Translate

MISIR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
MISIR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Temmuz 2013 Pazar

MISIR ORDUSU HAKKINDA BİLİNMEYENLER


Büyükbabası Kavalalı Türkçe dışında bir dil bilmezken hanedanın son üyesi Kral Faruk İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Arapça bilmesine rağmen Türkçe konuşamıyordu. İngilizler başarmıştı. 

Bugün Mısır’da ikinci resmi dil İngilizce!





Osmanlı ve Mısır’da modernleşme/Batılılaşma süreci aynı dönemde başladı. Her iki ülkede de askerler modernleşme ve ulus devleti inşasının dinamosu oldu. Tıp, mühendislik, haberleşme, tarım, tekstil, matbaa, gazete, tercüme, sanat faaliyetlerine kadar pek çok alanda kazandırılan yeniliklerin tamamı orduda yapılan reformun doğrudan neticeleriydi. Peki, Türk ordusu ile Mısır ordusunun bu benzerliği/ öncü kimliği ne zaman, nasıl farklılık gösterdi?

Modern Mısır’ın kurucusu bir Osmanlı; Kavalalı Mehmed Ali Paşa (1769-1849). Kavalalı dönemin tüm askerleri gibi Napolyon hayranıydı. Ve ilginç bir tesadüf sonucunda hayatını Napolyon değiştirdi!

Fransızlar Mısır’ı işgal edince Osmanlı Serdarıekrem Yusuf Ziya Paşa komutasındaki orduyu Mısır’a gönderdi. Bu orduya Kavala’dan 300 kişi katıldı.

Bunlardan biri de Mehmet Ali adında bir askerdi.

Fransızlar Mısır’dan çıkarken Kavalalı uzaktan; Napolyon’a, disiplinli Fransız askerlerine ve üniformalarına hayran oldu.

Zekası ve cesur kişiliğiyle sivrilip Mısır’ın başına geçtiğinde ilk yaptığı yeni bir ordu kurmak oldu. Bu amaçla zorunlu askerliği başlattı; Mısır’ın yoksul halkını askere aldı; onlara üniforma, silah, para ve en önemlisi kimlik verdi.

Bu aslında “ulus devlet” olmanın ilk adımıydı; Mısır yoksulu orduya alınarak, bin yıl sonra hak ve görev duygusu içinde ülkesine sahip çıkacak bir bilince kavuşturuldu. Mısır’da (pro)milliyetçilik duyguları “ulusal ordu”nun kuruluşuyla işte böyle başladı.

Fransa nasıl krallığa son verip ulus devlet kurduysa, Kavalalı da padişah boyunduruğuna son verip ulus devlet kuracaktı.


MISIR ORDUSU’NDA TÜRK SUBAYLAR

Modern ordunun oluşumu Mısır’da eğitim-öğrenimi de geliştirdi; askeri tıp ve mühendislik okulları açıldı; Fransa’dan öğretmenler getirildi; Fransa’ya öğrenciler gönderildi.

Askerin üniforması için tekstil atölyeleri kuruldu; zamanla bunlar büyütülerek sanayinin ilk adımları atıldı. Asker iaşesi için tarım ve bayındırlık alanlarında iyileştirmeler yapıldı.

Uzatmayayım.

Peki.

Modernleşmenin itici motoru olan Mısır ordusunun bileşimi neydi?

Ordu salt Mısır’da yaşayanlardan oluşturulmadı. Osmanlı topaklarından gelen Türkler, Arnavutlar, Kürtler, Çerkezler de vardı. Keza Kavalalı asker eksikliğini gidermek için Sudan’ı işgal etti.

Mısır ordusunda “her milletten adam” bulunuyordu ama Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın kesin bir talimatı vardı:

Subaylar Türk olacaktı!

Mısır ordusunda üst makamlara gelebilmek için Türkçe konuşmak, Anadolu, İstanbul, Arnavutluk doğumlu olmak şarttı.

Osmanlı’dan alınan savaş esirleri de istedikleri taktirde Mısır ordusuna girebilecekti.

Orduda emirler, talimatnameler Türkçeydi. Kahire Harp Okulu’nda dersler Türkçe veriliyordu.

Mısırlı Araplar orduda ancak yüzbaşı rütbesine kadar yükselebiliyordu. Mülazım ve mülazım evvel (teğmen ve asteğmen) rütbelerinin yarısı Türk yarısı Arap olacaktı.

Bir taburda dörtten fazla Arap teğmenin bulunması yasaktı. Vs.

Bu durumu Kavalalı şöyle açıklıyordu: “Ben, İngilizlerin Hindistan’da yaptığından farklı bir şey yapmıyorum; onların Hintlilerden oluşan ve İngilizlerin komuta ettiği bir orduları var; benim Araplardan oluşan ve Türklerin komuta ettiği bir ordum.”


“TANZİMAT EKOLÜ”

Mısır’la aynı dönemde aynı Batılılaşma adımlarını Sultan II. Mahmud‘la (1784-1839) başlayan süreçte Osmanlı da attı. Yeniçeriler yok edildi; Osmanlı ordusu yeniden kuruldu; Avrupa’dan askeri uzmanlar getirildi; askeri tıp-mühendislik okulları açıldı vs.

II. Mahmud, Abdulmecit, Abdulaziz döneminde Sadrazam Büyük Reşid Paşa’nın yetiştirdiği Tanzimat Ekolü’nü benimsemiş Ali ve Fuat Paşa’lar Batılılaşmanın sürdürücüsü oldu. Sultan II. Abdülhamid devrinde“Tanzimatçı Paşalar” geleneği rafa kalksa da II. Abdülhamid reformlara devam etti.

Mısır’da Kavalalı’dan sonra göreve gelen Abbas, kişisel olarak içe kapanık, şüpheci ve Batı’ya mesafeliydi. Bu bakımdan dedesinden devraldığı modernleşme mirasını sürdürmedi.

Abbas’ın ardından göreve gelen Said Batı taraftarıydı; Fransızlara çok yakındı; kesintiye uğrayan babası Kavalalı’nın başlattığı çagdaşlık atılımlarına hız verdi. Örneğin Süveyş Kanalı projesi Said’in himayesinde yapıldı.

Said sonrasında göreve gelen İsmail’in bir temel amacı vardı: Mısır’ı Avrupa’nın bir parçası yapmak! Bunu İngiltere’nin yardımıyla yapacağına inandı/inandırıldı. Ülkeyi yabancı sermayeye açtı; bu parayla önemli projelere kalkıştı. Sonuçta Mısır kademeli olarak borçlandırıldı ve kısa bir zamanda ülkenin mali iflası gerçekleşti. Bunun ardından 1882’de İngiliz işgali geldi. 1922’de Osmanlı’dan bağımsızlık kazanılsa da, Kral Fuat ve Kral Faruk dönemlerinde Mısır’da İngiliz kontrolü hep devam etti.

Bu süreçte İngilizler, Mısır’daki Türk varlığını kendilerine rakip gördüğü için, sarayda Türkçe konuşulmasına, orduda Türk subayı uygulamasına, eğitimin Türkçe verilmesine ince politik ayak oyunlarıyla son verdirdi. Öyle ki…

Büyükbabası Kavalalı Türkçe dışında bir dil bilmezken hanedanın son üyesi Kral Faruk İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Arapça bilmesine rağmen Türkçe konuşamıyordu. İngilizler başarmıştı. Bugün Mısır’da ikinci resmi dil İngilizce!

İngilizler ve daha sonra Amerikalılar Mısır ordusunu siyasetin-ticaretin içine sokarak, generalliği “sınıf atlamanın” aracı haline getirdiler. Bu süreç sonunda Mısır ordusu “kağıttan kaplan” olacaktı…


ÜNİFORMALI MÜTEAHHİTLER

Mısır Arap Cumhuriyeti 1952’den günümüze kadar, üç üst rütbeli asker başkan tarafından yönetildi: Nasır-Sedat-Mübarek.

Üç başkanın da sınıfsal kökeni benzerdi: İskenderiye’nin yoksul mahallelerinden birinde bir postacının oğlu olarak dünyaya gelen Nasır; Manufiye’nin bir köyünde doğan Sedat ve aynı ilin bir başka köyünde doğan Mübarek bu dileklerle orduya girmişlerdi.

Aslında bu şaşırtıcı değildi:

Mısır halkı öteden beri yoksuldu. Fakir halklarının “potansiyel aç” çocukları hayatta başarılı olmanın, yolu olarak orduya girmeyi düşlediler hep.

Orduya girince açlıklarını unutup bu kez “sınıf atlama” peşine düştüler.

Nasıl mı?

Soğuk savaşın başlangıç döneminde Nasır ile Sovyet ilişkileri gayet iyiydi. Arap Sosyalist Birliği kurma, sosyalizm soslu Arap milliyetçiliği ideolojisini Arap halklarına yayma girişimleri gibi, Nasır’la özdeşleşen tüm politik atılımlar hep bu gelişen Mısır-Sovyetler ilişkilerinin sonucu olarak doğdu. Subaylar idealistti.

İsrail ile 1948, 67 ve 73 savaşlarında yaşanan mağlubiyetler Mısır-Sovyet ilişkisini bitirdi.

Sedat, ABD’ye yakınlaştı. İsrail’le masaya oturdu ve barış anlaşması imzalayan ilk Arap lider olarak tarihe geçti.

Sedat’a büyük tepkiler oldu ve nihayetinde bir askeri tören sırasında İslamcı militanlar tarafından öldürüldü.

Sedat gitti Mübarek geldi ama ABD-İsrail ile ilişkiler daha da artarak sürdü.

ABD ile yakınlaşmak; demokrasi, asker-sivil ilişkileri bağlamında Mısır’a bir kazanç getirmedi. ABD Mısır’da tıpkı Ortadoğu’nun tamamına yakınında olduğu gibi hep otoriter ve antidemokratik siyasi yapıyı destekledi. Bölgedeki hakimiyetini bu otoriter rejimlerin başındaki isimlerle irtibata geçmek yoluyla kurdu. ABD bu kişilere askeri-mali anlamda her türlü desteği verirken, bunun karşılığında kendilerinden hizmet bekledi. Bu kişiler de üstlendikleri görevleri şimdiye dek başarıyla yerine getirdi. Bu bağlamda, Mısır ordusunda yer alan üst rütbeli subayların bu ilişkiler sonucu nüfuzlarını siyasete yansıtması daha sık görülür oldu.

Ve…

1980’lerde devletçi ekonomik yapının kırılıp neoliberal politikaların hakim hale getirilmesi Mısır ordusundaki üst düzey komutanları parasal açıdan çok etkiledi. Ülke güvenliği dışında ekonomik alanlara da “el atarak” zenginleşen bir üniformalılar grubu ortaya çıktı.

Komutanlar öncelikle ülkenin en kazançlı kapılarından biri olan, turizmle uğraşmaya, şirketler kurmaya başladı. Ardından inşaat sektörüne girdiler. Üniformalı müteahhitler türedi. Daha sonra da bankacılık sektöründe ve zirai faaliyetlerde ordu mensubu subaylar sıkça görüldü.

Mısır rejiminin sağladığı bu avantajdan sonuna dek yararlananlar ordu içindeki üst rütbeli subaylar idi. Bunun dışında alt rütbeliler ve erat/askerlerin bundan fayda sağlamalarına izin yoktu!

Ülkenin askeriyesine egemen, siyasetine vasi durumda bulunan Mısırlı üst düzey komutanların muhtelif sektörlerde zenginleşmeleri, refah sahibi olmaları nedeniyle bir anlamda Mısır devleti içinde ayrı bir devlet ortaya çıktı. Askeri/siyasi güce eklemlenen ekonomik gücün de etkisiyle Mısır ordusu adeta devlet içinde devlet halini aldı.

Yaklaşık yarım milyonluk askeri ile Afrika’nın en büyük, dünyanın ise onbirinci büyük ordusu olan Mısır ordusunun, kimler tarafından içi oyularak etkisiz hale getirildiği ortada değil mi?

Peki aynı tarihsel süreçten geçen, modernitenin öncüsü Türk ve Mısır ordusunu zamanla birbirinden ayıran parametreler nelerdir?


CHP’NİN ZAFERİDİR BU

Türk ordusu ile Mısır ordusu arasındaki temel fark, Mısır’ın 20’inci yüzyılda bir Mustafa Kemal çıkaramamış olması. Mustafa Kemal siyasi projesi olan bir liderdi. Sadece bağımsızlıkkazanmakla sınırlı bir vizyon değildi bu. İlk baştan beri cumhuriyet ve demokrasi için adım attı. Örneğin, “Ya siyaset ya askerlik” diyerek askeri kışlasına döndürdü.

Oysaki Mısır’da İngilizlere karşı bağımsızlık mücadelesi veren tüm milliyetçilerin (Urabi Paşa, Mustafa Kamil, Muhammed Ferid gibi) tek bir hedefi vardı; Mısır’dan İngilizleri kovmak. Bunun dışında bir projeleri yoktu.

Örneğin Mustafa Kemal gibi tam bağımsızlık, modern bir demokrasi, herkesin eşit yurttaş olduğu bir cumhuriyet fikri Mısırlı milliyetçilerde yoktu. Yani İngilizlerin kovulması halinde evet ülke bağımsız olacaktı, işbirlikçi hanedan ailesi tasfiye edilecek ve cumhuriyet ilan edilecekti. Ama nasıl bir cumhuriyet kurulacaktı? Ne yazık ki bu; içi demokratik meclis gibi kurumlarla, yasama yürütme yargı gibi güçler ayrılığı temelindeki bir demokratik işleyişle doldurulmuş, bilinçli olarak planlanmış bir cumhuriyet projesi değildi. Tek bir ideolojisi vardı bu cumhuriyetin: Arap milliyetçiliği.

Mustafa Kemal ve Türkiye örneğinin en büyük farkı burası. Mısır’daki “cumhuriyetçilerin” demokrasi kaygısı hiç olmadı. Mübarek daha düne kadar oğlunu yerine geçirmeye çalışıyordu.

Örneğin, 2. Dünya Savaşı sonunda Türkiye ve Mısır iki siyasi akımın mücadelesine tanık oldu.

Mısır’da temel siyasi rekabet Nasır ve rejimi ile bunun muhalifi Müslüman Kardeşler arasında yaşandı. Neydi bu rekabetin konusu: Ülke idaresini ele geçirmek! Peki hangi yolla? İktidardakini devirme yoluyla! Her türlü demokratik aracın ve yöntemin tamamen dışta tutulduğu bir dönemdi bu. Kazanan Nasır ve rejimi oldu; demokrasi yoluyla mı ya da halkın iradesini yansıtan sandık sonuçlarıyla mı? Nasır elindeki devlet gücüyle Müslüman Kardeşleri sindirdi.

Aynı dönemlerde Türkiye’de çok partili hayata geçildi ve iktidar sandık sonucu el değiştirdi. Bunu gerçekleştiren kişi ise bugün sıkça eleştirilen İsmet İnönü’ydü.

Soğuk savaş döneminin küresel planları nedenleriyle Türkiye’de askeri darbeler yaşandı.

Ama Mısır’dan tek farkı asker ne zaman geldiyse olabilecek en kısa zamanda yerini tekrar sivillere bıraktı. Demokrasi rafa ilelebet kaldırılmadı Türkiye’de. Generaller darbeyi zenginleşme aracı olarak kullanmadı.

Bugün tek adamlığa karşı çıkan Mısır Tahrir Meydanı’ndakiler, aslında bizlere Mustafa Kemal’in, İsmet İnönü’nün ne derece büyük siyaset ve devlet adamı olduğunu gösteriyor.

Ve ne yazık ki, Türkiye bugünlerde hızla tek adamlığa gidiyor.






BİZE DE ARAPÇAYI DAYATIYORLAR !!!

SB


***

4 Nisan 2013 Perşembe

TARİHTE TIP - EFESLİ HEKİM SORANOS



Kadın Doğumcu, Jinekolog ve Çocuk Hekimi




Menander ve Phoebe nin oğlu olarak MS. 98 Efes'te doğmuş ve eğitimini tamamladıktan sonra Alexandria , Roma ve Efes’te çalışmıştır. (Trajanus-Hadrianus dönemi). O dönemlerde yaygın olan bir cilt hastalığı yüzünden MS. 138 de öldüğü sanılmaktadır. Hayatı ile ilgili fazla bir şey bilmesekte , yazdığı 4 ciltlik kitaplarından birçoğu günümüze kadar gelmiştir. “Methodic School” öğretisinin de en ünlü temsilcisiydi. 

“Ebelik ve Kadın Hastalıkları” kitabında doğum kontrolü ve doğum teknikleri ile ters doğum; MS 2 yy'da yazıldığı halde ,15 yy'da daha yeni yeni uygulanmaya başlanmıştı. Raşitizm hastalığının belirtilerini anlatmış , sinir bozukları ile ilgili önerilerde bulunmuştur. Bu öneriler günümüzde psikoterapide kullanılmaktadır.

1838 de ve 1882 de ,(6.yy.Latince çevirisini kazandıran Caelius Aurelianus'tur) basılan “Kırıklar, belirtileri ve Bandajlar” ; Akut ve Kronik Hastalıklar” birkaç önemli eserleridir.

Şimdiye dek bulunmuş en eski yazıt olan Eber (MÖ.1550-1500) yazıtlarından anlaşıldığı üzere, "Doğum kontrol ve Kürtaj" ilk kez Mısır da tatbik edilmiştir. Kadınlara özel reçeteler ile hamileliğini bitirmek isteyen (düşük) ya da hamile kalmak istemeyenlere bitkisel reçeteler hazırlanırdı. Önerilen doğum kontrolleri işe yaramadığı zamanda da , kadın kendi bedeni üzerinde hakimiyet sahibi ise, kürtaj/düşük kaçınılmazdı. (Köleler sadece sahibinin izniyle yaptırabilirdi.)

Pers imparatorluğunda da kürtaj biliniyordu, fakat hunharca yapılan kürtajlarda kişi cezalandırılıyordu. Kürtaj, Yunan ve Roma imparatorluklarında da denendi ve yasak değildi. Bir çok yazıtlarda “…vicdan azabı duyulmamıştır, başarı ile sonuçlanmıştır..” cümlelerine rastlanır. Lakin, Yunan ve Roma “doğmamışın” bile korunması görüşünü savunuyordu. Bazı yerlerde uygulanması gereken bir prosedür ise ,babanın kutsallığı bozulacağından, izni alınırdı.

Doğum ilgi çekiciydi, bir çok komplikasyonlar yaşanıyordu, hem anne hem de bebek tehlikeye girebiliyordu. Bütün bunların cevabını arayan Soranos aslında kürtaja karşıydı. Efes’te kürtaj yasal bile olsa, sadece annenin hayatı tehlikede ise kürtaja yanaşıyordu.

Spekulum, uterus sondası, sefalotribe, embryo çengeli... gibi aletleri tarif etmiştir.

Soranos aynı zamanda Tıbbın Babası Hipokrates ‘in (MÖ. 460-370) bilinen ilk biyografisini de yazmıştır.


Yunanistan’da  ‘Soranos Dostluk Ödülü’, Efesli Soranos adına iki yılda bir veriliyor. Türkiye’den bu ödülü almış kişiler;

1995- İhsan Doğramacı
1999- Erdal İnönü
2002- Doç.Dr. C.Narter (Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı-Deneysel fetal  cerrahi sunumu.İst.)
2005- Zülfü Livanelli

EKLER: 


Geburtshilfe,Frauen und Kinder Krankenheiten, diatetik der Neugeborenen



Klinischer Vortrage



SB

***


2 Nisan 2013 Salı

TARİHTE TIP - 1/4


TARİH ÖNCESİ ÇAĞLARDA

MEZOPOTAMYA VE MISIR

Tıp tarihini anlatmaya yönelik bir çalışmaya ‘tarih öncesi’ çağlardan başlamak ilk anda bir çelişki olarak görünse de insan ve onun geçmişi yeryüzünde ilk var olduğu günden bu yana devam ede gelen bir süreç olarak kabul edildiğinde aslında bir zorunluluktur. Tarih, Mezopotamya’da yazının ortaya çıkması ile başlatıldığına göre 
‘tarih öncesi’ bundan geriye doğru olan bütün dönemleri kapsamaktadır. Ancak konumuz tıp tarihi olduğundan bizim kullanımımız içinde ‘tarih öncesi’ insanın yeryüzünde var oluşundan yazının ortaya çıktığı döneme kadarki dönemi ifade etmektedir. İnsanın yeryüzünde bir evrim sonucumu var olduğu, yoksa ilahi bir güç (veya irade) ile mi var edildiği bilimsel (veya politik) tartışmasına girmeden, arkeoloji biliminin bize verdiği bilgilere dayanarak bir kaç yüz bin yıl öncesi ile bundan 6000 yıl öncesi arası bir dönemden bahsettiğimizi söyleyebiliriz. 

Tarih öncesi dönemle ilgili bilgiler, kayıtlı dokümanlar veya deliller olmadığından, temelde arkeoloji ve palaeontoloji sahasında çalışan bilim adamlarının o dönemlere ait bulabildikleri malzemelerden yola çıkarak yaptığı, tartışılmaya açık, somut olmayan fakat yinede belli bir bilimsel değeri olan ‘yorum’lara dayanmaktadır. 

Dolayısı ile tarih öncesi çağlara ilişkin yapılan her türlü yorum, her ne kadar yıllardır süren bilimsel faaliyetlerin ve analizlerin bir sonucu olsa da yeniden yorumlanmaya, değiştirilmeye ve hatta çürütülmeye son derece açıktır. Tarih öncesi çağlardaki yaşama biçimlerini ve ritüelleri anlatırken kullanılan abartılı ifadelerin yerli yerine oturabilmesi için akademik kaygıyla yapılan bu tespitten sonra şunu da ilave etmeliyiz ki, bu çağa ait argümanlar geliştirmede kullanılan diğer bir kaynak olan mevcut ilkel kabilelerin yaşayış biçimleri ve günlük uygulamaları da yeteri kadar güvenilir değildir. 
Bilim adamları günümüzde yaşayan ilkel kabilelere bakarak, ki bunlardan Orta Avustralya da yaşayan Aborijin’ler bugün dünyadaki en ilkel ve bozulmamış kabile olarak kabul edilir ve üzerlerinde bir çok araştırma yapılır, tarih öncesinde yaşayan 
insanlar ve onların tıp uygulamaları hakkında fikir geliştirirler . 

Gerek arkeolojik ve paleontolojik çalışmalardan gerekse günümüz ilkel kabileleri üzerinde yapılan çalışmalardan günümüz anlayışından ‘biraz’ farklı olarak tarih öncesinde insanlar hastalık oluşumunu doğal etkenlerden çok doğaüstü güçlere veya metafizik olaylara bağlamışlardır. Bir önceki cümlede ‘biraz’ kelimesinin tırnak içine alınma sebebi, gelecek bölümlerde de görüleceği gibi aslında hastalıkların oluşma mekanizmasının çok yakın çağlara kadar, hatta günümüzde (ilkel olmayan toplumlarda buna dahil olmak üzere) benzer sebeplere bağlanmasıdır. Tarih öncesi 
çağlarda hastalık oluşumu mekanizması olarak inanıldığı düşünülen iki sebepten -

*birincisi, öldürücü veya hastalık yapıcı bir madde veya etkinin kurbana yönelmesi; 
*ikincisi ruhun kurbanın bedeninden ayrılmasıdır. 

Birincisine örnek olarak halen Aborjinler de var olan “kemik tutma” geleneği verilir. Buna göre kötü amaçla kullanılacak kemik kurbana doğru tutulup bazı sözler ve şarkılar söylendikten sonra 
kemik gömülür ve kurbanın hasta olması beklenir. Kişinin “kemiklendiğini” öğrendiği zamanki tepkisi çok çabuk olur ve hatta buna bağlı ölümlere bile rastlanır. Diğer durumlarda ise kişiye “kemik tutulduğu”nun ilk belirtisi hastalığın başlamasıdır. Her 
halükarda hastanın arkadaşları kemiği aramaya başlarlar, ve kemik bulunursa derhal iyileşme olur. Daha sonra “kemik tutan” kişi saptanırsa şiddetle cezalandırılır hatta öldürülür. 

Kurbanın bedeninden ruhun ayrılmasına bağlı hastalık oluşumuna günümüz ilkel toplumlarında da rastlandığına örnek olarak ta Borneo da hastalanan kişiyi tedavi etmesi için profesyonel ‘ruh yakalayıcılar’ın çağrılması verilir. Charles Hose bir eserinde bu seremoniyi şöyle anlatır. Seremoni meşale ışığı altında yapılır. Hasta geniş bir daire olarak oturmuş izleyici ve arkadaşların ortasına yatırılır. ‘Ruh yakalayıcı’ trans haline geçerek kendi ruhunu, hastanın ruhunu bularak bedenine geri dönmeye ikna etmesi için gönderir. Bu sırada da ruhun yaptığı yolculuğu anlatır. Trans halinden çıkarken elindeki, hastanın ruhunu içinde bulunduran taşı kendi mekanına dönmesi için hastanın başına sürter ve ruhun bir daha kaçmasını önlemek için hastanın bileğine bir palmiye yaprağı sıkıca bağlanır. 

Bu gözlemler gösteriyor ki günümüzde yaşayan ilkel kabilelerde ve muhtemelen tarih öncesinde yaşayan toplumlarda insanlar, hastalıkları doğaüstü güçlere bağlamışlar ve bugünün psikoterapistinin kullandığı yöntemlere benzeyen şekillerde 
tedavi etmeye çalışmışlardır. Bu da, detaylarda bazı değişiklikler olsa da altında yatan prensiplere bakıldığında gök kubbenin altında asırlar geçse de çok fazla bir şeyin değişmediğini göstermektedir. 

Tarih öncesi çağlardaki hastalıklar ve bunların tedavileriyle ilgili bilgileri bize taşıyan en önemli kalıntılar kemiklerdir. Bunlardan paleolitik ve neolitik çağa ait olan bazılarında osteoartirit ve tüberküloza ait kesin bulgulara rastlanırken, diğer bazılarında büyük kemik tümörüne ve kemik ekzositozuna rastlanmıştır. 

Bunlar dışında, ortaya çıkarılan kafatasları o dönemlere ait tıbbi bir uygulamaya (veya belki de dini bir ritüele) büyük ölçüde ışık tutmaktadır. Bu döneme ait kafataslarında  (sebebini kesin olarak bilme imkanımız olmayan) trepanasyon uygulamalarına dair 
kanıtlar bulunmuştur. Kafatasında delik açma anlamına gelen trepanasyon, tarihin değişik dönemlerinde, Yeni Gine ve Yeni Kaledonya, Peru, Dağıstan ve Cezayir gibi dünyanın değişik bölgelerinde uygulanmıştır . 

Birçok arkeolog bu ilkel trepanasyon işleminin neden yapıldığı konusunda araştırmalarda bulunmuş ve bunun sebepleri konusunda görüşler ileri sürmüşlerdir. Varılan sonuç bu işlemin ritüel veya büyüsel bir dışa vurum veya tıbbi tedaviye yönelik bir girişim olabileceğidir. Ancak burada unutulan nokta tıp tarihi incelendiğinde eski çağlarda ve günümüzdeki birçok ilkel toplumda hekimler, dini ve tedavi edici yönü olan bireylerdi. Dolayısı ile dini ritüel ile tıbbi tedavi arasında hep son derece ince ve belirgin olmayan bir çizgi var olagelmiştir.

Bazılarının yanlış şekilde vurgu yaptığı gibi yalnızca tarih öncesi çağa özgü olmayan trepanasyon uygulaması, o dönemde ve daha sonraki dönemlerde var olan ve izlerine Aristo’dan başlamak üzere Batı düşüncesinde de sıkça karşılaştığımız animist (ruh ve beden ayrımına dayanan) görüşten kaynaklanan bir tedavi şeklidir. 
Günümüzdeki Borneo yerlilerinde olduğu gibi tarih öncesi çağlarda da hastalığın bir düşmandan, bir hayvandan veya bir kötü ruhtan gelen kötü etkinin bedene girmesi ile oluştuğu düşüncesi vardı. Bu kötülüğün kurbanın başından dışarı çıkması için yapılan 
trepanasyon uygulaması zaman içinde kafatası kırıklarının ve kafa içi lezyonların tedavisine yönelik bir metoda dönüşmüştür. 

Tarih öncesi çağlarda olduğu ileri sürülen ve halende kullanılan tedaviye yönelik inançlardan biriside hastalığın dokunma yoluyla başka bir bireye, hayvana hatta bitkiye geçirilmesi eylemidir. Çok eski olmayan tarihlere kadar bazı toplumlarda ölüye dokunmak hastalıkların ölüyle birlikte ‘uzun bir yolculuğa’ çıkması olarak kabul edilmiştir. Hatta idam edilecek mahkûmlar hastalara ‘el vermek’ suretiyle onların hastalıklarını kendisine alarak bunun karşılığında büyük paralar kazanmışlardır. 

Tarih öncesi çağlarda sadece ilaç veya cerrahi tedavi yoktu, aynı zamanda doğa-üstü ve fizik-ötesi güçlerinde varlığına inanıldığından bu kötülüklerden korunmak için takı ve nazarlıklarda kullanılırdı. 

Pirene’deki Trois Frères Mağarasında bulunan elleri ve kolları boyalı, kuyruğu olan, ayakları insan ayağına, yüzü hayvan yüzüne benzeyen ve boynuzları olan garip insan silueti bilinen en eski tıp adamına ait portre olarak kabul edilmektedir . 

Bu ister bir tıp adamı isterse de bir büyücü olsun hastalık ve onu tedavi etmeye yönelik çabalar insanla birlikte yeryüzünde var olmuştur. Belki tarih öncesine ait elimizdeki bulgular bizi bu döneme ait kesin kanılara götüremese de en azından şunu 
söyleyebiliriz ki hastalıklara yönelik tedavi çabaları o dönemde ve daha sonra iki farklı çizgiyi izlemiştir. Bir tanesi din veya sihirden etkilenen, hastalıkların ruhun bedenle birlikteliği veya ayrılığına dayalı, kötü ruhun bedenden ayrılması veya bedenden 
ayrılan ruhun bedene geri getirilmesine yönelik uygulamalar. Diğeri de, halen çağdaş toplumlarda bile uygulanmaya devam edilen, yöresel veya halk tıbbı olarak  isimlendirilebilecek bugünkü pozitif tıbba daha yakın tıp uygulamalarıdır. Zaman içinde birbirine karışan bu uygulamalar tarih boyunca hep birbirine koşut olarak gelmiş ve varlığını toplumlar içinde sürdürmüştür. 






MEZOPOTAMYA’DA TIP 

Yaklaşık MÖ. 4000’de Fırat ve Dicle’nin suladığı ve daha sonra ‘insanlığın beşiği’ olarak anılacak bereketli Mezopotamya topraklarında dünya’nın ilk büyük medeniyeti kuruluyordu. Büyük bir medeniyete sahip olduğu daha bu yüzyıl içinde ortaya 
çıkarılan Ur şehri üzerinde yapılan arkeolojik çalışmalarla iyice anlaşılan Sümer’lilerde temel geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktı. Sulama ve ulaşım sistemlerinin oldukça geliştiği Sümer’in başşehri Ur’da hemen bütün evlerin banyosu ve atık su tesisatı bulunmaktaydı. Tekerli araçlar kullanılıyor, aletler bakırdan imal 
ediliyordu. 

Tarihin başlangıcını belirleyen yazı MÖ. 3000’lerde Sümerlerde kil üstüne yazılan çivi yazısı olarak ortaya çıktı. Çivi yazısı kullanılarak yazılmış belgeler bugüne yalnızca genel tarih bilgisi değil o döneme ait tip uygulamaları ile ilgili önemli bilgilerde aktarmıştır. Bu tarihi belgeler arasında Londra’daki Wellcome Müzesinde bulunan MÖ. 3000 yıllarında yasayan Sümer’li bir hekim’e ait mühür ile Paris’te 
Louvre Müzesinde bulunan MÖ. 2300 lerde yasayan Babil’li bir tıp adamına ait mühür son derece önemlidir. 

Sümer krallığının Akad krallığı tarafından yıkılması, daha sonrada her ikisinin MÖ. 2000’de yıkılarak yerlerine güney’de Babil, kuzey’de Asur krallıklarının kurulmasıyla bu coğrafya’daki medeniyet zirveye ulaştı. Mezopotamya ve oradaki tıp 
ile ilgili olarak değişik şeyler yazılmış olsa da 1985 senesinde Vernon Coleman tarafından yazılan The Story of Medicine bu döneme oldukça farklı yaklaşmaktadır. 

Coleman’a göre bu coğrafya’yı tıp tarihi açısından önemli kılan, yüzyıllardır inanılan havada kötü ruhlar ve hastalık yapıcı cinlerin dolaştıkları bunların insan vücuduna girmesi ile hastalıkların oluştuğu, dolayışı ile bunların ancak ruhlara müdahale ve 
büyü ile düzeleceği inancının yıkılmasına yönelik ilk adımların Mezopotamya’da atılmış olmasıdır. Bu tespit tıbbın modern anlamda ve başlı başına bir bilim olarak gelişmesinin başlangıcını Eski Yunan (ve özellikle Hipokrat) ile başlatan görüşe ciddi 
bir cevap teşkil etmektedir. Yeni ve iyi olan her şeyin kaynaklarının Batı’da olması gerektiği, Doğu’da olanların ancak bunların taklidi veya tercümesi olabileceği -yanlış- ön yargısına Batı’lı bir yazardan gelen bu tespit bizce çok önemlidir. 

Coleman tıp dünyasındaki gelişmelerin toplumun diğer alanlarında olan gelişmelerinden bağımsız olamayacağını söylemektedir. Tıbbın gelişmesi yönünde ilk adımları atan bu insanlar ayni zamanda şehirler kuruyor, komşuları ile ticaret yapıyor veya onları fethediyor, sanat ve edebiyat eserleri yaratıyor, matematik teoriler 
geliştiriyordu. Bu disiplinlerin hiç birisi bir diğerini etkilemek veya ondan etkilenmek konusunda immün değildi. Örneğin tıbbın gerçek anlamda bir meslek olarak oluşması yönündeki ilk adımlar bir hekim veya din adamı tarafından değil bir hükümdar, Babil kralı Hammurabi tarafından atılmıştır. 

MÖ. 2000 lere ait meşhur Hammurabi kanunlarında hastaları ve hekimleri korumak, mesleğin icrasını düzenleyen belli maddeler bulunmaktadır . Günümüzde bazıları adaletsiz, hatta acımasız gibi görünse de hekimlerin yaptığı tedavi ve ameliyatlarda alacağı ücretleri belirleyen, uygulamada yapacakları hatalarda ödemesi gereken cezaları düzenleyen bu en eski mesleki kanun tıbbın bir meslek olarak belirlenip onun uygulanışı biçimini düzenlemesi açısından çok önemlidir.


NİNHURSAG İLE ENKİ / SUMER... NİNHURSAG İLK İNSANI YARATAN OLDUĞU İÇİN DOĞUM TANRIÇASI OLARAKTA ANILIR

Bu kanunlar; “Eğer doktor soylu bir kişiyi tedavi ederse, ve apsesini bronz bir bıçakla açarsa, ve hastanın gözünü kurtarırsa 10 gümüş şekel almalıdır. Eğer hasta bir köleyse sahibi 2 gümüş şekel vermelidir.” “Eğer doktor bronz bir bıçakla apseyi açarsa ve hasta ölürse veya gözünü kaybederse doktorun eli kesilmelidir. Eğer söz 
konusu köleyse yerine başka bir köle verilir.” “Eğer ameliyat sonucu köle’nin gözü tahrip olursa, operatör köle sahibine kölenin değerinin yarısını öder.” demektedir. 

Tıp ve din arasındaki bağın zayıflaması ile hastalıkların kendilerine özgü sebepleri olabileceği düşüncesi oluşmaya başlamış, ve sorunlara tıbbı çözümler bulma yönünde çabalar görülmüştür.

Babil’de tıp ve halk arasındaki tıbbı bilgi oldukça gelişmişti. Heredot MÖ. 430’da yazdığı tarihinde her Babil’linin amatör bir hekim olduğunu yazmıştır. Eski Babil’de hastalanan kişi çarşı yerine götürülür ve orada bırakılırdı. 

“Yoldan gelip geçenler hastanın yanında durup şikâyetlerini dinlerdi. Eğer yolcu buna benzer bir rahatsızlık geçirmişse hastaya tavsiyelerde bulunur, o’na tedavi yollarını söylerdi.......ve hiç kimsenin hastanın yanından sessizce geçmesine izin verilmezdi.” 

Bu anlatımlar tıbbın Babil’de ne kadar geliştiği halka kadar indiğinin bir göstergesi olarak kaydedilmiştir. Yüzyıllar geçtikce tıp bilgisi daha da gelişti. Bu döneme ait elde ettiğimiz bilgilerden, kırılan kemiklerin yerleştirildiği, tutkal emdirilmiş bandajlarla 
sarıldığını öğreniyoruz. Oldukça gelişmiş tartı aletleri ile ilaçlar hazırlandığı, doktorların belli konularda uzmanlaşarak bu tür hastalara baktığı kayıtlarına rastlıyoruz. Hatta Babil’de psikiyatristlerin var olduğu, Freud’dan bir kaç bin yıl önce, 
suç, korku ve üzüntünün insan sağlığı üzerindeki kötü etkileri olacağı bilinmekteydi. 

Babil’den günümüze kalan tabletlerden anlaşıldığına göre onlarda geniş bir materia medica (tıpta kullanılan maddeler) koleksiyonu vardı. Bu tabletlerde 120 ye yakın mineral ilaç bunun iki katından fazlada bitkisel maddenin adı geçmektedir. 

Bunun yanında değişik yağlar, bal, balmumu, sut, tuz, bira, çamur gibi maddelerin tedavi edici etkisinden de söz edilmektedir. Babil’de karaciğer’in kilden yapılmış modeli üzerinde yapılan Hepatoskopi (karaciğer okuma) uygulaması karaciğer’in 
vücudun ve ruhun merkezi olduğu, oluşan hastalıkların karaciğer üstünde gözlemlenebileceği inancına dayanmaktadır (Resim 3). Kilden yapılmış, her birinin ortasında küçük odun çubuklar dikilmiş karelere bölünmüş bir koyun karaciğeri modeli, kurban edilmiş bir hayvanin karaciğeri ile karşılaştırılır ve bu ciğerin yüzeyindeki değişikliklere göre hastaya teşhis koyulurdu. Benzer bir uygulamaya dair ifadeye İncil’de de rastlanmaktadır. 

“Babil Kralı yolların ayrımında durdu......kutsallığı kullanmak için.......şekillere başvurdu, karaciğer’e baktı” (Ezekial; 21:21).

Babil hakkında fazla bilgimiz olmasına rağmen. Babil’deki tip konusunda bildiklerimiz sinirlidir. O gün yasayan hiçbir hekimin adını bugün bilmiyoruz. Ancak yine de bu bölümde işlediğimiz dönem tarihin (ve tıp tarihinin) önemli bir halkasını oluşturmaktadır ve gelecek bölümde konu edilecek Eski Mısır’daki tip uygulamalarına geçişte önemli bir dönemi teşkil etmektedir. 





ESKİ MISIR’DA TIP 

Eski Mısır’ın tarihi ile ilgili bilgi ve belgelerden, Nil nehri’nin suladığı topraklarda M.Ö. 4000 yıllarında bir kaç milyon insanin organize bir hükümet yönetimi altında yaşadığını öğreniyoruz. Mısır’lılar şekillere dayanan ve daha sonraki modern alfabeye 
zemin teşkil edecek yazıyı keşfedip ilk olarak kullanan medeniyet olarak bilinmektedir. İnsanlık tarihindeki bu en büyük sıçramayı yapan eski Mısırlılar ayrıca günümüze kadar kalan ve hayret ve gıpta ile seyrettiğimiz piramitlerle de yalnız kültür seviyesi olarak değil aynı zamanda teknik olarak ta ne derece yüksek seviyelere 
ulaştıklarını bize göstermektedir. 

Yazının keşfi şüphesiz diğer alanlarda olduğu gibi tıp alanında da gelişmelerin onunu açmış ve belli konularda geleceğe notlar kalmasına vesile olmuştur. Şekil yazısı (hiyeroglif) zaman içinde yerini işaret yazısına bırakmış ve ilk alfabe M.Ö. 3500’de 
ortaya çıkmıştır . Yazının keşfi ve kullanımı yanında üzerine yazıldığı malzemede de yenilikler olmuş ve Mezopotamya’da rastladığımız kil tabletlerin yerini çok daha ‘kullanışlı’ olan papirüsler almıştır. 

Ancak Eski Mısır’ın bu ilk çağlarındaki tıp uygulamasına ilişkin bilgilerimiz oldukça sınırlıdır. O dönemlerde hemen her şeyin bir tanrısı vardı ve bunlar yeryüzündeki olayları kontrol ederdi.


ANTİKÇAĞ'DA DOĞUM

Örneğin , Şahin-başlı güneş tanrısı Ra kuş-başlı (bilgelik) tanrısı Thoth ki bunun ‘tıbbın (treatiese) kuralları’ kitabını yazdığı söylenir, ve aslan-başlı çocuk doğurma tanrısı Sekmet. Sağlık tanrısı Hermot‘un hikayesine göre ise kendisi şeytan Set ile dövüşürken gözünü birini kaybetmiş fakat gözü daha sonra mucizevi olarak 
iyileşmiştir. Daha sonraları Horus’un gözü bir uğur haline gelmiş ve eski Mısır’da yaygın olarak kullanılmıştır. Hatta bugün doktor reçetelerindeki R işaretinin Horus’un gözünün değişik evrelerden geçtikten sonra çizilen büyük R seklindeki tasarımından 
kalan bir sembol olduğu söylenmektedir . 


SEKMET


Bu ‘tanrılar geçidi’, aslında kendisi bir ölümlü olan, İmhotep ile zirvesine ulaşmış oldu. Eski Mısır’daki tıp hakkında sahip olduğumuz bilginin sınırlılığı, o dönemin en büyük hekiminin kim olduğu konusunda bir kanıya varmamıza imkan vermemektedir. Ancak iki isim var ki bunları anmadan geçmemiz mümkün değildir. Bunlardan birisi Sekhet’enanach diğeri ise İmhotep’tir. 

Sekhet’enanach MÖ. 3000 de yaşamış ve Firavun’un baş hekimlerinden birisi olarak görev yapmıştır. Kral, hekimine yaptığı hizmetlerin karşılığı olarak bir ödül vermek istemiş Sekhet’enanach ise portresinin bir tas üstüne yapılmasını tasa yaptığı tedavinin yazılmasını, bunun sarayın göze çarpan bir yerinde koyulmasını ve 
ölümünden sonra da mezar taşı olmasını istemiştir . O günden bize kalan anıt taşta Sekhet’enanach leopar derisi giymiş, elinde iki tane asa ile ayakta dururken arkasında hanımı elini omzuna koymuş şekilde resmedilmiş, ve altına “Kral’ın burun deliklerini iyileştirdi” yazılmıştır. Böyle bir talepte bulunmakla Sekhet’enanach 
kendini tarihteki ilk hekim olarak kaydettirmiştir. 

Tıp tarihçileri tarafından daha iyi bilinen İmhotep bazılarının ifadelerine göre antik çağların sisleri arasından bize görünen ilk hekimdir. Rakibi Sekhet’enanach ile mukayese edildiğinde İmhotep’in hekimliğine dair elimizde daha az kanıt bulunmaktadır . Tıp tarihçileri tarafından Eski Yunan’ın Aesculap’inin Mısır’daki karşılığı gibi anlatılsa da her ikisinin de zaman içinde tıp tanrısı olarak kabul edilmesi ve insanların onların türbelerinde sağlık uykusuna yatmaları dışında aralarında fazla bir benzerlik yoktur. 

İmhotep hakkında elimizdeki kesin olan bir bilgi varsa o da, MÖ. 2980 ile 2900 yılları arasında yaşayan Firavun Zozer’in baş veziri olduğu ve efendisi için inşa edilen ve bugün dünyanın en muhteşem yapıları arasında sayılan Step Piramidi’nin mimarı olduğudur. 

Maalesef İmhotep’in hekim olduğuna dair elimizde hiçbir bilgi bulunmamaktadır, ancak ölümünden sonra kendisine dua ve ibadet edilmesi, ve MÖ. 500’den sonra da tanrı olarak kabul edilmesi mutlaka tıpla ilgili bizim bilmediğimiz bir şeyler yapmış olabileceği düşüncesini uyandırmaktadır. İmhotep’e ait olduğu söylenen, 
10 tanesi British Museum’da 31 tanesi Wellcome Tıp Tarihi Müzesi’nde bulunan heykellerin hepsinde İmhotep elindeki papirüs ile oturuyor vaziyette resmedilmiştir. 


İMHOTEP


İmhotep’in anısına Memphis, Thebes ve Philae’da tapınaklar yapılmıştır. Halk burada gelip uyuduklarında şifa bulacaklarına inanmaktaydı. Bu üç tapınaktan kalan sonuncusu da Assuam’da inşa edilen barajdan sonra sular altında kalmıştır. 
İmhotep’in Memphis şehri yakınlarına gömüldüğü söylenmektedir ancak şu anda mezarı bulunamamıştır. Belki bir gün bulunursa, Sekhet’enanach’ a kaptırdığı ‘tarihteki ilk tıp adamı’ olma unvanını da geri alır. 

Yazının keşfi ve papirüsün kullanılması Eski Mısır’a ait tıp bilgilerinin tamamının günümüze kalmış olabileceği düşüncesini uyarmasına rağmen, bugün elimizde olan papirüsler, muhtemelen, çok büyük bir külliyatın sadece ufak bir parçasıdır. Bu papirüslerden edindiğimiz bilgiye göre, eğer hekim mevcut bilgilerine sadık kalarak ve iyi niyetli olarak tedavi etmeye çalışmasına rağmen hasta ölürse hekimin bundan dolayı cezalandırılamayacağını, ancak eğer hekim tıp’ta kullanılan denenmiş metotlar dışında bir şekilde hastayı tedavi ederken hasta ölürse hekiminde öldürüleceğini öğreniyoruz. 

Her ne kadar elimizdeki sınırlı sayıdaki papirüsler ile Eski Mısır’daki tıp  konusunda bir kanıya varmak güç olsa da tıp tarihi ile uğraşan bilim adamları için en önemli belgeler niteliğindeki bu eserler büyük bir özenle korunmuş ve incelenmiştir. 

Bu papirüslerden en iyi bilineni Ebers Papirüsü (EP)’dur.M.Ö. 1500’e ait olduğu düşünülen EP 1862de Profesör George Ebers tarafından Thebes’de bulunmuştur. 



Halen Leipzig Üniversitesinde saklanan EP’in yalnızca elde bulunan en eski tıp kitabı olmadığı ayni zamanda geçmişten bugüne kalan en eski kitap olduğu kabul edilmektedir. Orijinali 10 metrelik bir rulo olan bu doküman 110 sayfadır ve 900 civarında reçete içermektedir. EP sihir ve büyü de dahil birçok hastalığa karşı tedavi 
önerileri içermektedir. EP’de 15 karin (abdomen) hastalığı, 29 göz hastalığı ve 18 deri hastalığı tarif edilirken 21’den fazla öksürük tedavisi anlatılmaktadır. Basta bitkisel olmak üzere, mineral ve hayvansal maddelerinde kullanıldığı 700 ilaç ve 800 formül 
bulunmaktadır. 

EP’nde geçmiş dönemlere ait bilgilerden alıntılar yapıldığına dair bir çok kanıt bulunmaktadır ve bu papirüs’ün değerini bir kat daha artıran, ilk sahibinin kenarlara düştüğü, “Çok güzel, ben sıklıkla kullanırdım”, “Harika bir ilaç” gibi notlardır. Papirüsten elde edilen bilgilerden bitkilerin çok yaygın olarak kullanıldığı anlaşılıyor. 


Bunlar arasında soğan, sarımsak, tahıllar, reçine, Hint keneviri, senna, kimyon, kekik ve Hint yağı bulunmaktaydı. Ayrıca hipopotam yağı, aslan yağı, yılan ve kaz yağı ile, domuz safrası, kaz sütü ve boğa yumurtalığı gibi hayvansal kaynaklı ilaçlarda 

kullanılmaktaydı. Bakir sülfat’ında göz hastalıklarının tedavisi ve korunmasında yaygın olarak kullanıldığı bilinmektedir. 

Eski Mısır’da nasıl ki her tanrı farklı şeyleri kontrol ediyorsa buna benzer şekilde farklı konularda uzmanlaşmış hekimler (swnu) vardı. Heredot tarihinde 
“Mısır’da her hekim kendini farklı bir hastalığı tanıma ve tedavi etmeye adamıştı. Bazısı göz, bazısı baş, bazısı diş, bazısı da bağırsak hastalıklarını tedavi etmektedir” diye yazar. Swnu üç tedavi edici grup arasında sadece birini oluşturmaktaydı.


Diğerleri Sekhmet rahipleri ve büyücülerdi. Tedavi ediciler arasında özel isimler alanlarda vardı örneğin Iri ‘Kral’ın Bağırsak Koruyucusu’ anlamına gelmektedir ve muhtemelen Firavun’un lavman uzmanıydı. Barsak temizliği ve lavman’ın Eski Mısır’lılarda özel bir önemi vardı. Eski Mısırlılar hastalık oluşumunda bağırsakta çürüyen ve kokuşan maddelerin önemli bir faktör olduğuna inanırlardı. Bu yüzden, her ayın üç gününü barsak temizliği ve lavman yapmaya ayırdıkları Heredot tarafından kaydedilmiştir. 


Eski Mısır’da tıp seviyesinin dönemin genel kültür seviyesiyle mukayese edildiğinde düşük olduğu düşüncesi hakimken, EP ile ayni dönemlerde Luxor’da Amerikalı Egyptologist Edwin Smith tarafından bulunan ve kendisinin ölümünden sonra New York Tip Cemiyetine bağışlanan papirüs bu kanaati değiştirmiştir. Edwin 

Smith Papirusu (ESP) olarak anılan ve 1930 da Breasted tarafından incelenerek açıklanan papirüste, içinde yaralar ve yaralanmalarında bulunduğu, 48 vakanın detaylı teşhis ve tedavisi anlatılmaktadır. 

‘Cerrahi Papirüsü’ olarak ta bilinen ESP’den yaraların ilk gün taze et ile bandaj uygulanarak, daha sonra yağ-bal karışımı ile sarılarak tedavi edildiğini; kırıkların destekler arasına alınıp reçine emdirilmişbandajlara sarılarak tedavi edildiğini öğreniyoruz. Ayrıca ESP’den edindiğimiz bilgiler Eski Mısır’da dini bir rituel olarak sünnetin uygulandığını göstermektedir. MÖ. 1600’lere ait olduğu düşünülen papirüste sunulan bazı vakaların tedavisinde önerilen uygulamaların bugünkü anlayışa yakınlığı dikkat çekicidir. Bunlardan birisi çenesi çıkan bir hastaya yapılması gereken uygulamayı anlatmaktadır: 


“Eğer bir adamın çenesi çıkmışsa o’nu ağzı açık şekilde bulursun. Ağzını kapatamaz. Her iki elinin baş parmaklarını alt çene kemiğinin iç köşesine ağzın içinden yerleştirir, diğer parmaklarını çene altına koyarsan ve alt köşeleri geriye itersen çene yerine yerleşir.” 

MÖ. 1400 tarihine ait, Hearst Papirüsü 1899 da bulunmuş ve şu anda California Üniversitesi’nde bulunmaktadır. Bu papirüs içerik olarak EP’e oldukça benzemektedir. MÖ. 1850’de yazıldığı düşünülen Kahun Papirüsü 1889’da Sir Flinders Petrie tarafından keşfedilmiştir. Daha çok jinekoloji kitabini andıran bu 
papirüste gebeliğin tespiti ve kontrasepsiyon yöntemleri yanında hayvanlarla ilgili tedaviler yer almaktadır. Timsah pisliği, bazı bitkiler ve bal karışımından oluşan fitiller şeklinde hazırlanarak rahim ağzına uygulanan kontraseptifler ise yaramış olmalı ki Eski Mısırlılar infantisit (yeni doğanın öldürülmesi) uygulamaksızın nüfus 
planlaması yapabilmişlerdir. 

MÖ. 1350’ye ait olduğu düşünülen ve British Museum’da bulunan Londra Papirüsü maternal (gebe kadının) bakımı ve büyüye ilişkin bilgiler içerirken, MÖ. 1450’de yazılan ve Berlin Müzesinde saklanan Berlin Papirüsleri anne ve bebeğin büyüden korunması ve büyüye karşı tedavisi yanında bazı çocuk hastalıklarının 

tedavisini anlatma özelliği ile muhtemelen ilk Pediatri kitabi olarak kabul edilebilir. 

Bu meşhur papirüsler dışında yakın tarihlerde daha bir çok papirüs bulunmuştur ve bunlar Kahire’deki müzelerde saklanmaktadır. Büyüler, reçeteler ve ilaç isimleri içeren bu papirüsler daha önceki örnekleri gibi Eski Mısır tıbbını anlama yönünde bize ışık tutmaktadır. 


Eski Mısır’da tıp ile ilgili bir çalışmada insan bedeninin ölümden sonra korunması gibi garip bir adete dayalı olan mumyalamadan bahsetmemek mümkün değildir. Daha eski çağlarda kuru ve sıcak çöl kumlarına gömülen cesetlerin yıllarca bozulmadan kalması Mısır’lılara bu doğa tarafından yapılan korumanın yapay 

yöntemlerle de yapılabileceği düşündürmüş olabilir. Zamanla değişen ölü defin gelenekleri ile tabut içine veya bir piramit’in odasına koyulan cesetler kısa sürede bozulmaya başlayınca Eski Mısır’lılar ölüleri korumaya yönelik olarak mumyalama 
işlemine başladılar.






Mumyalama: 

Eski Mısır’da mumyalama işleminin yapılmış olması bize, ‘ölünün kutsallığı ve dokunulmazlığı’, tabusunun Mısır’da olmadığını göstermiştir. Mumyacılık o dönemde ayrı bir meslek grubunu teşkil ediyorlar ve düşük bir sınıf olarak kabul ediliyordu. 

Mumyalama işlemi Mısır’da MÖ. 4000 ile MÖ. 600 yılları arasında uygulanmış ve tahminen bu sürede 700 milyon insan mumyalanmıştır.


Kendine özgü kuralları olan mumyalama işlemini Heredot tarihinde oldukça detaylı olarak anlatmıştır: 


“Önce çengel şeklinde bir metal ile burundan girilerek beyin boşaltılır. Kalan parçalar temizlenip kafanın içi ilaçlarla yıkanır. Daha sonra vücudun yan tarafından keskin bir taş ile küçük bir kesi yapılarak karın içindeki organlar boşaltılır ve karın içi [myrrh, casia], sarı sakız, çin tarçını ve değişik baharatlar ile doldurulduktan sonra ceset 70 gün [natron] katran içinde bekletilir. Bu süre sonunda beden yıkanıp tutkal sürülmüş keten bantlar ile tepeden tırnağa kadar sarıldıktan sonra yakınlarına verilir. Yakınları oluyu insan şeklinde yapılmış tabut içine yerleştirip dik vaziyette özel olarak hazırlanmış odalara koyarlar. Bu anlattıklarımız mumyalamanın en pahalı şeklidir.” 

Daha ucuza mal edilen mumyalamalarda ise sedir yağı vücut boşluklarına enjekte edilir, veya ölüler tuzlu su içinde bekletilirlerdi. Mumyalamada dikkate değer bir nokta, ruhun merkezi olduğuna inanılan kalbin dokunulmadan yerinde bırakılmasıdır. Diğer bütün iç-organlar yerinden çıkarılır, özel koruyucular ile muamele edilir, paketler halinde sarılıp tekrar karın boşluğuna koyulurdu. Bazı bilim 
adamları birçok mumyadaki yanık izlerinden yola çıkarak, mumyalamada bedenin kurutulup suyunun alınması işleminin ısıtma yoluyla yapıldığı kanaatine varmışlardır. Bu ısıtma sırasında reçine kendiliğinden erimekte ve bandaj uygulaması kolaylıkla yapılabilmektedir.

Çok ilginç şekilde, Eski Mısır’lılar uyguladıkları mumyalamalara rağmen ne insan anatomisi ve fizyolojisine, ne de ölüm sebebini araştırmaya ilgi duymamışlardır. 


Ancak yine de bu garip adet, adeta materyallerin uygun koşullarda koruyarak bugünün bilim adamlarına patolojik incelemeler yapma imkanı vermiştir.



Prof.Dr.Şahin Aksoy (1965-2012)
2008-2012 Şanlıurfa Tabip Odası Başkanlığı


Devam edecek...



***

12 Mart 2013 Salı

BAŞLANGIÇTAN GÜNÜMÜZE YILAN KÜLTÜ




Yılan Bilgeliği ve Pleiades 


Geçmişimizde ne kadar çok yılan hikâyesi vardır; mitolojide, destanlarda, tarihi eserlerde, hikâyelerde ve kutsal kitaplarda… Havva’yı baştan çıkarıp cennetten kovduran yılandır. Ama insanları iyileştirip şifalandıran Tıp Biliminin sembolü de yılandır.

Yılan bir sürü yerde karşımıza farklı isimlerle çıkar: 

Naga, Nagual, Nacaal, Adder, Djedhi, Amarus, Levites, Ejderha, Ejder, Quetzlcoatl (Kukulkan), Şahmeran, Serpent, Snake, Typoon, Nahaş… 


Mısır firavunları Kobrayı başlarında taşırdı. Tevrat’taki Nahaş kelimesi hem yılan, hem sırları bilen anlamına gelirdi. Sümer’de Tanrı Enki’nin sembolü yılandır. Tufanda Utnapiştim’i uyandırıp uyaran yılandır. Zeus ve Maia’nın oğlu ve habercisi Hermes, yılan dolalı bir asa ile düşmanını yenmiştir. Güney Amerika’daki kadim Meksika, Aztek, Toltek, Maya uygarlıklarının gökten gelen tanrıları yılandır. Eski Türk inanışlarında Ejderha; kutsal, göksel ve iyi bir varlıktır.

Kundalini; üç buçuk kez (yedinin yarısı) kıvrılıp uyuyan spiral bir yılan demektir. İnsanın içindeki ateşi göstermek üzere Kundalini kelimesi kullanılır. Bireysel uyanışın, aydınlanmanın ve bilgeliğe ulaşmanın sembolüdür. Mısır’da Roma’da resmedilen kanatlı yılan Kundalinidir. Uyuyan spiral bir yılan… 

Bütün bu mitsel kalıtlara göre yılan; bugünkü kötü imajına inat, aslında yaşamın öz ateşi ve bilgelik sembolüdür. Işıktan dünyaya, yani maddeye inişin başlangıç noktasında bir yılan; çöreklenmiş ve kıvrılmış oturuyor sanki.

Etimolojik açıdan Evren sözcüğü ‘eviren’, ‘çeviren’ anlamına gelir. Eski Türkler ve Çinliler’de gök çarkının/çarklarının döndüğü kabul etmekte ve onlar gök kubbenin en alttaki çemberini bir çift gök ejderinin çevirdiğine inanmaktaydı. Ejder gök çarkını ve buna bağlı olarak da ‘yaşam çarkı’nı çevirmekteydi. Böylece Eski Türklerde ‘ejder’ de evren olarak adlandırılmıştır. 


Kazan Metrosu girişindeki Zilant heykeli Tatar ejderhası (Yılan/Zilant)

Eski Anadolu antik edebiyat el yazmacıları tarafından anlatılanlara göre, bir zamanlar Anadolu’da tanrısal bilgeleri doğuran kadın, yılan olarak görülüyordu. Ve oturduğu kentin adı Piytion’du. Pi sözcüğünün anlamı ‘baba’dır. Sözcüğün to eki ise ‘sen’ demektir. Pito yani senin baban, senin atan anlamındadır. Piyton kenti ise senin babanın, senin atanın oturduğu kent anlamındadır. 

Mitolojide Tanrıça Gaia’nın da yılanları vardır. Kadın Tanrıçaların elindeki bu yılanları Zeus ele geçirmiştir. Apollon ve Zeus’la süreç, artık erkek egemen duruma geçiştir. En baştan beri Babil, Mısır, Girit, Anadolu’da da eski inançlar içerisinde kadın tanrıçalar yılanla bir tutulmuştur. Bilgelik ve bilicilikle yılan, ilişki halindedir. 


Hindistan’da insiye bilgelere ve kâhinlere, ‘akıllı yılanlar’ anlamına gelen ‘Nagalar’ denirdi. Alnın tam ortasına sembolün konması, yılan gibi akıllı olmak için iç psişik melekelerin kullanılmasını ifade ederdi. Mister Okulu’nun sadece en yüksek inisiyelerine yılan başlığı takma izni veriliyordu. Başını kaldırmış yılan, aşağıdan yükselen kundalini, Yılan Ateşi’ni sembolize ederdi. Kundalinin yükselmesi ve üçüncü göz’ün açılmasıyla kişi büyük bilgeliğe ve spiritüel yaratıcı güce ulaşır; her şeyin sonsuzluğu bilinir olurdu. 

Hint yazmalarında ve efsanelerinde Naga ırkı, yeraltında yaşayan ve yüzeyde insanlarla irtibata geçen bir yılansı ırktır. Bu yılanların kimilerinin insana dönüştüğü yazar. Hint yazmalarında bunlardan başka Sarpa denen bir başka yılansı ırktan daha söz edilir. Ayrıca Hint okyanusu civarında ve sonradan denizin dibine batmış bir ülkede var olduğu söylenen bir yılan krallığının bahsi geçer. 

Antik Kolombiya mitolojisinde de ilksel kadın olan Bachue; büyük bir yılana dönüşür ve bazen ‘ilahi yılan’ olarak adlandırılır. 

Tevrat’ın içinde adı geçse de kendisi ortada olmayan kayıp kitaplarından Yaşer’in Kitabı’nda Masonik dinin kurucusu sayılan Nemrut’tan ve insanlığın yaratımında söz sahibi olan bir yılan-ırkından söz edildiği iddia edilir.

Aborjinlerde pek çok tanrı yılan isimleriyle tanımlanır. Ungud bazen dişi bazen erkek olan bir yılan tanrıdır. Wollunqua (yağmur ve bolluk) bir yılan tanrıdır. 

Atina’nın ilk kralı olan efsanevi Cecrops yarı insan yarı yılan olarak bilinir. Yunan mitolojisindeki birçok Titan ve dev kanatlı insansılar şeklinde karşımıza çıkarlar. Tek farkları bacak yerine yılansı gövdelere sahip olmalarıdır; ejderha şeklindedirler. Örneğin Boreas, kuzeyin soğuk rüzgârını getiren ve yılan gövdesine sahip olan kanatlı bir Yunan tanrısıdır. 

Afrika’daki bazı geleneklerde şamanların, derin ezoterik bilgi öğreten bir yılan-ırk olarak tanımladıkları Chitauri’lerden ders aldıklarına inanılmaktadır.




Güney Amerika Uygarlıklarında Yılan 


Afrika’daki bu inanç, Amerikan yerlilerinin dimethyltryptamine içeren ayahuasca uyuşturucusuyla yaptıkları çalışmaların içeriğine benzerdir. Bu bitkiyi kullanan yerli Amerikan şamanların çoğu, yılansı ve uzaylı benzeri varlıklarla iletişime geçtiklerine ve onlardan ders aldıklarına inanmaktadırlar. 

Mixcouatl, Aztek Savaş ve avcılık tanrısıdır. Bulut yılanı anlamına gelir. Tezcatlipoca’nın aldığı isimlerden biridir. Toltek, Aztek, Maya tanrılarının birçoğu yılanla sembolize edilmiştir. 

Mark Amaru Pinkham’a göre; Nagual kelimesi yılan demektir. (Bilgelik Yılanlarının Dönüşü adlı kitabın yazarıdır)

Toltek bilgeliği öğretilerine göre; ( Carlos Castaneda Kitapları) Nagual kelimesi, doğaüstü güçlere ve bilgeliğe sahip olan büyücü anlamında kullanılır. ( Nahuatl dilinde Nagual kelimesinin tıpkı Mason kelimesi gibi, İnşaatçı Ustalar anlamına gelmesi ilginç bir benzerliktir) Kendi dünyasal âlemimiz dışında başka dünyalarda yaşama yeteneğine ise, Nagual’a geçmek denir. Evrenden akan enerjiyi aktığı gibi görebilmek ve dünya dışı güç alanında yaşamak olarak tanımlanan Nagual olma durumu, insan biçiminden çıkıp farklı varlıklara dönüşebilme yeteneğidir. Yaqui kızılderilisi Don Juan Matus’a göre eski şaman kadim atalardan kalan bu öğretinin sırları, insanbilimci Carlos Castaneda tarafından bir kitap diziniyle anlatılmıştır. İlk kitap Don Juan Öğretileri, sanrılandırıcı bitkilerin kullanımıyla geçilen olağandışı zihin hallerini ayrıntılı olarak anlatır. 

Toltek başkenti olarak kabul edilen Tula'daki en çarpıcı eserlerden biri, Atlant denilen dev taş heykellerdir. Bunlar alçak bir piramit platformunda duran, muhtemelen vaktiyle bir tapınağın çatısını taşımakta olan, yani sütun görevi gören heykellerdir. 4.6 metre yüksekliğinde, tüylü saç modeli olan ve mızrak taşıyan bu heykeller, eski Amerika uygarlıklarında genel bir ilah olan ve bu kentte bazen Toltek hükümdarlarıyla, bazen de sabahyıldızı özdeşleştirilen Quetzalcoatl'ı (tüylü yılan) temsil eder. Bu ad, Toltekler ve Aztekler'de ‘sakallı yılan’ anlamına gelir. Buradaki sütunlardan bazılarına, mimari örnek ve damgalara, Yucatan'daki Chichen Itza bölgesinde de rastlanır. 



Azteklerin anası Coatlicue, Tula kenti yakınında Yılandağ (Coatepek) tepesinde bir tapınağı süpürürken gökten bir tüy topu düşmüş ve onu bağrında saklayınca Huitzilopochtli’ye hamile kalmıştır. 

(Tula kenti için bir not: Astrolojik çembere göre 3 derece boğa burcu, Krittika denilen bizim Pleiades (Süreyya) diye tanıdığımız takımyıldıza karşılık gelmektedir ve akrep burcunun (Vishakha) 3 derecesi ise Sanskrit dilinde Tula diye adlandırılan bizlerin terazi burcunun kuzey ve güney ucu diye bildiğimiz noktaya denk gelmektedir.)

Tüylü yılan Quetzalcoatl birçok efsanede yer almış, hatta İspanyollar kıtayı işgale geldiklerinde Quetzalcoatl ile ilgili efsanelerden ötürü yerliler bu istilacıları saygı ile karşılamışlardı. 


Çin Mitolojisinde Yılan 

Çin Mitolojisinde de ilginç göksel ve yılan hükümdarlar vardır. Amerikalı mitoloji uzmanı Joseph Campbell ‘Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’ adlı kitabında ‘Ulu Üçler’ diye adlandırılan ve M.Ö. yaklaşık 3000 - 2500 yılları arasında yaşadıkları söylenen üç imparatordan bahsetmektedir. Üçü de bazı olağanüstü özelliklere sahiptir. Fu Xi "Göksel İmparator" diye bilinmektedir. Rahme düşüş hikâyesi mucizevî nitelikler göstermektedir. 12 yıllık bir gebelik döneminden sonra doğmuştur. İnsan kolları ve öküz başı taşıyan bir yılan vücuduna sahiptir. 

Fu Xi'den sonra insanları onun halefi ‘yersel imparator’ Shen Nong yönetmeye başlamış. Shen Nong boğa başlı, insan vücutluymuş. Mucizevî bir ejderin etkisiyle meydana gelmiş. Bundan utanan annesi, bebeği bir dağ kenarına bırakmış fakat vahşi hayvanların onu besleyip koruduğunu öğrenince eve götürmüş. Çin tıbbının temeli de bu imparatora dayanmaktadır. Shen Nong, yetmiş zehirli bitki ile panzehirlerini keşfetmiştir. Karnına bir cam dayayıp her bitkinin sindirilişini oradan izleyebiliyormuş! 

Shen Nong'dan sonra Huang Di, yani ‘sarı imparator’ yönetime geçmiştir. ‘sarı imparator’ denmesinin nedeni şudur: Annesi Chao Tian eyaleti prensinin bir metresiymiş. Büyük Ayı takımyıldızı çevresinde göz alıcı altın bir ışığa rastlayınca gebe kalmış.

Huang Di'nin de olağanüstü özellikleri vardır. Yetmiş günlükken konuşmaya başlamış, on bir yaşında tahta çıkmış. Fakat en ayırt edici özelliği düş görme gücüymüş. Ona " düşler imparatoru " denmesi daha uygun olurdu! Huang Di, uykuda, en uzak bölgeleri ziyaret edebilir ve doğaüstü dünyadaki ölümsüzlerle konuşabilirmiş (Toltek bilgeliğindeki en önemli bilgilerden birisi de rüyaların başka dünyalara gitmek için kullanıldığıdır). Tahta çıktıktan sonra tam üç ay süren ve kalbini denetleme dersi aldığı bir düş görmüş. Bir üç ay daha süren bir düş gördükten sonra, insanlara ‘öğretme gücü’yle geri dönmüş. Onlara, doğanın güçlerini kalplerinde denetlemeyi öğretmiş.


Hermetik Bilgilerde Yılan ve Yedi Irk 

Hermetik bilgilere göre fiziksel âlem, süptil âlemin aynasıdır ve ruhlar bir zaman sonra büyük ışığa doğru çekilirler, onlara yol gösterilir. Evrende kozmik yasalar işlemektedir. Hermetizme göre eski insanların kökeni Dünya-dışı’dır. Hermetika adı verilen bilgilerin, eski Yunanca ve Latince yazılmış eldeki parçaları bütününe verilen ad; Zümrüt Tabletler’dir. 

Hermes-Thot’un öğretisine ait kimi metinler - İskenderiye yangınından ve bağnazların ellerinden kurtulabilmiş bilgiler - bir miktar anlam kaybına uğrasa da, Kilise’nin tüm çabalarına rağmen Avrupa’da yayılmayı başarmıştır.

Hermes’in (Hermes’in Toth ile aynı kişi olduğu söylenir) Zümrüt tabletlerinin bilgilerine göre; meditasyon ve duaya yönelen Hermes’e bir ejderha görünmüştür. Anlatılanlar şöyledir: 

Bu suret kanatları gökyüzünü kaplayan, bedeninden her yöne ışıklar saçan Yüce Ejderha’ydı. Yüce Ejderha, Hermes’e adıyla seslendi ve ona Dünyanın Gizemi hakkında neden düşündüğünü sordu. Gördüğü şeyle dehşete kapılan Hermes ejderhanın önünde kendini yere attı ve kim olduğunu açıklaması için ona yalvardı. Yüce Varlık, kendisinin Poimandres, Evrenin Aklı, Yaratıcı Zekâ, her şeyin Mutlak Hâkimi olduğunu bildirdi.

Bunun ardından Poimandres hemen şekil değiştirir. Durduğu yerde göz kamaştıran, nabız gibi atan bir Nur vardır. Bu Işık, bizatihi Yüce Ejderha’nın ruhani doğasıdır. Hermes görkemin ortasında ‘yükseltilir’ ve maddi evren onun bilincinden silinir. Hızla koyu bir karanlık çöker ve karanlık genişleyerek Işık’ı yutar. Her şey sarsılır. Etrafında suya benzer bir töz girdap halinde döner ve ondan dumana benzeyen bir buhar çıkar. Etraf dile gelmez iç çekişlerle ve acı haykırışlarla dolar, bu sesler sanki karanlık tarafından yutulan Işık’tan gelmektedir. Aklı Hermes’e ışık’ın spiritüel evrenin şekli olduğunu ve dönen karanlığın onu yutan maddi töz olduğunu söyler. 


Yine Hermetik bilgilere göre: 


“Doğanın Semavi İnsan ile evliliğinden, hepsi iki cinsiyetli, hem erkek hem kadın olan ve iki ayağı üzerinde duran ve her biri Yedi Yöneticiden birinin doğasına sahip yedi insan doğurdu. Bunlar, yedi ırk, yedi tür ve yedi çarktır. Yedi insan bu şekilde yaratılmıştır. Toprak dişil element ve su eril elementtir; ateş ve esîrden ruhlarını aldılar ve Doğa insan türünde ve suretinde bedenler yarattı. Ve insan Yüce Ejderha’nın Hayat ve Işık’ını aldı. Ruhu Hayat’tan ve Aklı Işık’tan yapıldı. İçinde ölümsüzlük olan ama ölümlülükten de pay alan bütün bu birleşik yaratıklar, bir süre bu hal içinde devam etti. Kendilerinden kendilerini yarattılar, çünkü onlar hem dişi hem erkekti. Fakat dönemin sonunda Kaderin düğümü Tanrı tarafından çözüldü ve her şey serbestleşti. Ve Tanrı bunu söylediğinde, Takdiri İlahi Yedi Yöneticinin yardımıyla cinsiyetleri bir araya getirdi, onları birbirine karıştırdı, kuşakları yarattı ve her şey kendi türüne göre çoğaldı. Bedeni severek bağlanma hatasına düşenler ölüme ait şeyleri hissederek ve onlardan acı duyarak karanlıkta dolaştı, fakat bedenin ruhun tabutundan başka bir şey olmadığını kavrayanlar ölümsüzlüğe yükseldi.” 

(Hermes’in Zümrüt Tabletlerinin, yani Toth’un Ölüler Kitabı’nın masonların elinde olduğu iddia ediliyor. 33 sayısı Masonlukta, üstatlığı temsil eder. Alcyone, Pleiades’teki en parlak yıldızdır ve böylece Alcyone 33 derecedir – mistik temel rakam. Master ikiye bölününce Ma / Ster olur ve anlamı Ana Yıldız (Mother Star) demektir. Böylece Alcyone Ana Yıldızın sayısıdır – 33 derece) 

Bu kadar çok yılan sembolü ve tanrısının özellikle insanın yaratılışı ve bilgeliği ile ilgili mitlerde yer alması sadece tesadüf olabilir mi? 
DİDİM
Medusa, gözlerine bakanı taşa çevirdiğine inanılan yılan saçlı, keskin dişli, dişi canavardır. Perseus, Medusa’nın başını kestiğinde Poseidon'dan olan çocukları Pegasus ve Chrysaor dışarı fırlamıştır. Kandamlaları Libya çöllerinde birer yılana dönüşmüşlerdir. Daha sonraları bu yılanlardan biri Mopsus'u öldürmüştür.

Bütün yaratılış efsanelerinde ve kutsal kitaplarda göklerden inen yılan biçimli tanrıların üstün özellikleri vardır. Yılan tanrılar yeryüzündeki insanlara, bilginin yolunu, teknolojiyi, inşaatçılığı, alfabeyi, astronomiyi öğretmiş, hatta tufandan kurtarmıştır. Bu yılan tanrıların mitsel hikâyelerinin hemen hepsinde, gökten inen bir ışıkla gebe kalan dünyalı dişilerden bahseder. 


Yılan Tanrılarla Pleiades Bağlantısı 


Bütün eski efsanelerdeki mitsel yılanlar, göklerle bağlantılıdır ve uzaydan gelip uygarlık kuran (Extra-terrestrial) varlıklardır. Atlantis’teki yıldızlararası yılanlardan bazılarının Pleiades’ten geldiği söylenir. Bu androjen (çift cinsiyetli) yılanlar, kutsanmış yedili diye bilinir (Yılan söz konusu olduğunda ilginç bir şekilde yedi sayısı gündemdedir). 

Pleiades’lilerin insanoğlunun zihnine kıvılcım aşılamak için dünyaya yolculuk yapmış oldukları iddia edilir. Bu konuda özellikle Cherokee yerlilerin kayıtlarında bulunan söylemler anlamlıdır. 

Pleiades görevlilerin yeryüzü üzerinde İnsan topluluğu ile eşleştikleri ve onların soyunun Atlantis’te devam ettiği söylenir. Benzer bir şekilde Yunanlı tarihçi Diodorus; Pleiadesli yedi kız kardeşten ikisi olan Celoene ve Alcyone’un, Atlantis kralı Poseidon ile çiftleştiği ve onların çocuklarının da Atlantis sakinleri olduklarını anlatmıştır. 

Pleiades yıldız sistemi, Ülker, Süreyya, Pervin olarak da anılır. Bir açık yıldız kümesidir. Boğa takımyıldızında (Taurus) bulunur. Dünya'ya en yakın açık yıldız kümelerinden ve büyük ihtimalle de en ünlü ve çıplak göze en güzel gözükenlerdendir. Ülker'in görünen yıldızları Yedi Kızkardeşler olarak da bilinir. Güneş sistemimiz her 25.860 yılda bir Pleiades çevresinde bir tur dönmektedir. Pleiades üzerinde yapılan astronomi çalışmalarına göre Güneş sistemimiz ve başka birtakım sistemler, Pleiades sisteminin bir parçasıdır. 

Bu sistemin döngüsüne göre on binlerce yıl Galaktik gece denilen karanlık çağı yaşadığımız, 2000 yıl kadar da ışık çağını yaşayacağımız iddia ediliyor. Bazı bilim adamları tarafından kıyamet zamanı ya da Maya takvimindeki zamanın sonu diye tanımlanan döneme girmek üzere olduğumuz söylenmektedir.

Foton kuşağı diye adlandırılan bu iddialara göre; bu süreç 2012 yılında başlayacak ve dünyamız büyük bir enerji kuşağının içine girecek ve uyanış çağı başlayacaktır. Bir önceki foton çağı döneminin Atlantis zamanına rastladığı iddia edilmektedir. Işık bölgesine geçiş sırasında tüm teknolojinin duracağı, buna karşın insanların özel yetenekler kazanacağı, DNA sarmalının değişerek, uyuyan hurda genlerin devreye gireceği iddia edilmektedir.

Yıldız aktivasyonu, Güneş Sistemimizin Pleiades (Alcyone yıldızı), Sirius, Arcturus, Orion ve Andromeda ile aynı sıraya dizilmesi ile başlayacaktır. Bu kuşağa girildiğinde, şu anda bulunduğumuz 3. boyuttan 5. boyuta yükseleceğimiz iddia edilmektedir. 

Bütün kültürler boyunca tarih şiir ve mitolojide kozmik objelerden en çok vurgulanan Pleiades:

Yedi Kızkardeşler, Krittika, Kimah, Güvercinlerin Sürüsü, Tavuklar, Bahar Bakireleri, Denizcinin Yıldızları ve Atlantisli Kızkardeşler gibi isimler; Pleiades’in görünür yedi yıldızlarının adlarıdır. Pleiades, Kuzey Amerika’daki Sibirya’daki ve Avustralya’daki insanlar tarafından Yedi Kızkardeşler olarak bilinir ve bu onların 40.000 yıl daha önceden anlatıldığı demektir.

M.Ö. 2357 yılı Çin yargılarında beliren astronomik edebiyatta adı ilk geçen yıldızlar arasında Pleiades görünmektedir. Alcyone, ilkbahar gündönümüne en yakın olmasıyla en parlak yıldızdır.

Yaklaşık 25.900 yıllık uzun dönem dönüşü için Pleiades Yüce Yılı, onları yılı başlatma konusuna kadar yükseltmiştir.

Giza Büyük Piramidinin yedi odasının bu yedi kız kardeşleri anımsattığını, 19.Yüzyılın sonlarında Profesör Charles Piazzi Smyth önermiştir. Büyük Piramidin bitirilme tarihi, kış gündönümünün gece ortasında Pleiades, Alcyone ile tam aynı çizgide bu piramidin boylamı üzerinde yayıldığı dönemdir. 

Alcyone, Araplar tarafından Al Wasat, yani merkezi olan ve Babilliler tarafından ise Temennu, yani kuruluş taşı olarak adlandırılmaktaydı. Musevilerin kutsal şehri Sion- Zion ismi, sadece tesadüf müdür? Mezo-Amerikanın Mayaları, uygarlıklarının tohum yatağı ve ışığın kodlarını çocuğuna veren kozmik yıldız ana olduğu için Pleiadesi cranary (anlamı yüksek nitelikte tohum üreten bölge) diye adlandırmaktaydılar. 10 Merovenjler, ( Troyanın Kralı Priamın oğlu) Prens Paris’ten sonra Parisi kurdular ve kente onun adını verdiler. İlyada’daki Elektra (Pleiades takımyıldızındaki 7 kız kardeşten biri) Troya soyunu kuran Dardanosun anasıydı (bir başka Pleiades bağlantısı). 

Gizemli Yılan Bilgeliğinin kaynağı gerçekten Pleiades midir emin olmak çok zor. Bilim kabul etmeden söylenenler iddiadan ve düşlerden ibaret olacak. Pleiades yıldız sisteminin evrensel mirasın odağı olduğu konusunda efsaneler, mitler ve kutsal kaynaklardaki şifreli ifadelerin bu kadar benzer olması şaşırtıcıdır. Yılan sembolünün bilgelik ve aydınlanma ile ilişkisi, ustalığı ve İlahi bilgiyi bu kadar içermesi, yıldızlarla bağlantısı araştırmaya, düşünmeye gerçekten değer kanımca… 

Nameste 
Nesrin Dabağlar , Kasım 2010 İNDİGO DERGİSİ ,Sayı 62


Şahmeran Efsanesi


Evvel zamanda, Mezopotamya topraklarında doğmuş bir efsane Şahmeran. Yüzyıllardan beri anlatıla gelmiş çeşitli coğrafyalarda. Özellikle yılanlık bir bölge olan Adana-Misis'te ve Mardin'de.

Tahmasp isminde uzun boylu, geniş omuzlu, esmer tenli, çok yakışıklı bir genç yaşarmış zamanın durduğu bu şehirde. 

Binlerce yılanın yaşadığı bir mağaraya yanlışlıkla girmiş Tahmasp. Mağaranın içi o kadar karanlıkmış ki hiçbir şey göremiyormuş, yalnızca etrafında dolanan yaratıkların sesini duyuyormuş. Çaresizlik içinde beklerken bir ışık huzmesi belirmiş. Işık huzmesi kendisine yaklaştıkça gözleri kamaşan Tahmasp, ellerini gözlerine siper ederek etrafında gezinen yaratıkların ne olduğuna baktığında uzunu, kısası, yeşili, siyahı ile envai çeşitte binlerce yılanın çevresini sarmış olduğunu fark etmiş. Yılanların hepsi kafalarını kaldırmış, gelen ışık huzmesine doğru bakıyorlarmış. Tahmasp'ta onların baktığı yöne doğru bakınca birden dona kalmış. Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlık mağaranın içinde hayatında gördüğü en güzel kadının yüzünü görmüş birden. Ona doğru daha dikkatli bakınca kadının belden aşağısının yılan olduğunu fark etmiş. Kadın ona doğru ilerliyormuş, tam karşısında durmuş, gülümseyerek elini ona doğru uzatmış. Ve demişki;

Korkma benden Tahmasp. Ben yılanlar ülkesinin kraliçesi Şahmeranım. Benden sana zarar gelmez. Ben dünya düzeni kurulmaya başladığı andan beri vardım. Krallığıma hoş geldin. Bundan böyle benim misafirimsin. Şimdi yat ve dinlen. Sonra seninle uzun uzun konuşuruz. Böyle deyip geldiği yoldan geri gitmiş. Tahmasp gördükleri karşısında yaşadığı dehşeti ve şaşkınlığı üzerinden atmaya çalışarak olduğu yerde kıvrılıp uyumuş. 

Ertesi sabah uyandığında Şahmeranı karşısında mükellef bir sofranın başında otururken bulmuş. Tahmasp'ı kahvaltıya davet etmiş Şahmeran. O ise gözlerini şahmerandan alamıyormuş. Şahmeran'da ona bakıyormuş kendinden geçmiş bir halde.

Bak Tahmasp demiş. Ben insanlığın bütün tarihini biliyorum. İstersen sana anlatayım deyip başlamış anlatmaya. Anlatmış, anlatmış, anlatmış günler boyu. Bu sohbetler sırasında Tahmasp ve Şahmeran arasında tarihin en soylu aşklarında birisi başlamış. 

Gel zaman git zaman Şahmeranın anlatacağı bir şey kalmamış artık. Tahmasp'ta anasını ve yeryüzünü özlemeye başlamış. Bir gün dayanamamış ve düşüncesini Şahmeran'a da açmış. Sevdiğinin kendisinden sıkıldığını ve artık gitmek istediğini duyunca önceleri kesin bir dille reddetmiş Şahmeran. Ancak günler geçip Tahmasp'ın üzüntüsünden eriyip bittiğini görünce dayanamamış ve ona şöyle demiş: 

-Ey Tahmasp beni iyi dinle, sözlerime iyi kulak ver. Biliyorum, gitmene izin verirsem sende bana ihanet edeceksin ve yerimi diğer insanlara söyleyeceksin. Ancak bu topraklarda aşklar ölümünedir. Seni çok sevdiğimden dolayı üzülmene dayanamıyorum. Bu sebeple gitmene izin veriyorum. Ancak bana bir söz vermeni istiyorum. Ne sebeple olursa olsun başka insanlarla beraber suya girme.

Tahmasp sevinçle Şahmerana sarılmış ve ona asla ihanet etmeyeceğine dair yeminler etmiş.

Tahmasp mağaradan çıktıktan sonra bir köye yerleşmiş ve marangozluk yapmaya başlamış. Arada sırada da gizlice mağaraya giderek Şahmeranı ziyaret ediyormuş. Ancak bu mutlu günler uzun sürmemiş. 

Tahmasp'ın yaşadığı ülkenin kralı bir gün amansız bir hastalığın pençesine düşmüş. Ülkenin bütün hekimleri gelmiş ama kralın hastalığına çare olamamışlar. Kralın kötü kalpli bir veziri varmış. Vezir her seferinde krala hastalığının tek çaresinin Şahmeranda olduğunu söylüyormuş. 

Onun etinden bir parça yemesinin kralın hastalığının dermanı olacağını kralın kafasına sokmuş. Kralda Şahmeranın bir an önce bulunmasını emretmiş. Bütün ülkede Şahmeran aranmış. Sonunda bilge bir adam bütün insanların gruplar halinde hamamlara ve nehirlere sokulmasını tavsiye etmiş böylece Şahmeranın yerini bilen varsa onu bulabileceklerini söylemiş. Vezirde ülkedeki herkesi hamamlara sokmaya başlamış. Askerler Tahmasp'ın yaşadığı köye de gelmişler ve herkesi toplayarak büyük bir hamama götürmüşler. Tahmasp Şahmerana verdiği sözü hatırlayarak önce gitmek istememiş. Ancak askerler onu zorla içeri sokmuşlar. Tahmasp hamama girdikten sonara herkesin gözünün üzerine dikildiğini fark etmiş. Kendisine bakınca bütün vücudunun yılanlarınki gibi pullarla kaplandığını fark etmiş. Askerler hemen Tahmasp'ı yakalayarak vezirin huzuruna getirmişler. Kötü kalpli vezirin amacı kralı iyileştirmek falan değilmiş. Şahmeranı yakalayıp dünyanın bütün sırlarına sahip olmak istiyormuş. Tahmasp'a günlerce işkence yaptıktan sonra Şahmeranın yerini söyletmiş. Askerler hemen gidip Tahmasp'ın söylediği yerde mağarayı bulmuşlar ve Şahmeranı oradan çıkarıp saraya getirmişler.

Şahmeran ve Tahmasp kralın huzurunda karşı karşıya gelmişler. Şahmeran üzüntülü ve utanç dolu Tahmasp'a dönmüş: 

. Ey sevdiğim, üzülme. Biliyorum ki sen bana kendi canın için ihanet etmedin ama bende sana dememiş miydim bu topraklarda aşklar ölümünedir diye. Bak şimdi anladın mı? Sen üzülme ne olur! 
Tahmasp Şahmeranın bu sözleri karşısında daha da utanmış. Şahmeran sözlerine devam etmiş. 

. Şimdi size sırrımı vereceğim. Kim ki benim kuyruğumdan bir parça koparıp yerse O bütün dünyanın sırrına ve gizemine vakıf olacak. Her kim ki benim kafamdan bir parça koparıp yerse o da o anda öte dünyayı boylayacak. 

Şahmeran daha sözlerini bitirmeden kötü kalpli vezir elinde kocaman kılıcı ile atılıp Şahmeranın bedenini iki parçaya ayırmış. Ve kuyruğundan bir parça koparmış Tahmasp'ta duyduğu acı ve utancın etkisi ile fırlayıp oracıkta ölmek için sevdiğinin, Şahmeranın kafasından bir parça ısırıvermiş. Kötü kalpli vezir kuyruktan kopardığı parçayı ağzına atar atmaz oracıkta can vermiş. Tahmasp'a ise hiçbir şey olmamış Şahmeran son anda yaptığı planı ile bütün bilgisinin sevdiğine geçmesine sebep olmuş. Ancak Tahmasp sevdiğini kaybetmenin acısına dayanamayarak kendisini dışarı atmış ve dağ bayır, ülke ülke dolaşmaya başlamış. O günden sonrada Lokman Hekim efsanesi almış başını yürümüş... (alıntıdır)



MISIR

HIRİSTİYANLIK - ST.GEORGE

HİTİT Fırtına Tanrısı, ejder İlluyanka’yı öldürürken betimlenir. Soldaki figürün Fırtına Tanrısı’nın oğlu olduğu düşünülmektedir. (MÖ. 1050-850) Malatya, Aslantepe. 

St.George ve St.Theodore 'nun Ejderhayı öldürmesi Sümer kökenlidir.



Mısır , Hitit ve Orta Asya da da işlenmiş bir hikayedir.



SUMER  MİTOLOJİSİ - S.N.KRAMER





Kadüse
Mısır, Mezopotamya, Grek ve Hindistan tradisyonlarında görülür. Grek tradisyonunda haberci tanrı Hermesle ilişkilendirilen sembol, bir asanın iki yanında sarmalanan çift yılan olarak tasvir edilir. Evrendeki tesirlerin kutupsallığını ve dengesini simgeler. İnsan bedeninde iki akım halinde dolaşan kundalini enerjisi bu sembolle simgelenir. Sembolün düalitenin temsili olduğu da söylenebilmektedir.



Ningiszhida

Tanrı Tammuz (Dumuzi) bölgeden bölgeye çeşitli şekilleri, görünümleri ve versiyonları olan, ağacın ve bitkilerin içindeki enerjiydi.

Tammuz, hem bir hurma ağacı hem de Ama’ Usum Galana denilen yılandır (bu şekilde tasvir edildiği bölgede Tammuz adı, “oğul, çocuk” anlamına gelen Damu olur). 

Benzer şekilde Tanrı Ningiszhida, toprağın altına inen gücü simgeleyen dallar ve yılan olarak simgelenmiştir ve bugün tıbbın sembolü olan dala sarılı iki yılanın ana kaynağıdır.

“Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır”  Sümer atasözüdür.










OCEANOS ve TETHYS MOZAİĞİ 






Hermes / Mercury 'nin Asası

Büyücülük ve simyacılık ile ilgili olduğu için Hermetik olarak ta adlandırılır. Simyacılar Hermes'in oğulları olarak kabul edildi. Büyücülük 16.yy.da bitirilince Madencilik, kimya, eczacılık ve tıp alanında yapılan çalışmalarda da bu sembol kullanılmıştır.


Simya'da

İki yılan birlikte, nihayetinde birleştirecek oldukları düalizmin zıtlıklarını sembolize ederler. Bir ağaca ya da değneğe tırmanan yılanlar doğanın spiral sikluslarını, gündönümünü, dolanan ve çözülenin iki vazgeçilmez gücünü, simyada *solve et coagula’yı (*çözünme ve donma) temsil ederler.

*Kadüse sembolünde (*yılanlı asa) şifanın ve zehrin homeopatik güçlerini simgeler.


Genelde Çift yılanlı asa Hermes'in , Tek yılanlı asa ise Askelpios'undur.





Dede Korkut Masalları'ndaki Deli Dumrul efsanesinde de benzer bir konu ele alınmıştır; Deli Dumrul'un Azrail ile mücadelesi ve canı yerine can bulması, Alkestis efsanesiyle benzerlik gösterir.








"YILAN HİKAYESİ"

Yılan görünüş itibariyle pek sevimli olmayan, hatta "soğuk" olarak tanımlanan bir canlıdır.

Gerçekte , Yeryüzünde yılanlar kadar kendisine zıt anlamlar yüklenen bir başka yaratık bulmak mümkün değildir. Bir yanda "tanrı" kabul edilip kendisine tapınılırken, diğer tarafta "insanoğlunun Cennet'ten çıkarılmasının baş suçlusu", "şeytan" olarak değerlendirilmektedir. 

Yılan kelimesi, etimolojik olarak Çince'deki "lung" kelimesinden Türkçe'ye Geçmiştir. San'at tarihinde bu yaratığı ifade için ayrıca luu, ejder, ejderha, nek, mar, soğulcan, evran (evren), dragon, griffon... gibi daha pek çok isim kullanılmaktadır.Gerek yılan, gerekse onun dev şekli olan ejder (veya ejderha) sureti antik çağlara ait mitolojilerde çok yaygın bir semboldür.

Bütün Eski Yakın Doğu'da olduğu gibi Eski Mısır'da da yılan, ilahi bir varlık sayılmaktadır. Antik Mısır'ın yılan suretindeki ilahesinin adı Lütufkar Uto veya Wazit dir. Buna mukabil bütün Mısır'da şeytan olarak tanınan Apophis de yılan suretindedir.

Eski Mısır san'atında görülen bir başka yılanlı tasvir ise, kuyruğunu ısırarak halka şeklini alan yılan motifidir.Kuyruğunu ısıran veya yutan yılan yani "uroborus" . Uroborus:Sonum Başlangıcımdır.

Bu simgeye Roma'dan Hindistan'a, Misir'dan Çin'e kadar genis bir cografyada rastlanir ve Genel olarak ebedi dönüşü, döngüsel zamanı ve hayatı, bölünmezliği ve sonsuzluğu simgeler. Budhistler onu samsara döngüsüyle özdeşleştirmişlerdir.


Eski Mısır'da Tıbbın İki Sembolü: Yılan Ve Hekim İmhotep Tir


Tıb kelimesinin orijinini aldığı Teb (Thebai) şehrinin totemi yılandır. Teb şehri ise Eski Mısır'ın en önemli sağlık merkezidir. Ayrıca Milattan üçbin yıl evvel Mısır'da yaşamış İm-Hotep in, tarihte bilinen ilk hekim olduğu iddia edilmektedir. Adı “Sulh ve Sukundan Gelen” anlamında olan bu hekim, engin tıbbi bilgisinin yanı sıra mimari ve astroloji'de de söz sahibi, yazarlık ve rahiplik yapan, çok yönlü bir alimdir.

San'at tarihiyle ilgili eserler, yılanın tıp sembolü olarak ilk defa kullanılmasının Sümer'lerde görüldüğünü belirtmektedir.Sümer tanrılarından birinin adı "Hayat Ağacının Hakimi" manasına gelen Ningişzida'dır. Bu tanrının sembolü olan ağaca sarılmış haldeki biri erkek biri dişi iki yılandır

Sopanın hayat ağacını, yani hayatı; yılanın ise gençliği temsil ettiği bu motif, binlerce yıl boyunca çeşitli ülkelerde yalnız sopa veya sopa-yılan, ya da birbirine sarılmış iki yılan halinde koruyucu ve şifa verici bir sembol olarak resimlerde, kabartmalarda kullanılmış ve Asklepios kültünden bu yana da hekimliğin amblemi olmuştur.


Genelde kabul görmüş olan ilk tıp büyüğü Aesculapius'dur. 


Homeros, Asklepios hakkında şu efsaneyi anlatır:Lapitler'in kralının kızı Koronis, Apollon'dan hamile kalır. Apollon'un kardeşi Artemis,bir ihaneti yüzünden koronis'i okla vurarak öldürür.Apollon çocuğunu kurtarmak için kadının karnını yarar. Ölmek üzere olan çocuğu kurtarır ve at-adam kahin Khiron'a teslim eder. Kahin bu çocuğa Asklepios adını verir. Asklepios, tükenmez şifa çareleriyle meşhur Khiron'un yanında eğitim görür. Hocasından sadece cerrahlığı değil, hastalara ilaç yapmayı, şifalı otlardan dertlere deva bulmayı ve hatta ölüleri diriltmeyi öğrenir.

Ölüleri diriltmesi üzerine Zeusun gazabıyla yıldırım çarpmasıyla öldürülen Asklepios daha Sonra yine Zeus tarafından tıp tanrısı olarak ilan edilir. Tıp amblemlerinde yer eden, ve tarihi M.Ö. 3000' lere uzanan yılan figürü de, Asklepios ve O'nun asası ile bütünleşmiştir.

Ölümünden sonra Asklepios adına ikiyüzden fazla mabed (Asklepion) kurulur..Asklepion'ların açılışı için izin almaya gelen hey'etlere, hekimlerle beraber kutu içinde bir yılan gönderme adeti vardır.Asklepion'ların giriş kapısı üzerinde "Buraya ölümün girmesi yasaktır" ibaresi yazılıdır.

Hekimler imparatoru Galen in, iyileşmeyeceği görüşüyle Asklepion'a Kabul etmediği hasta intihar amacıyla , İki yılanın zehirlerini boşalttığı tastan içer. Ancak ölmeyip, iyileşmeye başlar. Galen İyileşen hastaya: "Yılan zehirinin aynı zamanda şifa verici olduğunu düşünüyor, fakat hastalarda denemeye cesaret edemiyordum. Benim bu düşüncemi haklı çıkardın. Bundan sonra Asklepion'un sembolü çifte yılan olacaktır" der.

Asklepios'a göre hekim yılan gibi dilsiz olmalı, kimsenin sırrını başkasına söylememeli, sabır ve sükunet içinde çalışmalıdır. Asa ile temsil edilmesi,tababet tahsilinin kısa sürede öğrenilmeyip, ihtiyarlayıp asaya dayanıncaya kadar hekimin öğrenmeye ve tecrübe kazanmaya ihtiyaç duyduğunu belirtmek içindir. Diğer taraftan asa, iyilik tanrılarının remzidir. Yılan ise kötülük tanrılarının alametidir. Asaya sarılmış yılan, iyilik ve kötülük ilahlarının bir araya gelmesi demektir.

Bundan dolayı hayat ağacının bir modifikasyonu olan asa (veya Eskülap'ın sopası), Batı'da da kendisine sarılmış yılanla beraber sağlık bilimlerini (hekimlik, dişhekimliği, eczacılık ve veterinerlik) temsil eder.

Türkiye'de bu yılanlı asanın ilk defa resmi olarak kullanılması, 1836 yılına isabet eder. Sultan II. Mahmud, bu tarihte, Mekteb-i Tıbbiye talebelerinin, ilk defa resmi kıyafet olarak yakalarına yılanlı asa (caduceum) işlenmiş elbiseler giymesi hakkında ferman çıkarmıştır.

Eski Grekler'de elçilerin kullandığı defne veya zeytin dalından asaya sarılmış çifte yılan ile kanadlı caduceum ise, onlara emniyet ve masuniyet sağlayan barış ve ticaret sembolü idi.

Yakın zamanlarda başka bir Yunanlı tanrı Hermes'in (diğer adıyla Merkür) asası (caduceus) da tıbbın sembolü olarak kullanılmaktadır.

Hermese, abisi Apollon zenginlik ve servetin sihirli asasını verir. Asa, uyuşmazlık içinde olan herhangi iki şeyi uzlaştırma gücüne de sahiptir. Hermes yeni asasını denemek için birbirlerine öfkeyle tıslayan iki yılanın arasına sokar. Yılanlar kavgalarını unutup, asanın etrafına sarılırlar ve o günden sonra hep asanın üzerinde kalırlar. Ayrıca çift yılanlı Hermes'in "caduceus"unun üzerinde de bir çift kanat bulunmaktadır

Dünyada adli tıp ve adli bilimlerin de sembolü de yılandır. Burada tıp ve adalet sembollerinin birleşmesi göze çarpmaktadır.

Eski Türkler arasında da yılan sağlık ve mutluluk sembolü olmuştur. Sağlık kuruluşlarının kapılarında çifte yılan sembolü vardır. Anadolu'da Selçuklu Hastaneleri buna örnektir. Hastalık kötülük ve ceza demektir. Kötülükler yeraltından gelir; yılan da yeraltında yaşamaktadır. Yılan aynı zamanda gücü, kudreti ve koruyuculuğu simgelemektedir. Öldürücü olması ona karşı korkuyla karışık bir saygı duyulmasına neden olmuştur. Yılanlar ve sürüngenler birçok kültürde rastladığımız ortak sembollerdir.

Kızılderililer'e göre yılan; deri değiştirerek doğum, yaşam ve ölüm arasındaki metamorfozu simgeler.  Böylece tarih boyunca yılana atfedilen özellikler doğurganlık, ölümsüzlük, sağlık,hekimlik, sağduyu sahibi olmak, bilgelik, kehanet, iyi talih, fiziksel güç ve hız, olarak sıralanabilir.

Şifalı bitkilerde açıkça gözlenen tabiatın iyileştirici kudretini en yakından tanıyan, en iyi bilen canlının da, yeraltında yaşadığı için bu bitkilerle çok yakın komşuluk halinde bulunan yılan olduğu kabul edilerek, hekimlik sembolü kendisine yakıştırılmaktadır.

İslam ülkelerindeki Lokman Hekim kıssası, Gılgamış efsanesini hatırlatan motifler taşır. Yiyenlere ebedi hayat, ölümsüzlük bahşeden otu, Lokman Hekim, araştırmaları sonunda Çukurova bölgesinde bulur. Keşfinin heyecanıyle köprüden geçerken düşürdüğü otu Lokman Hekim eline geçiremeden bir yılan yer. Bundan dolayı yılanın ölümsüzlük, yaşama gücü ve sağlığı temsil ettiğine inanılır.

Yılan, bilhassa zehirli yılan ölüm sembolüdür. Ancak ölümün zıddı olan hayatı da hatırlatmaktadır. Dolayısıyle yılan, hayat ve sağlığı aynı anda remzetmek için kullanılan bir motif hüviyetini kazanmaktadır. Uzak Doğu Yin-yang felsefesi nde çift başlı yılan motifinde bir yılan başı hayatı, öbür yılan başı ise ölümü temsil etmektedir. Dolayısıyle çift başlı yılan,zehir ile panzehiri hatırlatan bir örnektir.

Babillilerin ulusal destanında Gılgamış, ölümsüzlüğü elde etmek için yeraltından ölümsüzlük otunu çıkarır. Ancak bir fırsatını bulan yılan bunu yer. Yılanın çok yaşayan hayvan olması bundandır. 

Aztekler, çıngıraklı yılana özel bir önem verirlerdi. Hatta çıngıraklı Yılan tarafından ısırılan Aztekler, toplumda itibarlı bir mevkie yükseltilirdi. Yılan tarafından ısırıldığı halde ölmeyen kimseleri, ilahlarla temasa Geçmiş seçkin kimseler olarak kabul ederlerdi.

Hem Maya, hem de Aztek kültürünün efsanevi kahramanı olarak kabul edilen beyaz renkli ve iri burunlu Quetzalcoatl'ın sembolü, tüylü yılandır. Tüylü Yılan motifi birçok mefhumun yanı sıra bilgi, şiir ve şifanın sembolü olarak kullanılmıştır.

Grek mitolojisinde Medusa, baktığı insanları taşa çeviren bir kadındır. Phorkos'un kızları olan üç Gorgon'dan biri olan Medusa'nın başı, saç yerine yılanlarla kaplıdır! Gorgonlar, saçları yılan olan dişi canavarlardır. Onları gören erkekler taşa dönüşür .

Orta Asya Türk boyları arasında olumlu vasıflar taşıyan bir yaratık Olarak kabul edilen yılan veya ejderha motifi, daha sonra korkunç ve zararlı, bir Hayvan hüviyetine bürünür. Ejderha, yılanın mübalagalı surette büyütülmüş, korkunçlaştırılmış ve stilize edilmiş, tamamen hayali ve efsanevi bir modelidir.

Türk hikayelerinde yılan sıklıkla insanoğluna karşı hürmetkar, sabırlı, misafirperver, dost, yardımcı, merhametli, affedici ve bilge bir mahluktur. Gerektiğinde insanoğlu uğruna -Şahmeran efsanesinde olduğu gibi- kendini feda etmektedir.Yılanın dili çatallıdır. Çatal dil ise dedikodu ve arabozuculuk işaretidir. Bundan dolayı dedikodu, arabozuculuk yapan kimselere yılan dilli denir. Bir yerin ıssız, tenha olmasını ifade için kullanılan deyimin tamamı, 
"kuş uçmaz, kervan geçmez, yılan bağırsağını sürümez " şeklindedir.

İstanbul Boğazı'ndaki Kız Kulesi hakkındaki efsaneye göre bir kahin, imparator Konstantin'e, kızını bir yılanın sokarak öldüreceği kehanetinde bulunur. Konstantin, bu kehanetin oluşumuna engel olmak için İstanbul Boğazı'nda, deniz ortasında yaptırdığı bir kuleye (Kız Kulesi) kızını saklar. Ancak Kuleye gönderilen bir üzüm sepetine saklanan zehirli bir yılan, kızı sokarak öldürür!

Aynı efsane, Silifke sahillerinde, kıyıdan birkaç yüz metre uzakta Bulunan Kızkalesi hakkında da anlatılmaktadır.

Selçuklu Mimarisinde Darüşşifalarda yılan motifleri bulunmaktadır.Mar kelimesi farsça "Yılan" manasına gelmekte olup, Maristan (Yılan Yurdu) kelimesiyle duvarlarında yılan sureti bulunan bina, yani hastahane kastedilmektedir. Dolayısıyle yılanlara atfedilen sağlık, şifa ve afiyet manaları da böylece hatırlatılmakta, tedavi ettirilmektedir.

Darüşşifalara maristan yani yılanlı bina denmesinin bir başka sebebi ise , yılanların kötülük ve hastalıkları yutarak iyilik ve şifa dağıttıklarına inanılmasından dolayıdır. Zaten Selçuklular devrinde inşa edilen hastahanelerin hemen hepsinin kapısında çifte yılan motifi bulunmaktadır.

Anadolu Selçukluları devrinin en mühim sosyal, kültürel, sınai, iktisadi ve siyasi teşekkülü olan Ahi Teşkilatı'nın kurucusu Şeyh Nasiruddin Mahmud'un efsanevi adı "Ahi Evren(Evran)"dır. Evren kelimesi kainat, alem ve yılan, ejder manalarını taşımaktadır.

Debbağların "Pir"leri olarak kabul ettikleri Ahi Evren, kitapları ve hakkında anlatılan efsanelerden anlaşıldığına göre yılandan kırbaç ve panzehir imal eden bir hekimdir. Yılan zehrinin kendisine zarar vermemesi, bünyesinde onun zehrini Tesirsiz hale getiren panzehirin varlığıyle izah edilmiş ve çok eski zamanlardan Beri yılandan panzehir elde edilmeye çalışılmıştır.

Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, yılanın, bilhassa birbirine sarılmış Çifte yılanın Ortaasya Türkleri arasında saadet, sağlık, uğur ve şifa sembolü telakki edildiğini belirtir

Anadolu halkı yılandaki şifa verici gücün Eyyub Peygamberle ilgili Olduğuna inanır. Halk inancına göre Eyyub Peygamber'in yarasına düşen kurtlar,vücudunu yiyerek delik deşik etmişler. Eyyub Peygamber bu ızdıraba sabretmiş. Sonunda çilesini tamamlayınca, topuğunu yere vurması vahyedilmiş. Vurduğu yerden çıkan su ile yıkanmış. Eyyub Peygamber yıkanırken, vücudunu kemiren kurtlar yere düşerek bir kısmı sülük, bir kısmı ise yılana dönüşmüş. Anadolu halkı bundan dolayı sülüğün de şifalı olduğuna inanır.

Onaltıncı asırda bazı Avrupa şehirlerini sık vuku bulan veba Salgınlarından korumak için hususi sikke (madeni para) basıldığı bilinmektedir. Bu paraların bir yüzünde yılan resmi altında "Yılana bakan yaşayacaktır" yazılıdır. 

Avrupa'da yılanların bir çok hastalığın tedavisinde ilaç Anamaddesi olduğuna inanılmaktaydı. Bu çeşit ilaçların en meşhuru theriacum (tiryak)tır. Bu ilaç, resmi farmasötik kodekste 1908 yılına kadar yer almıştır!

Evliya Çelebi Mısır'daki Sa'di dervişlerinin zehirli yılanları nasıl yakaladıklarını, etinden nasıl tiryak, ilaç yaptıklarını Seyahatname'sinde anlatır. Anadolu'da bulunan birçok yılanlı göl, yılanlı çermik gibi isimler Taşıyan yerlerde canlı yılanların şifa bahşedici, tedavi edici özeliğinden günümüzde hala faydalanılmaktadır.

Yılanlar vasıtasıyle tedavi edilen hastalıklar arasında bulunan "Erizipel"e halkımızın "Yılancık" demektedir. Anadolu folklorunda , erizipele tutulanların yaralarına "yılan veya yılancık taşı" denilen bir taş sürüldüğütakdirde, hastalığın iyileşeğine inanılmaktadır.

Halen dünyada 2500 kadar yılan türü yaşamaktadır. Bunlardan ancak üçte Biri insanlar için az veya çok derecede zehirlidir. Çok tehlikeli olanlar İse bütün yılan türlerinin % 7'sini geçmez. Yılanların sokmasının, esas itibariyle, insanları öldürmeye değil, Yılanın beslenmesine matuf olduğunu unutmamak gerekir. Güvenliği tehdit edilmedikçe, hiç bir zehirli yılan, insana saldırmaz , uzaklaşmayı tercih eder.

Ölüm olayları yılanı yakalamak, öldürmek veya saklandığı yerde Avlamak gibi faaliyetler sırasında, yılanın kendini savunması sonucunda oluşmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri'nde akrep sokmasından ölenlerin sayısı, yılan ısırmasından hayatını kaybedenlerden daha fazladır.

Yılan motifi , tüm medeniyetlerde kendisine büyük önem ve kutsallık atfedilen esrarengiz bir semboldür. Antik Maya, Aztek, Çin ve Mısır medeniyeti gibi maddi olduğu kadar Batıni ilimlerde de ileri olan bütün büyük medeniyetlerde hep bir yılan motifiyle karşılaşmak, son derece enteresan ve ortak bir vakıadır.

Prof.Dr.İ.Hamit Hancı.
Ankara Univ. Tıp Fak. Adli Tıp A.D
STED (Sürekli Tıp Eğitimi Dergisi) – Türk Tabipleri Birliği
Cilt:14 Sayı:8 Ağustos 2005 , pp:VI-IX

KAYNAKLAR
1-Hancı İH.Nedir Bu Ölüm Dedikleri. Ölüme Felsefi Bakışlar.Manisa Barosu Dergisi. 
2-Yöndemli F. Tarih Boyunca Yılan Piramit Yayınları , 2004.
3-Yöndemli, Fuat: Yılan Motifi: Hekimliğin Milletlerarası Sembolü. Türk Kültürü, 26: 299, 177- 179, 1988.
4-Hançerlioğlu O. Felsefe Sözlüğü Remzi Kitabevi 
5-Hançerlioğlu O .Toplumbilim Sözlüğü Remzi Kitabevi 
6-Gılgamış Destanı. Cumhuriyet Kitapları.Çev. Muzaffer Ramazanoğlu
7-Bayat AH.Tıp ve Eczacılık Sembolü Yılan. İzmir Eczacı Odası Bülteni Mart1983.
8-Watanabe T. Adli Tıp Atlası. 
9-Coelho P. Simyacı
10-Molenaar JG : Zehirli Yılanlar: Tehlikeli ve İlginç. Onganorama, 20, 1, 16- 21.
11-Tuncel M Beydağları Efsane söyler. 1999
12-http://www.beyazyildiz.com/astrologum/yilan.htm 27 HaziraN 2003
13-Arapkirli Z. http://www.ntvmsnbc.com/news/201092.asp Tatlı dil ve yılan
14-Gökovalı Ş.Tıp Tarihi ve Semboller Konferansı 1997, İzmir.



Ouroboros


Mısır ,Ouroboros ve Scarab Roma dönemi 1.yy

Ortasında Triskeles ile Ouroboros


Kuyruğu ağzında, halka halini almış yılan en eski Evren sembollerinden biridir. Yılan sembolizminde kendi kuyruğunu ısıran yılan ise özel bir öneme sahiptir; bu yılan ebedi devriliğin ya da genel olarak ebediliğin sembolüdür. Simyada bu yılan devrilik arzeden işlemlerle ilişkilendirilir (birbiri ardınca gelen buharlaşma ve yoğunlaşma süreçleri); süblimleşme ya da yükselme genellikle kanatlarla temsil edilir. Çöreklenmiş ya da düğümlenmiş yılan tezahür sikluslarını temsil eder, o aynı zamanda, iyi ya da kötü ama dinamik ve potansiyel olan gizil gücü simgeler. Yumurtanın etrafında çöreklenmiş yılan, canlı ruhun kuluçka dönemi, Ouroboros’tur, dünyanın etrafındaki suların her yeri kuşatan gücünü sembolize eder. Bir ağacın etrafında ya da herhangi bir eksensel sembolün etrafında çöreklenmiş olan yılan, dinamik gücün uyandırıcı gücü, tüm büyüyen canlıların dahisi; anima mundi, devresel varoluştur. Hayat ağacı ile ilişkilendirildiğinde iyi, Bilgi ağacı ile ilişkilendirildiğinde ise kötüdür ve bu durumda tezahürler dünyasının kötülüğünün zehiridir. Yılan bir kadının etrafında çöreklendiğinde o kadın Büyük Anne, yani ay tanrıçasıdır, yılan güneşle ilişkilidir ve ikisi birlikte eril-dişil ilişkisini temsil ederler.



Yedi Başlı Yılan

Yedi başlı yılan, birden fazla anlam ifade etmekle beraber öncelikli olarak inisiyatik yoldaki yedi zorlu sınavı ve karmik tortulardan, nefsaniyetten arınma aşamalarını simgeler.

Bir diğer anlamı ise dünyanın meydana getirilişindeki yedi aşamayı temsil eder, yedi gök katını, yedi mantal planı, yedi mantal plan gibi kozmik oluşumların ve zihni gelişimlerin yedi aşamasını simgeler.

Yedi başlı yılana ya da ejderhaya efsanelerde, mitlerde ve halk masallarında sıklıkla rastlanır çünkü yedi birliğin bozulmasını temsil eder ve sürüngeni kozmosun temel düzenleri arasına yerleştirir. Yedi başlı yılan uzayın yedi yönü sembolizminin ve aynı zamanda haftanın yedi gününün, yedi gezegen tanrısının anlamını paylaşır ve yedi günah anlamını da içinde barındırmaktadır.




Ouroboros, kendi kuyruğunu ısıran bir yılan ya da ejderha şeklinde resmedilen sembol.

Latince'deki uroborus kelimesinden gelir ve bu sözcüklerin sözlük anlamı "kuyruğunu öldüren" dir. Bu sembol "doğanın ebedi döngüsü" 'nü ifade etmektedir.


Amerika Kızılderililerinde

Amerika Kızılderililerinde yılan gökgürültüsü ve şimşekle ilişkilendirilir, yılan yağmur getirendir ve Gökgürültüsü Kuşu’nun düşmanı, ay ve büyü gücünün sembolü, savaş tanrılarının mızrağıdır. Sözkonusu kültürde yılan ebediliğin sembolü, ölümün habercisidir. Boynuzlu yılan suyun ruhu, suyun bereket verici gücüdür. Yılanlar insanlarla aşağı dünyalar arasında aracıdırlar. Ulu Manitu, şeytan olarak kabul edilen Kara Kurbağa’yı veya Karanlık Manitu’yu dondurduğu boynuzlu yılana dönüşür.

Kızılderililerde küçük kitleli sular için dalgalı yılan sembolü kullanılırdı. Nagalar, Uygurlar, Kayralılar ve Amerika Mayaları suyu simgelemek için Khanab’ı, yani süssüz yılan’ı kullanmışlardır. Maya tradisyonundan anlaşıldığı kadarıyla süssüz yılanın suyu temsil etmek üzere yılanın bedeninin hareketleri okyanusun inip çıkan dalgalarına benzetildiği için suları temsilen seçilmiştir. Süslü yılan kadim halklar arasında her zaman için Yaradan ve Yaradılışın; Altın Çağ’ın kitaplarında verilen Yedi Emrin sembolü olmuştur.

Mayalar, taş yontularında tüm varlıkların yaratıcısını etrafına çöreklenmiş bir yılan tarafından korunur şekilde simgelemişlerdir. Bir Hindu kitabı Aytareya Brahmana’da yılandan şöyle bahsedilir: “Sarpa Rajini, Yılanlar Kraliçesi, kıpırdayan her şeyin annesi” ve “Caisha, Yedi Başlı Yılan, Yaratıcı”.


Azteklerde

Yılan tüm yağmur ve rüzgar tanrılarına eşlik eder, ebedi yaratılış, bitmeyen zaman, Tanrı ile insan arasındaki aracıdır. Yılan, siyah bağırsaklarından yağmurun indiği Beyaz Tanrı ve aynı zamanda tüylü yılanın (Quetzalcoatl) amblemi olup aynı zamanda güneşle ilişkili olduğunda da Zodyağın Gök Tanrısı’dır, yılan Toprak Ana’yı temsil ettiğinde ise ay ile ilişkilidir ve bu durumda o yılanlardan örülü bir etek giyen Coatlicue  olmaktadır. Av kuşu, kanından insanlığın doğduğu yılan tanrısını yakalar ve bu gerçek birlikten ayrılışın ve tezahür etmiş dünyanın çokluğuna gelişin sembolüdür.


Mısırda

Yılan Mısır’da çok yaygın bir semboldü; ses olarak Z harfine denk gelen hiyeroglif yılanın hareket ediş şeklinin simgesidir. Tıpkı boynuzlu yılanın işareti gibi bu hiyeroglif de ilksel ve kozmik güçlere tekabül eder. Genel olarak bahsedilecek olursa, tanrıçaların isimleri yılanı temsil eden işaretlerle belirlenir, bu da şu anlama geliyor, ruhun maddenin ve kötülüğün içine düşme nedeni kadındır. Ölüler Kitabı’nda sürüngenler Ra Nu’nun sularının yüzeyinde belirdiğinde onu ilk alkışlayanlar olmuşlardır. Güneş Diski’nin tarafındaki yılanlar, kraliyet yılanları olarak Güneş Tanrı Ra’nın düşmanlarını kovan tanrıçaları temsil ederler. İki yılan Nous ve Logos’tur. Aslan başlı yılan kötülüğe karşı korumadır. Yılan tanrıça Buto, bir kobranın formundadır. Boynuzlu engerek, yılan tanrıça boynuzlu yılan Cerastes’in simgesidir. Mısır dilindeki tchet hiyeroglifi yılan şeklinde olup hem yılan hem de “beden” anlamına gelir. Kobra hiyeroglifi ara da hem yılan hem de tanrıça anlamına gelir.

Eusebius, Mısırlıların Knep olarak adandırdıkları Yaratıcının yılanla simgelendiğini anlatır. Dolayısıyla Yaratıcı’nın sembolü olması yılana verilen değerin nedenini de ortaya koymaktadır.

Kadim Mısırlılara göre yılan Uraeus krallığı temsil etmekteydi ve firavunun düşmanlarına zehrini akıtmaktaydı; bu sembol çeşitli güneş tanrılarla ilişkilendirilen güneş diskinin etrafına dolanmış halde de sembolize edilmekteydi. Uraeus, yüce ilahiliktir ve kraliyet bilgeliği ve gücüdür, bilgeliktir, altının sembolüdür. Yılan Apop, *Thyphon (*Fırtına Tanrısı) açısından bakıldığında Set olarak duman yılanı, karanlığın, uyumsuzluğun ve yıkımın şeytanı, ayrıca yakıcı güneşin zararlı yanıdır.


Afrika Tradisyonlarında yılan kraliyet amblemi, bir ölümsüzlük vasıtası, ölülerin enkarnasyonları olarak belirir. Göksel yılan aynı zamanda gökkuşağıdır ve bazen dünyayı kuşatırken bazen de hazinelerin bekçisidir ya da şimşekle ilişkilendirilen göğün gürleyişi ile ilişkili bir varlıktır. Yılan, insanlığa demiri işlemeyi ve ekini veren toplumsal bir kahraman ya da mitsel bir ata olabilir. Verimlilikle ve sularla bağlantılıdır. Afrika sembolizminde ayrıca kutsal piton kültü de görülmektedir.


Sümero-Semitik Tradisyonda


Ayağı olmayan ve karanlığın yılanı olan Babilli Tiamat, da ejderha olarak tasvir edilir. O kaostur, ayrıştırılmamış, bölünmemiş olandır, kurnazlık ve kötülük timsalidir ve Güneş ve Işık sembolü olan Marduk tarafından yok edilmiştir. Asur-Babil tanrısı Ea (5), sulardan doğan Lakhmu ve Lakhamu olarak gökyüzünün ve dünyanın eril ve dişil prensiplerine hayat veren eril ve dişil yılanlardır. Ishtar, Büyük bir Tanrıça olarak, yılan ile birlikte tasvir edilir. Frigyalı Sabazios’un en temel sembolü yılandır ve onun kültünde ayin yöneten rahipler Tanrı’nın sembolü olarak göğüslerinden yere altından yılan düşürmüşlerdir. Yılan Mısır Tanrıçasıdır. Nidaba omuzlarında yılanlar taşımaktadır ve yılan piktogramda hem bir direğin etrafına dolanan dünya tanrıçası ile hem de ölüm tanrısı olan ve sık sık her iki omzundan da yükselen bir yılana sahip olan oğlu ile ilişkilendirilir. Bir kutba yerleştirilmiş ve şifa tanrısı olarak tapınılan yılan, Kenan Diyarı ve Filistin’de sık sık tekrar eden bir semboldür.


Grek Tradisyonunda


Bilgeliğin, hayatın yenilenmesinin, yeniden dirilişin, şifanın sembolü olup Aesculapius’un, Hippocrates’ın, Hermes’in ve Hygieia’nın sembolü olarak o aynı zamanda da kurtarıcı-şifacının bir veçhesidir. O hayat prensibidir ve bir agathos daimon’dur, o bazen bir Zeus/Ammon’un ve diğer ilahların theriomorph’udur ; bilgelik bakımından Athena için kutsaldır ve özellikle Delf’teki karanlığın ve tufanın pitonunu öldüren ışık olarak Apollon için kutsaldır. Apollon yalnızca güneşi karanlığın güçlerinden korumakla kalmaz, aynı zamanda ruhu da ilham ve bilgi ışığı ile kurtuluşa erdirir. Yılan aynı zamanda Gizemlerin kurtarıcı ilahları ile ilişkilendirilir ve ölüleri, ölü kahramanları temsil eder: Ruh bedeni yılan formunda terk eder ve ölülerin ruhları yılan olarak yeniden enkarne olabilirler. Yılan Zeus Chthonios’un sembolüdür ve bazen yumurtanın etrafına dolanmış olarak, canlığın sembolü olarak tasvir edilir, eril ve dişil prensiplere hayatiyet kazandıran tutkuları temsil eder. Yılanlardan saçları olan kadınlar, örneğin Erinyes, Medusa ve Graia gibi, büyünün, güçlerini, yılanın bilgeliğini ve kurnazlığını işaret ederler. Kızdırılan Apollon’un gönderdiği iki büyük yılan Laocoön’ü ve iki oğlunu parçalamıştır. Agamemnon’un zırhının üzerindeki üç yılan gökkuşağı olarak göksel yılana denk tutulur. Bacchant’lılar yılan taşırlar.



Hıristiyan sembolizminde yılan değişkendir; zira hem bilgeliğin temsili olarak İsa’dır ve fedakarlık olarak yaşam ağacından büyümüştür, hem de dünyevi yanıyla Şeytan’dır. Yılan ya da ejderha şeytan’dır; baştan çıkarıcı’dır, Tanrı’nın düşmanıdır ve Düşüş’e neden olan kişidir; kötülüğün güçlerini, yıkımı temsil eder, aynı zamanda ağır olanı, aldatıcılığı, kurnazlığı sembolize eder. O aynı zamanda insanın içinde varolan ve aşması gereken kötülüğün gücüdür. İncil’deki yılan, Aden Bahçesindeki şeytanın tezahürüdür ve daha sonra Musa tarafından asasına konulan pirinçten yılana dönüşür ve bu, haça gerilen İsa’nın arşetipi olarak yorumlanmaktadır. Haçın ya da zıt güçlerin kesiştiği noktanın üstünde yükselen yılan bazen bir kadın başı ile tasvir edilir ki bu da şeytana uymayı sembolize eder, haçın ayak bölgesindeki yılan kötülüğün ve karanlığın güçlerinin temsilidir ve bu haliyle kötülüğü ve İsa’nın kötülüğün ve karanlığın güçlerinin üzerindeki zaferini aynı anda temsil eder. Hıristiyanlıkta yılan ejderhayla yer değiştirebilmektedir, tıpkı Babil’deki Tiamat gibi. Hıristiyanlıkta şeytan büyük ejderhadır ya da Şeytan ve Satan olarak adlandırılan yaşlı yılandır. 



İyi yılan ikonografide Aziz John’un kadehinden yükselirken tasvir edilir. Kötü yılan Satan’dır ve Apocalypse’in ejderidir. Tertullian, Hıristiyanların İsa’yı “İyi Yılan” olarak adlandırdıkları bilgisini vermektedir. Bakire Meryem, Havva’nın yılanına karşı yenik düşmemiş, bilakis onun başını ezmiştir. Erken dönem Hıristiyan metinleri olan Physiologus yılanın sembolik öneminin ilginç versiyonlarına sahiptir; örneğin yılan derisini değiştirdiğinden dolayı gençleştirmeyle ilişkilendirilir; benzer şekilde Hıristiyanlar da bu dünyanın yaşlılığını çıkarıp atmalı ve ebedi hayatın gençleştirmesini izlemelidir; yılan kaynaktan içtiğinde zehirini mağarasında arkasında bırakmalı ve böylelikle suyun temiz tutulmasını sağlamalıdır; aynı şekilde ebedi hayatın suyunun peşinden giden Hıristiyan da günahlarının zehrini geride bırakmalıdır; yılanlar yalnızca giyinmiş olanları ısırırlar, çıplak olanlardan utanırlar yani bizler de nefsaniyetin incir yaprağını çıkarıp atmalı ve günahlarımızdan arınmalıyız; böylece kötülüğün bizimle yolu kesişmeyecektir. Sonuç olarak, tehlikedeki bir yılan yalnızca başını korur, bedeninin kalan kısmı saldırıya açıktır. astroset'ten alıntıdır.




Yılan gök halklarının galaktik dinleriyle ilişkili bir semboldür. Bu konuda bulunabilen çok az bilgilerden bazılarında “yılan ve iç içe daireler” sembolleri bulunur. Yılan, içinde yaşadığı spiral galaksinin iki büyük ucunu temsil eder. Örneğin kuyruğunu ısıran yılan sembolü dünyanın bildiği en eski semboldür. Yukatan’da bulunan tabletlerde bu sembol aynen görülmektedir. Yılan burada spiral galaksiyi ifade etmektedir. İçinde bulunduğumuz Samanyolu galaksisi de bir spiral galaksidir. Bu ifadelerden anlaşılabileceği gibi yılan aynı zamanda galaktik uygarlığın da sembolüdür. Bu yılanı gördüğümüz yerde Yaratıcı’nın bir mührüyle karşılaşmış oluyoruz. Galaktik Irk “Elohimler” olarak adlandırılmaktadır. Galaktik Irk’a mensup kişilere “Yılanoğulları” adı verilmektedir. Ayrıca uzaydan gelen “Yılan Krallar”ın mührü de buna bağlıdır. Bununla ilgili olarak örneğin Kukulkan yani “tüylü yılan” sembolü Güney Amerika yerlileri arasında çok yaygındır ve bu sembol Galaktik Irk’ın bırakmış olduğu bilginin son izleridir. O dönem insanları, Galaktik Irk’tan haberdardılar ve bunu bu şekilde sembolize etmişlerdir.

Kuyruğunu ısıran yılan tekerrürü ifade eder. Bu tekerrür, kainattaki maddi ve manevi kanunların birbiriyle yakın ilgisini ifade eder. Hayatın doğum-ölüm çemberi (yılan), İlahi İrade Kanunu dahilinde seyrederek varlıkların tekamülü için müteaddit bedenlenmeleri yansıtan temel bilgiyi sembolize eder. Reenkarnasyon bir ilahi kanundur. Her dinde açık ya da kapalı bir şekilde ifade edilmiştir.

Yılan sözcüğü İslam ve Hıristiyan aleminde zihinsel karışıklıklara yol açmıştır. Günümüz insanı “yılan”ı kötü, hiçbir işe yaramayan, hain, hilekar, aşağılık, alçak bir varlık haline getirmiştir. Tevrat’ta Havva’yı baştan çıkaran yılanın iğvasıdır. Yasak olan ağaçtan yemesini temin etmiştir ve bu da Aden Cenneti’nden kovulmalarına neden olmuştur. Aden Cenneti’nden kovulan bu iki prototip yeryüzüne indirilmeden önce hemen hemen bütün ihtiyaçları hazır olarak büyük bir konfor içinde yaşamaktaydılar. Bu konfor dünyaya indikten sonra kaybolduğu için yılan bunu yaptı diye bu canlıya olumsuz nitelikler atfedildiği görülmüştür. Gerçekte o yılan bildiğimiz yılan değildir. Meyva da bildiğimiz meyva değildir. O iki prototip te ,bildiğimiz Adem ile Havva değildir.

Ergün Arıkdal