Translate

BURSA NUTKU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BURSA NUTKU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Temmuz 2013 Çarşamba

ATATÜRK'ÜN ÇİLESİ




Atatürk Cumhuriyet Türkiye'sinin bir simgesi olmuştur. Bunun içindir ki Atatürk'e yöneltilen saldırılar dolaylı olarak Cumhuriyet Türkiye'sine, onun temel ilkelerine karşıdır. Yeni Türk Devleti'nin kurucusunu yakışıksız kötülemelere karşı korumak amacını güden ''Atatürk Kanunu'' da esasında bir kişiyi değil Cumhuriyet Türkiye'sini esirgemek istemektedir. Atatürk ile Cumhuriyet Türkiyesi arasındaki özdeşlik devam ettiği sürece bu yalnız olağan değil zorunludur da. Çünkü bir yandan Cumhuriyet kök salıp bilinçlere yerleşirken bir yandan da eski dönemin özlemcileri bir karşı-devrim çizgisi üzerinde buluşmaktadırlar.

Söz konusu ettiğimiz özdeşlik bazı sakıncaları da birlikte getirmektedir. Haklı olarak yakındığımız, bir aşırı uçtan ötekine herkesin ''Atatürkçü'' geçinmesi bu yüzdendir. Böylece, bir amaca ulaşmak için araç olarak kullanılan ''Biçimsel Atatürkçülük'' ortaya çıkmaktadır.

Öte yandan, Atatürk'ün kişiliğine ve görüşlerine bir dokunulmazlık, bir ''tabu'' havası getirmeye çalışanlar Kemalizmi dar kalıplara hapsedip Atatürk'ü de bir ''evliya'' haline sokmaktadırlar. Öze inmeyen tek bir davranış ya da tümceden yola çıkan yorumlar o kadar değişik ve karşıt Atatürk'lere varmıştır ki ''Gerçek Atatürk''ü bulmak bir hayli güçleşmiştir. Atatürk'ün yaşamı ve Türk Devrim Tarihi'nin taktik gereği izlediği doğrultular, onayalım ki, temele inmeyip yüzeyde dolaşanlara bazı ipuçları vermektedir.

Atatürk, kişiliği ve devrimleri ile bir bütündür. Doğrusunu söylemek gerekirse ayrı ayrı devrimler değil, birbirini tamamlayan tek bir ''devrim'' vardır. Koşulların, belli bir amaca ulaşmanın zorunlu kıldığı eylem ve düşünce ayarlamalarının dışında izlenen tek bir yön olmuştur. Atatürk bunu şu kelimelerle dile getirir:

''Türklerin asırlardan beri takip ettiği hareket devamlı bir istikamet muhafaza etti. Biz daima Şark'tan Garb'e yürüdük.'' Bu sözlerin de açıklıkla ortaya koyduğu gibi Atatürk Devrimi yüzyıllardır süre gelen bir oluşun, tarihle hesaplaşmanın kazandığı biçimdir, kesin bir ''durum alış''tır.

Uzak geçmişi bir yana bırakıp yaşadığımız günlere bakacak olursak Atatürk Devrimi konusunda ikili bir uyanışın belirginlik kazandığını görürüz. Bu ikili uyanış, olumsuz ve olumlu iki yüzü ile birlikte ortaya çıkmaktadır. Her ikisinin ortaklaşa yanı, zaman içindeki bir birikimin eylem alanına çıkacak kadar bilinçlenmiş ve güçlenmiş olmasıdır. Uyanışlardan ilki, Cumhuriyet ile başlayan ''tortu''ların çok partili hayatta biçim ve güç kazanarak ulaştığı Nurculuk aşamasıdır. Gerçek Müslümanlığa dönüş parolası arkasında Şeriata dayanan devleti, bağnazlığı ve Atatürk düşmanlığını savunan Nurculuk, iç ve dış desteklerle yığınlara kök salan bir akım olmuştur. Saldırılarının baş hedefini ''deccal'' diye nitelendirdiği Atatürk ve Türk devrimi teşkil etmektedir. Bu akımın yanı sıra ''yarı aydın''ların ve ''kötü politikacı''ların Atatürk'ün ve devrimin bütünlüğüne uzanan bölücü yorumlarını görmekteyiz. Bunlara göre ''Mustafa Kemal'' ve ''Atatürk'' birbirine karşıttırlar. Mustafa Kemal'e sığınarak Atatürk'ün kuyusunu kazmaktadırlar. Devrim konusunda ise parçalayıcı bir tutumla tasniflere girişmekte, ''tutmuş'', ''tutmamış'' gibi ayırımlar yapmaktadırlar.

İkinci uyanış, Atatürk'ü eserleri ve fikirleri ile tanıyan gençlikten gelmektedir. Geniş bir açıdan bugünden düne doğru Atatürk'e baktıkları zaman ülkücü gözlerinde Atatürk daha da yücelmekte, benzer koşullar içinde kesin davranışı ve büyük devlet adamı nitelikleri gençleri adeta büyülemektedir. Atatürk'ü yakından tanımak mutluluğuna erenler çoklukla jestlerinin ve fizik görünüşünün etkilerini kendi yaşantılarına katarak Atatürk'ü sevmenin kolay yolunu bulmuşlardı. Genç kuşaklar için Atatürk kaş, saç ve göz öğelerine değil, eylem ve düşünce özelliklerine bağlı bir özenme konusudur. Onun önderliğinde nereden nereye geldiğimizi, kendilerine beslediği güvene yaraşır bir sorumluluk anlayışıyla bilmektedirler. Eserinin bilinçli bekçiliğini yapmaktadırlar.

1966 Türkiyesi Atatürk'ün çilesine yeni bir çizgi getirmiştir. Adalet yılını açış konuşmasını Nurculuğun tehlikelerine dikkati çektikten sonra Atatürk'ün "Bursa Nutku" ile bitirmesi Yargıtay Başkanı İmran Öktem'in üzerine yıldırımlar çekmiştir. Bazı gençlik kuruluşlarının "Bursa Nutku"nu yayması ise bir kovuşturmanın konusu olmuştur. Bu vesile ile yargılanan gençler değil Atatürk'ün kendisi olmaktadır. "Bornova Savcısı"na göre "Bursa Nutku'nun el yazısı ile yazılmış müsveddeleri veya fotokopisi bulunmadıkça" Atatürk'e ait olduğunu kabul etmek mümkün değildir.

Bize kalırsa, bu konuda üzerinde durulması gereken Atatürk'ün yargılanması değil, bu yargılanmanın niçin 1966 yılına rastladığıdır. Bilindiği gibi "Bursa Nutku" yeni bir konu olmayıp 1949 yılından bu yana siyasa çatışmaları içinde zaman zaman ortaya çıkmıştır.

Atatürk'ün Bursa konuşmasının ana teması ise Cumhuriyet'e kasteden davranışlar karşısında gençliğin, ilgililerin işe el atmasını beklemeden olaya karışması, güç kullanarak Cumhuriyet'i savunmasıdır.

"Bursa Nutku"nu sorguya çeken "savcı"nın 1966 yılını seçmiş olması sebepsiz olmasa gerektir. Gelecek yılların doruğundan geriye bakarak 1966 üzerinde durunca bu seçimin bir rastlantı ötesinde bağlandığı nedenleri açık ve seçik olarak görebileceğiz. Şimdiden insanın zihninde böylesine bir soru canlanmaktadır: Bin dokuz yüzlerin bilmem hangi yılında ülkemizin koşulları Atatürk'ün aşağıdaki sözlerini "savcı"lardan biri için soruşturma konusu yaparsa durum ne olacaktır? "El yazısı" ya da "fotokopi" istenmesi halinde Türk Tarih Kurumu ya da Türk Devrim Tarihi Enstitüsü yetkilileri Atatürk'ü savunmaya hazır mıdırlar? Ellerindeki belgeleri titizlikle korumaları için "Bursa Nutku" ile eşanlamlı olan tümcelere ilgilerini çekmekle yetinelim. 

Atatürk diyor ki: 

"Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhidedebilirler. Millet fakrü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte; bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!"

Çeşitli bakımlardan Atatürk'ü kemirenlerin yanında bir gerçek, bütün görkemiyle karşımıza çıkıyor. Geçen zaman Atatürk'ü eskiteceğine gözlerimizde daha da büyütmektedir. Buna bakarak, gelecek kuşakların onu daha iyi değerlendireceklerine ve anlayacaklarına inanıyorum. Atatürk'ün çilesi dediğimiz şeyler bizim çilemizdir. O, görevini yapmış insanların iç huzuru ile bizi gözetliyor. Sorumluluğunu duyan ve bilen evlatlarının Türkiye'nin devrim bayrağını, canları pahasına da olsa elden bırakmayacaklarına inanıyor. 

Atatürk Türkiye'sinin yörüngesini değiştirmeyi tasarlayanlar ateşle oynadıklarını bilmelidirler..!


ATATÜRK'Ü ANLAMAK VE TANIMAK kitabından bir bölüm


İndirebileceğiniz "M.Kemal Atatürk İle İlgili Kitaplar" dosyasında :

* Şeriatın kısa tarihi - Halil Nebiler
* 27 Mayıs'tan 12 Mart'a - Nadir Nadi
* 30 Ağustos Hatıraları - Mustafa Kemal / Fevzi Çakmak / Salih Bozok / Muzaffer Kılıç / Cevat Abbas Gürer
* Mustafa Kemal Atatürk'ün Karlsbad Hatıraları - Afet İnan
* Altın Destan M.Kemal Atatürk - İlhmai Bekir
* Ali Galip Hadisesi - Yunus Nadi
* Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat - Ruşen Eşref Ünaydın
* Atatürk Anadolu'da - Tevfik Bıyıklıoğlu
* Atatürk ve Ulusal Dil - Şerafettin Turan
* Atatürk İhtilali - Mahmut Esat Bozkurt
* Atatürk ile Konuşmalar - Mustafa Baydar
* Atatürk'ü Anlamak ve Tanımak - Cavit Orhan Tütengil
* Atatürk'ü Özleyiş - Ruşen Eşref Ünaydın
* Atatürk'ün Askerlikle İlgili Çeviri Kitapları - Nurer Uğurlu
* Atatürkçü düşünce Işığında Eğitim Politikamız - Mahmut Adem
* Atatürk'ün Askerlikle ilgili Kitapları - Nurer Uğurlu
* Avrupa ile Asya arasındaki Adam Gazi Mustafa Kemal - Dagobert von Mikusch
* Balkan Savaşları - Yusuf Hikmet Bayur
* Balkanlar ve Türklük - Yaşar Nabi
* Cumhuriyet Yolunda - Yunus Nadi
* Hürriyet'in İlanı - Tarık Z.Tunaya
* Kemal Atatürk ve Çağdaş Türkiye - Johannes Glasneck
* Kemalizmde ve Kemalizm sonrası Türk Kadını - Bernard Caporal
* Kurtuluş Savaşı Yıllarında Azerbaycan-Türkiye İlişkileri - Y.A.Bagirov
* Kurtuluş Savaşı Yıllarında Türkiye-Sovyetler Birliği İlişkileri - A.Şemsutdinov
* Kurtuluş Savaşı sırasında Türk Milliyetçiliği - Berthe Georges Gaulis
* Mustafa Kemal Atatürk'ten yazdıklarım - Afet İnan
* Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs - Falih Rıfkı Atay
* Sivas Kongresi - Nutuk'tan
* Talat Paşa'nın Hatıraları - Talat Paşa
* Türk Hümanizmi - Suat Sinanoğlu
* Türkün Ateşle İmtihanı - Halide Edip Adıvar
* Türkiye Cumhuriyeti Devrim Yasalarıı - Bahir Mazhar Erüreten
* Zabit ve Kumandan ile Hasbihal - Mustafa Kemal
* Çankaya - Falih Rıfkı Atay
* İkinci Dünya Savaşı'nda İnönü'nün Dış Politikası - Edward Weisband
* İlk Meclis - Hıfzı Veldet Velidedeoğlu
* İsmet İnönü'nün Hatıraları - Büyük Zaferden sonra Mudanya ve Lozan

e-kitap olarak indirebileceğiniz adres için tıklayın:




1960'lı yıllar ve günümüzde yaşananlar , savaşın hala sürdüğünü gösteriyor...

II.Kurtuluş Savaşı'da bu kavram üzerine olacak.

SB.
.....

Bursa Nutku ile daha geniş bir bilgi için Orhan Çekiç





...

29 Aralık 2012 Cumartesi

Atatürk Milliyetçiliği Anayasal Vatandaşlıktır – Anıl Çeçen


"Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk Milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir."

Mustafa Kemal Atatürk


Atatürk Milliyetçiliği Anayasal Vatandaşlıktır – Anıl Çeçen

Türkiye Cumhuriyeti anayasası ,anayasanın giriş bölümünde belirtildiği üzere Atatürk milliyetçiliğine bağlı bir devlettir .Devletin kurucusu olan Atatürk’ün ortaya koymuş olduğu devlet modeline uygun olarak hazırlanmış olan Türk anayasasında Atatürk milliyetçiliği kurulmuş olan milli devletin modeli olarak ,anayasa metni içerisinde yer almakta ve bu yönü ile de belirleyici olmaktadır . 

Bu yüzden , Atatürk sonrasında yapılmış olan anayasalarda belirleyici bir ilke olarak yer almış ve kurucu iradenin ortaya koymuş olduğu devlet modelinin sürekliliğini sağlamıştır . Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu olarak geliştirdiği devlet modeli ,bir anlamda bu ilkeye dayanarak var olmuş ve günümüze kadar gelmiştir . Dünyanın hiçbir ülkesinin anayasasında böyle bir düzenleme yer almamış ,sadece dünyanın merkezi coğrafyasında kurulmuş olan ulus devletin içinde bulunduğu bölgenin özel koşulları nedeniyle diğer devletlerden ayrılan farklı konumunun belirlenmesinde bu ilkeden yararlanılmıştır . 

Yalnızca bu ilke nedeniyle , Türkiye cumhuriyeti ulus devleti diğer milli devletlerden farklı bir yapılanmaya sahip olmuş ve Atatürk milliyetçiliğinin bölge koşullarına gerçekçi bir yaklaşım olması nedeniyle , Türk devleti her türlü saldırı ve olumsuz gelişmelere rağmen bugüne kadar ayakta kalarak varlığını koruyabilmiştir .

Türk devletinin dayanmış olduğu Türk milletinin milliyetçiliğine değil de ,devletin kurucusu olan Atatürk’ün adı ile anılan farklı bir milliyetçiliğe dayalı olarak anayasada ele alınması , bölge koşulları ile beraber aynı zamanda devletin sınırları içerisinde yaşamını sürdüren bütün vatandaşları kucaklamak üzere geliştirilmiş ,daha modern bir modelin yasallaştırılmaya çalışmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır .

Dünyanın bütün milli devletleri devletin tabanını oluşturan ulusal yapıların resmi adı ile anılan bir milliyetçilik anlayışına dayanırken ,Türk devletinin anayasasında Türk milliyetçiliğinin değil de Atatürk milliyetçiliğinin esas alınması üzerinde düşünülmesi gerekmektedir . Sadece Atatürk milliyetçiliği ilkesine dayanarak Türkiye Cumhuriyeti anayasasını ideolojik anayasa olarak suçlamak da doğru bir yaklaşım olarak görünmemektedir .Her devlet dayandığı toplumun ve ülkenin özel koşullarının ürünü olarak tarih sahnesine çıkarken ,birbirinden farklı bir seyir izleyerek oluşumunu tamamlayabilmektedir . 

Türkiye Cumhuriyeti de ,dünyanın merkezi imparatorluğu olan Osmanlı devletinin çöküşü sonrasında ortada kalan çok kültürlü heterojen Osmanlı ahalisinin bir ulusal kurtuluş savaşı vererek uluslaşması üzerine gündeme gelen milli devlet kurma girişiminin sonucunda tarih sahnesine çıkmıştır . Bu gerçek iyi bilinirse o zaman kuruluş süreci sonrasında gündeme gelen Atatürk’ün devlet modelinin arkasında yatan siyasal ve toplumsal nedenler bilimsel açıdan daha iyi anlaşılabilecektir . İmparatorluk ahalisinin büyük çoğunluğunun Türkmen asıllı boy ve kavimlerin içinden gelen Türk asıllı bir nüfusa dayanması nedeniyle , Osmanlı sonrasında gündeme gelen milli devlet oluşturma aşamasında Türklük milli devletin adını oluşturmuştur . 

Ne var ki , eski Osmanlı ahalisinin farklı kökenlerden gelmesi dikkate alınarak , milli devlet Türkiye Cumhuriyeti olarak oluşturulurken katı bir Türk milliyetçiliği benimsenmemiş aksine ,Türk kökenli olmayan diğer Osmanlı topluluklarını da aynı devletin çatısı altında ve Misakı Milli sınırları içerisinde bir bütün olarak koruyabilmek açısından , Atatürk’ün geliştirmiş olduğu kucaklayıcı milliyetçilik anlayışı var olan özel koşullara uygun düşen bir gerçekçi yaklaşım olarak benimsenmiştir .

1937 tarihli anayasa değişikliği sırasında Anayasaya Atatürk’ün belirlemiş olduğu ilkeler aynı zamanda devletin de dayandığı temel prensipler olarak alınırken , milliyetçilik ilkesi de anayasal bir kural olma düzeyine gelmiştir . I961 anayasasında ise milliyetçilik anlayışının daha farklı olarak milli devlet kavramı ile anayasaya yansıtıldığı görülmektedir . Milliyetçilik bir Atatürk ilkesi olarak anayasada yer aldıktan sonra kurulmuş olan Türk devletinin diğer milli devletlere benzer bir gelişme süreci içine girmiş olduğu görülmektedir . I961 anayasasının başlangıç kısmında Türk milliyetçiliği ayrıntılı bir biçimde açıklanarak , faşizm ve nazizim gibi aşırı ideolojilere yol açan katı bir milliyetçilikten uzak kalınmaya çalışılmıştır . 

1982 anayasası ise ,doğrudan doğruya ikinci maddesinde devletin Atatürk milliyetçiliğine bağlı yapısını açıklayarak ,milletin ismine dayalı bir milliyetçilikten uzaklaşarak devlet kurucusunun adına dayanan bir milliyetçilik anlayışını gündeme getirmiştir . Türk milli devletine karşı olan emperyalist çevrelerin Türklük düşmanlığı yaparak devletin çökertilmesine giden yolu açmalarını önlemek üzere , Türk milliyetçiliğinin ötesine gidilerek Atatürk milliyetçiliği bir anayasal ilkeye çevrilmiştir . Yanlış anlamaların ve istismarların önlenmesi doğrultusunda ,daha çağdaş,akılcı ,ilerici,demokratik,toplayıcı,birleştirici ,insani ve barışçı bir yaklaşım olarak Atatürk milliyetçiliği bir anayasa ilkesi haline getirilmiştir . 

Her türlü ırkçılığa,şovenizme ,saldırganlığa ve aşırı milliyetçiliğe karşı bir gelişmiş çizgide Atatürk milliyetçiliği Türkiye Cumhuriyeti anayasasına girmiştir . Kurucu önder Atatürk’e göre ,Türk toplumunun bağımsız kimliğinin oluşturulması ve korunması için milli bir yaklaşımın geliştirilmesi zorunlu olmuş ve bu doğrultuda milli devlet kurulmuştur . Barışı esas ilke olarak benimseyen Atatürk , Türk milliyetçiliğini ırkçı,saldırgan ya da emperyal bir çizgide değil ama , diğer milletler ve ülkeler ile yakınlaşmak ve işbirliği ile dostlukları geliştirerek dünya barışına katkıda bulunabilmeyi hedeflemiştir .

Türk devletinin insan unsurunun adı konulurken ,çağdaş ulus devletlerde görülen bir milli devlet ve hukuk düzeni kurulmaya çalışılmıştır . Atatürk devleti kurarken ,Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir ,diyerek manevi değil ama maddi bir millet anlayışını benimsemiş ve bu doğrultuda Misakı Milli sınırları içerisinde yaşamını sürdürmekte olan eski Osmanlı ahalisini Türkiye halkı olarak kabül etmiş ve milli devleti kurarken , bu Türkiye halkına Türk milleti olarak isimlendirme yapmıştır . Çok uluslu bir imparatorluk arazinin tam ortasında tek ulusa dayanan bir ulus devlet oluştururken Türkler kadar Türk asıllı olmayan kişi ve toplulukları da dikkate almış ve bunları , bir milletçi yaklaşımla değil halkçı bir bakışla ele almış , Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna giden yolda Misakı Milli sınırları içerisinde işgalci düşman ordularına karşı Kuvay-ı Milliye savaşına katılan ve daha sonraki aşamada da temsilcileri aracılığı ile devletin kuruluşuna ortak olan her kesimi eşit bir çizgide düşünerek, milli devletin tabanını oluşturan Türk milletini ırkçı değil ama halkçı bir yaklaşım ile tanımlamıştır . 

Devletin tabanında var olan Türk milleti tarih öncesinden gelen manevi ya da kültürel bağlar ile değil ama aynı vatan topraklarında ve ortak sınırlar içinde yaşamını sürdüren bütün insanları ve toplulukları bütünsellik içerisinde ele alarak , hiçbir kesimi ya da insanı dışlamadan kucaklayıcı bir politika ile Türkiye halkı tanımını Türk milleti açıklamasının ana özü olarak dile getirmiştir .Eski Osmanlı ahalisi , gene yaşadığı bölgede varlığını özgürce sürdürmüş , ama yeni devletin kuruluşundan sonra Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı statüsünü ve bu statüden kaynaklanan tüm hakları diğer vatandaşlar ile birlikte eşit olarak kazanmıştır . Cumhuriyet devletinin uyruğu altına girmekle Türk vatandaşlığı statüsü kazanılmış ,Türk kökenli olsun ya da olmasın bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları anayasal düzen içinde eşit Türk vatandaşları olarak kabul edilmişlerdir . 

Tüm ulus devletlerde olduğu gibi yeni Türk devleti de ulusal vatandaşlık esası üzerine kurulduğu için ,Atatürk tarafından geliştirilen bu yöntem ile , tek ve büyük bir ulus devletin dünyanın merkezi coğrafyasında kurulabilmesi gerçekleştirilmiştir .

Soğuk savaşın son döneminde , Türkiye’nin doğu bölgelerinde bölücü bir etnik terör hareketi gündeme gelince , bunun üzerine Atatürk’ün milli devleti ulusal bir refleks ile kendini korumaya yönelerek ,devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü biçiminde yeni bir milli ilkeyi benimseyerek anayasaya koymak zorunda kalmıştır .Diğer ulus devletler gibi üniter bir siyasal modele sahip olan Türkiye Cumhuriyeti , Misakı Milli sınırları içerisinde tek bir devlet olduğunu yasal bir zemine oturtabilmek için , devletin dayandığı ülke ya da millet tabanlarının bölünemeyeceğini böylece yeni anayasal düzenleme ile açıkça ortaya koymuştur . 

Türkiye’nin tam ortasında yer aldığı eski Osmanlı hinterlandını ele geçirmeye yönelik bütün emperyal projeler Türkiye’yi bölmeyi ya da başka yönlere çekerek Atatürk’ün devlet modelini tasfiye etmeyi planladığından ,sadece Atatürk milliyetçiliği ilkesinin ülkenin birliği ve bütünlüğünü korumada yetersiz kaldığı görülerek ,daha güçlü ve etkin bir biçimde devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü kuralı yeni bir anayasal ilke haline getirilmiştir . Ayrılıkçı akımların dış desteklerle güçlenmesi , zamanla terör ve benzeri sıcak çatışma girişimlerine kalkışması dikkate alınarak böylesine bir yola gidilmiş , küreselleşme döneminde dünya ülkelerine yeni yapılanmalar dayatılırken ,Türkiye’nin içinde bulunduğu merkezi alana yönelik hegemonya projeleri terör,isyan,ayaklanma ve sıcak çatışmalar yolu ile devreye sokularak farklı devlet yapılanmaları gündeme getirilmek istenmiştir . 

Bu gibi dış senaryolar ,ülke içinde yaşamını sürdüren farklı etnik kökene dayanan toplulukları ulus devletlere karşı ayaklanmaya doğru yönlendirirken , Türkiye’de benzeri gelişmeler ile son çeyrek yüzyıllık zaman dilimi içinde fazlasıyla karşı karşıya kalmıştır . Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içinde farklı ulus devlet oluşturmak isteyen emperyal devletler etnik köken ayrılıklarını yeniden canlandırırken , diğer ulus devletlerde görülen ulusal refleksler doğrultusunda yerleşik kamu düzenini koruma yaklaşımı öne çıkmıştır .

Küreselleşme dönemine girilmesiyle beraber geçmişten gelen alışılmış tutum ve yaklaşımların dışına çıkan yepyeni bazı öneriler ve girişimler gündeme getilmiş ve bu yüzden de ulus devletler çok ciddi sorunlarla karşılaşarak daha fazla dağılma ya da parçalanma riski ile karşılaşmışlardır . Küreselleşme akımının zamanla süper emperyalizme dönüşmesiyle beraber bütün ulus devletler hedef haline gelmiş ve bunun sonucunda da zayıf ulus devletlerin parçalanarak ortadan kalkma aşamasına doğru sürüklendikleri görülmüştür . 

Özellikle , ulus devletlerin sınırları içerisinde yaşayan farklı etnik ,dinsel ya da kültürel kökenden gelen grupların yerel yönetimler düzeyinde başkentten ayrı bir bölgesel yönetim oluşturmaya doğru yönlendirilmişlerdir . Çeşitli bölgelerde yaşamlarını sürdüren farklı kökenden gelen grupların kendi küçük devletlerini oluşturmaya doğru yönlendirilmeleri ,ulus devletlerden kopma ve yeni küçük devletler yaratma gibi sonuçlara neden olmuş ve böylece ulus devletler dönemine son verilmek istenmiştir . Bir çok açıdan çeşitli handikapları öne çıkaran bu gibi girişimler ulus devletleri bir iç hesaplaşmaya doğru sürüklerken ,bazı büyük ve güçlü ulus devletler küresel emperyalizmin dayattığı dağılma senaryolarına karşı yeni çıkış yolları aramaya başlamışlar ,bazıları merkezi yapıları güçlendirerek parçalanmayı önlemeğe çalışırken , diğer yandan Avrupa üzerinden bazı bilim adamlarının öncülüğünde geliştirilen anayasal vatandaşlık konusu tartışılmaya başlanmıştır . Özellikle milliyetçiliğin vatanseverlik çizgisinde anlaşıldığı bazı büyük Avrupa ülkelerinde bu doğrultuda bir anayasal yurtseverlik görüşü geliştirilmeye çalışılmış ve bu çizgide , kültürel haklar üzerinden gündeme getirilen sosyal ayrışma ya da siyasal ayrılmaların önü kesilmek istenmiştir . Anayasal yurtseverlik tartışmaları sonrasında bir de anayasal vatandaşlık konusu öne çıkmış ve yeni dönemde farklı etnik ya da dinsel grupların ulus devletlerden ayrılmalarını önleyebilme doğrultusunda anayasal vatandaşlık kavramı geliştirilmeye çalışılmıştır .

Normal koşullarda ulus devletlerde ulusal vatandaşlıklar geçerli olmuştur . Küreselleşme sürecinin dayattığı yeni koşullarda kültürel haklar üzerinden alt kimlikler hortlatılınca ,bu kez bir üst kimlik olarak geliştirilmiş olan ulusal kimlikler tartışılmaya başlanmış ve alt kimliklerin güçlendirilmesiyle beraber alt kimlikli vatandaşlar ulus devlet vatandaşlığından uzaklaştırılarak kendi alt kimliklerinin ulusal devletlerini kurmaya doğru yönlendirilmişlerdir . Alt kimlikler güçlendirilirken , üst kimlikler yıpratılmış , ulus devlet vatandaşlarının etnik,dinsel ya da kültürel anlamdaki alt kimliklerinin esas kimlikleri haline getirilmeleriyle daha küçük ulus devletçikler yaratılmasına çalışılmıştır . Bu aşamada artık eski ulusal kimliklerin yavaş yavaş terk edildiği ve yerine alt kimlikli yeni vatandaşların ortaya çıkmaya başladığı görülmüştür . 

İşte bu tür gelişmelerin ulusal toplumları çözmesini önlemek isteyen ve alt kimlikli yurttaşların yeni dönemde de vatandaşı olduğu devletlerin çatısı altında yaşama şansını sürdürebilmesini isteyen bazı kesimler anayasal vatandaşlık ilkesini öne çıkarmışlardır . Bu ilkeye göre , herkes sınırları içinde yaşadığı her ülkede o ülke devletinin eşit koşullarda vatandaşı olma hakkına sahiptir . Her devletin sınırları içinde yaşayan insanlar prensip olarak o devletin vatandaşı sayılmaktadır .Ulus devletler de de bu durum aynen uygulanmaktadır . 

Ne var ki , eskiden beri ulus devlet vatandaşı olarak o ulusun parçası olan etnik ve dinsel toplulukların artık kendi yönetimlerini kurmaları doğrultusunda küresel destekler gündeme geldiği aşamada artık alt kimlikli toplulukların içinde yaşadıkları ülkede var olan ulusun üyesi ya da vatandaşı olmaktan vazgeçmeye başladıkları ve o ulus devletten kaparak kendi küçük ulusal yapılanmalarını oluşturmak istedikleri gündeme gelmiştir . Avrupa Birliği süreci içinde ulusal azınlıkları koruma sözleşmesinin imzalanması , büyük ulus devletlerin güçlerini kırmak doğrultusunda küçük ulus devletlerin kültürel haklar üzerinden küresel sermayenin destekleri ile kurulmaya çalışıldığı görülmektedir . Ulusal azınlıklar kültürel haklara sahip olduktan sonra siyasal bağımsızlığa yönelerek kendi küçük ulus devletlerini oluşturmaya yöneldikleri anlaşılmaktadır . 

Böylece küresel sermaye büyük ulus devletlerin direnişini kırarak , küçük ulus devletleri kurmayı düşündükleri dünya devletinin eyaletleri haline dönüştürmeye çalışmaktadırlar . Büyük ulus devletler ,ulusal kimliğin ve vatandaşlığın reddi ile dağılmaya doğru iteklenirken ,alt kimlikli topluluklar da azınlık hakları üzerinden yeni küçük ulusal yapılanmalar olarak devreye sokulmaya çalışılmaktadır .

Küreselleşme aşamasında gündeme getirilen anayasal vatandaşlık kurumunun , alt kimliğe yönelmiş olan topluluk ve grupların ulus devletlerden kopmasını önleyebilecek bir çözüm olduğu öne sürülmüştür . Bu ilkeye göre , bir devletin çatısı altında yaşayan herkes eşit olarak sınırları içinde yaşadığı devletin vatandaşı olmağa hakkı vardır . Bu eşitlik doğrultusunda tüm alt kimlikler hiçbir ayrımcılık yapılmadan eşit vatandaşlık statüsüne sahip olabilmektedirler . Böylesine bir sonucun sağlanabilmesi için , ulus devletler ile vatandaşları arasında sürüp gitmekte olan ulusal vatandaşlığın kaldırılması ve yerine anayasal vatandaşlığın getirilmesi gerekmektedir . Ulusal vatandaşlığın kaldırılmasıyla beraber ulus devlet uygulaması da son bulacağı için , bütün ulus devletler artık hiçbir ulusal kimlik ile tanımlanmayan siyasal organizasyonlara dönüşeceklerdir . 

Devletlerin ulusal kimliğine son verilecek ama bu merkezi devlet yapılanmaları yerel devletler kurulana kadar sürdürülecektir . Ulus devletlerden eyalet devletlere geçilirken merkezi devletin devam ettiği sürece vatandaşlıklar da devam edecek ama sadece anayasal ve yasal anlamda bir statü sağlayacaklardır . Alt kimliklerle oluşturulacak küçük devletçikler ya da eyaletler kurulana kadar insanların devletleri ile olan vatandaşlık ilişkileri artık ulusal olarak değil ama anayasa üzerinden hukuksal olarak devam edebilecektir . Anayasaya dayanan merkezi devletler yerel küçük devletlerin ve küresel pazarların oluşumu sürecinde sadece düzenleyici devletler olarak etkilerini sürdürecekler ,alt kimlikli vatandaşların yerel devleti kurulana kadar vatandaşlık ilişkisini sadece hukuki olarak anayasa üzerinden koruyabileceklerdir . Ulus devletlerde ulusal vatandaşlıktan anayasal vatandaşlığa geçilmesiyle beraber , alt kimlikli toplumların hemen kopmaları önlenebilecek , ulus devletlerden eyalet devletlerine geçiş sürecinde anayasal vatandaşlık düzenleyici devlet ile vatandaşları arasındaki hukuksal bağı oluşturacaktır .

Anayasal vatandaşlık kurumu ulusal vatandaşlık ile karşılaştırıldığında , herhangi bir kimlik içermeyen ve sadece ülke vatandaşlarını devlet düzeninin getirmiş olduğu hak ve özgürlüklerden yararlanmalarını sağlayacak yasal bir statüdür .Ulus devlette tüm vatandaşlar ulus devletin eşit üyeleri olarak görülürken ,ulusallığı ortadan kaldırılmış devlet yapıları içinde vatandaşlar alt kimliklerinin getirmiş olduğu her türlü farklılığı yaşayabileceklerdir . Anayasanın vatandaşlara tanıdığı haklar eşit olarak herkese verilirken , alt kimlikler yüzünden gündeme gelen etnik ya da dinsel ayrılıklar ile kültürel farklılıklar toplum içerisindeki birlik ve bütünlüğü ortadan kaldıracak ve birbirinden ayrı toplulukların kendi özel kökenlerinin getirmiş olduğu birbirinden çok farklı yaşam biçim ve düzenlerine yönelerek büyük ulus toplumdan giderek kopma sürecine gireceklerdir .

Böylece geleceğin küçük devletçikleri ya da eyaletlerinin oluşum süreci anayasal vatandaşlık statüsü çerçevesinde desteklenecektir . Anayasal vatandaşlık ulus devlet vatandaşlığının kaldırıldığı aşamada var olan devlet yapılarında önemli bir boşluğu dolduracak ,ulusal vatandaşlığın getirmiş olduğu birlik ve bütünlüğü ortadan kaldırarak geleceğin küresel imparatorluğu yolunda gündeme gelecek ulus devletlerin parçalanması oluşumuna yardımcı olacaktır . Anayasal vatandaşlık aracılığı ile merkezi devlete bağlılığını sürdüren topluluklar, gelecekte en kısa zamanda kendi yerel devletlerini oluşturmak durumunda kalacakları için ulus devletlerin dağılmasına yardımcı olarak kopma noktasına geleceklerdir . Ulus devletlerden eyalet devletlere geçiş aşamasında anayasal vatandaşlık bir geçiş dönemi statüsü olarak özel bir misyonu yerine getirecektir . 

Küresel emperyalizmin son hedefi bir dünya imparatorluğu olduğu için ulus devletlere karşı yürütülen savaşta ulus devletten eyaletlere geçişte anayasal vatandaşlığın bir ara dönem uygulaması olarak dikkate alındığı açıktır .

Anayasal vatandaşlık ulus devletlerin kalıcı yapılanması içinde ele alındığında ,var olan siyasal yapılanmanın çöküşünün önlenebilmesi açısından bir çözüm önerisi olarak da düşünüldüğü anlaşılmaktadır . Anayasalardaki ulusal vatandaşlık ile ilgili maddelerin kaldırılması yerine anayasal vatandaşlık ile ilgili düzenlemelerin konulmasıyla beraber var olan devletler ulusallıklarını kaybedecekler , bu yüzden de devletlerin dayanmış olduğu toplumlar ulus olmanın ötesinde bir nüfus ya da halk topluluğu olarak görülebilecektir . Devletlerin ulusallıklarını yitirmesi ve daha sonraki aşamada devletin insan unsurunu oluşturan toplumların da ulus olmanın gerisine düşerek yeniden bir halk topluluğu konumuna sürüklenmesiyle beraber dünya da var olan devletler üzerinden kurulmuş olan bütün siyasal yapıları ve ilişkileri değiştirerek bir kaotik ortama doğru tüm insanlığı sürükleyebilecektir . 

Anayasal vatandaşlık sadece kimliksiz devletler ile alt kimlikli grupları bir arada tutabilecek ama , aynı zamanda ulusların dağılmasına ve devletlerin dayanmış olduğu ulusal toplum yapılanmalarının da çöküşüne giden yolları açabilecektir . Küreselci düşünürler ve hukuk adamları anayasal vatandaşlık uygulamasını bir yeni düzenleme olarak gündeme getirirlerken ya da savunurlarken ,küresel şirketler ile ulus devletler çekişmesi sürecinde küreselleşmeden yana tavır koyarak ulus devletleri karşılarına almaktadırlar . Avrupa gibi uygarlığın beşiği olan bir kıtada anayasal vatandaşlık tartışmalarının çok gelişmesine rağmen ,büyük ulus devletler hala eski yapılarını koruyarak ulusal vatandaşlığa dayalı anayasalarını korumaktadırlar . 

Üç yüz yıllık ulus devletler dönemi kalıcı etkiler yarattığı için , Avrupa devletlerinin halkları sahip oldukları ulusal kültürün sonucu olan ulusal kimliklerinden vazgeçmemişler ama anayasal vatandaşlık konusunu da küreselleşme sürecinde insan hakları üzerinden tartışmayı sürdürmüşlerdir .

Avrupa kıtasının yanı başında ,ulus devletler çağı devam ederken ,çağdaş bir ulus devlet kurmuş olan Atatürk , Avrupa’nın beş yüz yıllık geçmişini dikkate alarak hareket etmiş ve ilk kez bir Müslüman toplum içinde bir ulus devlet kurarken , ulus devletlerin laik,üniter,merkezi , çağdaş ,cumhuriyetçi ve halkçı yönlerini birlikte ele alarak Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur . Batı dünyası ,İslam dünyası ve Sovyet dünyası arasında merkezi bir devlet kurarken , her üç sistemden yararlanan Atatürk , bir merkezi devlette olması gereken sentezci bir yaklaşım ile hareket etmiş ve kurduğu milli devleti halkçı bir yapı üzerine oturtmaya çalışmıştır . 

1921 yılında ilk Türk anayasası çıkartılırken , TBMM’ye verdiği anayasa önerisinin adını “Halkçılık bildirisi “ olarak kaleme almış ,böylece , imparatorluk sonrasında bir ulus devlet kurarken ,katı bir milliyetçi bir yaklaşım ile değil ama halkçılığı esas alan bir ulusalcılık ile hareket etmiştir . Ulusal kurtuluş savaşı sırasında bütün ülke batılı emperyal ülkelerin işgalci birliklerinin baskısı altında iken ,halkın temsilcilerini seçimler ile belirleyen kurucu kadronun önderi olarak Mustafa Kemal halkçı bir anayasa önererek , kurduğu ulus devleti halkçılık esasına oturtuyordu . 

Milli devlet kurulurken , milliyetçilik ana ilke olarak benimsenmesine rağmen aynı doğrultuda halkçılığın da kabul edilmesi , halkçılık esasına dayanan bir milli devlet olarak Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğunu gösteriyordu . İlk anayasa tasarısının başlığının milliyetçilik değil de halkçılık olarak belirlenmesi bu durumun en açık göstergesidir . Halkın kendi kendini temsilcileri aracılığı ile yönetmesi esasına dayanan ilk anayasada Türklük ya da Türkçülük adına özel bir düzenleme yapılmıyor , sadece Anadolu ve Rumeli halkının çağdaş bir cumhuriyet rejimine kavuşabilmesi doğrultusunda halkçı bir milli devlet oluşturuluyordu .

TÜRKİYE Cumhuriyeti anayasasının başlangıç kısmında yer alan Atatürk milliyetçiliğine dayalı bir devlet anlayışının gerisinde ,hem tarihten hem de ülke koşullarından gelen bir bilgi birikiminin bulunduğu ve herkesin eşit vatandaşlar olarak yer aldığı yeni bir yapılanmaya gidildiği görülmektedir .Halkçı milli devletin anayasasında da ulus devlet vatandaşlığı ilke olarak benimseniyor ama gayri Müslimlerin azınlık hakları da uluslar arası antlaşmalar doğrultusunda kabul ediliyordu . Bazı gayrimüslim kesimler çağdaş bir cumhuriyet rejimi ilan edilince ,azınlık haklarından vazgeçerek Türkiye Cumhuriyetinin eşit vatandaşı olmayı benimsiyorlardı .

Onların bu tutumu da Kemalist rejimin katı bir milliyetçi değiş ama halkçı bir ulusalcılığı bilinçli olarak izlediğini ortaya koyuyordu . Atatürk halkçı bir ulusalcılık ile , milli devletin vatandaşlarını tıpkı anayasal vatandaşlık da olduğu gibi eşit bir statüye kavuşturarak hiçbir ulusalcı ayırım yapmıyordu . Müslüman kitleler devletin eşit vatandaşları olarak benimsenirken , batı ülkelerinde olduğu gibi farklı dinsel grupların azınlık hakları bulunduğu da ilke olarak olumlu karşılanıyordu . 

Küresel çağın anayasal vatandaşlık uygulamasına , Atatürk yüz yıl önce yönelerek geleceği gören ilerici bir yaklaşım sergiliyor ve halkçılık ilkesini anayasal bir kural haline getirerek halkçı bir ulusalcılık ile ,Türk kökenli olmayan ya da Türklüğü benimsemeyen çeşitli kesimlerden gelen insanları da yeni kurulan devletin çatısı altında bir araya getirmeye çaba sarf ediyordu . Halkçı bir anayasa ile başlayan Atatürk kurduğu milli devleti halkçılık temeline oturtma çabası içerisinde yeni adımlar atıyor , ulusal sınırlar içerisinde yaşamakta olan hiçbir kesimi ya da topluluğu dışlamadan hareket ediyor , onların hepsini genç cumhuriyetin kolları ile kucaklamaya çalışıyordu .Eski Osmanlı ahalisi Türk ulusuna dönüşürken , bu halkın hiçbir kemsi ya da ferdi dışlanmıyor ve halkçılık temeline dayandırılan yeni ulus devletin çatısı altında halkçı bir ulusalcılık anlayışı çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına alınıyordu . 

Burada görünüşte bir ulus devlet ya da ulusal vatandaşlık var gibi görülmesine rağmen aslında uygulanan politikanın halkçı bir ulusalcılık olması nedeniyle gerçekte anayasal vatandaşlık benzeri bir uygulamaya gidilerek o zamana göre son derece ileri bir anlayış sergileniyordu . Zoraki bir ulusçuluk değil ama anayasal çerçevede bir ulus devlet vatandaşlığı ,alt kimlikli kesimlerin yararlanmaları için sunuluyordu .

İmparatorluktan ulus devlete geçilirken ,son derece yararlı çalışmalar yapan ve Osmanlı döneminden kalan dağınık halk kitlelerini yeni bir ulus devlet çatısı altında eşit vatandaşlar olarak düzene koyan Türk Ocakları örgütlenmesi , devletin kuruluş yıllarında eski Osmanlı ahalisinin çağdaş bir ulusa dönüştürülmesinde çok yararlı olmuştur . 

Ne var ki ,cumhuriyetin ilanından sonra batılı gizli servislerin kışkırtmalarıyla doğu Anadolu’da birbiri ardı sıra isyanlar ortaya çıkınca ,devletin kurucusu olarak Atatürk Türk Ocakları’nı Halkevlerine dönüştürerek , ikinci bir halkçılık açılımı yapmaya çalışmıştır . Böylece ülkenin doğusunda ve batısında ABD başkanının ilan ettiği üzere farklı din ve etnik kökenden gelen topluluklara ayrı devletler kurdurulmaya çalışılmasının önüne geçilmeğe çalışılmıştır . Devletin isminde Türk adı bulunmasına rağmen , yaygın kültür örgütü olan Türk Ocakları kapatılarak içe dönük katı bir milliyetçilik yapılmasının önüne geçilmiş ve , ilk anayasanın meclise sunuluşu sırasında öne çıkan halkçı yaklaşım , Türk Ocakları yerine kurulan yeni kitlesel kültür kurumunun adının Halkevleri olarak belirlenmesiyle ikinci kez öne çıkarılmıştır . 

Böylece ülkenin dört bir yanında açılan beş binden fazla Halkevi ve Halk odasının çatısı altında bütün Rumeli ve Anadolu insanı bir araya getirilmeye çalışılmıştır . Atatürk’ün deyimiyle , Halkevleri aracılığı ile bütün vatandaşlara kucak açılmasıyla ülkede çok önemli sosyal ve kültürel bir devrim yapılmıştır . Böylece alt kimlikli grup ya da toplulukların , batılı emperyalistlerin kışkırtmalarıyla ülkeden kopmalarını önleyecek bir yeni denge mekanizması oluşturulmaya çalışılmıştır . 

Halkevleri aracılığı ile her kökenden gelen insanlar eşit bir çizgide bir araya getirilmeye çalışılmış , ulus devletin ulusal vatandaşlığına karşı alt kimliklerin çıkartılmasına karşı , ulusal kimlik ya da milliyetçi bir tutumun ötesinde halkçı bir yaklaşım aracılığı ile toplumsal bir barış ve uzlaşma dönemine geçilmek istenmiştir . Atatürk’ün milliyetçiliğinin diğer milliyetçi akımlardan ayrılmasının temel nedeni halkçılığa dayanması ve bu ilkeyi devletin ana esası düzeyine getirmesidir . Halkevleri bu amaçla kurulmuş ve kısa zamanda Türkiye insanını orta çağ uykusundan uyandırarak , genç cumhuriyetin çağdaş toplumu haline getirebilmiştir .


Küresel emperyalizmin desteklediği Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail projeleri doğrultusunda bütün Osmanlı hinterlandında küçük eyaletlerden oluşan bir bölgesel federasyon istendiği için ,Türkiye’nin de ulus devlet olmaktan çıkması doğrultusunda ulusal vatandaşlığın kaldırılması ve yerine anayasal vatandaşlığın getirilmesi istenmektedir . Türkiye bu sorun ile daha kuruluş aşamasında karşı karşıya geldiği için , Atatürk bu sorunu halkçılık esasına dayanan bir ulusalcılık uygulaması ile aşmaya çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur . Bu yüzden , Türkiye Cumhuriyeti anayasasında Türk milliyetçiliği değil ama Atatürk milliyetçiliği ilkesi Atatürk’ün devlet modelinin temel bir ilkesi olarak yer almaktadır . 

Bu açıdan Atatürk milliyetçiliği için bir anlamda anayasal vatandaşlık doğrultusunda bir tanım yapılabilir ,çünkü bugün gündeme getirilen anayasal vatandaşlık sorunu yüz yıl önce Türk devletinin kuruluşunu tehdit eden alt kimlikler sorununun aşılabilmesi için önerilmektedir . Halkçılık esasını benimsemiş,devlet yapısını halkçı bir temele oturtmuş olan Atatürk Cumhuriyetinde bütün alt kimlikli gruplar ve vatandaşlar halkçı bir ulusalcı devlet modeli içinde yaşamlarını uyum içinde sürdürebilmişlerdir . 

Batı emperyalizminin Siyonizm ile işbirliği yaparak merkezi alana müdahale etmesi aşamasında yeniden hortlatılan alt kimlikler yolu ile ulusal vatandaşlıktan vazgeçilmesi devlet yapısını çökertecek , anayasal vatandaşlığın bu aşamada yeni vatandaşlık türü olarak öne çıkarılmasıyla da Sevr haritası doğrultusunda Balkanizasyonu Türkiye üzerinden Orta Doğu’ya taşıyacak,bölgedeki on ulus devleti otuz eyalet devletine dönüştürerek emperyalizmin önünü açacaktır . 

Kanada,Amerika,Avustralya,Güney Afrika gibi Britanya imparatorluğu çatısı altında göçmen kabul eden büyük göçmen devletlerinde görülen çok kültürlü yapı doğrultusunda önerilen anayasal vatandaşlık ,Avrupa’nın ulus devletlerinde tam olarak uygulanamamıştır.Türkiye’de bir ulus devlet olarak , ulusal bütünlüğünü sarsabilecek böyle bir dönüşüme hazır değildir .

Bu çerçevede , Atatürk milliyetçiliği devletin halkçı yapısı doğrultusunda devreye sokularak bugünün gereksinimleri dün olduğu gibi yeniden karşılanabilmelidir . Atatürk milliyetçiliğini anayasal vatandaşlık gerektiren durumlar için daha gelişmiş bir çizgide yeniden düzenleyerek ,Türkiye bazı sıkıntılarını aşabilecektir . 

Geçmişin deneyimleri bu konuda bugünün yönetimlerine ışık tutmakta ve ders vermektedir . Atatürk milliyetçiliğinin halkçılık özüne dayalı ulusalcı yapısı , ulusal vatandaşlığın yarattığı sorunların aşılmasında destek sağlayarak ,Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı dönemeci aşmasına yardımcı olabilecek ve anayasal vatandaşlığa geçilmesine gerek bırakmayacaktır .

Prof.Dr. Anıl Çeçen
04.12.2012
hakimiyetimilliye.org


***

29 Ekim 2012 Pazartesi

CUMHURİYET BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN







Türküm Ne Mutlu Bana 




Ne mutlu bana ki Türk yaratıldım
Gönlümün en yüksek gururudur bu
Ne esir edildim, ne de satıldım;
Türk benliği Türklük şuurudur bu.
Bu gurur, bu şuur dünyalar değer
Değişmem cihana verseler eğer
      
İshak Refet






Cumhuriyet yönetimi ve anlamı


Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk; o, on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. 1933 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 251)


Çağdaş bir cumhuriyet kurmak demek, milletin insanca yaşamasını bilmesi, insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrenmesi demektir. (Gazinin N.A.V., Muhit Mec, Sene: 3, No: 32, 1931, s. 7-8)


Demokrasi ilkesinin en çağdaş ve mantıkî uygulamasını sağlayan hükümet şekli, cumhuriyettir. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazılan, s. 410-411)


Cumhuriyet, düşünce serbestliği taraftarıdır. Samimî ve haklı olmak şartiyle her fikre hürmet ederiz. Her görüş bizce saygıya değerdir. Yalnız, karşı çıkanlarımızın insaflı olması gerekir.  1923 (Atatürk’ün S.D. III, s.71)


Cumhuriyet, imkân demektir. Cumhuriyet, yalnızca adıyla bile birey özgürlüğünü aşılayan sihirli bir aşıdır. Görülecektir ki, cumhuriyet imkânları olan her memleket, özgürlük davasında er geç başarılı olacaktır. Cumhuriyet, kendisine bağlı olanları en ileri aşamalara götüren imkânları verir. Bağımsızlık ve özgürlüğüne sahip olan milletler, ilerleme yolunda imkânlara sahip demektirler. O halde cumhuriyet, her alanda ilerlemenin de en belirgin teminatıdır. Cumhuriyeti bu anlamıyla ve bu kapsamıyla anlamak gerekir.  (Atatürk’ten BM., s. 45)









Cumhuriyet ile sultanlığın farkı



Cumhuriyet, ahlaksal erdeme dayanan bir yönetimdir. Cumhuriyet erdemdir. Sultanlık, korku ve tehdide dayanan bir yönetimdir. Cumhuriyet yönetimi, erdemli ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide dayandığı için korkak, alçak, sefil, rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan ibarettir.  1925 (Atatürk’ün S.D.U, s.231)



Türk milleti ve cumhuriyet yönetimi



Türk milletinin karakterine ve âdetlerine en uygun olan yönetim, cumhuriyet yönetimidir. 1924 (Atatürk’ün S.D. 111, s. 74)


Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin gerçek eğilimlerine uyarak devlet şeklini, cumhuriyet şeklinde kesin olarak sağlamlaştırdı. Cumhuriyet yönetimi memlekette en ıssız köşeye kadar coşkunluk ve heyecanla kabul edildi. Millet,cumhuriyetin Türk vatanını yüzyılların birikmiş kötü yönetiminden kurtaracak ve memleketin lâyık olduğu itibar ve saygıyı koruyacak ve yükseltecek biricik yönetim şekli olduğuna inancını en belirgin şekilde gösterdi. Millet, cumhuriyetin bugün ve gelecekte bütün saldırılardan kesinlikle ve sonsuza kadar korunmasını istemektedir. Milletin isteği, cumhuriyetin denenmiş ve olumlu bütün kurallara bir an evvel ve tamamen dayandırılması şeklinde ifade olunabilir. Yüce Meclis’in çok önemle meşgul olduğu Anayasa’da, milletin isteğini davranış yolu kabul etmek hepimizin görevidir.  1924 (Atatürk’ün S.D.I, s.314-315)


Büyük, önemli bir devrim oldu. Bu devrim, milletin kurtuluşu adına, hak adına yapıldı. Milletimiz, demokratik bir hükümet kurmak sayesinde düşman ordularını yok etti, vatanı istilâdan kurtardı. Kahraman ordumuzun cesaret meydanlarında kazandığı zaferi, siyaset alanında da verimli yaptı. Türkiye’nin yeni yönetimi yaptığı işlerle, başarı ile niteliğini tanıttıktan sonra dünyaca bilinen unvanıyla varlığını açıklığa kavuşturdu ve kuvvetlendirdi. Türk tarihinde bir cumhuriyet dönemi açtı. 1924 (Atatürk’ün SD.II, s.165-166)


Cumhuriyet, Türk milletinin refah ve yükselmesi yolunda yüzyılların görmediği başarılara erişti. Milletin eğilimlerini ve gereksinimlerini bularak ve öğrenerek onun refah ve gelişme gereklerini gerçekleştirmekte cumhuriyetin az zamanda elde ettiği sonuçlar, cumhuriyet yönetiminin milletimize hazırladığı geleceğin daha ne kadar parlak olduğunu tahmin ettirmeye yeterlidir. Asla şüphe yoktur ki, cumhuriyetin gelecek evlâtları, bizden daha çok refaha erişmiş ve  mutlu olacaklardır.  7927 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s.435)


Cumhuriyetin milletin kalbinde kök saldığını görmek biricik emelimdir.  1930 (Fethi Okyar, S.C.F.N.K., s.70)


Cumhuriyet, yeni ve sağlam esaslarıyla, Türk milletini güvenli ve sağlam bir gelecek yoluna koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güvenlik bakımından, büsbütün yeni bir yaşamın müjdecisi olmuştur. 1936 (Atatürk’ün S.D. I, s. 372)


On yaşını bitiren cumhuriyetimiz, daha kurulurken kendine çizdiği hareket çizgisini adım adım izlemiş ve kısa süre içinde yakın geçmişin biriktirdiği karanlıkları dağıtmayı başarmıştır.  1933 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 560)



Bu yıl cumhuriyetin onuncu yılını kutlamakla mutlu olduk. Milletimizin gösterdiği taşkın sevinçler, gönüllerimizi övünçle doldurdu. Cumhuriyetin verimlilikleri, ülkenin her bucağında canlandırıldı. Millet, geçen on yıllık cumhuriyet eserlerini topluca gözden geçirdi ve gerçekten sevinmeye ve övünmeye hakkı olduğunu gördü. Geçen on yıl gelecek dönemler için, bir başlangıçtan başka bir şey değildir. Bununla beraber, eski dönemlerin tarihi karşısında cumhuriyetin bu on yılı, eşi görülmeyen bir diriliş ve göz kamaştırıcı bir ileri atılış anıtıdır. 1933 (Atatürk’ün S.D.I, s.359)


Bugünkü hükümetimiz, devlet örgütümüz doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet örgütü ve hükümettir ki, onun ismi cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millettir ve millet hükümettir. Artık hükümet ve hükümet mensupları, kendilerinin milletten ayrı olmadıklarını ve milletin efendi olduğunu tamamen anlamışlardır. 1925 (Atatürk’ün S.D. 11, s.230)


29 Ekim 1923′de Cumhuriyet’in ilâm ve Cumhurbaşkanı seçilmesi üzerine Meclis’te yaptığı konuşmadan: Son yıllarda milletimizin fiilen gösterdiği yetenek ve kavrayış, kendi hakkında kötü fikir besleyenlerin ne kadar dalgın ve ne kadar incelemeden uzak, görünüşe düşkün insanlar olduğunu pek güzel kanıtladı. Milletimiz, sahip olduğu özelliklerini ve değerini, hükümetinin yeni ismiyle, uygarlık dünyasına daha çok kolaylıkla göstermeyi başaracaktır. Türkiye Cumhuriyeti, dünyada işgal ettiği yere lâyık olduğunu eserleriyle kanıtlayacaktır.nDaima saygıdeğer arkadaşlarımın ellerine çok samimî ve sıkı bir şekilde yapışarak, onların kişiliklerinden kendimi bir an bile ayrı görmeyerek çalışacağım. Milletin sevgisini daima dayanak noktası sayarak hep beraber ileriye gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mutlu, başarılı ve galip olacaktır. 29 Ekim 1923 (Nutuk 11, s. 814-815)


Bir akşam sofrada, Kılıç Ali tarafından kaydedilen bir sözü:

- Cumhuriyetçilik ve toplumsal devrim, lâiklik ve yenilikseverlik Türk’ün öz malı ve özelliği haline geldiğini görmek, benim için büyük bir mutluluk olacaktır. Onun meydana gelişi çok yaklaşmıştır. O günden sonra uygarlık ve devrim yolunun kararlı yolcuları arasında, elbette görüş ve düşünüş farkları, önlem ayrılıkları doğal olarak ortaya çıkar. Bu ayrılıklarında millet için, memleket için, devlet için daima hayır ve rahmet doğacak. (Kılıç Ali, Atatürk ve Cumhuriyet, Milliyet gazetesi, 2.11.1970)

Bu millet, bu memleket, yeni rejimi üzerinde dünyanın en beğenilen bir varlığı olacaktır. Ben bunu kendi gözlerimle görmeden ölmeyeceğim. 1929 (İkdam gazetesi, 11.8.1929)

Memnuniyetle görmekteyiz ki cumhuriyet rejimi, yurdumuzda huzur ve rahatın en iyi yerleşmesini sağlamış bulunuyor. Vatandaşlar ve bu yurtta oturanlar, cumhuriyet yasalarının eşit şartları altında kendileri için hazırlanan özgürlük, refah ve mutluluk imkânlarından en üst derecede yararlanmaktadırlar.  1937 (Atatürk’ün S.D.I, s.377)

Cumhuriyet bayrağı altında toplanmak

Bu kadar matemler ve felâketler geçirdikten sonra elbette Türk öğrenmiştir ki, vatanı yeniden yapmak ve orada mutlu ve özgür yaşayabilmek için kesinlikle egemenliğine sahip kalmak ve cumhuriyet bayrağı altında bütün evlâtlarını toplu ve dikkatli bulundurmak gerekir. 
1924 (Atatürk’ün S.D.I1, s. 180)







Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır


1926 İzmir suikast girişiminden sonra milletin binlerce telgrafla bu iğrenç girişimi lanetlemesi ve üzüntülerini bildirmesi nedeniyle Anadolu Ajansı’na verdiği demeçten:


Temeli büyük Türk milletinin ve onun kahraman evlâtlarından oluşan büyük ordumuzun vicdanında, akıl ve bilincinde kurulmuş olan cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan 
doğmuş ilkelerimizin, bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceği fikrinde bulunanlar, çok zayıf beyinli bahtsızlardır. Bu gibi bahtsızların, cumhuriyetin adalet ve kudret pençesinde lâyık oldukları davranışla karşılaşmaktan başka talihleri olamaz. Benim değersiz vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır; fakat, Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır. Ve Türk milleti güvenlik ve mutluluğunun kefili olan ilkelerle, uygarlık yolunda, duraksamadan yürümeye devam edecektir.  1926 (Atatürk’ün S.D. m, s. 80)



Efendiler! Size şunu söyleyeyim ki, devrimci Türkiye Cumhuriyeti’ni benim kişiliğimde var zannedenler çok aldanıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti, her anlamı ile, büyük Türk milletinin öz ve aziz malıdır. Değerli evlâtlarının elinde daima yükselecek, sonsuza dek yaşayacaktır. 
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965)



Türk milletinin geleceği, bugünkü evlâtlarının görüş isabeti, yorulmak alışkanlığında olmayan çalışma gayretiyle büyük ve parlak olacaktır.         1927 (Atatürk’ün T.T.B. iv, s. 532)


Millî kararlılık ve bilincin değerli eseri olan aziz cumhuriyetin, bugünkü ve yarınki kuşağın demir ellerinde her an yükseleceğine ve yaşayacağına güvenim tamdır. 1927 (Atatürk’ün S.D. V, s. 160)





Atatürk’e ait el yazısı metin :


Benim için bir tek hedef vardır: Cumhuriyet hedefi! Bu hedefe erişmek için, belirli yolda yürüyen arkadaşların başarılı olması için, başvurulan doğru yolda, namuskârane yolda çok çalışmak ve etkin olmak gerekir. Arkadaşlar, benden kayırma beklenmemelidir. Hepiniz, benim gözümde değerli, yüksek kardeşlersiniz. Ama, hepinize gösterdiğim hedef kutsal bir hedeftir. Oraya yöneliksiniz. Hanginiz daha güzel yollarla, başarılarla oraya erişirseniz onu takdir edeceğim, alkışlayacağım. Benden kayırma ve tarafgirlik beklemeyiniz arkadaşlar! Adam olanlar, insan olanlar, fikirleri olanlar, yüksek ideali olanlar değerlerini göstersinler! Benim, size kardeşçe söyleyeceğim şey budur. 
(Afetinan, Atatürk’ün B.N.M., s. 38)



Cumhuriyetin savunulması


Cumhuriyetimiz, öyle sanıldığı gibi zayıf değildir. Cumhuriyet emeksiz de kazanılmış değildir. Bunu elde etmek için çok kan döktük. Her tarafta kırmızı kanımızı akıttık. Gerektiğinde kurumlarımızı savunmak için gerekeni yapmaya hazırız.  (
1923 (Atatürk’ün S.D. III, S. 71)

Devrimimiz, Türkiye’nin yüzyıllar için mutluluğunu üstüne almıştır. Bize düşen, onu kavrayarak ve takdir ederek çalışmaktır. (1924 (Atatürk’ün S.D.H,s.187)

Cumhuriyet yolunda kararlılık ve başarı ile yürüyeceğiz. (1930 (Fethi Okyar, S.C.F.N.K., s.73)

Cumhuriyet kurumunun bir zorba eline geçeceğini mezarımda bile duysam, millete karşı haykırmak isterim.(
1930 (Fethi Okyar, S.C.F.N.K., s.70)


Gelecek kuşakların takdiri

Gelecek kuşakların, Türkiye’de cumhuriyetin ilânı günü, ona en acımasızca hücum edenlerin başında, cumhuriyetçiyim iddiasında bulunanların yer aldığını görerek şaşıracaklarını asla sanmayınız! Tam tersine, Türkiye’nin aydın ve cumhuriyetçi çocukları, böyle cumhuriyetçi geçinmiş olanların gerçek düşünüş biçimlerini çözümleme ve belirlemede hiç de tereddüde düşmeyeceklerdir. Onlar, kolaylıkla anlayacaklardır ki, çürümüş bir hanedanın, halife unvanıyla başının üstünden zerre kadar uzaklaşmasına imkân kalmayacak şekilde korunmasını zorunlu kılan bir devlet şeklinde, cumhuriyet yönetimi ilân olunsa bile, onu yaşatmak mümkün değildir. (
1927 (Nutuk II, s. 831)





DOĞRULUK SONSUZLUĞUN GÜNEŞİDİR..
NASIL OLSA DOĞAR..



“Sevgili gençler!... Yalanlara, çarpıtmalara, yutturmalara karşı uyanık durun. Sizi kandırmalarına izin vermeyin. Gerçeğe saygı duyun ve gerçeği dürüst, namuslu kaynaklardan yararlanarak öğrenmeye çalışın. Doğru, gerçek tarihinizi, yanlışları ve doğrularıyla öğrenin. Ağzı kalabalık, kalemi karışık olanlara karşı dikkatli olun. Kanıtsız, belgesiz, tanıksız iddiaları, yani dedikoduları ciddiye almayın. Vicdanınız ve sağduyunuz pusulanız olsun. Tarihimizdeki doğrulardan yararlanın, yanlışlardan uzak durun.” (Turgut Özakman, Cumhuriyet, Ankara, 2009, s.12,13)






“Dünyanın yarısını her zaman ve dünyanın hepsini bir zaman aldatmak mümkündür; 
fakat bütün dünyayı her zaman aldatmak mümkün değildir.”

Mustafa Kemal ATATÜRK







"CUMHURİYET’İN ONUNCU YIL  - PDF KUTLAMALARI" Yasemin DOĞANER
Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Öğretim Görevlisi





BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN

SB.



23 Eylül 2012 Pazar

ATATÜRK’ÜN BURSA NUTKU


Atatürk’ün “Bursa Nutku” gerçekten var mı, yoksa bu bir fanteziden mi ibaret?

Neden bazı  çevreler ilk günden beri bu Nutka şiddetle karşı çıkarken, kimi çevreler aynı şiddetle savunur?

Ağır Ceza Mahkemelerinde bile sorgulanan bu Nutuk, eğer gerçekten Atatürk tarafından söylenmişse, neden o zaman “Söylev ve Demeçleri”  arasında yer almıyor?

İyi ama her söylediği zaten orada kayıtlı mı ki?

Bu yazının sonunda mutlaka bir fikriniz olacak ve kararı siz vereceksiniz 
 İzmirdeydi… 

Haberi aldığında İzmir’deydi. Yorucu bir gün geçirmişti. O gün Buca’ya gitmişler, dönüşte İzmir Millî Kütüphanesini gezmiş, kitapları incelemiş, kütüphane hakkında bilgi almıştı. Bankaları, arkasından İncir Kooperatifi’ni  ziyaret etmişti. Akşam CHP’nin Karşıyaka’da vereceği baloya katılacaktı ki… Bursa’daki olayı duydu.(Şahingiray, 1955).

Vali Bey, olayın pek de büyütülecek bir yanı olmadığını anlatmaya çalışıyordu: 

     “…İki gün önce, 1 Şubat Çarşamba günü, Bursa Ulu Cami’den çıkan 100 kadar kişi, ‘ Ezan her yerde Arapça okunurken, neden bir tek Bursa’da Türkçe okunuyor? ‘ diye bağırışarak Müftülüğe doğru yürüyüşe geçmişler. Meraklıların da katılımıyla kalabalık giderek büyümüş. Müftü, bu konuda talimat alındığını, Ezanın yalnız Bursa’da değil, her yerde Türkçe okunduğunu, asıl yanıtı Vali’nin verebileceğini söyleyince de, kalabalık Hükümet Konağı’na yürümüş. Makamında olmayan Vali’yi beklerlerken merdivenlere oturmuşlar, sonra da polisin müdahalesiyle, bir olay çıkmaksızın dağılmışlar.”(Kocatürk, 1973) 

Vali’yi dikkatle dinliyordu. Sonra yüz hatları gerildi… çelik gibi bir ses tonuyla talimatını verdi:

 -“  Başvekil Paşayla temas kurun, bana Afyon’da katılsın! Tren hazırlansın, bu gece Bursa’ya hareket ediyoruz. Balo’ya gitmeyeceğim, ama balo yapılsın.” 

Hava birden değişmiş, ortalık buz kesmişti. Antalya’da bulunan İsmet Paşa’ya talimat iletildi ve sabaha karşı 03.30’da Atatürk beraberindekilerle İzmir’den Afyon’a doğru yola çıktı.

Hedef Bursaydı. 

Oysa, daha iki hafta önce gene Bursa’daydı. (17.1.1933). Çok sevdiği ve sık geldiği Bursa’da her zamanki gibi Valiliği, Belediyeyi, Komutanlığı ziyaret etmiş, şehirde tetkiklerde bulunmuş, son gün de İpekiş Dokuma Fabrikasını gezmişti. Hatıra defterine yazdıklarında içtendi. 

     ”…İpekiş Fabrikası’nda gördüklerimden çok sevinç duydum”. 

Nerede bir fabrika açsa, çocuklar gibi şenlenir, mutlu olurdu. Çünkü fabrika demek, üretim demek, kalkınma demek, teknoloji demek, istihdam demekti, iş-aş demekti…  

Ama bu kez bu ani gidişinden hiç de mutlu olmadığı yüz ifadesinden belliydi. 15 Ocak’tan beri seyahat halindeydi. Önce Bursa’ya gelmiş, sonra Bandırma, Balıkesir, Kütahya, Afyon ve Konya’yı ziyaret edip, Adana’ya kadar gitmişti. (25 Ocak). Oradan Gaziantep, sonra tekrar Adana, nihayet Mersin. (28 Ocak 1933). Buradan Gülcemal Vapuruyla Antalya ve İsmet Paşayla buluşma. Daha sonra da Fethiye ve Marmaris üzerinden İzmir. (31 Ocak 1933). (Şahingiray,1955). 
İsmet Paşayla Başbaşa… 

Ve işte şimdi de sabaha karşı Afyon’da Başvekil Paşayla baş başaydı. İstasyondaki uğurlama merasimini kısa tuttular ve hemen kompartmanlarına geçtiler. Tren bir an önce Bileciğe varmak ister gibi  karanlığın derinliklerinde yoluna hızla devam ederken, Bursa’da olanları giderek hiddetlenen bir ses tonuyla başvekiline anlatmaya başlamıştı bile. 

İyi ama, İsmet Paşa’nın bu olaydan haberi elbette vardı fakat doğrusu bu kadar telaş edecek bir olay gibi de görmemişti olanları... Ama Atatürk öyle bir döküm yaptı ki, yılların Başvekil Paşası’nın da çok geçmeden suratı asıldı. Atatürk’ü dinleyince hak verdi, çünkü bir noktayı çok kötü atlamıştı. Aslında herkes atlamıştı. Atatürk hariç… 

Afyon’dan Eskişehir’e kadar Başvekil’e içini döktü. Özellikle Serbest Fırka günlerinin geri gelmesinden endişeliydi, bu konuda İsmet Paşa’ya özellikle idarecilerin kayıtsızlığı konusunda yakındı. Eskişehir’e gelince İsmet Paşa Ankara’ya gitmek üzere ayrılırken, Atatürk Bileciğe doğru yoluna devam ediyordu. 

Afyon-Eskişehir arasında ne konuştular? 1928-1933 arasında olup biten her şeyi… 

     Tam da memleketin dar bir geçitten geçtiği günlerdi. 

Daha birkaç yıl önce, 1928’de, Latin Harflerine geçişle ilgili devrimin ülke için ne kadar da önemli olduğunu kavrayamamış bir yobaz kesim, bu olaya “ Kur’an harflerini terkediş” gözüyle bakarken, bir de Anayasa’dan “…devletin dini islâmdır” hükmünün çıkarılışını duyunca homurdanmalar bütün ülkede iyice yükselmişti. (10 Nisan 1928).

Çabuk atlatmışlar, bu reformun meyvelerini de bir yıl gibi kısa sürede toplamaya başlamışlardı. 

Ardından, tam da bu sırada 1929 Dünya Ekonomik Krizi patlamıştı. Bundan Türkiye’nin etkilenmemesi zaten olanak dışıydı. Homurtular daha da yoğunlaştı ama devrim hız kesmeden  sürüyordu.  Şimdi de “Kadın Hakları” gündemin başındaydı ve Avrupa’nın pek çok ülkesinde bu haklar kadınlara henüz tanınmazken, Belediye seçimlerinden başlayarak Türk kadınının seçme ve seçilme haklarına sahip olmasının yolu açılmıştı. (3 Nisan 1930).  “Kadın ancak hamur yoğurur, çocuk doğurur” zihniyetindeki tarikat-cemaat ehli yığınlar, bu gelişmeleri dişlerini gıcırtarak, “la havle…”çekerek izliyorlardı. Bunun farkındaydı. Umursamıyordu ama dikkatliydi. 

 Normal olarak her ülkede iktidarlar, özellikle bu tür zor koşullardan geçilirken “muhalefet” istemezler. Atatürk, tam aksine, toplumun bir an önce demokrasi kültürüne sahip olabilmesi için, kendi eliyle ve hatta baskısıyla, kendi kurduğu partiye karşı muhalefet yapması için, yakın arkadaşı ve Paris Büyükelçimiz Ali Fethi Okyar’ı bir muhalif parti kurmaya ikna etmişti. Serbest Fırka böyle kurulmuştu. (12 Ağustos 1930). Ne yazık ki bu iyi niyetli girişim, cumhuriyetin o güne kadar getirdiği kazanımların tümünün bir anda yok olması anlamına gelecek şekilde ülkedeki tüm gericilerin bu parti etrafında toplanması nedeniyle, bizzat bu tehlikeyi gören Fethi Bey tarafından kapatılmıştı. (17.11.1930). Bu olay da gösteriyordu ki, pusudaydılar…ve hep tetikte olmak zorunluydu…(Göze,2000) 
Şehit edilen yedek Subay KUBİLAY
Menemen’i Yakın… 

Nitekim, korkulan oldu. Aradan bir ay geçmişti ki, “Menemen Olayı” patladı. İzmir’in Menemen ilçesinde Giritli Derviş Mehmedî adlı Nakşibendi Tarikatı’na bağlı bir yobazın önderliğinde bir kalabalık, Belediye Meydanı’nda toplanıp, zikrederek şeriatı ilan ettiklerini duyurmuşlardı. Olaya bir müfreze ile müdahale etmeye çalışan yedek subay Kubilay, boğazı kesilerek şehit edilmişti. Cumhuriyet Hükümeti derhal gereken tedbiri alıp suçluları en ağır şekilde cezalandırmıştı ama, Atatürk günlerce bu olayın etkisinden kurtulamamıştı. Her defasında önündeki tabakta Kubilay’ın kesik başını gördüğü için, günlerce yemekten kesildi, uzun süre et yemeği yiyemedi.  

İşte o günlerde ve o kızgınlıkla İsmet Paşa’ya dönüp:

     “Menemen halkını taşıyın ve Menemen’i yakın. Cumhuriyet’in gelecek nesillerine bir örnek olması için de Menemen’i o yanık haliyle muhafaza edin” emrini vermişti.  

İsmet Paşa bu tür emirleri uygulamaz, 48 saat bekletirdi. Buna birlikte karar vermişlerdi. İyi ki de öyle yapardı. Eğer Atatürk konuyu tekrar açıp,  sormazsa, bu İsmet’e “…o meseleyi sen de unut…” anlamına gelirdi… Menemen konusunda da öyle olmuştu… Konu kapandı. 

Atatürk’ün sabaha karşı bütün bunları İsmet Paşa’ya yeniden hatırlatması için elbette kendince haklı bir nedeni vardı. Yoksa mesele, kimilerinin sandığı gibi 100 kişinin Bursa’da toplanıp, rastgele bağırıp çağırıp sonra da dağılmasından ibaret, basit bir mesele olsaydı, o zaman iki “devrimcinin” sabahın ayazında, kör bir istasyonda buluşup, bir kompartımana çekilip sabaha kadar tartıştıkları ne olaydı ki? 

Türkçe Ezan… 

Dışarıda gün hafif hafif ışıyor, Eskişehir’e yaklaşıyorlardı. Atatürk, nihayet asıl konuya gelebilmişti. Kendisini en çok endişeye sevk eden meseleye: Ezanın Türkçe okunması meselesine. 

Geçen yıl tam da bu günlerde çok cesur bir karar daha almıştı. Verdiği talimat üzerine 23 Ocak 1932  günü Riyaset-i Cumhur İncesaz Heyeti Şefi Binbaşı Hafız Yaşar (Okur), İstanbul’da Karaköy’deki Yer altı Camii’nde Cuma namazından sonra ilk kez Yasin Suresi’ni önce Arapça, sonra Türkçe okumuştu. 

Yer yerinden oynamıştı ama Hükümet en ufak bir zaaf göstermemiş, uygulama sürüyordu. Aradan sadece 10 gün kadar geçmişti. 3 Şubat 1932 günü Kadir gecesiydi. Ayasofya’da yatsı namazından sonra aralarında bir çok tanınmış hafızın bulunduğu Mevlidhan Heyeti, önce Mevlid ve arkasından Kur’an okumuşlardı…Türkçe olarak… 

Radyodan yapılan canlı yayın bütün ülkede büyük yankı  yapmıştı. Ankara’da Atatürk heykelinin yanına monte edilen hoparlörden de halka dinletilen bu yayını, Ankaralılar, kar altında dinlemişlerdi. Türkçe Kur’an değişik İslâm ülkelerinden de değişik tepkiler almıştı. Kimi çevreler bunu “dinsizlik” olarak değerlendirirken, bazıları da olumlu karşılamıştı. İki gün sonra da, 5 Şubat’ta Süleymaniye Camii’nde ilk Türkçe “hutbe” okunmuştu. (Kocatürk, 1973). 
ATATÜRK BURSA'DA
Yoksa, rövanş mı? 

Aradan tamı tamına bir yıl geçmişti. İşte bugün de günlerden 5 Şubat’tı. Bursa olaylarını İzmir’de haber aldığında ise 3 Şubat. Acaba tam da bu yıldönümü günlerinde geçen yılki bir şeylerin rövanşı mı alınıyordu? Bu olaylar bir rastlantı mıydı, yoksa organize olmuş bir takım çevreler Cumhuriyet’e bir mesaj mı vermek istiyorlardı? Atatürk’ün olayın üzerine hızla gitmesinin sebebi buydu. Başbakanını yanına almış, İçişleri Bakanı ile Adalet Bakanını da Bursa’ya çağırtmış,  devrimi yapan adam, yaptığı devrime sahip çıkıyordu. 

İsmet Paşa Eskişehir’de ayrıldıktan sonra, kızgınlığı hâlâ geçmediği için, beraberindekilere yakınmaya devam etti: 

       “Bir devrim yapıyoruz, oyun mu oynuyoruz? Toplumu bir yerden bir yere taşımak istiyoruz, yasalar çıkarıyoruz, gericiler karşı çıkıyor…Hakimi, polisi, savcısı seyrediyor. Benden ne yapmamı istiyorsunuz, oturup beklememi mi?”… 

Orada bulunan gazetecilerden ve tarihçi Nizamettin Nazif Tepedelen, ilerde o günleri işte böyle anlatacak ve ekleyecek:

     “Öylesine kabına sığmaz bir hali vardı ki, makiniste haber gönderdi:”

-Niye böyle yavaş gidiyoruz, daha hızlı, daha hızlı!...’  


Sabah saat 05.00’te Bileciğe geldiler. Burada trenden inildi, bekleyen otomobillere binildi ve saat 09.30’da olay mahalline, hızla Bursa’ya geldi. (Önder, 1998). Doğru Vilayet’e gidip olaya el koydu. Meseleyi kavramıştı. Olay, korktuğu ölçüde planlı, örgütlü bir olay değildi. Buna rağmen, sayıları az da olsa birilerinin Cumhuriyet’e hesap sorarcasına Vilayete gelip taşkınlık yapmalarına görevlilerin sessiz kalışını kabul edemiyordu. Bu eylem Cumhuriyet yasasına aykırıydı, buna karşın kimse tutuklanmamıştı. Bu kabul edilebilir değildi.

Ertesi gün 6 Şubat. O gün İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Adalet Bakanı Yusuf Kemal Tengirşek de Bursa’ya geldiler. Yapılan incelemeler sonucunda, olayda ihmali görülen Savcı Sakıp Bey, Sulh Ceza  Hakimi Hasan Bey ve Bursa Müftüsü Nurettin Bey  görevden alındı ve 15 kişi tutuklandı.. 

Aynı  gün Anadolu Ajansı’na resmî demecini verdi: 


     Resmî  Demeç… 

     “…Bursa’ya geldim.  Olay hakkında ilgililerden bilgi aldım. Olay aslında fazla önemi haiz değildir. Herhalde mürteciler Cumhuriyet Adliyesi’nin pençesinden kurtulamayacaktır. Olaya dikkatimizi bilhassa çevirmemizin sebebi, dinî siyaset ve herhangi bir tahrike vesile etmeye asla müsamaha etmeyeceğimizin bir daha anlaşılmasıdır. Meselenin mahiyeti esasen din değil, dildir. Kesin olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin millî dili ve millî benliği bütün hayatında hâkim ve esas kalacaktır.” (Cumhuriyet, 7 Şubat 1933), (Ülker,2008). 

O gün akşam Gülcemal Vapuruyla İstanbul’a dönecekti. Hareket saati 19.30’du, fazla vakti yoktu ama gene de Çekirge Köşkü’nde bir yemeğe katılmayı kabul etti. Bu, her zamanki bildik ziyafetlerden değildi. Belliydi ki olayın utancını taşıyan bazı Bursalı yöneticiler, olayı yumuşatıp gönlünü alma çabasındaydılar. Aslında o gün biri Belediye Meclisi’nde olmak üzere iki yerde daha konuştu. Söyledikleri birbirini tamamlıyordu. İrticaya karşı uyanık olunmalıydı. Bu konuda gençliğe çok iş düşüyordu. Devrime sahip çıkma hususunda her şeyi İdare’den beklemek olmazdı. 

Çekirge’deki salonda gençler çoğunluktaydı. Masada ise 15 Ocak’tan beri kendisine refakat eden arkadaşları: Kılıç Ali, Saffet Bey, Nuri Conker, Salih Bozok, Hasan Cavit, Sami Bey, Kâzım Bey, Mümtaz Bey, Avni Bey, Şahap Bey ve Ferit Bey. Vali Fatin Bey, Belediye Başkanı Muhittin Bey. (Şahiniray, 1955). 

Daha sonraki gelişmelerden öğreniyoruz ki, Bursalı gazeteciler, Rıza Ruşen Yücer, Musa Ataş, heyetle beraber olan gazeteci Nizamettin Nazif Tepedelenli de oradadırlar. Atatürk’ün Yaveri Cevdet Tolgay da olaya tanık olanlardandır. Atatürk’ün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak sofrada değil, yan odada işiyle meşguldür.  Atatürk’ün burada yaptığı konuşmayı aynı gün Yaver Cevdet Tolgay’dan dinleyecek ve bunu ilerde Falih Rıfkı Atay’a anlatacaktır.( Bu tanıklar konusuna tekrar döneceğiz). 

Seyahatin başında ve İzmir’e kadarki bölümünde Celal Bayar da heyetin içindedir ama Bayar Afyon’da gruptan ayrılmış, bu kez Antalya’dan gelen İsmet Paşa heyete katılmış, Eskişehir’de de O Ankara’ya gitmek üzere ayrılmıştır. (Bazı kayıtlarda Bursa’ya geldiği yazılıdır.) Ayrıca Bursa’ya bugün gelen vekiller, Şükrü Kaya ve Yusuf kemal Tengirşek de elbette masadadırlar.  

Konuşulan konu günün konusudur: İrtica ve devrimler. 


Gençlerden biri… 

Gençlerden biri ”…Bursa Gençliği olayı hemen bastıracaktı, fakat zabıtaya ve adliyeye olan güveninden ötürü…”demeye kalktı, olanlar oldu… Atatürk elinden çatalı, bıçağı bıraktı, arkadaşları vücut dilinden fırtınanın yakın olduğunu anlamışlar, onlar da yemeğe ara vermişlerdi; gözlerini gence dikti ve adeta gürleyerek, sonradan “Bursa Nutku” olarak bilinen sözleri bir çırpıda söyleyiverdi: 

     “ Bursa Gençliği de ne demek? Memlekette parça parça, yer yer gençlik yoktur! Sadece ve toplu olarak Türk Gençliği vardır. Türk Genci, inkılapların ve rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunların lüzumuna, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır; rejimi ve inkılapları benimsemiştir…”  

Sofrada soluk alınmıyordu. Herkes pürdikkat Atatürk’ü dinliyordu. Bir devlet başkanı olarak öyle noktalara değinmişti ki, yarın bu söylediklerine kendisi de hedef olabilirdi ama bundan kaygı duymuyordu, yeter ki Gençlik beklediği gençlik olsun. İşte ancak o zaman Cumhuriyet’in sonsuza değin emin ellerde olacağına inanıyordu ve işte ancak gençliğe duyduğu bu güven O’nu rahatlatıyordu. Gençliğe sonsuz kredi tanıyordu. (Ülker, 2008). 

Çok ileriki yıllarda değerli bir akademisyen, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, bu konuda şöyle yazacaktır: “… Tarihte bu sözleri söyleyebilen bir başka devrimci çıkmış mıdır? Başında bulunduğu devletin bile zaaf içinde olabileceğini düşünen, geleceğin siyasal iktidarlarından kuşkulanabilen ama gençliğe böylesine sınırsız bir güven besleyen, böylesine “çek veren”, gençliği böylesine “son çare” olarak gören bir devrimci yoktur. Ve Atatürk, hem gelecek iktidarlar, hem de gençlik konusunda yanılmamıştır.” (Kışlalı). 

Sofrada not alınmadı… 

Atatürk konuşurken sofradakiler not almamışlardı. Nutkun metni o yüzden “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”arasında yoktur ve basına da verilmemiştir. Ama bu da söylenmediği anlamına gelmez. Uzun yıllardır Atatürk’ün sofrasında İsmet Paşa’nın uygulattığı bir sistem vardı: Sofrada konuşulan sofrada kalırdı. Hele sofrada içki servisi varsa. Aksine durumlarda bu (yani not tutulabileceği) baştan belirtilirdi ve o zaman isteyen herkes not tutabilirdi. Nelerin basına verilip topluma aktarılacağı veya aktarılmayıp sofrada kalacağının takipçiliğini de İçişleri Bakanı (aynı zamanda Parti Genel Sekreteri) Şükrü Kaya yapardı. 

Hiçbir memleket meselesinin görüşüldüğü sofrada içki içilmemişti. Bu da sofranın yazılı olmayan kurallarındandı. Sofranın konusunu belirleyen Atatürk olduğu için, misafirler daha yerlerini alırken garson Cemal Granda’nın da, Şefgarson İbrahim’in de gözü Atatürk’te olurdu. 

     “-İçki servisi yapılsın…” talimatı verilmişse, gecenin biraz daha sakin geçeceği anlaşılırdı. 

Oturma düzeninde de bir disiplin vardı. Atatürk’ün sağ başındaki koltuk, İsmet Paşa’nındı. Mareşal sofrada konuksa, hiçbir şekilde sofraya içki servisi yapılmaz ve sağ başta Fevzi Çakmak, bu takdirde sol başta İsmet Paşa otururlardı. Atatürk Mareşale daima” hocam” diye hitap eder ve yemek sonrasında Atatürk bir tek Mareşali dış kapıda arabasına kadar gelerek yolcu eder, ona büyük saygı gösterirdi. Bu, Genelkurmay Başkanı’na özel saygı, Atatürk’ün yaşam biçimiydi. Onun için, tek bir istisnasız, yaşamı boyunca da bu saygıyı hep gösterdi. (Granda, 1973). 


Genelkurmay Başkanı’na Saygı… 

 Mareşal Çakmak Genelkurmay Başkanı, Atatürk ise Cumhurbaşkanı, yani cumhurun başı,  devletin başı. Uzun yıllar İnönü de Başbakan. Genelkurmay Başkanı anayasal bir kurum olarak hep onlara bağlı. Ama aralarındaki ilişkinin düzeyi işte buydu ve benzer düzeyi bütün başbakanlar gözetmek zorunda kalmışlardır. Çünkü onların hepsi Atatürk’ün “rahle-i tedrisi”nden (eğitiminden) geçmişlerdi. Şimdiki siyasilerimizin her birinin bir aslan kesilip, kimi satılmış basının satılmış yazarlarıyla kolkola, gerici tarikat-cemaat taifesinin koruması altında,  Genelkurmay Başkanlığını hedef alarak, üstelik bunu güya “sivil yönetim” ve “demokrasi” gibi yüce amaçlar için yapıyor pozuna bürünerek sürdürdükleri iğrenç kampanya var ya!...İnsan Atatürk dönemine bakıyor da, gerçek devlet adamlığının ne kadar farklı bir şey olduğunu o zaman bir kez daha anlıyor.  

Biz sofraya dönelim: 
Eğer Atatürk, topluma bir mesaj verecekse, o konuşma mutlaka not edilir ve gözden geçirildikten sonra gitmesi gereken yere gönderilirdi. Anadolu Ajansı’na verdiği demeçler böyledir. Gazetecilere demeç veriyorsa, söyleyeceğini doğrudan söyler ama özellikle dış politika konusunda gazetelere makale göndermişse, zaman zaman gönderdiklerini ertesi gün tekrar gözden geçirip, düzeltmeler yaptığı görülür. O yüzden baskıya girmezden önce hep bir son kontrol söz konusudur ve bu konularda Falih Rıfkı (Atay) frenleyicisi ve yardımcısıdır. (Atay, 1973). 

Hatay Meselesi konusunda Kurun Gazetesi’nde, gazetenin başyazarı Tarık Us imzasını kullanarak yazdığı on dört makalede kullandığı üslup son derece kırıcı ve agresivdir ve bunlarda daha çok bizzat hükümeti yani İnönü’yü eleştirmektedir ama  bu Fransa’ya karşı sürdürdüğü bir taktiktir.(Soyak, 1973). 

Sofrada mutlaka kara tahta ve her misafir sandalyesinin önünde not tutmak için bir kalem ve bir defter bulunur. Konuşulanlar not edilsin diye. Ama bir konuşma masada kalacaksa, bu da açıkça belirtilir, o zaman not tutmak da yoktur. 


Bursa Nutkunun Metni Elbette Atatürk’ün… 

Bursa’da Çekirge Köşkün’de yaptığı konuşma, topluma verdiği resmî bir demeç değildir. O, resmî demecini sabahleyin Anadolu Ajansı muhabirine vermiştir. Sofradaki olay spontane olarak gelişmiş, bir gencin bir açıklaması üzerine, o an içinden geçenleri samimi olarak seslendirmiştir, hepsi o kadar. Ama bunları bağıra bağıra, orada bulunanların gözlerinin içine baka baka söylemiştir. Bunda en ufak bir kuşku yoktur. Sürmekte olan devrimler konusunda kaygıları elbette vardır. Bu kaygıları haklı gösterecek onlarca sebep de gözler önündedir. Bu uzun yurtiçi gezilerinin de maksadı budur. Bursa’ya da seyahat planını değiştirerek, gece yarısı yollara düşüp, Anadolu’nun izbe istasyonlarında başbakanıyla buluşup, görüşüp, bakanlarıyla birlikte piknik yapmaya gitmedi elbette. Eğer o gün o genç o konuşmayı yapmasaydı da Atatürk, bir fırsatını gene yaratıp buna benzer bir konuşmayı gene yapacaktı. Bunun en kesin kanıtı, zaten aynı gün, Resmî Demeci’ni verdikten sonra, Çekirge’dekiyle birlikte üç konuşma yapmış olmasıdır. Yani bir tek Anadolu Ajansı’na verdiği demeç, onu tatmin etmemektedir ve hazır Bursa ‘ya gelmişken, Bursalıların dikkatini pusuda bekleyen tehlikeye çekmek istemektedir. 

Atatürk konuşurken, kimse kelimesi kelimesine o anda kayıt tutmadı ama daha sonra sofradakiler, mealen bu metni ortaya çıkardılar. Nitekim ilerde Bornova Savcısı’nın başvurusu üzerine Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu, bu metnin mealen Atatürk’e ait olduğunu “oybirliği” ile onaylayacaktır. (Ülker, 2008). 

Bursa Nutku, resmî bir demeç olmadığı için,”  Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” arasında yer almaz. Kimi aydın ve yazar, olayın sadece bu tarafına bakarak, bu metnin Atatürk’e ait olamayacağını savunurlar, yanlıştır. Çünkü Atatürk tarafından söylendiği açıkça bilinen yüzlerce söylem daha vardır ki, bunlar da Söylev ve Demeçleri arasında yer almazlar. Oralarda yer almaması, söylenmediği anlamına gelmez. 
Oysa Bursa Nutku’nun Atatürk tarafından söylendiği’nin en büyük iki kanıtı vardır: 

Üslup.
     Bursa Nutku’ndaki üslubu alın 10. Yıl Nutkunun yanına koyun. Sonra da 6 gün boyunca, ayakta, 36 saat 33 dakika boyunca okuduğu Büyük Nutuk’taki “Gençliğe Hitabı” ile kıyaslayın. 

       Üslup ve verilen mesaj aynıdır. Bunda en ufak kuşkunuz var mı? Olamaz. O zaman?... Gençliğe Hitabında, gelecekte bu ülkeyi yönetecek devlet adamlarının bile kimi zaman ihanetle anılabilir tutum ve davranış içinde olabileceklerine işaretle, o durumda da Gençliği rejimin bekçisi olmakla görevlendiren devrimci bir lider, neden Bursa Nutku’nda işaret ettiği noktaları , kimilerine göre, söylememiş olsun…Bunun bir mantığı var mı? Mesele hiç de karmaşık olmayan, son derecede açık bir konudur: Rejim, yani Cumhuriyet ve Devrimler tehlikede mi, Gençlik Görev Başına… 

İçerik.
     Atatürk’ün Bursa Nutku’nun içeriğini alın, O’nun “Gençliğe Hitabı” ile kıyaslayın. Atatürk’ün geleceğe yönelik tek kaygısının bir gün devrimlerin ve Cumhuriyet’in baltalanabileceği riski ve irtica olduğunu görürsünüz. Bunu da açıkça dile getirir ve Gençliği bu konuda hem uyarır hem görevlendirir. Bunda da en ufak bir kuşku yoktur.  

     Daha Cumhuriyet dört yaşındayken, 1927’de, bütün dünyanın önünde Türk Gençliği’ne hitap ederken, söylediklerine bir bakın: Cumhuriyet ve devrimler gençliğin en büyük “ hazinesi”dir, Atatürk buna değinir ve hemen arkasından uyarısını yapar: 

       “…seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici bedhahların (sapkınların) olacaktır…bütün bu şeraitten (koşullardan) daha elîm (acı) ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hiyanet içinde olabilirler…hatta bu iktidar sahipleri , şahsî menfaatlarını müstevlilerin (işgalcilerin) siyasî emelleriyle tevhid edebilirler… (birleştirebilirler)”. (Kemal, 1928). 

Gençliği Teröre mi itiyor? 


Atatürk’ün bu sözleri söylemiş olduğuna şüphemiz var mı? Yok!... Çünkü bunlar 787 sayfalık Büyük Nutuk’un içinde beş dilde yazılmış olarak duruyor. O zaman Büyük Nutuk’ ta bunları söyleyen bir devrimci, Bursa Nutku’nu niye söylememiş olsun? 

Buna verilen yanıt genelde şudur: “Bursa Nutku’nun metni gençliği  kendi yönetimine, kendi devletine karşı gelmeye, düzeni bozmaya, terör yapmaya teşvik ediyor. Atatürk böyle bir şey istemiş olamaz. Çünkü o daima hukuktan ve düzenden yana olmuştur. O nedenle bu metin uydurmadır…”  

Aşağı yukarı söylenen budur. Şimdi bu görüşün analizini yapalım:  

Hiç  kuşku yok ki Atatürk, Bursa Nutkunda çizdiği irtica tablosu kendi yönetiminde de olsa, Gençliğin aynı şekilde tepki göstermesini istiyor ve ister. Bunun en kesin kanıtı, Atatürk’ün, kendi kurduğu CHP karşısında, kendi yönetimine karşı bir muhalefet partisi kurulabilmesi için samimi olarak gösterdiği çabadır.  

Kaldı  ki işte bu son olay, kendi yönetiminde cereyan etmiştir ve Atatürk, kendi yönetimindeyken meydana gelen bir gerici hareketi gençliğin  seyretmiş olmasını en ağır şekilde eleştirmektedir. Bu konuşmasının bir öncesinde, Belediye Meclisi’nde yaptığı konuşmada, “bu gibi durumlarda, polis müdahale edecekmiş, jandarma gelecekmiş, savcı gereğini yapacakmış” a aldırmaksızın gençlik, hiçbir kuvvetin desteğine ihtiyaç duymadan, kendi müdahalesini yapacaktır…”demiştir. 

Peki acaba bu söylemleriyle Atatürk, iddia edildiği gibi gençliği teröre mi teşvik etmektedir? 

Atatürk, Bursa Nutkuyla Türk Genci’ne ne zaman ve hangi durumda, taşla, sopayla, elinde ne varsa onunla eyleme geçmesini söylüyor? O noktaya bir daha bakalım: 

     “Türk Genci devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı gördüğü an…” diyerek sınırı çiziyor. 

F.RIFKI ATAY 
HASAN RIZA

  Hasan Rıza’dan Falih Rıfkı’ya… 

     İlerde, Falih Rıfkı Atay bu konuda 12 Aralık 1966 günkü Dünya Gazetesi’ndeki köşesinde bir makale yazacak ve bu konuyu tartışarak Nutkun katiyen böyle yasa dışı bir yönlendirmesi olmadığını savunacak. Atatürk’ün ölümüne kadar önce Özel Kalem Müdürlüğü’nü, sonra da Genel Sekreterliği’ni yapacak olan Hasan Rıza Soyak da Falih Rıfkı’ya bu yazısı üzerine gönderdiği bir mektupla onu destekleyecek ve:  

     “…Atatürk’ün hiçbir zaman gençliği meşru olmayan yollara yönlendirmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Böyle bir yönlendirmesi olmamıştır, Bursa Nutku’nun dikkatli okunması gereklidir. Söylediklerinin ruhuna bakmak gerekir. Dikkat buyurulursa, ‘polis gelecektir, asıl suçluları bırakıp suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, polis henüz inkılap ve Cumhuriyet’in polisi değildir diye düşünecek, fakat asla yalvarmayacaktır’ diyor. Dikkat buyurulsun, ‘ polise de saldıracaktır’ demiyor, ‘hatta karşı gelecektir’ de demiyor. ‘ Ben inanç ve kanaatimin icabını yaptım, müdahale ve hareketimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı meydana getiren sebep ve amilleri düzeltmek de benim vazifemdir’ diyecek, diyor. (Atay,Dünya Gazetesi,12.12.1966). 

Demek ki Atatürk Türk Gencinin her vesileyle taşa sopaya sarılmasını  istemiyor, onu bu yolda yönlendirmiyor. Sadece “Cumhuriyetin ve devrimlerin tehlikeye düştüğü anda”, bir başkalarının müdahalesini beklemeden devrimleri korumasını istiyor. Ne var bunda?  

Bu satırlar tam da; Devrimci Mustafa Kemal’in ruhunu, bu vatanın temeli olan “kuvva-i milliye” nin ruhunu yansıtıyor. 

Kolağası  Mustafa Kemal’in, Şam’da kurduğu ve Selaniğe gizlice gelip şubesini açtığı “Vatan ve Hürriyet” Cemiyeti’nin yemin töreninde,  silah üzerine ettiği ve arkadaşlarına ettirdiği yeminin ruhunu yansıtıyor. (Ateş, 2003).

İyi ki bu metin pek bilinmez. Yoksa biz bir de o yemin metnine bakarak Mustafa Kemal’i de yargılamaya kalkabilirdik. En iyisi, bende kalsın 

Tekrar Bursa’ya dönelim

Atatürk ve beraberindekiler o gün akşam Gemlik’e geçip, sonra da Gülcemal Vapuruyla İstanbul’a dönüyorlar. (Kocatürk, 1973). Bursa’da yargılamalar sürüyor, olaylara karışanlar cezalandırılıyorlar. Ezan ve kaamet yeniden Türkçe okunuyor. Bir süre sonra da olay unutuluyor çünkü Bursa Nutku zaten içeriği itibariyle her yerde ve fırsatta tekrarlanabilecek bir nutuk değil. Söylenmesi için, söylenmesini gerektirecek koşulların oluşması gerekli. Durup dururken niye okunsun?

Ve aradan yıllar geçiyor.  Sonrası… 

Nutuk, 1935 yılı yayını bir dergide görünüyor. İlerde 1975’te Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesi  dosyasına kanıt olarak konuyor.

Uzunca bir aradan sonra, ilk kez yeniden 1947 yılında Rıza Ruşen Yücer’in “Atatürk’e Ait Birkaç Fıkra ve Hatıra” adlı kitabında yer alıyor. (Yücer, 1947).

İki yıl sonra, bu kez 1949 yılında, “İzmir II. D.P. Büyük Kongresi”’nde Celal Bayar tarafından Şeref Balkanlı’ya okutuluyor. Nutku okutarak verilmek istenen mesaj: “Gerici CHP’yi madem yargı durduramıyor, Gençlik durdursun…” mesajıdır. (Ülker, 2008).

Atatürk’ün Bursa Nutku, 1954 yılında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nin cephesinde, Atatürk heykeli arkasındaki taşlar üzerinde yazılır.  Bu yazının oraya yazılmasına ise Demokrat Partili Atıf Benderlioğlu başkanlığındaki bir komisyon karar vermiştir. Görülen odur ki, kimin işine gelirse, “bu Nutuk vardır”, kimin işine gelmezse de “Nutuk aniden şüpheli hale gelir”. İşte, Celal Bayar, Şeref Balkanlı, Adnan Menderes, Atıf Benderlioğlu. Hepsi Demokrat Partili ve hepsi Nutkun varlığını kabul ediyor hatta Nutku kullanıyor. İş, ilerde Süleyman Demirel’e gelince, biraz değişecektir. (Ülker, 2008).

1958 yılında, Bu kez CHP’nin resmî yayın organı olan Ulus Gazetesi Nutku yayınlar. Hem de 19 Mayıs günü. Bununla CHP, “…Demokrat Parti’nin rejim için bir ‘tehdit’ oluşturduğu” fikrini işlemekte, “Gençlik, iktidara rağmen, kanun-nizam dinlemeden, rejimi korumak adına, idareye el koyacaktır” görüşüne yer vermektedir. Tartışma uzar. Ankara Cumhuriyet Savcısı Rahmi Ergil işe el kor. Gazeteci Ülkü Arman adliyeye götürülüp sorgulanır ve bu nutkun kaynağı sorulur. Ulus Gazetesi için soruşturma açılmıştır. Oysa aynı Nutuk Demokrat Parti Kongresi’nde okunmuş ve alkışlarla karşılanmıştır. Durumu fark eden Menderes devreye girer de bu soruşturmaya son verilir. (Ulus, 19 Mayıs 1958).


Nutuk Senato’ya da getiriliyor… 

3 Eylül 1963 tarihinde böyle bir nutkun mevcut olup olmadığı Senatör Özel Şahingiray  tarafından ve Milli Eğitim Bakanı İbrahim Öktem’in yanıtlaması talebiyle Senato’ya getirilir.  Bakan verdiği yanıtta, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Afet İnan’ın verdiği yanıtı Senato’da okur. Bu yanıta göre, dönemin tanık ifadeleri dikkat alınarak,” bu sözlerin mealen Atatürk tarafından söylendiği anlaşılmaktadır”denilmekte ve konuya ilişkin dosyanın herkes tarafından incelenebileceği ifade edilmektedir. (Ülker, 2008).

Nutuk yeniden mahkemelik… 

Ege Üniversitesi Fikir ve Sanat Kulübü bir broşür yayınlamış ve “Nasıl Bir Gençlik?” başlığı altında Atatürk’ün Bursa Nutku’nu yayınlamıştır. “Bu nutuk halkı anarşiye teşvik ediyor” savıyla Bornova Cumhuriyet Başsavcılığı bu Fikir Kulübü’nün kapatılması için dâvâ açıyor ve Bornova Asliye Hukuk Hakimliği, böyle bir nutkun var olup olmadığının tespiti için 27 Eylül 1966 tarih ve 1966/338 sayılı yazı ve bu yazıya ekli Bursa Nutku metnini Türk Tarih Kurumu’na gönderip, görüş istiyor. (Ülker, 2008).

Türk Tarih Kurumu da “Nutku” Doğruluyor… 

Bunun üzerine toplanan TTK Yönetim Kurulu aşağıdaki kararı alıyor:
“ Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu’nun 24 Ekim 1966 tarihli toplantısında Bornova Asliye Hukuk Hakimliği’nin 27/9/1966 tarih ve 1966/338 sayılı yazısı ve bu yazıya ekli Atatürk’ün Bursa Nutku ile ilgili sözleri üzerine gerekli incelemeler yapılmıştır. Bu incelemeler sonucunda bu sözlerin Atatürk’ün 1933 Şubat’ında Bursa’da yaptığı konuşmadan mealen alınmak suretiyle çeşitli tarihlerde basılmış olduğu kanaatine oybirliğiyle varılmıştır.”(Ülker, 2008). 

Böylece, Nutkun varlığını, bu konuda yorum yapabilecek en yetkin kurum olan Türk Tarih Kurumu da onaylamış oluyor.  

Konuya Ecevit de katılıyor
ECEVİT

12 Aralık 1966 günü Ecevit Erzurum’da, Doğu Sineması salonunda konuşmaktadır. Gençler, bir kâğıda yazdıkları soruyu Ecevit’e gönderirler. Bursa Nutku’nun Atatürk’e ait olup olmadığı sorulmaktadır.

Ecevit gençlere şu yanıtı vermiştir: 

“Atatürk, Türk Devleti yıkılmak üzere olduğu vakit, ‘bu devletin ordusu var, jandarması var,  benim neme gerek’ deyip İstanbul’da bir köşeye çekilmemiştir. 

19 Mayıs 1919 günü  Anadolu’ya çıkıp Türk Kurtuluş  Savaşı’nı başlatmıştır. Bunu yapan insan, Bursa Nutku’nu da söyleyebilecek insandır…” (Ülker, 2008). 

Halk bu yanıtı ayakta alkışlamıştır. 

Nutuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde… 

Nihayet konu Ağır Ceza Mahkemelik oluyor.
1975 yılında, Cafer Tanrıverdi adlı vatandaş, kim bilir kime veya neden bozulmuş, Kayseri de Nutku bastırıp, dağıtıyor. 

Yapılan şikâyet üzerine, Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kovuşturma yürütülürken, mahkeme bilirkişiye başvuruyor ve bunun üzerine, dönemin Türk tarih Kurumu Başkanı ve Prof. Dr. Enver Ziya Karal, Öğretim Üyesi Sami N. Özerdim, mahkemeye bu metnin Atatürk’e ait olduğunu gösterir bilgi ve belge sunuyor.Bu belgeler arasında, içinde nutkun yer aldığı 1935 baskısı bir dergi de vardır. (Ülker,2008). 

Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesi bunun üzerine Bursa Nutku’nun Atatürk’e ait olduğunu onaylıyor. Bu mahkeme kararından sonradır ki, Bursa Nutku okunur, basılır, dağıtılır hale geliyor. 

Ergenekon ve Bursa Nutku 

Ergenekon davasının delilleri arasında bulunan “Atatürk’ün Bursa Nutku” İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Ankara Emniyet Müdürlüğü ve Türk Tarih Kurumu arasında da  yazışmalara yol açtı.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 10 Nisan 2008’de İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne gönderdiği “gizli” yazıda; “…İstanbul’da yürütülen bir soruşturma kapsamında yapılan operasyonda, ‘Mustafa Kemal Atatürk’ün Bursa Nutku 1933’ başlıklı belge ele geçirilmiştir. Söz konusu belge incelenerek, böyle bir nutuk belgesinin olup olmadığının araştırılması, neticenin ivedi olarak başsavcılığa bildirilmesi.” 

Konu Ankara Emniyet Müdürlüğü  tarafından Türk Tarih Kurumu’na bildirildi. Dönemin TTK Başkanı  Prof.Dr.Yusuf Halaçoğlu imzasıyla yapılan açıklamada, TTK arşivinde1966 yılında aynı konuyla ilgili yapılmış bir araştırma bulunduğu kaydedilerek , “Nutuk” diye  bilinen sözlerin Atatürk’ün Şubat 1933’te Bursa’da bir akşam yemeğinde yaptığı konuşma olduğu”, açıklanıyordu. 

Bornova Cumhuriyet Başsavcılığı’nın  27.9.1966 Tarihinde ve 1966/338 sayılı yazıyla sorduğu bir soru üzerine, Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu, 24 Ekim 1966 tarihinde toplanarak, “…bu sözlerin Atatürk’ün 1933 Şubat’ında  Bursa ‘da yaptığı konuşmadan  mealen alınmak suretiyle çeşitli tarihlerde basılmış olduğu kanaatine oybirliğiyle varılmıştır” deniyordu. (Ülker, 2008). 


SONUÇ: 

Atatürk’ün Bursa Nutku’nun kimi çevreleri rahatsız etmesi son derecede normal ve anlaşılır bir durumdur. Ama böyle bir Nutkun hiç söylenmemiş olduğunu iddia edip, hele bunu kanıtlamaya çalışmak olanak dışıdır.  

Bu çaba içine düşenlerin en sık başvurdukları yöntem “dezenformasyon”, yani gerçek olmayan, daha doğrusu yalan olduğu bilinen bilgiler yayarak, bilgi kirliliği yaratmaktır. (İnceoglu, 2009  http://www.yasemininceoglu.com). Örneğin Atatürk’e yakın olduğu bilinen kişilerin ağzından, güya “Atatürk’ün katiyen böyle bir nutuk söylemediğini” dedirtmektir. Bu konuda çok uzun bir isim listesini rastgele yayınlamaktan çekinmezler. Bu kişiler arasında Celal Bayar, Hikmet Bayur, Afet İnan, Falih Rıfkı Atay, Kılıç Ali, Hasan Rıza Soyak gibi ünlüleri özellikle kullanırlar, tamamen yalandır. Bu kişiler, her farkında oldukları bu tür açıklamaları sürekli tekzip etmişlerdir. 

Tekin Erer gibi fanatik yazarlar, bununla da kalmamış, hatta böyle bir yemeğin verilmemiş olduğunu bile yazabilmişlerdir. Atatürk’ün böyle bir nutku olamayacağını, çünkü Atatürk’ün o nutku verdiği iddia edilen saatlerde Bursa’da bile olmadığını, Gülcemal Vapuru’nda  İstanbul yolunda seyir halinde olduğunu, dolayısıyla “akşam verildiği iddia edilen yemekte de böylece olamayacağı için, bahsedilen nutkun tamamen hayal ürünü olduğunu” çekinmeden yazabilmiştir. (18 Kasım 1966, Son Havadis). 

Tekin Erer bunu neye dayanarak iddia etmektedir? Çok zayıf bir varsayıma. Gülcemal Vapuru’nun hareket saatinin 19.30 olmasına dayanarak.  Tekin Erer o gece Atatürk’e, önceki ziyaretlerinde olduğu gibi ziyafet verildiğini sanıyor. Oysa ortam bir ziyafet ortamı mı? Buna hiç bakmıyor. Gece yarıları yollara düşüp, hışımla geldiği Bursa’da Hakimi, Savcıyı, Müftüyü görevden aldığı güne üç konuşma sığdıran Atatürk’ün gözü ziyafet mi görür?  

Akşam verilen sıradan bir yemektir, amaç bu vesileyle de beraber olmaktır. 6 Şubat günü  Bursa’da güneş 17.30’da batmıştır. Bugün de Şubat’ta gene 17.30’da batar ve arkasından hava kararır. Söz konusu yemek, daha sonra ve zaman ölçüsünde kısa tutulmuş ve Atatürk 19.30’da Gemlik’ten Gülcemal’le İstanbul’a hareket edebilecek şekilde  Bursa’dan ayrılmıştır. Yanında arkadaşları, bakanları, Yaveri, Genel Sekreteri olmak üzere. Ama değil mi ki bu Nutukla Gazi gerici-yobaz-mürteci kesimi bir kez daha uyarıp ağızlarının payını veriyor ya, onların sözcüleri bugün dahil büyük bir gayretle bu Nutkun hiç söylenmediğini akla hayale gelmez gerekçelerle kanıtlamaya çalışıyorlar. Bu gayret boşunadır. Sebebi de son derecede açıktır. En azından, aynı gün, yani 6 Şubat 1933’de verdiği” resmî demeci “o zaman yeniden hatırlayalım:   

      “…her halde cahil mürteciler, adaletin pençesinden kurtulamayacaklardır. Hadiseye dikkatimizi bilhassa çevirmemizin sebebi, dini siyaset ve herhangi bir tahrike vesile etmeye asla müsaade etmeyeceğimizin bir defa daha anlaşılmasıdır…” 

İşte, bu da resmi demeçten bir parça. Şimdi anlaşılmış mıdır acaba? 

Atatürk’ün söylediklerinin üstünü örtmeye çalışanlar, söylemediği sözleri O’na mal etmeye özen göstermişlerdir. Örneğin, aynı makalede bu kez Atatürk’ün olduğu iddia edilen “Türk aleminin en büyük düşmanı komünistliktir. Her görüldüğü yerde ezilmelidir…” sözüne yer verilmiştir. Oysa Atatürk’ün böyle bir sözü hiçbir zaman olmamıştır ve bu söz hayal mahsulüdür.  

1964 yılında Adalet Partili Senatör Fethi Tevetoğlu Toprak dergisi’nde bu yazıyı kullanmıştır. Söz konusu dönemde gazeteci ve yazar olan Çetin Altan, “Bu el yazısı Atatürk’e ait değil”, diyerek, İsveç’te kaligrafi  konusunda uzman ve uluslar arası düzeyde bilirkişi niteliği taşıyan bir kuruluşa yaptırdığı inceleme sonucunda, bu yazıyla ilgili olarak, “ bu yazının Atatürk’e ait olmadığı” gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Bunun üzerine Çetin Altan bu yazıyı yazanı da mahkemeye vermiştir. Mahkeme Çetin Altan’ı haklı bulmuştur. Bunun üzerine, yazıyı yazan Münir Hayri olayı yurt dışındaki mahkemelere taşımıştır. Uluslar arası mahkeme de “o yazının sonradan ekleme olduğuna, Atatürk’e ait olmadığına” karar vermiştir. Daha sonra Münir Hayri o yazıyı “cam üzerinden kopya ettiğini” kabul etmiştir. 


Sonuç  olarak, yukarıdaki uydurma söz değil,

“BURSA NUTKU” vardır ve Atatürk bu Nutku tam da bu günler için söylemiştir. 

Dr. Orhan Çekiç
SAYFASINDAN ALINTIDIR.
KAYNAKÇA:

KOCATÜRK, Utkan, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, 1973.
ŞAHİNGİRAY, Özel, Atatürk’ün Nöbet Defteri, 1955.
GÖZE, Ayferi, Türk Kurtuluş Savaşı ve Devrim Tarihi, 2000.
ÖNDER, Mehmet, Atatürk’ün Yurt Gezileri, 1998.
ÜLKER, Reşit, Atatürk’ün Gizlenen Bursa Nutku, 2008.
KIŞLALI, Ahmet Taner, Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi,2001.
GRANDA, Cemal, Atatürk’ün Uşağıydım, 1973.
ATAY, Falih Rıfkı, Çankaya,1973.
SOYAK, Hasan Rıza, Atatürkten Hatıralar, 1973.
KEMAL, Gazi Mustafa, Nutuk, 1928.
ATEŞ, Toktamış, Türk Devrimi, 2003.
YÜCER, Rıza Ruşen, Atatürk’e Ait Birkaç Fıkra ve Hatıra, 1947.
İNCEOĞLU, Yasemin, Dezenformasyon’da Süreklilik, 2009.
http://www.yasemininceoglu.com


SB.