nun uygulamaya konulmasından duyduğu memnuniyeti belirtti. Atatürk, ölümüne kadar memleket meselelerinden bir an olsun uzak kalmamıştı.  







Atatürk'ün hastalığı tekrar şiddetlendi. 8 Kasımda sağlığıyla ilgili raporlar yayımlanmaya başlandı. Bütün memleketi tekrar derin bir üzüntü kapladı. Her Türk'ün kalbi onun kurtulması dileğiyle çarpıyordu. Ancak, kurtarılması için gösterilen çabalar sonuç vermedi ve korkulan oldu. Dolmabahçe Sarayı'nda 10 Kasım 1938 sabahı saat dokuzu beş geçe, insan için değişmez kanun, hükmünü uyguladı. Mustafa Kemal Atatürk aramızdan ayrıldı. Bu kara haberle, yalnız Türk milleti değil, bütün dünya yasa büründü. Büyük, küçük bütün devletler onun cenaze töreninde bulunmak üzere temsilciler göndererek, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusuna karşı duydukları derin saygıyı belirten mesajlar gönderdiler. 16 Kasım günü Atatürk'ün tabutu, Dolmabahçe Sarayı'nın büyük tören salonunda katafalka konuldu.

Üç gün üç gece, gözü yaşlı bir insan seli ulu önderine karşı duyduğu saygı, minnet ve bağlılığını ifade etti. Cenaze namazı 19 Kasım günü Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırıldı. On iki generalin omzunda sarayın dış kapısına çıkarılan tabut, top arabasına konularak, İstanbul halkının gözyaşları arasında Gülhane Parkı'na götürüldü. Buradan bir torpido ile Yavuz zırhlısına nakledildi. Büyük Ada açıklarına kadar, donanmamız ve törene katılmak için gelmiş olan yabancı gemilerin eşlik ettiği Yavuz zırhlısı cenazeyi İzmit'e getirdi. Burada Yavuz zırhlısından alınan cenaze, özel bir trene kondu. Atalarına son saygı görevlerini yapmak üzere toplanan halkın kalbinde derin bir üzüntü bırakarak Ankara'ya getirilmek üzere hareket edildi.  







Atatürk'ün vefatı üzerine cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, bakanlar, Genelkurmay Başkanı, milletvekilleri ile ordu ve devlet ileri gelenleri tarafından karşılanan cenaze, Türkiye Büyük Mîllet Meclisi önünde hazırlanan katafalka kondu. Ankara halkı da onun cenazesi önünden saygıyla geçerek son görevini yaptı. 21 Kasım 1938 Pazartesi günü, sivil ve askerî yöneticiler ile yabancı devlet temsilcilerinin hazır bulunduğu ve on binlerce insanın katıldığı büyük bir tören yapıldı. Daha sonra Atatürk'ün tabutu katafalkta alınarak. Etnografya Müzesinde hazırlanan geçici kabre kondu. Türk milleti daha sonra, bu büyük insana lâyık, Ankara Rasattepe'de bir Anıtkabir yaptırdı. 10 Kasım 1953'te Etnografya Müzesinden alınan Atatürk'ün naaşı Anıtkabir'e getirildi. Burada yurdun her ilinden getirilmiş olan vatan topraklan ile hazırlanan ebedî istirahatgâhına yerleştirildi.














İLKNUR GÜNTÜRKÜN KALIPÇI 

                                                      İLE 


                                                             ATATÜRK




BÖLÜM 1

BÖLÜM 2

BÖLÜM 3

BÖLÜM 4







                                            İŞTE BÖYLE ANLATILIR.





                                                      



 SONSUZA DEK



SB.    





***