SAYFALAR

22 Şubat 2013 Cuma

1984 / George Orwell ve KONTROL





Tarih boyunca, büyük olasılıkla Neolitik çağdan bu yana, yeryüzünde üç tür insan sınıfı olagelmiştir: En üst, orta ve alt sınıf. Bunlar kendi aralarında pek çok alt bölümlere ayrılmışlar, kendilerine değişik adlar verilmiş, göreli sayıları ve tutumları çağdan çağa değişmiş, ama toplumun temel yapısı hep aynı kalmıştır. Büyük ayaklanmalar ve değişimlerden sonra bile, bir denge aygıtının her zaman son dengesine dönüşü gibi aynı yapı hep ortaya çıkmıştır.

Bu üç grubun amaçlan uzlaştırılamaz. En üst sınıf, durumunu korumak, orta sınıf onun yerine geçmek ister. Alt sınıfın amacı (varsa eğer, çünkü bu grup günlük hayatta olup bitenler dışında herhangi bir şeyi fark edemeyecek kadar yoksul koşullarda yaşamaktadır), tüm farkları ortadan kaldırmak, herkesin eşit olduğu bir toplum yaratmaktır. Bu nedenle, tarih boyunca, genel çizgileriyle değişmez olan savaşımlar sürekli yinelenip durmaktadırlar. En üst sınıf, uzun dönemler süresince, yönetimde kalmış, ama iktidar yetilerini ve kendilerine olan inancın yittiği dönemler de olmuştur. Böyle zamanlarda, orta sınıf özgürlük ve adalet için çarpıştıklarını öne sürerek alt sınıfı kendi saflarına alarak üst sınıfı devirmişlerdir. Orta sınıf amacına ulaşır ulaşmaz, alt sınıfı eski yerine indirip, kendisi üst sınıfı oluşturur. Çok geçmeden bu iki gruptan birinden ya da her ikisinden ayrılanlar, yeni bir orta sınıf oluşturur ve savaşım yeniden başlar. 

Bu üç grup arasından amacına, geçici bile olsa, ulaşamayan, alt sınıftır. Tarih boyunca hiçbir somut ilerleme olmadığını ileri sürmek abartma olur. Bir çöküş dönemi olan günümüzde bile, insanlar birkaç yüzyıl öncesine oranla çok daha iyi yaşamaktadırlar. Ama ne zenginliğin artması, ne davranışların yumuşaması, ne reformlar, ne de devrim insanları eşitliğe bir milimetre olsun, yaklaştırmamışım Alt sınıf açısından, hiçbir tarihsel gelişme, efendilerinin adının değişmesinden öte bir anlam taşımamaktadır.

On dokuzuncu yüzyıl sonlarında kendini yineleyen düzen, gözlemcilerin gözünden kaçmamıştır. Tarihi, yinelenen bir işleyiş olarak yorumlayan ve eşitsizliğin mutlak olduğunu ileri süren düşünce akımları ortaya çıkmıştır. Elbette ki, bu öğretiye bağlı olanlar önceden de var olmuştur, ama o sıralarda ortaya atılan biçimiyle önemli bir değişiklik göstermiştir. Geçmişte, hiyerarşik bir toplumun başlıca savunucusu üst sınıfı. Krallar, soylular, din adamları, hukukçular ve bunlar gibi başka asalaklar, bu öğretilerin ateşli koruyucularıydılar. Öğreti, ölümden sonraki düşsel dünya vaatleriyle yumuşatılıyordu. Orta sınıf, güç elde etmek için savaşırken, özgürlük, adalet, kardeşlik gibi kavramları sık sık kullanırdı. O sıralarda, henüz yönetime geçmemiş olmakla birlikte, geçeceğini umut eden bazı kimseler, bu kardeşlik kavramına üşüştüler. Geçmişe, orta sınıf eşitlik adına devrimler yapmış, eski düzenden kurtulduktan sonra kendisi yeni bir sömürü düzeni kurmuştu. Yeni orta sınıf ise, buyurganlığının temellerini önceden atmıştı. On dokuzuncu yüzyılda kemikleşmeye başlayan eski dönemlerde kölelerin başkaldırılarına dayanan düşünce zincirindeki son halka olan sosyalizm kuramı eski çağların Ütopik görüşlerinin etkilerini taşıyordu.

Ama, 1900'den başlayarak ortaya atılan Sosyalizm türlerinden hepsinde, özgürlük ve eşitliği kurma amaçlan giderek bir yana bırakılıyordu. Yüzyıl ortalarında ortaya çıkan yeni akımların, Okyanusya'da İngsos, Avrasya'da Yeni Bolşevizm, Doğu Asya'da Ölüme Tapınmanın başlıca amacı, bağımlılığı ve eşitsizliği sürdürmekti. Bu yeni akımlar eskilerin üzerine kurulmuş olduklarından, geçmiş öğretilere sözde bir bağlılık gösteriyorlardı. Ancak, tümünün ortak amacı, ilerlemeyi durdurmak ve istenilen bir anda tarihi dondurmaktı. Sarkacın kolu bir kez daha sallanacak ve sonra duracaktı. Hep olduğu gibi, orta sınıf, üst sınıfı devirip kendisi onun yerine geçecekti, ama bu kez, üst sınıf, bilinçli stratejiyle, statüsünü sonsuza dek koruyacaktı.

Yeni öğretiler, tarihsel bilgi birikimi ve on dokuzuncu yüzyıl öncesinde var olmayan tarih anlayışının gelişimi sonucu ortaya çıktı. Tarihin yinelenen işleyişi anlaşıldıktan sonra, daha doğrusu bu kuram yaygınlaştıktan sonra, tarih anlaşılabilirse, değiştirilebilir sonucuna varıldı. Ama yeni öğretilerin ortaya çıkışının temel nedeni, daha yirminci yüzyıl başında, insanlar arasındaki eşitliğin teknik açıdan kurulabileceğinin anlaşılması oldu. İnsanların doğuştan gelen yeteneklerinin eşit olmadığı kabul ediliyor, hepsinin işlev derecelerine göre farklı işlerde çalışmaları uygun görülüyordu, ama artık farklı servet ye sosyal düzeylerde yaşamalarına gerek kalmamıştı. 

Önceki çağlarda sınıf ayrılıkları yalnız kaçınılmaz değil, aynı zamanda istenen bir olguydu. Eşitsizlik, uygarlığın bedeliydi. Ama makinelerin gelişimiyle bu durum değişti. Her insanın farklı işlerde çalışması gerekliliğini koruyordu, ama farklı sosyal ve ekonomik düzeylerde yaşama zorunlulukları kalmamış gibiydi. Bu nedenle, yönetime tırmanmaya başlamış olan zümreler, insanların eşitliği uğrunda savaşılmasını gerekli görmüyorlar, tersine, onu bir tehlike olarak kabul ediyorlardı. Adaletli ve barışçıl bir toplum yaratılmasının olanaksız olduğu ilkel çağlarda, insanların eşitliğine inanmak oldukça kolaydı. Binlerce yıl boyunca, insanların düşlerini, kardeşlik içinde, hiçbir yasaya bağlı olmaksızın ve ağır iş koşullarının bulunmadığı cennetsi bir dünyada yaşayacakları düşüncesi doldurmuştu. Fransız, İngiliz, Amerikan devrimlerinin mirasçıları, insan hakları, konuşma özgürlüğü, yasalar karşısında eşitlik ve buna benzer kavramlara kendileri de kısmen inanmışlar ve hatta eylemlerinin, bir dereceye kadar bunların etkisi altında kalmasına izin vermişlerdi. 

Ama yirminci yüzyılın ortalarında yaygınlaşan siyasal düşünce akımlarının hepsi, buyurganlık eğilimindeydi. Yeryüzündeki cennet, tam gerçekleşebilecekken yadsınmıştı. Her yeni siyasal kuram, kendisine ne ad takarsa taksın, hiyerarşiye ve baskıya dönüş yapmıştı. 1930 yılından başlayarak tutumların katılaşması sonucunda, yüzlerce yıldan beri terk edilmiş bulunan yargılamasız tutuklamalar, savaş tutsaklarının köle olarak kullanılması, toplu idamlar, itiraf ettirmek amacıyla yapılan işkenceler, rehinelerin kullanılması ve bir ülke insanlarının tümünün sürülmesi gibi uygulamalara dönülmekle kalmadı, kendilerini aydın ve ilerici olarak nitelendiren kişiler tarafından da bu tutumlara göz yumuldu.

On yıl kadar süren uluslararası savaşlar, iç savaşlar, devrimler ve karşı devrimler sonucunda İngsos ve rakipleri, bütünüyle geliştirilmiş siyasal kuramlar olarak ortaya atıldılar. Bunlara yüzyılın başlarında ortaya çıkan ve çoğunlukla buyurgan yapıda olan, değişik sistemler öncülük etmişlerdi. Böylece, genel kargaşadan sonraki dünyanın genel çerçevesi, sonucu, önceden hazırlanmıştı. Dünyayı kimin denetleyeceği de ortaya çıkmıştı. Yeni aristokratlar çevresini, bürokratlar, bilim adamları, teknisyenler, işçi sendika önderleri, halkla ilişkiler uzmanları, okutmanlar, gazeteciler ve usta politikacılar oluşturuyordu. Ücretli orta sınıf ve işçi sınıfının yukarı tabakalarını oluşturan bu kimseler, tekelci bir endüstrinin ve merkezi yönetimin, çıplak dünyasında bir araya gelmişlerdi. Eski dönemlerdeki benzerleriyle karşılaştırıldıklarında, bunlar, daha az aç gözlü, daha az lükse düşkün, ama iktidara daha çok susamışlardı. Özellikle, ne yaptıklarının bilincinde ve karşı tarafı ezmek için daha kararlıydılar. Bu sonuncu fark çok önemliydi. Bugüne oranla geçmişteki diktatörlükler isteksiz ve beceriksiz kalırlar. Eskiden, egemen sınıflara liberal düşünceler bulaştığı için, bunlar çoğunlukla ortadaki sorunlarla uğraşırlar, yönettikleri sınıfın düşündükleriyle pek ilgilenmezlerdi. 

Orta çağların Katolik kilisesi bile, çağdaş ölçülerle, liberal sayılır. Eski hükümetlerden hiçbirinin, yönettikleri kişileri sürekli denetim altında bulundurma olanakları yoktu. Televizyonun yapımı ve aynı aygıtın, hem alıcı, hem verici olarak kullanılmasını sağlayan teknik gelişmeler, özel hayata son verdi. Her yurttaşın ya da en azından gözetlenmesi gerekecek kadar önemli herkesin, hiç aralıksız polis denetimi ve başka iletişim yolları bulunmadığından, sürekli bir resmi propaganda bombardımanı altında tutulabilmesi olası kılındı. Böylece, tarihte ilk kez herkesin devletin isteklerine boyun eğmesi ve her konuda düşünsel bir birliğin oluşması sağlandı.

Ellili ve altmışlı yıllardaki devrim dönemlerinden sonra toplum yeniden üst, orta ve alt diye üç sınıfa ayrıldı. Ama bu kez yeni üst sınıf, kendinden öncekilerin tersine, içgüdülerle davranmıyor, durumunu sağlamlaştırmak için neyin gerekli olduğunu çok iyi biliyordu. Oligarşi için tek güvenli temelin kolektivizm olduğu anlaşıldı çok olmuştu. Servet ve ayrıcalığı en kolay olan savunma yolu, bunların ortak mülkiyet konusu olmalarını sağlamaktı. Yüzyılın ortasında gerçekleşen 'özel mülkiyetin kaldırılması' olayı, servetin öncekinden daha az birkaç elde toplanması anlamına geliyordu. Bu kez mülkü bir bireyler kitlesi değil, bir sınıf elinde tutacaktı. Hiçbir Parti üyesinin birkaç önemsiz eşya dışında kişisel malı yoktu. Kolektif olarak, Okyanusya'daki her şey Partinindir; her şey onun denetimi altında işler ve üretilenler onun uygun gördüğü biçimde tüketilir. Devrimi izleyen yıllarda, bu durum hiçbir muhalefetle karşılaşmadı, tüm işlem bir kolektifleştirme olarak tanıtıldı. Kapitalist sınıf ortadan kalkarsa, ardından Sosyalizmin geleceğine öteden beri inanılmıştı; kapitalistler gerçekten de ortadan kaldırıldılar. Fabrikalar, madenler, topraklar, evler, ulaşım araçları, her şey ellerinden alındı. Kişisel mülk olmayınca da bunların ortak mülk olması gerekirdi. Eski sosyalizm akımlarından doğan ve onun terminolojisini kullanan İng-sos, Sosyalist programdaki ana madde olan kolektifleştirmeyi gerçekleştirdi. Böylece, önceden de istenmiş olduğu gibi, ekonomik eşitsizlik süreklileştirilmiş oldu.

Ama, hiyerarşik bir toplumu süreklileştirmenin sorunları bundan daha derindir. Yönetici grubun iktidardan düşmesinin yalnız dört yolu vardır:

Ya dışarıdan gelen bir kuvvete yenilir ya kitleleri başkaldırıya yöneltecek derecede kötü yönetir, ya kuvvetli ve hoşnutsuz bir orta sınıf ortaya çıkmasına izin verir ya da kendine olan güvenini yitirir. 

Bu nedenler tek başlarına hareket etmezler ve ilkece, her biri bir dereceye kadar işe karışırlar. Bunların tümünü denetleyebilen bir yönetici sınıf sürekli olarak iktidarda kalabilir. Sonuç olarak, her şey yönetici sınıfın kendi tutumuna bağlıdır.

İçinde bulunduğumuz yüzyılın ortalarından sonra, ilk tehlike ortadan kalkmıştı: Dünyayı günümüzde aralarında paylaşmış bulunan üç devletin birbirlerini yenmeleri olanaksızdır. İkinci tehlike de kuramsaldır. Kitleler asla, yalnızca ezildikleri için, kendiliklerinden başkaldırmazlar. Kendilerine karşılaştırma yapabilecekleri ölçüler verilmedikçe, ezildiklerinin bilincine varmazlar. 

Eski dönemlerde sık sık yaşanan ekonomik sarsıntılara artık gerek yoktur. Bunların oluşmasına izin verilmemektedir. Toplumumuzda gelişen makine teknolojisinin sonucunda ortaya çıkan üretim artığı sorunu, sürekli bir savaş durumunun korunmasıyla çözümlenmiştir. Savaş, ayrıca, toplum psikolojisinin istenilen düzeyde tutulmasını da sağlar. (Bk. Bölüm III) Şimdiki yönetimi ilgilendiren tehlikeler, yarı işsiz, becerikli, iktidara susamış yeni bir sınıfın içlerinden kopması ve bir de kendi saflarında liberalizm ve kuşkuculuğun gelişmesidir. Sorun eğitimseldir. Gerek yöneticilerin, gerekse onların altındaki memurların bilincini denetim altında bulundurmak gerekmektedir. Kitlelerin bilincini, yalnızca olumsuz bir yönde etkilemek yeterlidir.

Önceden hakkında bir şey bilmese bile, insan bu satırları okuduktan sonra, Okyanusya toplumunun genel yapısını kavrayabilir. Piramidin tepesinde Büyük Birader vardır. Büyük Birader yanlışlık yapmaz, tüm güç onun elindedir. Her başarı, her zafer, her buluş, bütün bilgi, bütün mutluluk, bütün erdem onun önderliği altında var olur ve ondan esin alır. Kimse bugüne kadar Büyük Biraderi görmüş değildir. Kendisi posterlerde bir yüz, tele ekranda bir sestir. Ne zaman doğduğu bilinmez, ama asla ölmeyeceği ortadadır. Parti, kendisini Büyük Birader imgesi arkasına gizleyerek dünyaya açılmaktadır. Bu imgenin işlevi, sevgi, korku ve saygı gibi, bir kuruluştan çok bir kişinin üzerinde daha kolaylıkla yoğunlaşabilecek duygular için bir odak noktası oluşturmaktır. 

Büyük Biraderin altında İç Parti bulunur, Okyanusya nüfusunun yüzde ikisinden az olan, altı milyonluk bir üye sayısı vardır. İç Partiden sonra Dış Parti gelir. İç Parti devletin beyniy-se, Dış Parti elleri sayılabilir. Onun altındaysa, ülke nüfusunun yüzde seksen beşini oluşturan aptallar ordusu - proleterler - bulunmaktadır. Eski sınıflandırmada, proleterler alt sınıfa karşılık gelirler. Sürekli el değiştiren ekvator ülkelerindeki kölelerse, bu yapının sürekli ya da gerekli bir parçası değildirler.

İlke olarak, bu sınıflara üyelik kalıtımsal değildir. Kurama göre, anne ve babası İç Parti üyesi olan çocuk İç Parti üyesi olarak doğmaz. Partinin herhangi bir bölümüne giriş, on altı yaşında geçilen bir sınavla olur. Seçimde ırklar arasında bir fark gözetilmediği gibi, Okyanusya'nın bir bölgesi ötekinden daha üstün tutulmaz. Partinin yüksek basamaklarında Yahudiler, Zenciler, saf Kızılderili kanı taşıyan Güney Amerikalılar vardır ve bölge yöneticileri yine o bölge insanları arasından seçilirler. Okyanusya'nın hiçbir yerinde insanlar, uzaktaki bir başkentten yönetilen bir sömürge halkı olduklarını düşünmezler. Okyanusya'nın başkenti yoktur, önderinin nerede olduğu bilinmez. İngilizcenin her yerde kullanılması ve Yenikonuşun resmi dil olması dışında, bir merkezileşme yoktur. 

Yöneticileri bir arada tutan kan bağlan değil, ortak bir öğretidir. Toplumumuzun ilk bakışta kalıtım temelleri gözetilerek sınıflara ayrılmış bir yapı izlenimi bıraktığı doğrudur. Değişik sınıflar arasındaki yakınlaşma, kapitalizme, hatta sanayileşme öncesi dönemlere oranla daha azdır. Partinin iki kolu arasında sınırlı bir alışveriş vardır ve bu zayıf kişilerin İç Partiden uzaklaştırılması ve tutkulu Dış Parti memurlarının yükselmelerine izin verilerek zararsızlaştırılması biçimindedir Proleterler, uygulamada Parti içine alınmazlar. İçlerinde bir huzursuzluk nedeni olabilecek kadar yetenekli ve akıllı kişiler, Düşünce Polisi tarafından saptanarak yok edilirler. Bu durum bir ilke sorunu olarak algılanmamalıdır. 

Parti, sözcüğün eski anlamıyla bir sınıf değildir. Gücünün kendisinden sonra mutlaka çocuklarına geçmesine çalışmaz. En yetenekli kimseleri başa getirmenin bir olanağı kalmasa, Parti, proleter tabakadan yepyeni bir kuşağı bünyesine almaktan çekinmezdi. İlk yıllarda, Parti üyeliğinin kalıtsal olmaması, muhalefeti yatıştırmakta önemli rol oynamıştır. 'Sınıf ayrıcalıklarına karşı savaşmak için eğitilmiş olan eski tip sosyalistler, kalıtsal olmayan bir şeyin sürmeyeceğini varsaydılar. Babadan oğul geçen aristokrasilerin hep kısa ömürlü olduğunu, buna karşılık Katolik Kilisesi gibi bir kuruluşun yüzlerce, binlerce yıl yaşayabildiğini göremediler. Oligarşik yönetimin temeli, babadan oğula geçmesi değil, ölenler tarafından yaşayanlara aktarılan bir dünya görüşünün ve yaşama biçiminin sürdürülmesidir. 

Zamanımızı belirleyen tüm inançlar, alışkanlıklar, zevkler, duygular ve düşünsel davranışlar, şimdiki toplumun gerçek yapısının ve Partinin gizeminin anlaşılmasına engel olacak biçimde şekillendirilmiştir. Gerçek bir başkaldırı ya da başkaldırıya doğru bir adım henüz olanaksızdır. Proleterlerin korkulacak bir yanı yoktur. Kendi hallerine bırakılırsa, kuşaklar, yüzyıllar boyu, çalışırlar, ürerler ve ölürler. İçlerinde başkaldırı için bir itki oluşması şöyle dursun, yaşadıkları dünyanın bundan daha farklı olabileceğini kavrama gücünden de yoksundurlar. Ancak, gelişen endüstri teknikleri onların eğitilmesini gerektirseydi, tehlikeli olabilirlerdi, ama bugün askeri ve ticari rekabet bir önem taşımadığından, halkın eğitim düzeyi de, gerçekte düşmektedir. Kitlelerin ne düşündükleri Partiyi ilgilendirmez. Kafalarında düşünce diye bir şey olmadığı için, onlara düşünce özgürlüğü tanınmıştır. Öte yandan, bir Parti üyesinin en önemsiz bir konu hakkındaki düşüncesinin bile farklılaşmasına izin verilmez.

Bir Parti üyesi, doğumundan ölümüne dek Düşünce Polisinin gözetimi altında yaşar. Yalnız olduğu zaman bile, yalnızlığından emin değildir. Nerede olursa olsun, uyurken ya da uyanıkken, çalışırken ya da dinlenirken, banyoda ya da yatakta, uyarılmadan gözetlenebilir ve kendisinin bundan haberi olmaz. Yaptığı hiçbir şeye önemsiz gözüyle bakılmaz. Arkadaşlıkları, dinlenmesi, karısına ve çocuklarına karşı davranışları, yalnızken yüzünün anlatımı, uyurken sayıkladıkları, hatta bedeninin kendine özgü davranışları, hepsi titizlikle incelenir. Yalnız yanlış davranışların değil, herhangi bir özgünlüğün, ufak da olsa davranışlarındaki bir değişikliğin, bir içsel çekişme belirtisi olabilecek herhangi bir sinirli davranışın, gözden kaçmasına olanak yoktur. Kendilerine hiçbir konuda seçme özgürlüğü tanınmaz. 

Öte yandan, davranışları herhangi bir yasa ya da belirli bir davranış biçimiyle sınırlandırılmış değildir. Okyanusya'da yasa yoktur. Saptandıkları zaman ölüme neden olabilecek düşünce ve davranışlar resmen yasaklanmamıştır. Sonu gelmeyen temizlikler, tutuklamalar, işkenceler, idamlar, işlenmiş suçları cezalandırmak için değil, gelecekte bir gün suç işleyebilecek kişileri ortadan kaldırmak içindir. Bir Parti üyesinin yalnız doğru düşünmesi yetmez, doğru içgüdülerinin de olması gerekir. Kendisinden beklenen inanç ve tutumların çoğu hiçbir zaman açıkça belirtilmez, eğer belirtilecek olsa, Ingsos'taki çelişkiler ortaya çıkar. Eğer Parti üyesi tam bir bağnazsa, Yenikonuşta iyidüşünense, her durumda doğru olan inançları ve kendisinden beklenen duyguları düşünmeksizin bilir. Yenikonuştaki suç durdurma, siyah-beyaz ve çiftdüşün gibi sözcükler çevresinde toplanan, çocukluğunda geçtiği bir düşünsel eğitim, onun herhangi bir konu üzerinde pek fazla düşünmesini olanaksız kılar.

Bir Parti üyesinin kişisel duygulan olamaz. Ondan, dış düşmanlardan ve iç sabotajlardan sürekli nefret etmesi, zaferlerden gurur duyması, Partinin gücü ve dehası karşısında kendisini bir hiç olarak görmesi beklenir. Boş ve doyumsuz olan hayatının doğurduğu hoşnutsuzluklar, İki Dakikalık Nefret gibi araçlarla dışarı çevrilir ve dağıtılır. Kuşkucu ve başkaldıran bir tutum yaratabilecek olan düşünceler de, yine genç yaşta aşılanan iç denetim yoluyla önceden öldürülür. Küçük çocuklara bile öğretilebilen bu denetim sisteminin ilk ve en basit aşamasına Yenikonuşta suçdurdurma denir. 

Suçdurdurma, tehlikeli bir düşüncenin eşiğindeyken, içgüdüsel bir tepkiye benzer bir tepkiyle düşünmeyi durdurmaktır. Mantık yanlışlarını fark etmemek, Ing-sos'a karşı olabilecek en basit düşünceleri bile kavramamak yeteneğini içerir. Kısacası, suçdurdurma, koruyucu bir aptallıktır. Ama aptallık yeterli değildir. Kurallara tam anlamıyla bağlılık, düşünce sistemine tam bir egemenliği gerektirir. Okyanusya toplumu, Büyük Biraderin her şeye gücünün yettiğine ve Partinin değişmezliği inancına dayanır. Ama bu inançların aslı yoktur ve bu nedenle olayları ele alırken, Parti üyesi, bir an bile gevşemeyen bir koşullara uyma yeteneğine gereksinim gösterir. Burada yol gösterici, siyah-beyaz sözcüğüdür. Tüm Yenikonuş sözcükleri gibi, bu da iki karşıt anlamı içermektedir. Düşmana uygulandığı zaman apaçık gerçeklere karşın, siyahın beyaz olduğunu öne sürmektir. Bir Parti üyesine uygulandığı zamansa, Parti disiplini gerektirdiği için, bağlılıkla siyaha beyaz diyebilmek anlamını taşır. Aynı zamanda, siyahın beyaz olduğuna gerçekten inanma yeteneğidir, daha da ötede, siyahın beyaz olduğunu bilmek ve sonra karşıtına inandığını unutmak, demektir. Bu, geçmişin sürekli değiştirilmesini gerektirir. Bu da, Yenikonuşta çiftdüşün adı verilen ve her şeyi içeren bir düşünce sistemiyle sağlanmıştır.

Geçmişin değiştirilmesi için iki neden vardır; bunların birincisi, yardımcı, yani, önlemsel niteliktedir.
Yardımcı neden, Parti üyesinin de, proleter gibi, eşleştirmeye yönelik olmasıdır. Atalarından daha iyi durumda olduğuna ve ortalama yaşama düzeylerinin yükseldiğine inanması için, öteki ülkelerle olduğu gibi, geçmişle de ilgisi kesilmelidir. 

Ama geçmişin değiştirilmesi için çok daha önemli bir neden, Partinin yanlış yapmayacağı savıdır. Parti tahminlerinin hep doğru çıktığını göstermek için, bütün söylevlerin, istatistiklerin ve her türlü kayıtın sürekli değiştirilmesi gerekir. 

Bunun yanı sıra, öğretide bir değişiklik onaylanmaz. Çünkü birinin düşüncesini hatta siyasetini değiştirmesi, zayıflığını açığa vurması demektir. Örneğin, eğer Avrasya ya da Doğu Asya (hangisi olursa) bugün düşmansa, hep düşman olmuş olması gerekir. Eğer olaylar tersini gösteriyorsa, olaylar değiştirilmelidir. Bu nedenle tarih sürekli yeniden yazılmaktadır. Geçmişin günden güne değiştirilmesi, Doğruluk Bakanlığı tarafından yazılır ve bu düzenin dengede kalması için, Sevgi Bakanlığı tarafından yürütülen baskı ve casusluk etkinlikleri kadar önem taşır.

Geçmişin değişebilirliği, İngsos'un temel ilkelerindendir. Geçmiş olayların, nesnel gerçekliğinin olmadığı, yalnızca yazılı kayıtlarda ve insan belleğinde yaşayabileceği kabul edilir. Geçmiş kayıtlar ve insan belleği nede birleşiyorsa, gerçek odur. Parti tüm kayıtları ve üyelerinin belleklerini denetim altında bulundurduğu için, geçmişe de istediği biçimi verebilir. Her ne kadar geçmiş değiştirilebilirse bile, ortada değişmiş olduğu düşünülen bir olay yoktur. Çünkü istenilen anda yeni biçimine sokulan geçmiş, yürürlüktedir, ondan önce başka bir geçmiş varolmuş olamaz. Birçok kereler olduğu gibi, aynı olay bir yıl süresince defalarca değiştirilebilir. Parti her zaman mutlak gerçeği bilir, o halde mutlak gerçeğin şimdikinden farklı olamayacağı açıktır. Görüldüğü gibi, geçmişin denetlenmesi, belleğin eğitilmesi üzerine kurulmuştur. Yazılı kayıtları, o anki durumlara uydurmak, yalnızca mekanik bir işlemdir. Ancak, olayların istenildiği biçimde geliştiğini hatırlamak da gerekir. İnsanın anılarını yeniden düzene soktuktan ya da yazılı kayıtları değiştirdikten sonra yapılmış olan bu işlemler de unutulmalıdır. Bunun için belirli bir düşünce tekniği gerekir. Bu, Parti üyelerinin çoğunun ve hele, bağnaz oldukları kadar akıllı olanların öğrendikleri bir şeydir. Eski dilde buna 'gerçeğin denetlenmesi' adı verilir. Yenikonuşta ise çiftdüşün denir. Çiftdüşün başka şeyleri de kapsar.

Çiftdüşün insanın iki çelişik düşünceyi aynı anda kabullenmesidir. Parti aydını, anılarının hangi yönde değiştirilmesi gerektiğini bilir; bu nedenle gerçekle oynadığını da bilir. Çiftdüşün yöntemiyle, gerçeğin zedelenmediğine kendini inandırır. Bu işlem bilinçli yapılmalıdır, yoksa kesinliğini yitirir; ama aynı zamanda bilinçsiz de olmalıdır, yoksa bir düzenbazlık ve dolayısıyla bir suçluluk duygusu uyandırır. Çiftdüşün, İngsos ilkelerinin püf noktasıdır, çünkü Partinin temel işlevi, tam bir dürüstlük taşıyan amacın yıkılmasını önlemek için bilinçli yanılmayı kullanmaktır. Bile bile söylenen yalanlara yürekten inanmak, zararlı görülmeye başlanan bir gerçeği unutmak, nesnel gerçeklerin varlığını yadsırken bu gerçekleri sürekli göz önünde bulundurmak, gerekli şeylerdir. Çiftdüşün sözcüğünün kullanımı bile, çiftdüşün'ü gerektirir. Bu sözcüğü kullanmakla, insan gerçekleri zedelediğini kabullenmektedir, yeni bir çiftdüşün'le, bu, kafadan silinir. Bitip tükenmek-sizin süren bu işlem yardımıyla gerçek, sürekli geride bırakılmaktadır. Parti çiftdüşün yardımıyla tarihi durdurmak olanağını bulmuştur, belki daha binlerce yıl, bunu başarıyla sürdürecektir.

Geçmişteki bütün oligarşiler ya katılaştıkları ya da gevşedikleri için iktidardan düşmüşlerdir. Ya aptallıkları ve gururlan yüzünden kendilerini değişen koşullara uyduramamışlar ve devrilmişler; ya da korkaklık ve hoşgörüleri yüzünden, zor kullanacakları yerde ödün vermişler ve gene devrilmişlerdir. Devrilmeleri ya bilinç ya da bilinçsizlik nedenleriyle olmuştur. Partinin başarısı, her iki koşulun da aynı anda var olduğu bir düşünce sistemi geliştirmiş olmasıdır. Başka hiçbir düşünce sistemi üzerinde Parti sürdürülemez. Eğer yöneten, yönetimini sürdürmeyi istiyorsa, gerçeklik duyusunu bozmalıdır. Kendisinin yanlış yapmayacağına inanmak ve geçmişteki yanlışlardan ders almak, yönetmenin sırrıdır.

Çiftdüşün'ü en büyük başarıyla uygulayanların, onu bulan ve onun geniş bir düşünce sahtekârlığı sistemi olduğunu bilenler olduğunu belirtmek gereksizdir. Toplumumuzda, olup bitenlerden en çok haberdar olanlar, aynı zamanda, dünyayı olduğu gibi görmekten en uzak olanlardır. Genelde anlayış ne kadar genişse, aldanma da o kadar geniştir; daha zeki olan, daha az akıllıdır. Bunun en açık kanıtı şudur: Sosyal sınıflar tırmandıkça, savaş tutkusu daha da güçlenmektedir. Savaşa karşı en akılcı tutumu takınanlar, sürekli el değiştiren topraklardaki kölelerdir. Savaş bu insanlar için üzerlerinden sürekli gelip geçen bir dalga gibidir. Hangi tarafın kazandığı onlar için bir fark yaratmaz. 

Efendilerinin değişmesi, eskiden yaptıkları işi, kendilerine farklı davranmayan yeni efendileri için de yapmayı sürdürmeleri demektir. Daha gelişmiş koşullarda yaşayan ve proleter dediğimiz işçiler, savaşın ancak arada sırada farkına varır. İstenildiğinde, savaş konusunda korku ve nefretleri uyandırabilir, ama kendi başlarına bırakıldıklarında savaşın sürdüğünü bile unutabilirler. Savaş tutkusu, Parti basamaklarında, özellikle İç Partide çok güçlüdür. Dünya egemenliğine en çok inananlar, bunun olanaksızlığını bilenlerdir. Karşıt olayların ve kavramların böyle birbirine bağlanması (bilgiyle bilgisizlik gibi), Okyanusya toplumunun en belirgin yanıdır. Resmi ideoloji, gerek olmayan yerlerde bile, çelişkilerle doludur. Böylece Parti, sosyalizm akımının savunduğu tüm ilkeleri yadsır, kötüler ve sonra bunun Sosyalizm adına yapıldığını söyler. İşçi sınıfının yüzyıllardır hor görüldüğünü söylerken, kendi Parti üyelerine, işçilere giydirilen ve bu nedenle kabul edilmiş olan üniformaları giydirir.

Aile bağlarını düzenli bir biçimde çürütürken, önderini doğrudan aile duygularına seslenen bir adla çağırır. Bizi yöneten dört Bakanlığın adı bile, gerçek anlamlarının ters çevrilmesinin küstahça bir gösterimidir. Barış Bakanlığı savaşla, Doğruluk Bakanlığı yalanla, Sevgi Bakanlığı işkence ve zulümle, Bolluk Bakanlığı herkesi aç bırakmakla uğraşır. Bu çelişkiler bir kaza sonucu değildir, ne de basit bir ikiyüzlülüktür. Bunlar bilinçli olarak çiftdüşün'ün uygulanmasıdır. Gerçekte iktidar, ancak karşıtların uzlaştırılması yoluyla sonsuza dek elde tutulabilir. Eski dönemin başka türlü yıkılması olanaksızdır. Eğer eşitsizlik sürdürülecekse -yani yüksek grup yerini koruyacaksa- zihinsel koşullar, denetlenmiş delilik olmalıdır.

1984-GEORGE ORWELL Kitabından...



Winston Smith, "Doğruluk Bakanlığı"nda çalışmaktadır. İşi özel bir borudan, ona gelen notları eski verilerin ve bilgilerin yerine yazmaktır yani tarihi değiştirmektir. İşinden memnun, işini iyi yapan biridir. Ama bir gün Winston için herşey değişir. Tüm olacaklar Winston'un antika eşyalar satan bir dükkandan, yaprakları yumuşacık bir defter ve mürekkepli kalem almasıyla başlar. Bu özel defteri günlük yapmaya karar verir. "Tele Ekran"dan görülmeyecek şekilde saklandıktan sonra günlüğünü yazmaya başlar ve artık o düşüncelerini yazmaya cesaret edebilmiş bir düşünce suçlusudur. Suçu "Büyük Birader" diye biri olmadığını, devleti yönetenlerin tarihle oynadıklarını, insanların kandırıldığını düşünmesidir. Bu düşüncelerini doğrulayacak kaynak, ona inanacak kişi arayışına girer.

"Doğruluk Bakanlığı"nda çalışan "Anti-Sex" adlı örgütün üyesi olan Julia ve devletin önemli adamlarından olan O'Brien'in da kendisiyle aynı düşünceleri paylaştıklarını düşünür. Kısa bir süre içinde de bu düşüncelerini doğrulayan üç kağıt eline geçer. Birini Julia gizlice avucuna sıkıştırmıştır ve içinde "Seni Seviyorum" yazmaktadır. Julia da artık düşünce suçlusudur çünkü birini sevmiştir. Julia ile birlikte "düşünce polisi"nin olmadığı gizli yerlere giderler ve Winston'un uzun seneler önce* ayrıldığı ama resmiyette eşi olan kadını aldatırlar. Bu gizli buluşmalarında hatırladıkları geçmişlerini paylaşır, kendilerince mutlu olurlar. İkinci kağıdı ise O'Brien, "Yeni Konuş" için yapılacak sözlüğe katkıda bulunmasını bahane ederek "tele ekran"ın gözü önünde ona vermiştir ve içinde O'Brien'in adresi yazmaktadır. O'Brien'in evine Julia ile beraber gittiklerinde, O'Brien, Winston ve Julia'ya yemin ettirir ve bir kaç gün içinde onlara bir kitap ulaştıracağını bu kitabı okuduklarında merak ettikleri şeylerin cevabına ulaşacaklarını söyler. Üçüncü kağıt ise ona yapması gerekenleri anlatan borudan düşer. Bu kağıt zaman içinde borunun içinde sıkışmış, tarihin değiştirildiğinin kanıtı olan bir fotoğraftır. Fakat Winston bu fotoğrafın kıymetini tam olarak anlayamadan el alışkanlıyla tarihin yok edildiği, ateşe atar.

Winston kendindeki bu değişimi, iş arkadaşları ve komşularından saklamak, kitabı okumak ve Julia ile daha rahat birlikte olabilmek için, günlüğünü aldığı dükkanın üst katını kiralar. Burası, Büyük Birader'in çalışanlarına verdiği dairelerden çok farklıdır. Eski tarzda döşenmiştir ve odada "Tele Ekran" yoktur! Onlar için "Tele Ekran"nın olmaması çok büyük bir avantajdır çünkü "Tele Ekran" hem alıcı, hem verici olarak kullanılan bir alettir ve düşünce suçlularını yakalamakta kullanılmaktadır. Julia ile buluştuklarında, Julia elinde gerçek çikolata, gerçek ekmek vb. ve sadece sokak kadınlarının kullandığı adi bir kaç makyaj malzemesi ile gelir. Bunlar ikisinin de sadece adlarının duydukları ama gerçeklerini görmedikleri şeylerdir. Çünkü onların yaşadığı zaman diliminde, herşey yapaydır. Bu gizli kiralık oda da kitabı okumaya başlarlar ve devletin yapısını anlamaya başlarlar.

Kitaba göre;
Sorun, dünyadaki gerçek zenginliği artırmaksızın, endüstri çarkını döndürmektir. Üretim sürdürümeli, ama üretilenler insanlara dağıtılmamalıydı. Uygulamada bunun için tek çözüm yolu, sürekli savaş durumunda olmaktı. Savaş endüstrisi, tüketim maddeleri üretmeksizin işgünü kullamasının akıllıca bir yoludur. Yeni silahlar bulmak için araştırmalar aralıksız sürdürülmektedir, zeki beyinler için tek doyum alanı buradadır. Okyanusya'da, şu anda eski anlamdaki bilim artık yaşamamaktadır. Yenikonuş'ta "bilim"i karşılayacak bir sözcük yoktur. Teknik gelişmeler, eğer insan özgürlüğünü biraz daha kısıtlamaya yarıyorsa kullanılır.

Televizyonun yapımı ve aynı aygıtın, hem alıcı hem verici olarak kullanılmasını sağlayan teknik gelişmeler, özel hayata son verdi. Her yurttaşın ya da en azından gözetlenmesi gerekecek kadar önemli herkesin, hiç aralıksız polis denetimi ve başka iletişim yolları bulunmadığından, sürekli bir resmi propaganda bombardımanı altında tutalabilmesi sağlandı. Böylece tarihte ilk kez herkesin devletin isteklerine boyun eğmesi ve her konuda düşünsel bir birliğin oluşması sağlandı. Karşıt olayların ve kavramların birbirine bağlanması, Okyanusya toplumunun en belirgin yanıdır. Resmi ideoloji, gerek olmayan yerlerde bile çelişkilerle doludur. Böylece Parti, sosyalizm akımının savunduğu tüm ilkerleri yadsır, kötüler ve sonra bunun sosyalizm adına yapıldığını söyler. İşçi sınıfının yüzyıllardır hor görüldüğünü söylerken, kendi Parti üyelerine, işçilere giydirilen ve bu nedenle kabul edilmiş uniformaları giydirir. Aile bağlarını düzenli bir biçimde çürütürken, önderini doğrudan aile duygularına seslenen bir adla-Büyük Birader- çağırır. Gerçekte iktidar, ancak karşıtların uzlaştırılması yoluyla sonsuza dek elde tutulabilir. Eğer eşitsizlik sürdürülecekse -yani yüksek grup yerini koruyacaksa- zihinsel koşullar, denetlenmiş olmalıdır.

Kimse yönetime onu bırakmak için geçmez. İktidar araç değil, amaçtır. Kimse devrime bekçilik etmek için diktatörlük kurnaz; devrim diktatörlüğü kurmak için yapılır. Baskı kurmanın amacı, baskı kurmaktır. İşkencenin amacı işkencedir. İktidarın amacı, iktidardır.

Julia ve Winston, dışardan gelen seslerle uyanırlar. Düşünce polisi onları bulmuş, teslim olmalarını istemektedir. Teslim olmadan önce birbirlerinden asla vazgeçmeyeceklerine söz verirler ve düşünce polisi içeri girer. Düşünce polisi aslında, odayı kiraladıkları, günlüğü aldığı antikacıdır! O yaşlı görünüşü gitmiş gençleşmiş ve gerçek yüzüde ortaya çıkmıştır. Meğer odada "tele ekran" varmış ve her hareketleri izleniyormuş!

Oradan, Sevgi bakanlığına götürülürler.Sevgi Bakanlığı hiç penceresi olmayan, yerin bilmem kaç kaç altına inen korkunç bir yapıdır. Orada Winston'a çeşitli işkenceler yapılır böylece devlet hakkında düşündüğü ve okuduğu tüm bilgileri bir tarafa bırakarak, devlete yani partiye koşulsuz itaat etmesi sağlanır. Düşünceleri kontrol altına alınır. Ama hala duyguları kontrol altına alınamamıştır. Ama Sevgi bakanlığında bunun da bir çözümü vardır. Winston'un yüzüne fareleri yaklaştırınca, farelerle kendi arasına Julia'ya koyar. Çünkü koyacak başka kimsesi yoktur. Benim yüzümü ısırmasınlar, Julia'nın yüzünü ısırsın, der.

Sevgi Bakanlığından gönderildikten sonra çok rahat koşullar altında, hiç izlenmeden yaşamaya başlar. Ama hiç arkadaşı yoktur ama bunun onun için bir önemi de yoktur. Bir gün yolda Julia ile karşılaşır. Julia'da korkusuna yenik düşüp onu satmıştır. Birbirlerinden özür dileyip, dostça ayrılırlar. Ve geçen her gün, Parti ve Büyük Birader'e olan bağlılıkları artarak yaşamaya devam ederler. (alıntıdır)

***

1984 GEORGE ORWELL

Yapım: 1984 ~ İngiltere
Yönetmen: Michael Radford
Oyuncular: John Hurt, Richard Burton ve Suzanna Hamilton

İZLEMEK İÇİN TIKLAYIN
Fragmanı :                 İNGİLİZCE :                ALMANCA :                            İTALYANCA :


***

1984
Yapım Yılı : 1956
Yönetmen: Michael Anderson
Oyuncular: Edmond O'Brien, Michael Redgrave, Jan Sterling

İNGİLİZCE : 



    Otoriteye karşı başkaldırıda ...
                         Korku yayma, propaganda ve beyin yıkama ....