Translate

Bergama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bergama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Nisan 2013 Perşembe

TARİHTE TIP - 4/4



ROMA VE BİZANS İMPARATORLUĞU DÖNEMİNDE TIP





Bir destana göre Roma’nın kuruluşu şu şekilde anlatılır; 

İtalya’daki bir taht kavgasında bir sepetle nehre bırakılan Romulus ve Remus adındaki ikiz kardeşler bir dişi kurt tarafından kurtarılıp büyütülürler. Kardeşler yetişkin hale geldiklerinde kimliklerini öğrenirler ve Tiber’de bir şehir kurma girişiminde bulunurlar. Kurulacak olan şehrin adını belirlemeye gelince iki kardeş arasında kavga çıkar ve Romulus Remus’ü öldürür ve M.Ö. 753’de kurduğu şehre Rom adını verir . (Bunun için Etrüsk/Rasena destanına bakmalıyız. Ayrıca 2008 Etrüskler Bodrum sempozyumunda Etrüsklerin Lydia/Batı Anadolu'dan gittiği ve bir Türk kavmi olduğu söylenmiştir.-SB)

Nazım Hikmet “ Gümüş yaldızlı kitaplarda yazılı bu temelinde Roma’nın dişi kurt sütüyle dolu kovalar ve bir avuç kardeş kanı var “der. 

Bugün Roma’nın kuruluşu ile ilgili bilgilerimiz daha gerçekçi sayılmakta, Latin ırkından olan Romalılar M.Ö. 1200’lerde İtalya’nın kuzeyine göç etmişler, kuzeyde komşuları olan Etrüskler onları birçok yönden etkilemişlerdir. 

Başlangıçta bir kraliyet, sonra bir cumhuriyet ve daha sonra bir imparatorluk olan Roma’da devlet idaresine, hukuk ve askerliğe çok önem verildiği için tıp pek gelişmemiştir. İlk devirlerde tıp sanatını icra eden bir hekim sınıfı yoktu. M.S. 1 yüzyılda Pliny’nin de yazdığı gibi “Roma halkının 600 yıldan beri tıp sanatı değil, hekimi yoktu.” 

Bir Romalı asker hukukçu, çiftçi olabilirdi; lakin sanat olarak tababet icra etmesini şerefine yakıştıramazdı. Hasta tedavi etmek aile reisine “Pater Familias”’a düşen bir ödevdi ve herkes kendisinin hekimi idi. 

Başlangıçta Roma tıbbı üzerinde Asyalı bir kavim olduğu sanılan Etrüsklerin etkisi oldu. (Mezopotamya’nın etkisinde kalan Etrüskler’de hepatoskopiye önem verilirdi.)(Mezopotamya'yı yurt edinmiş Sumerler/Kengerler Türkçe konuşan bir Türk kavmidir, Muazzez İlmiye Çığ-SB) 

Roma kuvvetlenip silah zoru ile Yunanistan (MÖ 146), Anadolu (MÖ 129), Suriye (MÖ 63) ve Mısır’ı (MÖ 31) fethedince bu diyarlarda hüküm sürenler Yunan hayat görüşünü ve ilminin üstünlüğünü kabul etmek zorunda kaldı. Yunan uygarlığı ile temas eden Roma, ilkönce mağlup olanların tanrılarını adlarını değiştirerek de olsa kabul etti. Baş tanrı Zeus Jüpiter adını aldı, ev ve tarlaların koruyucusuydu, eşi Juno aile tanrıçasıydı. Minevra bilgi tanrısı, Mars savaş tanrısıydı, Neptün deniz tanrısı, Vulkan ateş tanrısı, Diana av tanrıçası, Venüs de güzellik tanrıçasıydı. Zamanla Yunanca da kabul görüp, zengin ve eğitimli kişilerin dili haline geldi. 

Roma uygarlığında tıbbi uygulamalar yapan kişilerin çoğunluğu köleler ve özgürlüğünü sonradan kazananlardı. Üst sınıftan Romalıların genellikle kendi aileleri için özel köle hekimleri vardı. Bazen bunları diğerlerine de kiralıyorlardı. Hekimler genelde Yunan asıllıydı ama Mısırlı ve Yahudi göçmenler de çalışıyordu, Roma’ya 
gelen bu Yunanlı hekimlerin statüleri düşüktü ve aralarında köle olanlar da vardı. Bu hekimlere yurttaşlık hakkı ilk kez Cesar zamanında verildi. Julius Cesar tababetin önemli bir halk hizmeti olduğunu anlayan büyük bir kumandan ve devlet adamıydı.

Cesar zamanında (MÖ 101-44) halk 3 sınıfa ayrılmıştı. 

1- Patricienler (Hemşehriler); bunlar Roma asıllı olup, özgür ve her hakka sahiptiler. 
2- Plebler; Roma asıllı olmayıp, özgür fakat yalnızca bazı haklara sahip olanlar. 
3- Esirler, köleler; Hiçbir hakları olmayanlar. (Giyimleri bile özgür insanlardan farklı idi) 

Cesar Yunan hekimleri Roma’ya çekebilmek için yasalarda bazı değişiklikler yaptı ve memleketine gelecek olanlara Patricien hakkını tanıdı. 

Yunanistan’ın aksine Roma’da tıbbın icrası kadınlara yasak değildi. Kadın hekimlere Medica, ebelere Atronea veya Obstretica denirdi. Erkeklerin tartışma ve aktivitelerine ise çok az kadın dahil edilirdi. Genel olarak toplumda kızların yaşamı ve ölümü üzerinde ailenin reisinin mutlak gücü vardı. 

Askeri birliklerde de birliğin büyüklüğüne göre belli sayıda hekim bulunurdu. Bunlar atalardan gelen tıbbi bilgiler konusunda özel deneyim sahibi olan basit askerler olabilirler. 

Başlangıçta tıbbi uygulamaların bir düzenlemesi yoktu. Kimin hekim olarak çalışabileceğini belirleyen bir tanımlama ve belgelendirme yoktu. Hekimlere vergiden, askerlik ve diğer kamu görevlerinden muaf sayılmalarıyla ayrıcalıklar tanınıyordu. 
İmparator Severus İskender (MS 222-235) eğitimi belgelendirmeyi ve kontrolü düzenleyen kapsamlı kanunlar çıkardı.

Halk Sağlığı ve Hijyen 

Romalılar ümitsiz hastalara ve sakatlara pek az ilgileniyorlardı. Aynı küçümseme istenmeyen yeni doğanlara kadar uzandı ve onların öldürülmesine kadar gitti. 
Hijyen alanında yenilikler getirmişlerdi. Kanalizasyon, su bağlantıları ve kaldırımlı caddeler inşa etmişlerdi. Su taşıyan borulara filtreler yerleştirmişlerdi. 
Şehre su sağlamanın yanı sıra suyu ve lağımı şehrin dışına taşıyan bir akıtma sistemleri vardı. Bataklık içeren toprakların hastalıkla alakası çoktan anlaşıldığından, bataklıklar ve durgun sular düzenli olarak boşaltılıyordu. 

MÖ 1. yy’da Marcus Varro “Gözle görülemeyecek kadar küçük bazı yaratıkların ürediği, bunların havada dolaşıp ağız ve burundan vücuda gelerek ciddi hastalıklara yol açtıkları için“ bataklıkların yakınına bina yapılmasını yasaklamıştı. 

Ölüleri şehrin içine gömmeyi yasaklayan yasalar vardı. MS 2. yüzyıl civarında cesetleri yakma ve küllerini bir kavanozda toplama geleneği uygulanmıştır. Daha sonra kadavralar gömülmeye başlanmıştır. 

Roma’da sokakların, içilecek suların, çarşılarda satılan gıda maddelerinin temizliğine büyük önem gösterilirdi. Hamam ve kaplıcaları vardı. Kaplıcalarda sıcak su salonları (tepidarium) ve soğuk su salonları (frigidarium) vardı. Ayrıca halka açık helalar da mevcuttu. 

Hekimlerin muayenehaneleri ve evleri dışında hasta ve yaralıların bakılıp tedavi edilebilecekleri yerler yoktu. Sadece askeri birlikler arasında bir hastane sistemi gelişmişti. Siviller için şehirlerde hastanelerin kurulması MS 4.yy’a kadar gerçekleşemedi. 

İlk hastane 394 yılı civarında Hıristiyan hayırsever Fabiala tarafından kuruldu. 



Roma’da Tababet İcra Eden Ünlü Hekimler 

Cesar’ın tanıdığı haklar sonunda, çoğunlukla Anadolu ve Mısır’dan Roma’ya ünlü hekimler geldi. 

Archagatos; 

(MÖ 219) Roma’ya Yunanistan’dan gelen ilk hekimdir. Onun meslek hayatı Romalıların hekimlere karşı değişen tutumlarına örnek teşkil eder. 

Asklepiades; 

(MÖ 124) Bursa’lı bir atomisttir. Atomister hastaları erken, kuvvetli 
ve hoşa giden bir şekilde tedavi etmeyi önerirlerdi. (tuto, celerites, acjucunde=güvenli, çabuk ve acısız tedavi) Galen onu bir şarlatan saymıştır, fakat alt ve üst tabakadan birçok insan onu ”Cennetten bir elçi” olarak kabul etti. 

Onun sağlık öğretileri Hipokrat’ın düşünülüp taşınılmış reddi anlamına geliyordu. Çünkü o, hastalığı doğanın değil, hekimin tedavi ettiğine inanıyordu. Dört hümor doktrinini yasakladı. Bunun yerine vücudu, arasında vücut sıvılarının aktığı, her zaman hareket halinde olan, değişik boyutlarda, neredeyse sonsuz sayıda akımdan 
oluştuğu varsayılan ayrıntılı hazırlanmış maddesel bir sistem getirdi. 

Sağlık, atomları sorun çıkarmayan, pürüzsüz aktivitelere bağlıydı. Hareketler düzensizleştiğinde ise hastalık olurdu. Bu düşünce daha sora kurulacak olan metodizme temel teşkil etmiştir. Diyet, egzersiz, masaj, yatıştırıcı ilaçlar, lavmanlar, müzik ve şarkı söyleme gibi yumuşak metotlar kullandı. 

Özetle; 
1- Otoriteleri bir kenara attı, 
2- Dört Hümörü reddetti. 
3- Teolojik açıklamalardan kaçındı. 
4-Vücut mekanizmalarına materyalist bir yaklaşım getirerek rasyonalizme giden ilk adımı atmış oldu. 
5- Roma’da özellikle Yunanlı doktorların yerlerin sağlamlaştırdı. 


Temison; 

Metodist mektebin kurucusudur. Metodistler hastalıkların nedeniyle 
asla ilgilenmezlerdi. Onlara göre hastalık, vücut dokularındaki deliklerin çok gergin veya gevşek olmasından ileri gelirdi. Sıhhat bu ikisinin arasındaki dengeydi. 

Soranus/Soranos; 

(MS 98-138) Anadolu’daki Efes’ten gelen Soranus bilhassa Obstetrik ve kadın hastalıkları ve pediatri alanında ün salmıştır. Buluğ çağı fizyolojisi, adetler, döllenme, normal ve patolojik doğum hakkında çok doğru gözlemleri vardır. Abortuso karşı olan bu hekim döllenmeyi önleyecek bir çok antikonsepsiyonel metod geliştirmiştir. Soranus ebelere büyük önem vermiştir ve onlarda bulunması gereken nitelikleri bildirmiştir. En önemli nitelik olarak Hipokrat andına uygun olarak sır tutmayı saymıştır. 

Soranus’tan önce güç, tehlikeli doğumlara yalnız annenin hayatını kurtarmak için çaba sarf edilirdi. Soranus ise anne ile birlikte çocuğun da hayatının korunmasını da elden geldiği kadar ihtimam edilmesini önerdi. Soranus’un birçok insan kadavrası teşrih ettiği sanılır, çünkü kadın döl yatağının hayvanınkine benzemediğini, rahmin boynuzu olmadığını iddia eden ilk hekimdir. 



Aretaeus; 

Kapodakyalı bir Eklektiktir. Eklektikler muhtelif mezheplerin en iyi 
taraflarını kabul ederlerdi. Ona göre sıhhat katı, sıvı ve uçucuların (ruhların) dengeli bir karışımıdır. Epilepsi, tetanos, inme, astım, pnömeni, plörezi, tüberküloz hakkında ilginç gözlemlerde bulunmuştur. Diabet hakkında bilgi veren belki de ilk hekimdir.

Diascorides; 

(MS 1.yy) Anadolu civarında doğmuş, İskenderiye ve Atina’da 
hekimlik tahsilini tamlayıp Roma’da imparator Neron (MS 37-68) ve Vespasien’in (MS.7-79) ordularında cerrah olarak hizmet vermiştir. Yüzlerce bitkinin tıbbi kullanımı hakkında çalışmalar yapmış ve bunları kaydetmiştir. MS 78 yılı civarında Dioscoriodes’in Yunanca yazmış olduğu eser zamanla birçok dile, Arapça (KitabalHasayiş), Latince (Materia-Medica) çevrilmiş ve önemini 16 yüzyıla kadar muhafaza etmiştir. 

Materia Medica yani tababetin esas maddelerinin ilk cildinde “aromatik tıbbi bitkiler”, ikinci cildinde “hayvani droglar”, üç ve dördüncü ciltlerde “kökler, yapraklar, usaraler”, beşinci ciltte “madeni droglar”, altı ve yedinci ciltlerde “zehirli hayvanların 
ısırmalarından” bahsedilir. Opiumu ilaç olarak hazırlayan ilk hekim o olmuştur. Ayrıca 600 kadar bitki tanımlamıştır. 

Celsus; 

(14-37) Hekim veya cerrah olmadığı düşünülür. Felsefe, askeri bilim, tarım, hukuk ve tababet konularını kapsayan geniş bir ansiklopedi yazmıştır. Ansiklopedinin tababete ait kısmı “De re Medicina”dır. Tıp tarihi, sağlığın korunması ve vücuttaki hemen her organın sistemiyle ilgili bozukluklar gibi çok çeşitli konuları kapsar. Cerrahiyle ilgili çok detaylı tanımları mevcuttur. 

Celsus enflamasyon 4 ana belirtisi olan; kızarıklık (rubor), ısı (calor), sişlik (tumor), ağrı (dolor)’yı tanımlamıştır. Kanayan damarların bağlanması ve kesilmesiyle ilgili, özellikle öne çıkan belki de ilk tanımlamayı yaptı. Birçok operasyonu açık bir şekilde tasvir etti. Doğum konusunda yenilikler getirdi. Tedavide egzersiz, dinlenme, önlemler gibi hafif metotları tavsiye etti. 

Muayenede gözleme ve hastayla iletişime önem verirdi. “Tıbbi uygulamaların başarısızlıklarının faturası, sanatın kendisine çıkarılmamalıdır. Deneyimli hekim, hastasının başına gelir gelmez onun kolunu yakalamayıp, öncelikle onu seyreder. Gerçekten ne durumda olduğunu keşfedebilmek için onu bakışlarıyla izler. Eğer hasta adam korktuğunu belli ederse, elleriyle muayeneye başlamadan önce uygun sözlerle onu sakinleştirir” diyerek hekimlere yol göstermiştir. 

Pliny; 

(23-79) Biologtur. 34 ciltlik bir Tabiat Tarihi (Histoire Naturelle) yazmıştır. Bu eserin tıbbi kısımları özetlenerek Medicina Plini olarak bilinmektedir. Onun tarih, fizik, biyoloji, kimya, coğrafya, felsefe, folklor, büyü, bitkiler ve tıp hakkında yazdıkları sayesinde daha sonraki kuşaklar geçmiş hakkında geniş bilgiler edindiler. (Bu bilgilerin bazıları hayal ürünüydü) Ayrıca ışığın sesten daha hızlı yol aldığını ve dünyanın çok hızlı döndüğünü iddia etti. Pliny ölümden sonraki hayata inanmadı. 

Tanrının şeklini ve endamını keşfetmeye çalışmanın insan zayıflığının bir ürünü olduğunu inanıyordu. Tanrı her kimse ve her neredeyse tamamen histen, görmeden ve duymadan, tamamen ruhtan, tamamen akıldan ve tamamen kendisinden ibarettir 
derdi. Onun çalışmaları ortaçağ boyunca otorite olarak kabul edildi. Pliny’nin Vezüv’ün Pompei ve Herkülenyum’u gömen patlamasında öldüğü bilinir. 

Efesli Rufus; 

(110-180) Roma’da bulunduğu dönemde önemli anatomik 
gözlemler yaptı. Optik sinirlerin doğru seyrini ve lens kapsülü de dahil olmak üzere göz kısımlarını açıkça tanımladı. Pneuma teorisini (yaşama gücünün havadan kaynaklandığını dair fikir) destekledi. Daha önce bildirilen fakat tam olarak kabul görmeyen bazı anatomik bilgileri tasdik etti. Böbrek ve mesaneler hakkında ayrıntılı bir kitap yazdı. Sadece bir araştırmacı değil, aynı zamanda saygıdeğer bir hekimdi. 


Galen,Galenos; 

(MS 130-200) Yunanlı hekim Galen tüm zamanların tıbbi konuları
üzerine en etkili yazardı. Geniş bakış açılı acımasız bir eleştirmen, dikkatli ve doğru bir gözlemci, tartışmasız, doğmacı bir otorite ve orijinal bir düşünürdü. Neredeyse 150 yıl boyunca birçok farklı ülkede tıp çalışmalarında inkar edilemeyecek bir otorite oldu .
Bergama’da dünyaya gelmiş ve genç yaşta yoğun bir eğitim almıştı. Derler ki, 17 yaşına varınca babası rüyasında tıp tanrısı Aesculap’ı görmüş ve tanrı çocuğun hekim olarak yetiştirilmesini kendine emretmiş, bunun üzerine genç önce İzmir’e sonrada İskenderiye’ye giderek orada tıp tahsilini tamamlar. Çok çeşitli hastalıkları, tedavileri ve felsefeleri gözleme, İskenderiye’de de doğrudan klinik deneyim kazanma imkanı buldu. 

Bergama’ya döndüğünde yerel gladyatör oyunlarının şefi, Galen’i gladyatörlere hekim olarak atadı. Gladyatörlerin sağ kalmasının bir parçası olan ağır yaralanmaların tedavisi, onun yaşayan insan anatomisini, özellikle de kemikleri, eklemleri ve kasları gözlemlemesini ve kırıkların yanı sıra zalim göğüs ve karın yaralanmalarını da tedavi etme yeteneğini geliştirmesini sağladı. 

İmparator Marcus Aurelius döneminde Roma’ya gitti. Orada anatomi ve fizyoloji dersleri verdi. Başarılarının artması soncunda imparatorun hekimi oldu. Çağdaş veya eski, kendi fikirlerine karşı olan metotlarla dalga geçti, onları gülünç duruma düşürdü. Anatomi, fizyoloji, farmakoloji, patoloji, tedavi, hijyen, diyetetik ve felsefe hakkında bilim dili olan Yunancayla sayfalar dolusu yazdı. 

Her şeyin amacının önceden belirlenmiş olduğu görüşü bazen gördüklerini çarpıtmasına veya doğanın belirli bir amaç vermiş olması gerektiğini düşünerek, organlara bir fonksiyon uydurmasına yol açtı. Bir özelliği de Hümoral Teoriyi kullanmasıydı. Dört temel hümor (balgam, kan, sarı safra, siyah safra) hastalık ve sağlıktan sorumluydular. Galen bu kavramı bütün kişilikleri dört tipe ayırmak için özenle genişletti. Ağırkanlı, iyimser, melankolik ve canlı günümüzde hala mizaçlarısınıflandırmakta kullanılan terimlerdir. Dört Hümore dayalı kan akıtmayı uyguladı fakat alınacak kan miktarında dikkatli olunmasını tavsiye etti. 

Hipokratın aksine hastalığın kişinin dışındaki bir nedene bağlı olduğuna inandığından, tedavinin hastalığının gelişmesine karşı gelmekle yapılacağını savundu. (Contraria contrariis curantur) 

Eskiden İskenderiye’nin sermeyesi olan insan vücudunun doğrudan disseksyonu (Herhangi bir canlının iç yapısını incelemek üzere kesip açma olayı) artık uygulanmadığından, Galen ve diğer anatomisiler bilgileri başka yollardan aramak zorunda kaldılar. Yaralanmaya maruz kalan organları şans eseri gözlemek, tesadüfen terk edilmiş bir ceset bulmak, hayvanları disseke ederek insanlara benzer yanlarını bulmak gibi yöntemlerdi bunlar. Hayvan disseksyonu Galen’i özellikle iç organlar konusunda hataya düşürdü. Ayrıca bazen teorilerine uyması için orada bulunmayan yapıların varolduğunu savundu. “Tanrı yaratığı değil mi ? hayvanda ne varsa insanda da o var” diyen Galen’in anatomi bilgileri tehlikeli, buna mukabil fizyoloji bilgileri çok doğru idi. (“Anatomi bilgisi olmayan hekim, planı olmayan mimara benzer” demiştir.) 

Ne var ki ondan sonra gelenler onun söylediklerine körü körüne inanacaklar. “Calinos şöyle der, Calinos yanılmaz” düşüncesiyle üstadın yazılarını kontrol bile etmeyeceklerdir. Bu nedenle anatomi 16 yüzyıla kadar hiçbir gelişme kaydetmeden sürüp gitmiştir. 

İyi ve kötü sonuçları hile veya övünme katmadan bildiren Hipokrat’ın aksine Galen çoğunlukla başarılarını saydı, genellikle de kişisel tatmininin ifadelerini de ekledi. Fakat çabuk düşünüp kara verme yeteneğini de gösterdi. Galen duyu ve motor sinirleri ayırt etti. Spinal kordun kesilmesinin oluşturduğu etkileri izhar etti, göğüs kafesinin fizyolojik hareketlerini inceledi, nabza önem verdi. Duygularla vücudun somut semptomları arasındaki ilişkiyi anladı. Hipokrat geleneklerine uyarak tedavide doğaya, dinlenme, egzersiz gibi hafif metotlara yardımcı olmayı, hijyenik rejimlerle hastalıkların önlenmesini amaç ediniyordu. 

Geniş kapsamlı ilaçlar kullandı. Poliformasiyi aşırıya kaçırdı. Hümorleri sıcak,soğuk, kuru ve nemli gibi özelliklerine göre sınıflandırdığı ajanları karıştırıp harmanlandı. Örneğin, Sıcak olarak sınıflandırılan bir hastalık, soğuk sınıfından bir ilaç gerektiriyordu. Sırdaşı bir farmakolojik bileşimi olan “Theriac”ı hazırladı. Bu karışım önceleri yılan sokmasına karşı bir antidot olarak ortaya çıkmış, sonraları ise bütün zehirlere ve hatta salgınlarla baş etmek için kullanılmıştır. 

Cerrahideki ameliyatları iki başlık altında toplamıştır. Ayırma ve yaklaştırma, yaklaştırma; kırıkların redüksiyon ve sarılması, dışarıya çıkan bağırsakların, rahmin ve rektumun redüksiyonu, batının kapılması, doku eksikliklerinin yerine konmasıyla ilgilidir. Ayırma; Basit insizyonlar, sünnet, amputasyon, dağlama, kazıyarak 
temizlemedir. 

Cerrahide ayrıca Laudablepus görüşünü öne sürdü. Buna göre yaraların kapanması için önce irin teşekkülü arzulanırdı; çünkü ancak bu sayede yara iyileşip kapanabilirdi. Bu yanlış görüşün etkisi uzun zaman sürdü. 

Galen’in çalışmalarının 150 yıl kadar ağırlığını koruyabilmesinin nedenleri; 

1- Ortaçağın henüz oturmamış şartları otoriteye ve katiyete özlem duyuyordu. 
2- Galen’in dogmatik, didaktik ve hatta pedantik stili ve hiçbir soruyu cevapsız bırakmaması mutlakıyete olan bu özlemi giderecek biçimdeydi. 
3- Teolojik fikirleri Hıristiyan kilisesi tarafından benimsenmesini kolaylaştırdı. Vücudu ruhun durak yeri olarak kabul ediyordu. Ruhun ölümsüzlüğüne inanması
Yahudi-Hıristiyan-Müslüman dünyasında sevilip tutulmasına neden oldu. 
4- Ansiklopedik düzenlemeleri tıbbi bilgi için hazır kaynak teşkil ediyordu. 
5- 16. yy.’da Rönesans’ın anatomisti Vesalius otoritenin temellerini 
sallayıncaya kadar hiç kimse ona eşit olamadı. 



Roma İmparatorluğunun Çöküş Dönemleri 
Doğu Roma İmparatorluğunun Kuruluşu 

Geniş topraklara sahip olan imparatorluk içten içe çökmeye başlamıştı. Bu çöküşün başlıca nedenleri; 

Disiplinsizlik, ahlak sükutu, sosyal eşitsizlik, özgür küçük bir sınıfın, lüks içinde yaşamasını sağlamak için büyük bir köle sınıfının çalışması, toplanan verginin halka yararsız bir şekilde israfı, Afetler, kıtlıklar, salgınlar; Vezüv yanardağının indifası, veba salgınları, sıtma Hıristiyanlığın gelişmesi; Hıristiyanlık dini insanların eşit ve kardeş olduklarını, tanrı önünde Romalı soylu ile herhangi bir köle arasında fark olmadığını, hepsinin de tek Allah’ın kulları olduğunu söyleyerek aşağılık sayılan köleyi haysiyetli bir insan mertebesine ulaştırmıştır ve böylece Roma’ya en büyük tırpanı vurmuştur. 


Halktan doğan Hıristiyanlık köle barınaklarından imparatorların sarayına ancak üç yüz yılda varabildi. İseviliği ilk kabul eden Roma imparatoru 306-357 yılları arasında hüküm süren Constantin oldu. Constantin, 330 senesinde stratejik nedenlerin etkisiyle başşehri, Roma’dan Bizans’a taşıdı ve bu kente ismini verdi. Bundan sonra Bizans’a Constantinopolis dendi. Şimdi Latince konuşan bir Batı, Yunanca konuşan bir Doğu Roma imparatorluğu vardı. 

Kavimler göçünün başlangıcıyla, Roma imparatorluğu 395 yılında ikiye ayrıldı. 476 yılında ise Batı Roma imparatorluğu yıkıldı. Doğu Roma (Bizans) ise Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet’in 1453’de İstanbul’u fethetmesiyle sona erdirilmiş olacaktı. Böylece 476’da Roma’nın Gotların eline geçmesi ve 1453 ‘de İstanbul’un Türklerin eline geçmesini Ortaçağın başlangıcı ve bitişini belirleyen olaylar olarak sayabiliriz. 

Bizans Tababeti 

Bizans tababeti Hıristiyan imanına dayanan dogmatik bir tababet idi. Hastalık ve ölüm genellikle Tanrı işi olarak kabul edilirdi ve bunlara karşı müdahalede bulunmak doğru sayılmazdı. Tababet resmi olarak Kilise tarafından kontrol edilirdi, fakat sihirbazlar, muskacılar, büyücüler ve efsuncular da giderek artmaktaydı.
Bizans’ta sosyal ve hamiyet müesseselerin kuruluşu; 

Bizans devleti tıp ilminin ilerlemesine önem vermiyordu. Hamiyet müesseseleri olarak hastaneleri kurarak hastalara yardım etmeyi sırf Tanrıya hoş görünmek için yapıyorlardı. Din adamlarının yanı sıra imparatoriçeler de sosyal yardım müesseselerinin kurulmasında öncülük ettiler. 

Hekim Azizler; Eski çağlarda muhtelif tanrı ve tanrıçaların şifa yetkilerine inanırlardı. Bu inanç Bizans’ta aziz ve azizelere nakledildi. Aziz hekimler arasında “anargyroi” yani “Hayır için tedavi eden” bir zümre vardı ki bunların esasen hekim oldukları söylenir. 

Bizans tababetinin büyükleri; 

Dine, imana dayanan bu tababetin yanı başında, hiç değilse 7. yüzyıla kadar ilme yer veren eser yazan tabiplere de rastlarız. Bunların başında Oribaius gelir. 

İmparator Julien’in saray hekimi olarak görev yapmış ve 70 kadar eser yazmıştır. 6.yy.’ın başlarında yaşayan Amidalı (Diyarbakırlı) Aetius imparator Justinien’in hekimiydi. Yunan tıp yazarlarının 7.yüzyıla kadar görüşlerini bir araya getirerek 16 ciltlik “Tetrabiblios” adlı eserini yazmıştır. 

Aydınlı Hekim İskender (Alexander of Tralles - 525-605) fikir özgürlüğü ile dikkatleri çekmektedir. Calinos’un prensiplerinden ayrıldığı noktalar olmuştur, iç hastalıklarının patolojisi ve tedavisi hakkında kitaplar yazmıştır. 



Aeginalı Paul ( Paul of Aegina-625-690); cerrah ve nisaiyeci olan bu hekimin yedi fasıllık bir kitabı bulunmaktadır. İçeriğinde hijyenik diet, genel patoloji, saç-beyin-sinir-kulakgöz-burun-ağız hastalıkları, cüzzam-deri hastalıkları-yanıklar-genel şiruizihemorojiler, zehirler, cerrahi, farmokoloji hakkında bilgiler mevcuttur. Paul'dan sonra tababetin yönü gittikçe değişecek, Hipokrat ve Calinos’ın açtıkları ilim yolundan uzaklaşılacak ve mucizeye dayanan bir tababet anlayışına doğru kayılacaktır. 



Prof.Dr.Şahin Aksoy (1965-2012)
2008-2012 dönemleri Şanlıurfa Tabip Odası Başkanlığı


***

Huneyn Bin İshak

Huneyn Bin İshak  (Hunayn ibn Ishaq) (810-873)



Huneyn bin İshak’ın babası eczacıydı. Babasının laboratuarındaki malzeme ve âletler, Huneyn bin İshak’ta ilme karşı bir ilgi uyandırdı. Basra’ya gidip,  Arap dili ve edebiyatını öğrendi. Asıl arzusu tabip olmaktı. Bu yüzden Bağdat’a giderek, tıp ilmini tahsil etti. Ayrıca Yunanca, Süryanice ve Farsçayı öğrendi.  Anadolu’ya giderek eski doktorların eserlerini asıllarından okuyup inceledi.

Tıbbın göz sahasında meşhur oldu, bu alanda eserler verdi, tıptaki bilgisi devrine göre en üst seviyedeydi.

Huneyn bin İshak, tabipliği yanında tercümanlığı ile de tanındı. Bağdat’ta kurduğu tercüme mektebi ile kütüphanesinin idare işlerini yürüttü. Yunanlı tabip Galen’in (Calinus/Kalinos’un) eserleri dahil 129 adet tıp kitaplarını Arapçaya tercüme etti. 



Ekler:



Pliny the Elder İngilizce, Almanca, Fransızca : e-kitap

Efesli Soranos ve Efesli Rufus

ve



***




3 Nisan 2013 Çarşamba

TARİHTE TIP - 3/4



ESKİ YUNAN’DA TIP




Eski Yunan’da başlangıçta hastalık nedenleri olarak fizik dışı sebepler görülmekteydi. Çok tanrılı bir din anlayışına sahip olan Yunanlarda bütün tanrılar hastalık verici veya tedavi edici özelliğe sahipti. Apollon ve kız kardeşi Artemis hastalığa, yaygın musibetlere ve yaşlılığa bağlı bitkinliğe ya da ölüme yol açan oklar fırlatılabiliyorlardı. Eski Yunan anlayışında yaşam gücü olarak kabul edilen ‘Timos’ yaşayan organizmanın her yerindeydi. ‘Timos’ yaralardan veya nefes vermeyle de kaçabilir ve vücudu ‘ölü’ bırakabilirdi. Aristo dönemindeki Eski Yunan da (MÖ. 4.yy) , Eski Mısır’da olduğu gibi kalbin şuurun bulunduğu yer olarak kabul edilmekteydi. 

O dönemde tıbbi tedavi, harici incinmeler ve yaralarla sınırlıydı. Savaş meydanlarında vücuda saplanan silahlar çıkarılır, kanama bandajlarla durdurulmaya  çalışılırken, yaralar yıkanarak kalıntılardan temizlenmesi sağlanırdı. İlaç kullanımına özellikle lokal kullanımlarda önem verilirdi. İlaçları genellikle toz haline getirdikten sonra serpmek tercih edilirdi. Kabaca bütün ilaçlar için kullanılan isim ‘Phormaka’ sihir, zehir ve tedavi için kullanılan diğer maddeleri kapsıyordu. 

Yunan tarihinin ilk yıllarında tanrıların ve hekimlerin hastalığın tedavisini birlikte yaptığına inanılırdı. Zamanla sağlık tanrıları özel tapınaklarda kutsanmaya başlandı. Bu tapınaklardan en ünlüsü Asklepios’a adandı.

Asklepios'un çoğu tanrı ve tanrıça olan geniş bir ailesi var. 
Kızı Hygiea - Hijyen-temizlik tanrıçası, 
Kızı Panacea - Her derde deva olan ağrıları dindiren tanrıça,
Oğlu Telesphorus - Nekahat devri tanrısı, 
Oğlu Makhaon - Cerrahların tanrısı, 
Oğlu Podaleiros - Görünmeyen kötülükleri iyi eden tanrı. 


Asklepios için “konuşma ile, bitki ve bıçak ile şifalarını gerçekleştirirdi” denilir, yani o vücut ve ruhu bir bütün olarak kabul ederdi. Asklepios adına yapılan sağlık mabedlerine ;Asklepion-rahiplerine; Asklediad- ölümcül hasta kabul edilmez. Çünkü kapılarında " Ölüm buraya giremez" yazar.



Bergama Asklepion


M.Ö. 6.yy'a gelindiğinde Eski Yunanda filozof-bilim adamları çağının başladığını görmekteyiz. Bunlar bütün gerçeklere doğaüstü değil de doğal açıklamalar getirme girişimi içinde olmuşlardı. Bu filozof-bilim adamlarından bazıları ve öğretileri şöyle idi: 

Pisagor: 
Sisam’lıdır Aritmetiğin kurucusu olarak kabul edilir. Gerek evrendeki gerekse insan bedenindeki dengeleri sayılar ile açıklamaya çalışmıştır. 

Kroton’lu Alkmeon: 
Pisagor’un talebesidir. Hayvanları teşrih etmiş, görme sinirini, östaki borusunu tarif etmiştir. Atar ve toplar damarları birbirinden ayırt etmiş, hastalığı vücudu oluşturan elemanlar arasındaki ahenksizliğe, sıhhati ise bu ahenge bağlamıştır. 

Agrigentum’lu Empedokles: 
Pisagorun talebesidir. Evrenin ateş, hava, toprak ve su’dan meydana geldiğine inanmıştır, ve hastalıkların bu unsurların dengesizliğinden oluşur demiştir. 

Abedere’li Demokritus: 
Demokritus’a göre evren boşluk içinde seyir eden atomlardan oluşur. Gözle görülmeyen atomlar her olayda yer ve şekil değiştirir, yeni kalıplara girerler. 

Theorie Humorale (Hıltlar nazariyesi): 
Milet’li Tales “Su”yu evrende var olan her şeyin ilk prensibi ve ilk yapısı olarak kabul ediyordu. Efes’li Heraklit ise “hava”nın tek prensip olduğunu, bütün cisimlerin havanın yoğunlaşması ile meydana geldiklerini iddia ediyordu. Agrigentum’lu Empedokles tek prensip, tek madde yerine evrenin 4 unsurdan kurulduğunu söyledi. Bu 4 unsur: Hava, Ateş, Su ve Toprak idi. 

Bu görüş Pisagor’un görüşüne uyuyordu. Pisagor ve Empedoklesin bu görüşleri daha sonra Hipokrat’ın “Hıltlar” veya “Beden sıvıları” Nazariyesini (Theorie Humorale) kurmasına emin teşkil etti. Hipokrat önce evreni oluşturan 4 unsurun özelliklerini belirtti. 

Hava: Sıcaktır 
Ateş: Kurudur 
Su: Nemlidir 
Toprak: Soğuktur

Bedende de 4 sıvı vardır. Bunlar: 
a) Kalpten gelen Kan, 
b) Beyinde bulunan Balgam, 
c) Karaciğerde bulunan Sarı Safra 
d) Dalak ve midede olan Kara Safra 

O dönemin inancına göre yediğimiz, içtiğimi gıdalar Kan, Kara Safra, Sarı Safra ve Balgama dönüşürlerdi.


HİPOKRAT


Hipokrat Zamanında Yunan Tıbbı 


Her milletin hayatında çok parlak bir dönem vardır. İşte bu dönem Yunanistan için M.Ö. 5. Y.Y.dır. Bu yüzyılda Sokrates ve Eflatun düşünce alanında, Aeşil, Sofokles ve Öripides trajedileri ile, Aritofan güldürüleri ile ve Pindare şiirleri ile edebiyat alanında, Fidias, Miron ve Praxitel heykel alanında, Heredot ve Tüsidit tarih alanında ve nihayet Hipokrat tıp alanında ortaya koydukları ile yalnızca çağlarını aydınlatmamış, yüzyıllar ötesine de ışık tutmuşlardır. 

Hipokrat:
Babası Asklepion’larda tıp icra eden bir rahip-hekimdi. M.Ö. 460’de Kos (İstanköy) adasında doğmuş, birçok yerlere gitmiş, Yunanistan ve Mısır’ı dolaşmış, M.Ö. 370’de Larissa (Yenişehir) de ölmüştür. Bunlar dışında yaşamı ve fikirleri hakkında çok fazla şey bilinmez, gerçekte yaşayıp-yaşamadığı bile şüphelidir .

Hipokrat zamanına gelene kadar hastalıklar kötü ruhların, cinlerin 
yaptıklarına atfedilir veya insanlara kızan tanrıların onlara gönderdikleri bir ceza olduğu sanılırdı. Hipokrat bütün bunlara karşı çıktı ve hastalıkların daima doğal nedenlerden iler geldiğini iddia etti. O dönemde mukaddes, kutsal hastalık olarak kabul edilen sar’a (epilepsi) için; ”Hiçbir hastalık diğerinden daha kutsal veya daha 
insani değildir. O da görülen her hangi bir hastalık gibi doğal nedenlere bağlıdır” demiştir. 

Muhtelif semptomların bir araya gelerek bir hastalık tablosu çizdiklerini gözleyen alim, vakaların hikayesini anlatmak ve hasta başında ders vermekle klinik tababetin kurucusu olduğu gibi, “doğa iyi eder, hekim doğanın asistanıdır” diyerek tabiatın iyi edici özelliğini de belirtmiştir. Hipokratta gözlem, özellikle muayene ve 
palpasyona dayanırdı. Koku duyusu, hastayı ‘sarsma’ metoduda muayene yöntemi olarak kullanılırdı. Hipokrat için hastalık daha önce var olan bir bilinmeyen neden sonucudur. Hastalıkta yapılması gerekenin görülen belirtiyi ortadan kaldırmak değil, bilakis onların gelişmesine yardımcı olmaktır. Bu yüzden Hipokrat “benzeri benzer ile tedavi etmek taraftarıdır. 

Hipokrat ekolüne ait olan hastalık teorileri fazla gelişmemiş fikirlere dayanırdı. Yüksek ahlaki fikirler Hipokrat’ın bütün kitaplarında vardır. Bazı kitaplarında derin bir akılcılık gösteren etik kurallar vardır. Hipokrat’ın tedavide başlıca kabul ettiği düstur Primum non Nocere (Önce Zarar Verme) dir. 

Kendisi humoral patolojiye uyarak, tedavisinde bilhassa ‘Boşaltıcılar’a önem verirdi. Bu nedenle kan alarak, lavman yaparak, müshiller, kusturucular, idrar söktürücüler, aksırtıcılar vererek, vantuz çekerek, dağlayarak hastalığı daha az tehlikeli bölgelere çekmeye çalışırdı. Tedavisinin büyük bir kısmı perhize ve doğaya karşı gelmemeye bağlı idi. Cerrahi tedaviye gelince: irini boşaltır, apseyi temizler, ağrını dindirilmesine özen gösterirdi. Kırıkları yerine koyar, çıkıkları özel bir masa kullanarak iyi ederdi. Trepanasyonu da bir tedavi yöntemi olarak kullandığı bilinmektedir. 

Hipokrat Andı
Corpus Hipocraticum yani ‘Hipokrat Külliyatı’ olarak bilinen 72 eserin tümü Hipokratın kendisi tarafından yazılmamıştır. Bunların çoğu, belki de tamamı, Hipokrat’ın oğulları, damatları veya talebeleri tarafından yazılmıştır. Bu kitaplardaki dil ve anlatım özelliklerinden yazarları yanı sıra yazıldıkları devirlerinde farklı olduğu anlaşılmaktadır. Hipokrat denince ilk akla gelen ve bütün dünyada çok uzun bir süre kullanılan Hipokrat Andı'dır. 



Tıp tarihinde çok ayrıcalıklı bir yere sahip olan Eski Yunan ve Hipokrat dönemini, bütün hekimlerin asla akıllarından çıkarmaması gereken Hipokrat’ın bir sözü ile bitirmek uygun olacaktır. 



“Hekimin görevi nadiren iyileştirmek, çok kere ağrısını dindirmek, fakat her zaman için teselli etmek ve ümit vermektir.” 


Prof.Dr.Şahin Aksoy (1965-2012)
2008-2012 Şanlıurfa Tabip Odası Başkanlığı



devam edecek







12 Mart 2013 Salı

BAŞLANGIÇTAN GÜNÜMÜZE YILAN KÜLTÜ




Yılan Bilgeliği ve Pleiades 


Geçmişimizde ne kadar çok yılan hikâyesi vardır; mitolojide, destanlarda, tarihi eserlerde, hikâyelerde ve kutsal kitaplarda… Havva’yı baştan çıkarıp cennetten kovduran yılandır. Ama insanları iyileştirip şifalandıran Tıp Biliminin sembolü de yılandır.

Yılan bir sürü yerde karşımıza farklı isimlerle çıkar: 

Naga, Nagual, Nacaal, Adder, Djedhi, Amarus, Levites, Ejderha, Ejder, Quetzlcoatl (Kukulkan), Şahmeran, Serpent, Snake, Typoon, Nahaş… 


Mısır firavunları Kobrayı başlarında taşırdı. Tevrat’taki Nahaş kelimesi hem yılan, hem sırları bilen anlamına gelirdi. Sümer’de Tanrı Enki’nin sembolü yılandır. Tufanda Utnapiştim’i uyandırıp uyaran yılandır. Zeus ve Maia’nın oğlu ve habercisi Hermes, yılan dolalı bir asa ile düşmanını yenmiştir. Güney Amerika’daki kadim Meksika, Aztek, Toltek, Maya uygarlıklarının gökten gelen tanrıları yılandır. Eski Türk inanışlarında Ejderha; kutsal, göksel ve iyi bir varlıktır.

Kundalini; üç buçuk kez (yedinin yarısı) kıvrılıp uyuyan spiral bir yılan demektir. İnsanın içindeki ateşi göstermek üzere Kundalini kelimesi kullanılır. Bireysel uyanışın, aydınlanmanın ve bilgeliğe ulaşmanın sembolüdür. Mısır’da Roma’da resmedilen kanatlı yılan Kundalinidir. Uyuyan spiral bir yılan… 

Bütün bu mitsel kalıtlara göre yılan; bugünkü kötü imajına inat, aslında yaşamın öz ateşi ve bilgelik sembolüdür. Işıktan dünyaya, yani maddeye inişin başlangıç noktasında bir yılan; çöreklenmiş ve kıvrılmış oturuyor sanki.

Etimolojik açıdan Evren sözcüğü ‘eviren’, ‘çeviren’ anlamına gelir. Eski Türkler ve Çinliler’de gök çarkının/çarklarının döndüğü kabul etmekte ve onlar gök kubbenin en alttaki çemberini bir çift gök ejderinin çevirdiğine inanmaktaydı. Ejder gök çarkını ve buna bağlı olarak da ‘yaşam çarkı’nı çevirmekteydi. Böylece Eski Türklerde ‘ejder’ de evren olarak adlandırılmıştır. 


Kazan Metrosu girişindeki Zilant heykeli Tatar ejderhası (Yılan/Zilant)

Eski Anadolu antik edebiyat el yazmacıları tarafından anlatılanlara göre, bir zamanlar Anadolu’da tanrısal bilgeleri doğuran kadın, yılan olarak görülüyordu. Ve oturduğu kentin adı Piytion’du. Pi sözcüğünün anlamı ‘baba’dır. Sözcüğün to eki ise ‘sen’ demektir. Pito yani senin baban, senin atan anlamındadır. Piyton kenti ise senin babanın, senin atanın oturduğu kent anlamındadır. 

Mitolojide Tanrıça Gaia’nın da yılanları vardır. Kadın Tanrıçaların elindeki bu yılanları Zeus ele geçirmiştir. Apollon ve Zeus’la süreç, artık erkek egemen duruma geçiştir. En baştan beri Babil, Mısır, Girit, Anadolu’da da eski inançlar içerisinde kadın tanrıçalar yılanla bir tutulmuştur. Bilgelik ve bilicilikle yılan, ilişki halindedir. 


Hindistan’da insiye bilgelere ve kâhinlere, ‘akıllı yılanlar’ anlamına gelen ‘Nagalar’ denirdi. Alnın tam ortasına sembolün konması, yılan gibi akıllı olmak için iç psişik melekelerin kullanılmasını ifade ederdi. Mister Okulu’nun sadece en yüksek inisiyelerine yılan başlığı takma izni veriliyordu. Başını kaldırmış yılan, aşağıdan yükselen kundalini, Yılan Ateşi’ni sembolize ederdi. Kundalinin yükselmesi ve üçüncü göz’ün açılmasıyla kişi büyük bilgeliğe ve spiritüel yaratıcı güce ulaşır; her şeyin sonsuzluğu bilinir olurdu. 

Hint yazmalarında ve efsanelerinde Naga ırkı, yeraltında yaşayan ve yüzeyde insanlarla irtibata geçen bir yılansı ırktır. Bu yılanların kimilerinin insana dönüştüğü yazar. Hint yazmalarında bunlardan başka Sarpa denen bir başka yılansı ırktan daha söz edilir. Ayrıca Hint okyanusu civarında ve sonradan denizin dibine batmış bir ülkede var olduğu söylenen bir yılan krallığının bahsi geçer. 

Antik Kolombiya mitolojisinde de ilksel kadın olan Bachue; büyük bir yılana dönüşür ve bazen ‘ilahi yılan’ olarak adlandırılır. 

Tevrat’ın içinde adı geçse de kendisi ortada olmayan kayıp kitaplarından Yaşer’in Kitabı’nda Masonik dinin kurucusu sayılan Nemrut’tan ve insanlığın yaratımında söz sahibi olan bir yılan-ırkından söz edildiği iddia edilir.

Aborjinlerde pek çok tanrı yılan isimleriyle tanımlanır. Ungud bazen dişi bazen erkek olan bir yılan tanrıdır. Wollunqua (yağmur ve bolluk) bir yılan tanrıdır. 

Atina’nın ilk kralı olan efsanevi Cecrops yarı insan yarı yılan olarak bilinir. Yunan mitolojisindeki birçok Titan ve dev kanatlı insansılar şeklinde karşımıza çıkarlar. Tek farkları bacak yerine yılansı gövdelere sahip olmalarıdır; ejderha şeklindedirler. Örneğin Boreas, kuzeyin soğuk rüzgârını getiren ve yılan gövdesine sahip olan kanatlı bir Yunan tanrısıdır. 

Afrika’daki bazı geleneklerde şamanların, derin ezoterik bilgi öğreten bir yılan-ırk olarak tanımladıkları Chitauri’lerden ders aldıklarına inanılmaktadır.




Güney Amerika Uygarlıklarında Yılan 


Afrika’daki bu inanç, Amerikan yerlilerinin dimethyltryptamine içeren ayahuasca uyuşturucusuyla yaptıkları çalışmaların içeriğine benzerdir. Bu bitkiyi kullanan yerli Amerikan şamanların çoğu, yılansı ve uzaylı benzeri varlıklarla iletişime geçtiklerine ve onlardan ders aldıklarına inanmaktadırlar. 

Mixcouatl, Aztek Savaş ve avcılık tanrısıdır. Bulut yılanı anlamına gelir. Tezcatlipoca’nın aldığı isimlerden biridir. Toltek, Aztek, Maya tanrılarının birçoğu yılanla sembolize edilmiştir. 

Mark Amaru Pinkham’a göre; Nagual kelimesi yılan demektir. (Bilgelik Yılanlarının Dönüşü adlı kitabın yazarıdır)

Toltek bilgeliği öğretilerine göre; ( Carlos Castaneda Kitapları) Nagual kelimesi, doğaüstü güçlere ve bilgeliğe sahip olan büyücü anlamında kullanılır. ( Nahuatl dilinde Nagual kelimesinin tıpkı Mason kelimesi gibi, İnşaatçı Ustalar anlamına gelmesi ilginç bir benzerliktir) Kendi dünyasal âlemimiz dışında başka dünyalarda yaşama yeteneğine ise, Nagual’a geçmek denir. Evrenden akan enerjiyi aktığı gibi görebilmek ve dünya dışı güç alanında yaşamak olarak tanımlanan Nagual olma durumu, insan biçiminden çıkıp farklı varlıklara dönüşebilme yeteneğidir. Yaqui kızılderilisi Don Juan Matus’a göre eski şaman kadim atalardan kalan bu öğretinin sırları, insanbilimci Carlos Castaneda tarafından bir kitap diziniyle anlatılmıştır. İlk kitap Don Juan Öğretileri, sanrılandırıcı bitkilerin kullanımıyla geçilen olağandışı zihin hallerini ayrıntılı olarak anlatır. 

Toltek başkenti olarak kabul edilen Tula'daki en çarpıcı eserlerden biri, Atlant denilen dev taş heykellerdir. Bunlar alçak bir piramit platformunda duran, muhtemelen vaktiyle bir tapınağın çatısını taşımakta olan, yani sütun görevi gören heykellerdir. 4.6 metre yüksekliğinde, tüylü saç modeli olan ve mızrak taşıyan bu heykeller, eski Amerika uygarlıklarında genel bir ilah olan ve bu kentte bazen Toltek hükümdarlarıyla, bazen de sabahyıldızı özdeşleştirilen Quetzalcoatl'ı (tüylü yılan) temsil eder. Bu ad, Toltekler ve Aztekler'de ‘sakallı yılan’ anlamına gelir. Buradaki sütunlardan bazılarına, mimari örnek ve damgalara, Yucatan'daki Chichen Itza bölgesinde de rastlanır. 



Azteklerin anası Coatlicue, Tula kenti yakınında Yılandağ (Coatepek) tepesinde bir tapınağı süpürürken gökten bir tüy topu düşmüş ve onu bağrında saklayınca Huitzilopochtli’ye hamile kalmıştır. 

(Tula kenti için bir not: Astrolojik çembere göre 3 derece boğa burcu, Krittika denilen bizim Pleiades (Süreyya) diye tanıdığımız takımyıldıza karşılık gelmektedir ve akrep burcunun (Vishakha) 3 derecesi ise Sanskrit dilinde Tula diye adlandırılan bizlerin terazi burcunun kuzey ve güney ucu diye bildiğimiz noktaya denk gelmektedir.)

Tüylü yılan Quetzalcoatl birçok efsanede yer almış, hatta İspanyollar kıtayı işgale geldiklerinde Quetzalcoatl ile ilgili efsanelerden ötürü yerliler bu istilacıları saygı ile karşılamışlardı. 


Çin Mitolojisinde Yılan 

Çin Mitolojisinde de ilginç göksel ve yılan hükümdarlar vardır. Amerikalı mitoloji uzmanı Joseph Campbell ‘Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’ adlı kitabında ‘Ulu Üçler’ diye adlandırılan ve M.Ö. yaklaşık 3000 - 2500 yılları arasında yaşadıkları söylenen üç imparatordan bahsetmektedir. Üçü de bazı olağanüstü özelliklere sahiptir. Fu Xi "Göksel İmparator" diye bilinmektedir. Rahme düşüş hikâyesi mucizevî nitelikler göstermektedir. 12 yıllık bir gebelik döneminden sonra doğmuştur. İnsan kolları ve öküz başı taşıyan bir yılan vücuduna sahiptir. 

Fu Xi'den sonra insanları onun halefi ‘yersel imparator’ Shen Nong yönetmeye başlamış. Shen Nong boğa başlı, insan vücutluymuş. Mucizevî bir ejderin etkisiyle meydana gelmiş. Bundan utanan annesi, bebeği bir dağ kenarına bırakmış fakat vahşi hayvanların onu besleyip koruduğunu öğrenince eve götürmüş. Çin tıbbının temeli de bu imparatora dayanmaktadır. Shen Nong, yetmiş zehirli bitki ile panzehirlerini keşfetmiştir. Karnına bir cam dayayıp her bitkinin sindirilişini oradan izleyebiliyormuş! 

Shen Nong'dan sonra Huang Di, yani ‘sarı imparator’ yönetime geçmiştir. ‘sarı imparator’ denmesinin nedeni şudur: Annesi Chao Tian eyaleti prensinin bir metresiymiş. Büyük Ayı takımyıldızı çevresinde göz alıcı altın bir ışığa rastlayınca gebe kalmış.

Huang Di'nin de olağanüstü özellikleri vardır. Yetmiş günlükken konuşmaya başlamış, on bir yaşında tahta çıkmış. Fakat en ayırt edici özelliği düş görme gücüymüş. Ona " düşler imparatoru " denmesi daha uygun olurdu! Huang Di, uykuda, en uzak bölgeleri ziyaret edebilir ve doğaüstü dünyadaki ölümsüzlerle konuşabilirmiş (Toltek bilgeliğindeki en önemli bilgilerden birisi de rüyaların başka dünyalara gitmek için kullanıldığıdır). Tahta çıktıktan sonra tam üç ay süren ve kalbini denetleme dersi aldığı bir düş görmüş. Bir üç ay daha süren bir düş gördükten sonra, insanlara ‘öğretme gücü’yle geri dönmüş. Onlara, doğanın güçlerini kalplerinde denetlemeyi öğretmiş.


Hermetik Bilgilerde Yılan ve Yedi Irk 

Hermetik bilgilere göre fiziksel âlem, süptil âlemin aynasıdır ve ruhlar bir zaman sonra büyük ışığa doğru çekilirler, onlara yol gösterilir. Evrende kozmik yasalar işlemektedir. Hermetizme göre eski insanların kökeni Dünya-dışı’dır. Hermetika adı verilen bilgilerin, eski Yunanca ve Latince yazılmış eldeki parçaları bütününe verilen ad; Zümrüt Tabletler’dir. 

Hermes-Thot’un öğretisine ait kimi metinler - İskenderiye yangınından ve bağnazların ellerinden kurtulabilmiş bilgiler - bir miktar anlam kaybına uğrasa da, Kilise’nin tüm çabalarına rağmen Avrupa’da yayılmayı başarmıştır.

Hermes’in (Hermes’in Toth ile aynı kişi olduğu söylenir) Zümrüt tabletlerinin bilgilerine göre; meditasyon ve duaya yönelen Hermes’e bir ejderha görünmüştür. Anlatılanlar şöyledir: 

Bu suret kanatları gökyüzünü kaplayan, bedeninden her yöne ışıklar saçan Yüce Ejderha’ydı. Yüce Ejderha, Hermes’e adıyla seslendi ve ona Dünyanın Gizemi hakkında neden düşündüğünü sordu. Gördüğü şeyle dehşete kapılan Hermes ejderhanın önünde kendini yere attı ve kim olduğunu açıklaması için ona yalvardı. Yüce Varlık, kendisinin Poimandres, Evrenin Aklı, Yaratıcı Zekâ, her şeyin Mutlak Hâkimi olduğunu bildirdi.

Bunun ardından Poimandres hemen şekil değiştirir. Durduğu yerde göz kamaştıran, nabız gibi atan bir Nur vardır. Bu Işık, bizatihi Yüce Ejderha’nın ruhani doğasıdır. Hermes görkemin ortasında ‘yükseltilir’ ve maddi evren onun bilincinden silinir. Hızla koyu bir karanlık çöker ve karanlık genişleyerek Işık’ı yutar. Her şey sarsılır. Etrafında suya benzer bir töz girdap halinde döner ve ondan dumana benzeyen bir buhar çıkar. Etraf dile gelmez iç çekişlerle ve acı haykırışlarla dolar, bu sesler sanki karanlık tarafından yutulan Işık’tan gelmektedir. Aklı Hermes’e ışık’ın spiritüel evrenin şekli olduğunu ve dönen karanlığın onu yutan maddi töz olduğunu söyler. 


Yine Hermetik bilgilere göre: 


“Doğanın Semavi İnsan ile evliliğinden, hepsi iki cinsiyetli, hem erkek hem kadın olan ve iki ayağı üzerinde duran ve her biri Yedi Yöneticiden birinin doğasına sahip yedi insan doğurdu. Bunlar, yedi ırk, yedi tür ve yedi çarktır. Yedi insan bu şekilde yaratılmıştır. Toprak dişil element ve su eril elementtir; ateş ve esîrden ruhlarını aldılar ve Doğa insan türünde ve suretinde bedenler yarattı. Ve insan Yüce Ejderha’nın Hayat ve Işık’ını aldı. Ruhu Hayat’tan ve Aklı Işık’tan yapıldı. İçinde ölümsüzlük olan ama ölümlülükten de pay alan bütün bu birleşik yaratıklar, bir süre bu hal içinde devam etti. Kendilerinden kendilerini yarattılar, çünkü onlar hem dişi hem erkekti. Fakat dönemin sonunda Kaderin düğümü Tanrı tarafından çözüldü ve her şey serbestleşti. Ve Tanrı bunu söylediğinde, Takdiri İlahi Yedi Yöneticinin yardımıyla cinsiyetleri bir araya getirdi, onları birbirine karıştırdı, kuşakları yarattı ve her şey kendi türüne göre çoğaldı. Bedeni severek bağlanma hatasına düşenler ölüme ait şeyleri hissederek ve onlardan acı duyarak karanlıkta dolaştı, fakat bedenin ruhun tabutundan başka bir şey olmadığını kavrayanlar ölümsüzlüğe yükseldi.” 

(Hermes’in Zümrüt Tabletlerinin, yani Toth’un Ölüler Kitabı’nın masonların elinde olduğu iddia ediliyor. 33 sayısı Masonlukta, üstatlığı temsil eder. Alcyone, Pleiades’teki en parlak yıldızdır ve böylece Alcyone 33 derecedir – mistik temel rakam. Master ikiye bölününce Ma / Ster olur ve anlamı Ana Yıldız (Mother Star) demektir. Böylece Alcyone Ana Yıldızın sayısıdır – 33 derece) 

Bu kadar çok yılan sembolü ve tanrısının özellikle insanın yaratılışı ve bilgeliği ile ilgili mitlerde yer alması sadece tesadüf olabilir mi? 
DİDİM
Medusa, gözlerine bakanı taşa çevirdiğine inanılan yılan saçlı, keskin dişli, dişi canavardır. Perseus, Medusa’nın başını kestiğinde Poseidon'dan olan çocukları Pegasus ve Chrysaor dışarı fırlamıştır. Kandamlaları Libya çöllerinde birer yılana dönüşmüşlerdir. Daha sonraları bu yılanlardan biri Mopsus'u öldürmüştür.

Bütün yaratılış efsanelerinde ve kutsal kitaplarda göklerden inen yılan biçimli tanrıların üstün özellikleri vardır. Yılan tanrılar yeryüzündeki insanlara, bilginin yolunu, teknolojiyi, inşaatçılığı, alfabeyi, astronomiyi öğretmiş, hatta tufandan kurtarmıştır. Bu yılan tanrıların mitsel hikâyelerinin hemen hepsinde, gökten inen bir ışıkla gebe kalan dünyalı dişilerden bahseder. 


Yılan Tanrılarla Pleiades Bağlantısı 


Bütün eski efsanelerdeki mitsel yılanlar, göklerle bağlantılıdır ve uzaydan gelip uygarlık kuran (Extra-terrestrial) varlıklardır. Atlantis’teki yıldızlararası yılanlardan bazılarının Pleiades’ten geldiği söylenir. Bu androjen (çift cinsiyetli) yılanlar, kutsanmış yedili diye bilinir (Yılan söz konusu olduğunda ilginç bir şekilde yedi sayısı gündemdedir). 

Pleiades’lilerin insanoğlunun zihnine kıvılcım aşılamak için dünyaya yolculuk yapmış oldukları iddia edilir. Bu konuda özellikle Cherokee yerlilerin kayıtlarında bulunan söylemler anlamlıdır. 

Pleiades görevlilerin yeryüzü üzerinde İnsan topluluğu ile eşleştikleri ve onların soyunun Atlantis’te devam ettiği söylenir. Benzer bir şekilde Yunanlı tarihçi Diodorus; Pleiadesli yedi kız kardeşten ikisi olan Celoene ve Alcyone’un, Atlantis kralı Poseidon ile çiftleştiği ve onların çocuklarının da Atlantis sakinleri olduklarını anlatmıştır. 

Pleiades yıldız sistemi, Ülker, Süreyya, Pervin olarak da anılır. Bir açık yıldız kümesidir. Boğa takımyıldızında (Taurus) bulunur. Dünya'ya en yakın açık yıldız kümelerinden ve büyük ihtimalle de en ünlü ve çıplak göze en güzel gözükenlerdendir. Ülker'in görünen yıldızları Yedi Kızkardeşler olarak da bilinir. Güneş sistemimiz her 25.860 yılda bir Pleiades çevresinde bir tur dönmektedir. Pleiades üzerinde yapılan astronomi çalışmalarına göre Güneş sistemimiz ve başka birtakım sistemler, Pleiades sisteminin bir parçasıdır. 

Bu sistemin döngüsüne göre on binlerce yıl Galaktik gece denilen karanlık çağı yaşadığımız, 2000 yıl kadar da ışık çağını yaşayacağımız iddia ediliyor. Bazı bilim adamları tarafından kıyamet zamanı ya da Maya takvimindeki zamanın sonu diye tanımlanan döneme girmek üzere olduğumuz söylenmektedir.

Foton kuşağı diye adlandırılan bu iddialara göre; bu süreç 2012 yılında başlayacak ve dünyamız büyük bir enerji kuşağının içine girecek ve uyanış çağı başlayacaktır. Bir önceki foton çağı döneminin Atlantis zamanına rastladığı iddia edilmektedir. Işık bölgesine geçiş sırasında tüm teknolojinin duracağı, buna karşın insanların özel yetenekler kazanacağı, DNA sarmalının değişerek, uyuyan hurda genlerin devreye gireceği iddia edilmektedir.

Yıldız aktivasyonu, Güneş Sistemimizin Pleiades (Alcyone yıldızı), Sirius, Arcturus, Orion ve Andromeda ile aynı sıraya dizilmesi ile başlayacaktır. Bu kuşağa girildiğinde, şu anda bulunduğumuz 3. boyuttan 5. boyuta yükseleceğimiz iddia edilmektedir. 

Bütün kültürler boyunca tarih şiir ve mitolojide kozmik objelerden en çok vurgulanan Pleiades:

Yedi Kızkardeşler, Krittika, Kimah, Güvercinlerin Sürüsü, Tavuklar, Bahar Bakireleri, Denizcinin Yıldızları ve Atlantisli Kızkardeşler gibi isimler; Pleiades’in görünür yedi yıldızlarının adlarıdır. Pleiades, Kuzey Amerika’daki Sibirya’daki ve Avustralya’daki insanlar tarafından Yedi Kızkardeşler olarak bilinir ve bu onların 40.000 yıl daha önceden anlatıldığı demektir.

M.Ö. 2357 yılı Çin yargılarında beliren astronomik edebiyatta adı ilk geçen yıldızlar arasında Pleiades görünmektedir. Alcyone, ilkbahar gündönümüne en yakın olmasıyla en parlak yıldızdır.

Yaklaşık 25.900 yıllık uzun dönem dönüşü için Pleiades Yüce Yılı, onları yılı başlatma konusuna kadar yükseltmiştir.

Giza Büyük Piramidinin yedi odasının bu yedi kız kardeşleri anımsattığını, 19.Yüzyılın sonlarında Profesör Charles Piazzi Smyth önermiştir. Büyük Piramidin bitirilme tarihi, kış gündönümünün gece ortasında Pleiades, Alcyone ile tam aynı çizgide bu piramidin boylamı üzerinde yayıldığı dönemdir. 

Alcyone, Araplar tarafından Al Wasat, yani merkezi olan ve Babilliler tarafından ise Temennu, yani kuruluş taşı olarak adlandırılmaktaydı. Musevilerin kutsal şehri Sion- Zion ismi, sadece tesadüf müdür? Mezo-Amerikanın Mayaları, uygarlıklarının tohum yatağı ve ışığın kodlarını çocuğuna veren kozmik yıldız ana olduğu için Pleiadesi cranary (anlamı yüksek nitelikte tohum üreten bölge) diye adlandırmaktaydılar. 10 Merovenjler, ( Troyanın Kralı Priamın oğlu) Prens Paris’ten sonra Parisi kurdular ve kente onun adını verdiler. İlyada’daki Elektra (Pleiades takımyıldızındaki 7 kız kardeşten biri) Troya soyunu kuran Dardanosun anasıydı (bir başka Pleiades bağlantısı). 

Gizemli Yılan Bilgeliğinin kaynağı gerçekten Pleiades midir emin olmak çok zor. Bilim kabul etmeden söylenenler iddiadan ve düşlerden ibaret olacak. Pleiades yıldız sisteminin evrensel mirasın odağı olduğu konusunda efsaneler, mitler ve kutsal kaynaklardaki şifreli ifadelerin bu kadar benzer olması şaşırtıcıdır. Yılan sembolünün bilgelik ve aydınlanma ile ilişkisi, ustalığı ve İlahi bilgiyi bu kadar içermesi, yıldızlarla bağlantısı araştırmaya, düşünmeye gerçekten değer kanımca… 

Nameste 
Nesrin Dabağlar , Kasım 2010 İNDİGO DERGİSİ ,Sayı 62


Şahmeran Efsanesi


Evvel zamanda, Mezopotamya topraklarında doğmuş bir efsane Şahmeran. Yüzyıllardan beri anlatıla gelmiş çeşitli coğrafyalarda. Özellikle yılanlık bir bölge olan Adana-Misis'te ve Mardin'de.

Tahmasp isminde uzun boylu, geniş omuzlu, esmer tenli, çok yakışıklı bir genç yaşarmış zamanın durduğu bu şehirde. 

Binlerce yılanın yaşadığı bir mağaraya yanlışlıkla girmiş Tahmasp. Mağaranın içi o kadar karanlıkmış ki hiçbir şey göremiyormuş, yalnızca etrafında dolanan yaratıkların sesini duyuyormuş. Çaresizlik içinde beklerken bir ışık huzmesi belirmiş. Işık huzmesi kendisine yaklaştıkça gözleri kamaşan Tahmasp, ellerini gözlerine siper ederek etrafında gezinen yaratıkların ne olduğuna baktığında uzunu, kısası, yeşili, siyahı ile envai çeşitte binlerce yılanın çevresini sarmış olduğunu fark etmiş. Yılanların hepsi kafalarını kaldırmış, gelen ışık huzmesine doğru bakıyorlarmış. Tahmasp'ta onların baktığı yöne doğru bakınca birden dona kalmış. Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlık mağaranın içinde hayatında gördüğü en güzel kadının yüzünü görmüş birden. Ona doğru daha dikkatli bakınca kadının belden aşağısının yılan olduğunu fark etmiş. Kadın ona doğru ilerliyormuş, tam karşısında durmuş, gülümseyerek elini ona doğru uzatmış. Ve demişki;

Korkma benden Tahmasp. Ben yılanlar ülkesinin kraliçesi Şahmeranım. Benden sana zarar gelmez. Ben dünya düzeni kurulmaya başladığı andan beri vardım. Krallığıma hoş geldin. Bundan böyle benim misafirimsin. Şimdi yat ve dinlen. Sonra seninle uzun uzun konuşuruz. Böyle deyip geldiği yoldan geri gitmiş. Tahmasp gördükleri karşısında yaşadığı dehşeti ve şaşkınlığı üzerinden atmaya çalışarak olduğu yerde kıvrılıp uyumuş. 

Ertesi sabah uyandığında Şahmeranı karşısında mükellef bir sofranın başında otururken bulmuş. Tahmasp'ı kahvaltıya davet etmiş Şahmeran. O ise gözlerini şahmerandan alamıyormuş. Şahmeran'da ona bakıyormuş kendinden geçmiş bir halde.

Bak Tahmasp demiş. Ben insanlığın bütün tarihini biliyorum. İstersen sana anlatayım deyip başlamış anlatmaya. Anlatmış, anlatmış, anlatmış günler boyu. Bu sohbetler sırasında Tahmasp ve Şahmeran arasında tarihin en soylu aşklarında birisi başlamış. 

Gel zaman git zaman Şahmeranın anlatacağı bir şey kalmamış artık. Tahmasp'ta anasını ve yeryüzünü özlemeye başlamış. Bir gün dayanamamış ve düşüncesini Şahmeran'a da açmış. Sevdiğinin kendisinden sıkıldığını ve artık gitmek istediğini duyunca önceleri kesin bir dille reddetmiş Şahmeran. Ancak günler geçip Tahmasp'ın üzüntüsünden eriyip bittiğini görünce dayanamamış ve ona şöyle demiş: 

-Ey Tahmasp beni iyi dinle, sözlerime iyi kulak ver. Biliyorum, gitmene izin verirsem sende bana ihanet edeceksin ve yerimi diğer insanlara söyleyeceksin. Ancak bu topraklarda aşklar ölümünedir. Seni çok sevdiğimden dolayı üzülmene dayanamıyorum. Bu sebeple gitmene izin veriyorum. Ancak bana bir söz vermeni istiyorum. Ne sebeple olursa olsun başka insanlarla beraber suya girme.

Tahmasp sevinçle Şahmerana sarılmış ve ona asla ihanet etmeyeceğine dair yeminler etmiş.

Tahmasp mağaradan çıktıktan sonra bir köye yerleşmiş ve marangozluk yapmaya başlamış. Arada sırada da gizlice mağaraya giderek Şahmeranı ziyaret ediyormuş. Ancak bu mutlu günler uzun sürmemiş. 

Tahmasp'ın yaşadığı ülkenin kralı bir gün amansız bir hastalığın pençesine düşmüş. Ülkenin bütün hekimleri gelmiş ama kralın hastalığına çare olamamışlar. Kralın kötü kalpli bir veziri varmış. Vezir her seferinde krala hastalığının tek çaresinin Şahmeranda olduğunu söylüyormuş. 

Onun etinden bir parça yemesinin kralın hastalığının dermanı olacağını kralın kafasına sokmuş. Kralda Şahmeranın bir an önce bulunmasını emretmiş. Bütün ülkede Şahmeran aranmış. Sonunda bilge bir adam bütün insanların gruplar halinde hamamlara ve nehirlere sokulmasını tavsiye etmiş böylece Şahmeranın yerini bilen varsa onu bulabileceklerini söylemiş. Vezirde ülkedeki herkesi hamamlara sokmaya başlamış. Askerler Tahmasp'ın yaşadığı köye de gelmişler ve herkesi toplayarak büyük bir hamama götürmüşler. Tahmasp Şahmerana verdiği sözü hatırlayarak önce gitmek istememiş. Ancak askerler onu zorla içeri sokmuşlar. Tahmasp hamama girdikten sonara herkesin gözünün üzerine dikildiğini fark etmiş. Kendisine bakınca bütün vücudunun yılanlarınki gibi pullarla kaplandığını fark etmiş. Askerler hemen Tahmasp'ı yakalayarak vezirin huzuruna getirmişler. Kötü kalpli vezirin amacı kralı iyileştirmek falan değilmiş. Şahmeranı yakalayıp dünyanın bütün sırlarına sahip olmak istiyormuş. Tahmasp'a günlerce işkence yaptıktan sonra Şahmeranın yerini söyletmiş. Askerler hemen gidip Tahmasp'ın söylediği yerde mağarayı bulmuşlar ve Şahmeranı oradan çıkarıp saraya getirmişler.

Şahmeran ve Tahmasp kralın huzurunda karşı karşıya gelmişler. Şahmeran üzüntülü ve utanç dolu Tahmasp'a dönmüş: 

. Ey sevdiğim, üzülme. Biliyorum ki sen bana kendi canın için ihanet etmedin ama bende sana dememiş miydim bu topraklarda aşklar ölümünedir diye. Bak şimdi anladın mı? Sen üzülme ne olur! 
Tahmasp Şahmeranın bu sözleri karşısında daha da utanmış. Şahmeran sözlerine devam etmiş. 

. Şimdi size sırrımı vereceğim. Kim ki benim kuyruğumdan bir parça koparıp yerse O bütün dünyanın sırrına ve gizemine vakıf olacak. Her kim ki benim kafamdan bir parça koparıp yerse o da o anda öte dünyayı boylayacak. 

Şahmeran daha sözlerini bitirmeden kötü kalpli vezir elinde kocaman kılıcı ile atılıp Şahmeranın bedenini iki parçaya ayırmış. Ve kuyruğundan bir parça koparmış Tahmasp'ta duyduğu acı ve utancın etkisi ile fırlayıp oracıkta ölmek için sevdiğinin, Şahmeranın kafasından bir parça ısırıvermiş. Kötü kalpli vezir kuyruktan kopardığı parçayı ağzına atar atmaz oracıkta can vermiş. Tahmasp'a ise hiçbir şey olmamış Şahmeran son anda yaptığı planı ile bütün bilgisinin sevdiğine geçmesine sebep olmuş. Ancak Tahmasp sevdiğini kaybetmenin acısına dayanamayarak kendisini dışarı atmış ve dağ bayır, ülke ülke dolaşmaya başlamış. O günden sonrada Lokman Hekim efsanesi almış başını yürümüş... (alıntıdır)



MISIR

HIRİSTİYANLIK - ST.GEORGE

HİTİT Fırtına Tanrısı, ejder İlluyanka’yı öldürürken betimlenir. Soldaki figürün Fırtına Tanrısı’nın oğlu olduğu düşünülmektedir. (MÖ. 1050-850) Malatya, Aslantepe. 

St.George ve St.Theodore 'nun Ejderhayı öldürmesi Sümer kökenlidir.



Mısır , Hitit ve Orta Asya da da işlenmiş bir hikayedir.



SUMER  MİTOLOJİSİ - S.N.KRAMER





Kadüse
Mısır, Mezopotamya, Grek ve Hindistan tradisyonlarında görülür. Grek tradisyonunda haberci tanrı Hermesle ilişkilendirilen sembol, bir asanın iki yanında sarmalanan çift yılan olarak tasvir edilir. Evrendeki tesirlerin kutupsallığını ve dengesini simgeler. İnsan bedeninde iki akım halinde dolaşan kundalini enerjisi bu sembolle simgelenir. Sembolün düalitenin temsili olduğu da söylenebilmektedir.



Ningiszhida

Tanrı Tammuz (Dumuzi) bölgeden bölgeye çeşitli şekilleri, görünümleri ve versiyonları olan, ağacın ve bitkilerin içindeki enerjiydi.

Tammuz, hem bir hurma ağacı hem de Ama’ Usum Galana denilen yılandır (bu şekilde tasvir edildiği bölgede Tammuz adı, “oğul, çocuk” anlamına gelen Damu olur). 

Benzer şekilde Tanrı Ningiszhida, toprağın altına inen gücü simgeleyen dallar ve yılan olarak simgelenmiştir ve bugün tıbbın sembolü olan dala sarılı iki yılanın ana kaynağıdır.

“Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır”  Sümer atasözüdür.










OCEANOS ve TETHYS MOZAİĞİ 






Hermes / Mercury 'nin Asası

Büyücülük ve simyacılık ile ilgili olduğu için Hermetik olarak ta adlandırılır. Simyacılar Hermes'in oğulları olarak kabul edildi. Büyücülük 16.yy.da bitirilince Madencilik, kimya, eczacılık ve tıp alanında yapılan çalışmalarda da bu sembol kullanılmıştır.


Simya'da

İki yılan birlikte, nihayetinde birleştirecek oldukları düalizmin zıtlıklarını sembolize ederler. Bir ağaca ya da değneğe tırmanan yılanlar doğanın spiral sikluslarını, gündönümünü, dolanan ve çözülenin iki vazgeçilmez gücünü, simyada *solve et coagula’yı (*çözünme ve donma) temsil ederler.

*Kadüse sembolünde (*yılanlı asa) şifanın ve zehrin homeopatik güçlerini simgeler.


Genelde Çift yılanlı asa Hermes'in , Tek yılanlı asa ise Askelpios'undur.





Dede Korkut Masalları'ndaki Deli Dumrul efsanesinde de benzer bir konu ele alınmıştır; Deli Dumrul'un Azrail ile mücadelesi ve canı yerine can bulması, Alkestis efsanesiyle benzerlik gösterir.








"YILAN HİKAYESİ"

Yılan görünüş itibariyle pek sevimli olmayan, hatta "soğuk" olarak tanımlanan bir canlıdır.

Gerçekte , Yeryüzünde yılanlar kadar kendisine zıt anlamlar yüklenen bir başka yaratık bulmak mümkün değildir. Bir yanda "tanrı" kabul edilip kendisine tapınılırken, diğer tarafta "insanoğlunun Cennet'ten çıkarılmasının baş suçlusu", "şeytan" olarak değerlendirilmektedir. 

Yılan kelimesi, etimolojik olarak Çince'deki "lung" kelimesinden Türkçe'ye Geçmiştir. San'at tarihinde bu yaratığı ifade için ayrıca luu, ejder, ejderha, nek, mar, soğulcan, evran (evren), dragon, griffon... gibi daha pek çok isim kullanılmaktadır.Gerek yılan, gerekse onun dev şekli olan ejder (veya ejderha) sureti antik çağlara ait mitolojilerde çok yaygın bir semboldür.

Bütün Eski Yakın Doğu'da olduğu gibi Eski Mısır'da da yılan, ilahi bir varlık sayılmaktadır. Antik Mısır'ın yılan suretindeki ilahesinin adı Lütufkar Uto veya Wazit dir. Buna mukabil bütün Mısır'da şeytan olarak tanınan Apophis de yılan suretindedir.

Eski Mısır san'atında görülen bir başka yılanlı tasvir ise, kuyruğunu ısırarak halka şeklini alan yılan motifidir.Kuyruğunu ısıran veya yutan yılan yani "uroborus" . Uroborus:Sonum Başlangıcımdır.

Bu simgeye Roma'dan Hindistan'a, Misir'dan Çin'e kadar genis bir cografyada rastlanir ve Genel olarak ebedi dönüşü, döngüsel zamanı ve hayatı, bölünmezliği ve sonsuzluğu simgeler. Budhistler onu samsara döngüsüyle özdeşleştirmişlerdir.


Eski Mısır'da Tıbbın İki Sembolü: Yılan Ve Hekim İmhotep Tir


Tıb kelimesinin orijinini aldığı Teb (Thebai) şehrinin totemi yılandır. Teb şehri ise Eski Mısır'ın en önemli sağlık merkezidir. Ayrıca Milattan üçbin yıl evvel Mısır'da yaşamış İm-Hotep in, tarihte bilinen ilk hekim olduğu iddia edilmektedir. Adı “Sulh ve Sukundan Gelen” anlamında olan bu hekim, engin tıbbi bilgisinin yanı sıra mimari ve astroloji'de de söz sahibi, yazarlık ve rahiplik yapan, çok yönlü bir alimdir.

San'at tarihiyle ilgili eserler, yılanın tıp sembolü olarak ilk defa kullanılmasının Sümer'lerde görüldüğünü belirtmektedir.Sümer tanrılarından birinin adı "Hayat Ağacının Hakimi" manasına gelen Ningişzida'dır. Bu tanrının sembolü olan ağaca sarılmış haldeki biri erkek biri dişi iki yılandır

Sopanın hayat ağacını, yani hayatı; yılanın ise gençliği temsil ettiği bu motif, binlerce yıl boyunca çeşitli ülkelerde yalnız sopa veya sopa-yılan, ya da birbirine sarılmış iki yılan halinde koruyucu ve şifa verici bir sembol olarak resimlerde, kabartmalarda kullanılmış ve Asklepios kültünden bu yana da hekimliğin amblemi olmuştur.


Genelde kabul görmüş olan ilk tıp büyüğü Aesculapius'dur. 


Homeros, Asklepios hakkında şu efsaneyi anlatır:Lapitler'in kralının kızı Koronis, Apollon'dan hamile kalır. Apollon'un kardeşi Artemis,bir ihaneti yüzünden koronis'i okla vurarak öldürür.Apollon çocuğunu kurtarmak için kadının karnını yarar. Ölmek üzere olan çocuğu kurtarır ve at-adam kahin Khiron'a teslim eder. Kahin bu çocuğa Asklepios adını verir. Asklepios, tükenmez şifa çareleriyle meşhur Khiron'un yanında eğitim görür. Hocasından sadece cerrahlığı değil, hastalara ilaç yapmayı, şifalı otlardan dertlere deva bulmayı ve hatta ölüleri diriltmeyi öğrenir.

Ölüleri diriltmesi üzerine Zeusun gazabıyla yıldırım çarpmasıyla öldürülen Asklepios daha Sonra yine Zeus tarafından tıp tanrısı olarak ilan edilir. Tıp amblemlerinde yer eden, ve tarihi M.Ö. 3000' lere uzanan yılan figürü de, Asklepios ve O'nun asası ile bütünleşmiştir.

Ölümünden sonra Asklepios adına ikiyüzden fazla mabed (Asklepion) kurulur..Asklepion'ların açılışı için izin almaya gelen hey'etlere, hekimlerle beraber kutu içinde bir yılan gönderme adeti vardır.Asklepion'ların giriş kapısı üzerinde "Buraya ölümün girmesi yasaktır" ibaresi yazılıdır.

Hekimler imparatoru Galen in, iyileşmeyeceği görüşüyle Asklepion'a Kabul etmediği hasta intihar amacıyla , İki yılanın zehirlerini boşalttığı tastan içer. Ancak ölmeyip, iyileşmeye başlar. Galen İyileşen hastaya: "Yılan zehirinin aynı zamanda şifa verici olduğunu düşünüyor, fakat hastalarda denemeye cesaret edemiyordum. Benim bu düşüncemi haklı çıkardın. Bundan sonra Asklepion'un sembolü çifte yılan olacaktır" der.

Asklepios'a göre hekim yılan gibi dilsiz olmalı, kimsenin sırrını başkasına söylememeli, sabır ve sükunet içinde çalışmalıdır. Asa ile temsil edilmesi,tababet tahsilinin kısa sürede öğrenilmeyip, ihtiyarlayıp asaya dayanıncaya kadar hekimin öğrenmeye ve tecrübe kazanmaya ihtiyaç duyduğunu belirtmek içindir. Diğer taraftan asa, iyilik tanrılarının remzidir. Yılan ise kötülük tanrılarının alametidir. Asaya sarılmış yılan, iyilik ve kötülük ilahlarının bir araya gelmesi demektir.

Bundan dolayı hayat ağacının bir modifikasyonu olan asa (veya Eskülap'ın sopası), Batı'da da kendisine sarılmış yılanla beraber sağlık bilimlerini (hekimlik, dişhekimliği, eczacılık ve veterinerlik) temsil eder.

Türkiye'de bu yılanlı asanın ilk defa resmi olarak kullanılması, 1836 yılına isabet eder. Sultan II. Mahmud, bu tarihte, Mekteb-i Tıbbiye talebelerinin, ilk defa resmi kıyafet olarak yakalarına yılanlı asa (caduceum) işlenmiş elbiseler giymesi hakkında ferman çıkarmıştır.

Eski Grekler'de elçilerin kullandığı defne veya zeytin dalından asaya sarılmış çifte yılan ile kanadlı caduceum ise, onlara emniyet ve masuniyet sağlayan barış ve ticaret sembolü idi.

Yakın zamanlarda başka bir Yunanlı tanrı Hermes'in (diğer adıyla Merkür) asası (caduceus) da tıbbın sembolü olarak kullanılmaktadır.

Hermese, abisi Apollon zenginlik ve servetin sihirli asasını verir. Asa, uyuşmazlık içinde olan herhangi iki şeyi uzlaştırma gücüne de sahiptir. Hermes yeni asasını denemek için birbirlerine öfkeyle tıslayan iki yılanın arasına sokar. Yılanlar kavgalarını unutup, asanın etrafına sarılırlar ve o günden sonra hep asanın üzerinde kalırlar. Ayrıca çift yılanlı Hermes'in "caduceus"unun üzerinde de bir çift kanat bulunmaktadır

Dünyada adli tıp ve adli bilimlerin de sembolü de yılandır. Burada tıp ve adalet sembollerinin birleşmesi göze çarpmaktadır.

Eski Türkler arasında da yılan sağlık ve mutluluk sembolü olmuştur. Sağlık kuruluşlarının kapılarında çifte yılan sembolü vardır. Anadolu'da Selçuklu Hastaneleri buna örnektir. Hastalık kötülük ve ceza demektir. Kötülükler yeraltından gelir; yılan da yeraltında yaşamaktadır. Yılan aynı zamanda gücü, kudreti ve koruyuculuğu simgelemektedir. Öldürücü olması ona karşı korkuyla karışık bir saygı duyulmasına neden olmuştur. Yılanlar ve sürüngenler birçok kültürde rastladığımız ortak sembollerdir.

Kızılderililer'e göre yılan; deri değiştirerek doğum, yaşam ve ölüm arasındaki metamorfozu simgeler.  Böylece tarih boyunca yılana atfedilen özellikler doğurganlık, ölümsüzlük, sağlık,hekimlik, sağduyu sahibi olmak, bilgelik, kehanet, iyi talih, fiziksel güç ve hız, olarak sıralanabilir.

Şifalı bitkilerde açıkça gözlenen tabiatın iyileştirici kudretini en yakından tanıyan, en iyi bilen canlının da, yeraltında yaşadığı için bu bitkilerle çok yakın komşuluk halinde bulunan yılan olduğu kabul edilerek, hekimlik sembolü kendisine yakıştırılmaktadır.

İslam ülkelerindeki Lokman Hekim kıssası, Gılgamış efsanesini hatırlatan motifler taşır. Yiyenlere ebedi hayat, ölümsüzlük bahşeden otu, Lokman Hekim, araştırmaları sonunda Çukurova bölgesinde bulur. Keşfinin heyecanıyle köprüden geçerken düşürdüğü otu Lokman Hekim eline geçiremeden bir yılan yer. Bundan dolayı yılanın ölümsüzlük, yaşama gücü ve sağlığı temsil ettiğine inanılır.

Yılan, bilhassa zehirli yılan ölüm sembolüdür. Ancak ölümün zıddı olan hayatı da hatırlatmaktadır. Dolayısıyle yılan, hayat ve sağlığı aynı anda remzetmek için kullanılan bir motif hüviyetini kazanmaktadır. Uzak Doğu Yin-yang felsefesi nde çift başlı yılan motifinde bir yılan başı hayatı, öbür yılan başı ise ölümü temsil etmektedir. Dolayısıyle çift başlı yılan,zehir ile panzehiri hatırlatan bir örnektir.

Babillilerin ulusal destanında Gılgamış, ölümsüzlüğü elde etmek için yeraltından ölümsüzlük otunu çıkarır. Ancak bir fırsatını bulan yılan bunu yer. Yılanın çok yaşayan hayvan olması bundandır. 

Aztekler, çıngıraklı yılana özel bir önem verirlerdi. Hatta çıngıraklı Yılan tarafından ısırılan Aztekler, toplumda itibarlı bir mevkie yükseltilirdi. Yılan tarafından ısırıldığı halde ölmeyen kimseleri, ilahlarla temasa Geçmiş seçkin kimseler olarak kabul ederlerdi.

Hem Maya, hem de Aztek kültürünün efsanevi kahramanı olarak kabul edilen beyaz renkli ve iri burunlu Quetzalcoatl'ın sembolü, tüylü yılandır. Tüylü Yılan motifi birçok mefhumun yanı sıra bilgi, şiir ve şifanın sembolü olarak kullanılmıştır.

Grek mitolojisinde Medusa, baktığı insanları taşa çeviren bir kadındır. Phorkos'un kızları olan üç Gorgon'dan biri olan Medusa'nın başı, saç yerine yılanlarla kaplıdır! Gorgonlar, saçları yılan olan dişi canavarlardır. Onları gören erkekler taşa dönüşür .

Orta Asya Türk boyları arasında olumlu vasıflar taşıyan bir yaratık Olarak kabul edilen yılan veya ejderha motifi, daha sonra korkunç ve zararlı, bir Hayvan hüviyetine bürünür. Ejderha, yılanın mübalagalı surette büyütülmüş, korkunçlaştırılmış ve stilize edilmiş, tamamen hayali ve efsanevi bir modelidir.

Türk hikayelerinde yılan sıklıkla insanoğluna karşı hürmetkar, sabırlı, misafirperver, dost, yardımcı, merhametli, affedici ve bilge bir mahluktur. Gerektiğinde insanoğlu uğruna -Şahmeran efsanesinde olduğu gibi- kendini feda etmektedir.Yılanın dili çatallıdır. Çatal dil ise dedikodu ve arabozuculuk işaretidir. Bundan dolayı dedikodu, arabozuculuk yapan kimselere yılan dilli denir. Bir yerin ıssız, tenha olmasını ifade için kullanılan deyimin tamamı, 
"kuş uçmaz, kervan geçmez, yılan bağırsağını sürümez " şeklindedir.

İstanbul Boğazı'ndaki Kız Kulesi hakkındaki efsaneye göre bir kahin, imparator Konstantin'e, kızını bir yılanın sokarak öldüreceği kehanetinde bulunur. Konstantin, bu kehanetin oluşumuna engel olmak için İstanbul Boğazı'nda, deniz ortasında yaptırdığı bir kuleye (Kız Kulesi) kızını saklar. Ancak Kuleye gönderilen bir üzüm sepetine saklanan zehirli bir yılan, kızı sokarak öldürür!

Aynı efsane, Silifke sahillerinde, kıyıdan birkaç yüz metre uzakta Bulunan Kızkalesi hakkında da anlatılmaktadır.

Selçuklu Mimarisinde Darüşşifalarda yılan motifleri bulunmaktadır.Mar kelimesi farsça "Yılan" manasına gelmekte olup, Maristan (Yılan Yurdu) kelimesiyle duvarlarında yılan sureti bulunan bina, yani hastahane kastedilmektedir. Dolayısıyle yılanlara atfedilen sağlık, şifa ve afiyet manaları da böylece hatırlatılmakta, tedavi ettirilmektedir.

Darüşşifalara maristan yani yılanlı bina denmesinin bir başka sebebi ise , yılanların kötülük ve hastalıkları yutarak iyilik ve şifa dağıttıklarına inanılmasından dolayıdır. Zaten Selçuklular devrinde inşa edilen hastahanelerin hemen hepsinin kapısında çifte yılan motifi bulunmaktadır.

Anadolu Selçukluları devrinin en mühim sosyal, kültürel, sınai, iktisadi ve siyasi teşekkülü olan Ahi Teşkilatı'nın kurucusu Şeyh Nasiruddin Mahmud'un efsanevi adı "Ahi Evren(Evran)"dır. Evren kelimesi kainat, alem ve yılan, ejder manalarını taşımaktadır.

Debbağların "Pir"leri olarak kabul ettikleri Ahi Evren, kitapları ve hakkında anlatılan efsanelerden anlaşıldığına göre yılandan kırbaç ve panzehir imal eden bir hekimdir. Yılan zehrinin kendisine zarar vermemesi, bünyesinde onun zehrini Tesirsiz hale getiren panzehirin varlığıyle izah edilmiş ve çok eski zamanlardan Beri yılandan panzehir elde edilmeye çalışılmıştır.

Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, yılanın, bilhassa birbirine sarılmış Çifte yılanın Ortaasya Türkleri arasında saadet, sağlık, uğur ve şifa sembolü telakki edildiğini belirtir

Anadolu halkı yılandaki şifa verici gücün Eyyub Peygamberle ilgili Olduğuna inanır. Halk inancına göre Eyyub Peygamber'in yarasına düşen kurtlar,vücudunu yiyerek delik deşik etmişler. Eyyub Peygamber bu ızdıraba sabretmiş. Sonunda çilesini tamamlayınca, topuğunu yere vurması vahyedilmiş. Vurduğu yerden çıkan su ile yıkanmış. Eyyub Peygamber yıkanırken, vücudunu kemiren kurtlar yere düşerek bir kısmı sülük, bir kısmı ise yılana dönüşmüş. Anadolu halkı bundan dolayı sülüğün de şifalı olduğuna inanır.

Onaltıncı asırda bazı Avrupa şehirlerini sık vuku bulan veba Salgınlarından korumak için hususi sikke (madeni para) basıldığı bilinmektedir. Bu paraların bir yüzünde yılan resmi altında "Yılana bakan yaşayacaktır" yazılıdır. 

Avrupa'da yılanların bir çok hastalığın tedavisinde ilaç Anamaddesi olduğuna inanılmaktaydı. Bu çeşit ilaçların en meşhuru theriacum (tiryak)tır. Bu ilaç, resmi farmasötik kodekste 1908 yılına kadar yer almıştır!

Evliya Çelebi Mısır'daki Sa'di dervişlerinin zehirli yılanları nasıl yakaladıklarını, etinden nasıl tiryak, ilaç yaptıklarını Seyahatname'sinde anlatır. Anadolu'da bulunan birçok yılanlı göl, yılanlı çermik gibi isimler Taşıyan yerlerde canlı yılanların şifa bahşedici, tedavi edici özeliğinden günümüzde hala faydalanılmaktadır.

Yılanlar vasıtasıyle tedavi edilen hastalıklar arasında bulunan "Erizipel"e halkımızın "Yılancık" demektedir. Anadolu folklorunda , erizipele tutulanların yaralarına "yılan veya yılancık taşı" denilen bir taş sürüldüğütakdirde, hastalığın iyileşeğine inanılmaktadır.

Halen dünyada 2500 kadar yılan türü yaşamaktadır. Bunlardan ancak üçte Biri insanlar için az veya çok derecede zehirlidir. Çok tehlikeli olanlar İse bütün yılan türlerinin % 7'sini geçmez. Yılanların sokmasının, esas itibariyle, insanları öldürmeye değil, Yılanın beslenmesine matuf olduğunu unutmamak gerekir. Güvenliği tehdit edilmedikçe, hiç bir zehirli yılan, insana saldırmaz , uzaklaşmayı tercih eder.

Ölüm olayları yılanı yakalamak, öldürmek veya saklandığı yerde Avlamak gibi faaliyetler sırasında, yılanın kendini savunması sonucunda oluşmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri'nde akrep sokmasından ölenlerin sayısı, yılan ısırmasından hayatını kaybedenlerden daha fazladır.

Yılan motifi , tüm medeniyetlerde kendisine büyük önem ve kutsallık atfedilen esrarengiz bir semboldür. Antik Maya, Aztek, Çin ve Mısır medeniyeti gibi maddi olduğu kadar Batıni ilimlerde de ileri olan bütün büyük medeniyetlerde hep bir yılan motifiyle karşılaşmak, son derece enteresan ve ortak bir vakıadır.

Prof.Dr.İ.Hamit Hancı.
Ankara Univ. Tıp Fak. Adli Tıp A.D
STED (Sürekli Tıp Eğitimi Dergisi) – Türk Tabipleri Birliği
Cilt:14 Sayı:8 Ağustos 2005 , pp:VI-IX

KAYNAKLAR
1-Hancı İH.Nedir Bu Ölüm Dedikleri. Ölüme Felsefi Bakışlar.Manisa Barosu Dergisi. 
2-Yöndemli F. Tarih Boyunca Yılan Piramit Yayınları , 2004.
3-Yöndemli, Fuat: Yılan Motifi: Hekimliğin Milletlerarası Sembolü. Türk Kültürü, 26: 299, 177- 179, 1988.
4-Hançerlioğlu O. Felsefe Sözlüğü Remzi Kitabevi 
5-Hançerlioğlu O .Toplumbilim Sözlüğü Remzi Kitabevi 
6-Gılgamış Destanı. Cumhuriyet Kitapları.Çev. Muzaffer Ramazanoğlu
7-Bayat AH.Tıp ve Eczacılık Sembolü Yılan. İzmir Eczacı Odası Bülteni Mart1983.
8-Watanabe T. Adli Tıp Atlası. 
9-Coelho P. Simyacı
10-Molenaar JG : Zehirli Yılanlar: Tehlikeli ve İlginç. Onganorama, 20, 1, 16- 21.
11-Tuncel M Beydağları Efsane söyler. 1999
12-http://www.beyazyildiz.com/astrologum/yilan.htm 27 HaziraN 2003
13-Arapkirli Z. http://www.ntvmsnbc.com/news/201092.asp Tatlı dil ve yılan
14-Gökovalı Ş.Tıp Tarihi ve Semboller Konferansı 1997, İzmir.



Ouroboros


Mısır ,Ouroboros ve Scarab Roma dönemi 1.yy

Ortasında Triskeles ile Ouroboros


Kuyruğu ağzında, halka halini almış yılan en eski Evren sembollerinden biridir. Yılan sembolizminde kendi kuyruğunu ısıran yılan ise özel bir öneme sahiptir; bu yılan ebedi devriliğin ya da genel olarak ebediliğin sembolüdür. Simyada bu yılan devrilik arzeden işlemlerle ilişkilendirilir (birbiri ardınca gelen buharlaşma ve yoğunlaşma süreçleri); süblimleşme ya da yükselme genellikle kanatlarla temsil edilir. Çöreklenmiş ya da düğümlenmiş yılan tezahür sikluslarını temsil eder, o aynı zamanda, iyi ya da kötü ama dinamik ve potansiyel olan gizil gücü simgeler. Yumurtanın etrafında çöreklenmiş yılan, canlı ruhun kuluçka dönemi, Ouroboros’tur, dünyanın etrafındaki suların her yeri kuşatan gücünü sembolize eder. Bir ağacın etrafında ya da herhangi bir eksensel sembolün etrafında çöreklenmiş olan yılan, dinamik gücün uyandırıcı gücü, tüm büyüyen canlıların dahisi; anima mundi, devresel varoluştur. Hayat ağacı ile ilişkilendirildiğinde iyi, Bilgi ağacı ile ilişkilendirildiğinde ise kötüdür ve bu durumda tezahürler dünyasının kötülüğünün zehiridir. Yılan bir kadının etrafında çöreklendiğinde o kadın Büyük Anne, yani ay tanrıçasıdır, yılan güneşle ilişkilidir ve ikisi birlikte eril-dişil ilişkisini temsil ederler.



Yedi Başlı Yılan

Yedi başlı yılan, birden fazla anlam ifade etmekle beraber öncelikli olarak inisiyatik yoldaki yedi zorlu sınavı ve karmik tortulardan, nefsaniyetten arınma aşamalarını simgeler.

Bir diğer anlamı ise dünyanın meydana getirilişindeki yedi aşamayı temsil eder, yedi gök katını, yedi mantal planı, yedi mantal plan gibi kozmik oluşumların ve zihni gelişimlerin yedi aşamasını simgeler.

Yedi başlı yılana ya da ejderhaya efsanelerde, mitlerde ve halk masallarında sıklıkla rastlanır çünkü yedi birliğin bozulmasını temsil eder ve sürüngeni kozmosun temel düzenleri arasına yerleştirir. Yedi başlı yılan uzayın yedi yönü sembolizminin ve aynı zamanda haftanın yedi gününün, yedi gezegen tanrısının anlamını paylaşır ve yedi günah anlamını da içinde barındırmaktadır.




Ouroboros, kendi kuyruğunu ısıran bir yılan ya da ejderha şeklinde resmedilen sembol.

Latince'deki uroborus kelimesinden gelir ve bu sözcüklerin sözlük anlamı "kuyruğunu öldüren" dir. Bu sembol "doğanın ebedi döngüsü" 'nü ifade etmektedir.


Amerika Kızılderililerinde

Amerika Kızılderililerinde yılan gökgürültüsü ve şimşekle ilişkilendirilir, yılan yağmur getirendir ve Gökgürültüsü Kuşu’nun düşmanı, ay ve büyü gücünün sembolü, savaş tanrılarının mızrağıdır. Sözkonusu kültürde yılan ebediliğin sembolü, ölümün habercisidir. Boynuzlu yılan suyun ruhu, suyun bereket verici gücüdür. Yılanlar insanlarla aşağı dünyalar arasında aracıdırlar. Ulu Manitu, şeytan olarak kabul edilen Kara Kurbağa’yı veya Karanlık Manitu’yu dondurduğu boynuzlu yılana dönüşür.

Kızılderililerde küçük kitleli sular için dalgalı yılan sembolü kullanılırdı. Nagalar, Uygurlar, Kayralılar ve Amerika Mayaları suyu simgelemek için Khanab’ı, yani süssüz yılan’ı kullanmışlardır. Maya tradisyonundan anlaşıldığı kadarıyla süssüz yılanın suyu temsil etmek üzere yılanın bedeninin hareketleri okyanusun inip çıkan dalgalarına benzetildiği için suları temsilen seçilmiştir. Süslü yılan kadim halklar arasında her zaman için Yaradan ve Yaradılışın; Altın Çağ’ın kitaplarında verilen Yedi Emrin sembolü olmuştur.

Mayalar, taş yontularında tüm varlıkların yaratıcısını etrafına çöreklenmiş bir yılan tarafından korunur şekilde simgelemişlerdir. Bir Hindu kitabı Aytareya Brahmana’da yılandan şöyle bahsedilir: “Sarpa Rajini, Yılanlar Kraliçesi, kıpırdayan her şeyin annesi” ve “Caisha, Yedi Başlı Yılan, Yaratıcı”.


Azteklerde

Yılan tüm yağmur ve rüzgar tanrılarına eşlik eder, ebedi yaratılış, bitmeyen zaman, Tanrı ile insan arasındaki aracıdır. Yılan, siyah bağırsaklarından yağmurun indiği Beyaz Tanrı ve aynı zamanda tüylü yılanın (Quetzalcoatl) amblemi olup aynı zamanda güneşle ilişkili olduğunda da Zodyağın Gök Tanrısı’dır, yılan Toprak Ana’yı temsil ettiğinde ise ay ile ilişkilidir ve bu durumda o yılanlardan örülü bir etek giyen Coatlicue  olmaktadır. Av kuşu, kanından insanlığın doğduğu yılan tanrısını yakalar ve bu gerçek birlikten ayrılışın ve tezahür etmiş dünyanın çokluğuna gelişin sembolüdür.


Mısırda

Yılan Mısır’da çok yaygın bir semboldü; ses olarak Z harfine denk gelen hiyeroglif yılanın hareket ediş şeklinin simgesidir. Tıpkı boynuzlu yılanın işareti gibi bu hiyeroglif de ilksel ve kozmik güçlere tekabül eder. Genel olarak bahsedilecek olursa, tanrıçaların isimleri yılanı temsil eden işaretlerle belirlenir, bu da şu anlama geliyor, ruhun maddenin ve kötülüğün içine düşme nedeni kadındır. Ölüler Kitabı’nda sürüngenler Ra Nu’nun sularının yüzeyinde belirdiğinde onu ilk alkışlayanlar olmuşlardır. Güneş Diski’nin tarafındaki yılanlar, kraliyet yılanları olarak Güneş Tanrı Ra’nın düşmanlarını kovan tanrıçaları temsil ederler. İki yılan Nous ve Logos’tur. Aslan başlı yılan kötülüğe karşı korumadır. Yılan tanrıça Buto, bir kobranın formundadır. Boynuzlu engerek, yılan tanrıça boynuzlu yılan Cerastes’in simgesidir. Mısır dilindeki tchet hiyeroglifi yılan şeklinde olup hem yılan hem de “beden” anlamına gelir. Kobra hiyeroglifi ara da hem yılan hem de tanrıça anlamına gelir.

Eusebius, Mısırlıların Knep olarak adandırdıkları Yaratıcının yılanla simgelendiğini anlatır. Dolayısıyla Yaratıcı’nın sembolü olması yılana verilen değerin nedenini de ortaya koymaktadır.

Kadim Mısırlılara göre yılan Uraeus krallığı temsil etmekteydi ve firavunun düşmanlarına zehrini akıtmaktaydı; bu sembol çeşitli güneş tanrılarla ilişkilendirilen güneş diskinin etrafına dolanmış halde de sembolize edilmekteydi. Uraeus, yüce ilahiliktir ve kraliyet bilgeliği ve gücüdür, bilgeliktir, altının sembolüdür. Yılan Apop, *Thyphon (*Fırtına Tanrısı) açısından bakıldığında Set olarak duman yılanı, karanlığın, uyumsuzluğun ve yıkımın şeytanı, ayrıca yakıcı güneşin zararlı yanıdır.


Afrika Tradisyonlarında yılan kraliyet amblemi, bir ölümsüzlük vasıtası, ölülerin enkarnasyonları olarak belirir. Göksel yılan aynı zamanda gökkuşağıdır ve bazen dünyayı kuşatırken bazen de hazinelerin bekçisidir ya da şimşekle ilişkilendirilen göğün gürleyişi ile ilişkili bir varlıktır. Yılan, insanlığa demiri işlemeyi ve ekini veren toplumsal bir kahraman ya da mitsel bir ata olabilir. Verimlilikle ve sularla bağlantılıdır. Afrika sembolizminde ayrıca kutsal piton kültü de görülmektedir.


Sümero-Semitik Tradisyonda


Ayağı olmayan ve karanlığın yılanı olan Babilli Tiamat, da ejderha olarak tasvir edilir. O kaostur, ayrıştırılmamış, bölünmemiş olandır, kurnazlık ve kötülük timsalidir ve Güneş ve Işık sembolü olan Marduk tarafından yok edilmiştir. Asur-Babil tanrısı Ea (5), sulardan doğan Lakhmu ve Lakhamu olarak gökyüzünün ve dünyanın eril ve dişil prensiplerine hayat veren eril ve dişil yılanlardır. Ishtar, Büyük bir Tanrıça olarak, yılan ile birlikte tasvir edilir. Frigyalı Sabazios’un en temel sembolü yılandır ve onun kültünde ayin yöneten rahipler Tanrı’nın sembolü olarak göğüslerinden yere altından yılan düşürmüşlerdir. Yılan Mısır Tanrıçasıdır. Nidaba omuzlarında yılanlar taşımaktadır ve yılan piktogramda hem bir direğin etrafına dolanan dünya tanrıçası ile hem de ölüm tanrısı olan ve sık sık her iki omzundan da yükselen bir yılana sahip olan oğlu ile ilişkilendirilir. Bir kutba yerleştirilmiş ve şifa tanrısı olarak tapınılan yılan, Kenan Diyarı ve Filistin’de sık sık tekrar eden bir semboldür.


Grek Tradisyonunda


Bilgeliğin, hayatın yenilenmesinin, yeniden dirilişin, şifanın sembolü olup Aesculapius’un, Hippocrates’ın, Hermes’in ve Hygieia’nın sembolü olarak o aynı zamanda da kurtarıcı-şifacının bir veçhesidir. O hayat prensibidir ve bir agathos daimon’dur, o bazen bir Zeus/Ammon’un ve diğer ilahların theriomorph’udur ; bilgelik bakımından Athena için kutsaldır ve özellikle Delf’teki karanlığın ve tufanın pitonunu öldüren ışık olarak Apollon için kutsaldır. Apollon yalnızca güneşi karanlığın güçlerinden korumakla kalmaz, aynı zamanda ruhu da ilham ve bilgi ışığı ile kurtuluşa erdirir. Yılan aynı zamanda Gizemlerin kurtarıcı ilahları ile ilişkilendirilir ve ölüleri, ölü kahramanları temsil eder: Ruh bedeni yılan formunda terk eder ve ölülerin ruhları yılan olarak yeniden enkarne olabilirler. Yılan Zeus Chthonios’un sembolüdür ve bazen yumurtanın etrafına dolanmış olarak, canlığın sembolü olarak tasvir edilir, eril ve dişil prensiplere hayatiyet kazandıran tutkuları temsil eder. Yılanlardan saçları olan kadınlar, örneğin Erinyes, Medusa ve Graia gibi, büyünün, güçlerini, yılanın bilgeliğini ve kurnazlığını işaret ederler. Kızdırılan Apollon’un gönderdiği iki büyük yılan Laocoön’ü ve iki oğlunu parçalamıştır. Agamemnon’un zırhının üzerindeki üç yılan gökkuşağı olarak göksel yılana denk tutulur. Bacchant’lılar yılan taşırlar.



Hıristiyan sembolizminde yılan değişkendir; zira hem bilgeliğin temsili olarak İsa’dır ve fedakarlık olarak yaşam ağacından büyümüştür, hem de dünyevi yanıyla Şeytan’dır. Yılan ya da ejderha şeytan’dır; baştan çıkarıcı’dır, Tanrı’nın düşmanıdır ve Düşüş’e neden olan kişidir; kötülüğün güçlerini, yıkımı temsil eder, aynı zamanda ağır olanı, aldatıcılığı, kurnazlığı sembolize eder. O aynı zamanda insanın içinde varolan ve aşması gereken kötülüğün gücüdür. İncil’deki yılan, Aden Bahçesindeki şeytanın tezahürüdür ve daha sonra Musa tarafından asasına konulan pirinçten yılana dönüşür ve bu, haça gerilen İsa’nın arşetipi olarak yorumlanmaktadır. Haçın ya da zıt güçlerin kesiştiği noktanın üstünde yükselen yılan bazen bir kadın başı ile tasvir edilir ki bu da şeytana uymayı sembolize eder, haçın ayak bölgesindeki yılan kötülüğün ve karanlığın güçlerinin temsilidir ve bu haliyle kötülüğü ve İsa’nın kötülüğün ve karanlığın güçlerinin üzerindeki zaferini aynı anda temsil eder. Hıristiyanlıkta yılan ejderhayla yer değiştirebilmektedir, tıpkı Babil’deki Tiamat gibi. Hıristiyanlıkta şeytan büyük ejderhadır ya da Şeytan ve Satan olarak adlandırılan yaşlı yılandır. 



İyi yılan ikonografide Aziz John’un kadehinden yükselirken tasvir edilir. Kötü yılan Satan’dır ve Apocalypse’in ejderidir. Tertullian, Hıristiyanların İsa’yı “İyi Yılan” olarak adlandırdıkları bilgisini vermektedir. Bakire Meryem, Havva’nın yılanına karşı yenik düşmemiş, bilakis onun başını ezmiştir. Erken dönem Hıristiyan metinleri olan Physiologus yılanın sembolik öneminin ilginç versiyonlarına sahiptir; örneğin yılan derisini değiştirdiğinden dolayı gençleştirmeyle ilişkilendirilir; benzer şekilde Hıristiyanlar da bu dünyanın yaşlılığını çıkarıp atmalı ve ebedi hayatın gençleştirmesini izlemelidir; yılan kaynaktan içtiğinde zehirini mağarasında arkasında bırakmalı ve böylelikle suyun temiz tutulmasını sağlamalıdır; aynı şekilde ebedi hayatın suyunun peşinden giden Hıristiyan da günahlarının zehrini geride bırakmalıdır; yılanlar yalnızca giyinmiş olanları ısırırlar, çıplak olanlardan utanırlar yani bizler de nefsaniyetin incir yaprağını çıkarıp atmalı ve günahlarımızdan arınmalıyız; böylece kötülüğün bizimle yolu kesişmeyecektir. Sonuç olarak, tehlikedeki bir yılan yalnızca başını korur, bedeninin kalan kısmı saldırıya açıktır. astroset'ten alıntıdır.




Yılan gök halklarının galaktik dinleriyle ilişkili bir semboldür. Bu konuda bulunabilen çok az bilgilerden bazılarında “yılan ve iç içe daireler” sembolleri bulunur. Yılan, içinde yaşadığı spiral galaksinin iki büyük ucunu temsil eder. Örneğin kuyruğunu ısıran yılan sembolü dünyanın bildiği en eski semboldür. Yukatan’da bulunan tabletlerde bu sembol aynen görülmektedir. Yılan burada spiral galaksiyi ifade etmektedir. İçinde bulunduğumuz Samanyolu galaksisi de bir spiral galaksidir. Bu ifadelerden anlaşılabileceği gibi yılan aynı zamanda galaktik uygarlığın da sembolüdür. Bu yılanı gördüğümüz yerde Yaratıcı’nın bir mührüyle karşılaşmış oluyoruz. Galaktik Irk “Elohimler” olarak adlandırılmaktadır. Galaktik Irk’a mensup kişilere “Yılanoğulları” adı verilmektedir. Ayrıca uzaydan gelen “Yılan Krallar”ın mührü de buna bağlıdır. Bununla ilgili olarak örneğin Kukulkan yani “tüylü yılan” sembolü Güney Amerika yerlileri arasında çok yaygındır ve bu sembol Galaktik Irk’ın bırakmış olduğu bilginin son izleridir. O dönem insanları, Galaktik Irk’tan haberdardılar ve bunu bu şekilde sembolize etmişlerdir.

Kuyruğunu ısıran yılan tekerrürü ifade eder. Bu tekerrür, kainattaki maddi ve manevi kanunların birbiriyle yakın ilgisini ifade eder. Hayatın doğum-ölüm çemberi (yılan), İlahi İrade Kanunu dahilinde seyrederek varlıkların tekamülü için müteaddit bedenlenmeleri yansıtan temel bilgiyi sembolize eder. Reenkarnasyon bir ilahi kanundur. Her dinde açık ya da kapalı bir şekilde ifade edilmiştir.

Yılan sözcüğü İslam ve Hıristiyan aleminde zihinsel karışıklıklara yol açmıştır. Günümüz insanı “yılan”ı kötü, hiçbir işe yaramayan, hain, hilekar, aşağılık, alçak bir varlık haline getirmiştir. Tevrat’ta Havva’yı baştan çıkaran yılanın iğvasıdır. Yasak olan ağaçtan yemesini temin etmiştir ve bu da Aden Cenneti’nden kovulmalarına neden olmuştur. Aden Cenneti’nden kovulan bu iki prototip yeryüzüne indirilmeden önce hemen hemen bütün ihtiyaçları hazır olarak büyük bir konfor içinde yaşamaktaydılar. Bu konfor dünyaya indikten sonra kaybolduğu için yılan bunu yaptı diye bu canlıya olumsuz nitelikler atfedildiği görülmüştür. Gerçekte o yılan bildiğimiz yılan değildir. Meyva da bildiğimiz meyva değildir. O iki prototip te ,bildiğimiz Adem ile Havva değildir.

Ergün Arıkdal