Translate

SÖMÜRGECİLİK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SÖMÜRGECİLİK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2013 Perşembe

Emperyalizmin En Ölümcül Silahı "Demokrasi Yalanı"







EMPERYALİZMİN SONU


...Çünkü korktukları başlarına geldiği an, bu emperyalizmin sonu olacaktır...


Bunalımı Derinleşen Emperyalistler Kendi Ülkelerinde de Sömürü ve Baskıyı Arttırıyor.

Emperyalizmin dünya emekçi halkları üzerinde sürdürdüğü sömürü ve baskı yüzyıldır devam ediyor. Emperyalizm yalnızca sömürgesi durumuna soktuğu ülkeleri emekçi halkların kanlı-bıçaklı düşmanı değildir. Kendi halklarına da düşmandır. Kendi halklarını da sömürü ve baskı altında tutmaktadır. Ama bu gerçek hep gözardı edilmeye, gizlenmeye çalışıldı. 

ABD "özgürlükler" ülkesiydi. İngiltere demokrasi beşiğiydi. Almanya sanayinin, Japonya teknolojik gelişimin deviydi. Fransa dünyada aydınlanmanın merkeziydi. Bu ülkelerde insanlar lüks içinde yaşıyordu, elleri sıcak sudan soğuk suya değmiyordu.


Geri bıraktırılmış ülkelerin yoksul halklarına, özgürlüğe insanca bir yaşama giden yolun bu emperyalist ülkelerde izlediği yoldan geçtiği gösterilmeye çalışıldı. Yıllardır dünya emekçi halkları, yoksulların aç kalmalarının sorumlusunun kendilerinin olduğuna, bunda emperyalizmin bir suçunun bulunmadığına inandırılmak istendi. 

Mutluluğun kapılarının emperyalist ülkelerden açıldığı anlatıldı. 

Özgürlük, demokrasi, iş, ev, sağlık, eğitim, ulaşım, bilim... gibi en temel insani haklar dahil ne isteniyorsa emperyalist ülkelerde vardı(!) 

Bunları başka yerlerde aramaya ne gerek vardı? 
Sosyalist ülkelerde özgürlük ve demokrasi yoktu(!) 
Sosyalizm diktatörlüktü. 
K. Kore açlıktan kurtuluyordu. 

Dünya emekçi halkları on yıllardır emperyalizmin ve onların uşaklarının ağzından bu yalanları dinledi.

Emperyalist devletler kendilerini "demokrasi" ve "barış" bekçisi ilan ederken, barış ve demokrasi maskesi altında dünya emekçi halkları üzerinde ekonomik, siyasi, askeri, kültürel terörlerini hiç eksik etmediler. 

Emperyalizmin özü gereği sömürgeci ve teröristtir. 
Hiçbir maske bu yüzü gizleyemedi. 

Bugün emperyalist devletler ekonomik ve askeri olarak dünyanın en güçlü ülkeleriyseler, bunun insanlığın, aç, yoksul kalması, hastalık ve ölümlerden kırılması pahasına gerçekleştiğini tüm dünya halkları çok iyi bilmektedir.


Bugün dünya da 1.2 milyar insan açlık çekerken, her gün 25 milyon insan bu açlar ordusuna katılıyor.

1.5 insan sağlık hizmetlerinden mahrum yaşatılırken 880 milyon kişi hiç okuma yazma bilmemektedir. 

Bu yıl okullar açıldığında, 150 milyon çocuk okuma hakları ellerinden alındığı için okula başlayamamıştır.

1 milyar insan yaşanmayacak derecede kötü barakalarda kalmaya mahkum edilirken 100 milyon ailenin başını sokacak bir barakası dahi yok.

Her yıl milyonlarca insan açlıktan ölürken, açlıktan ölenlerin büyük bir kısmı okul yaşına gelmemiş çocuktur.

Her yıl 250 milyon çocuk yeterli beslenemediği için kör olmaktadır. 100 milyon çocuk sokaklarda yaşamaktadır. 

200 milyon çocuk okula gidecekleri yere emperyalist tekellerin tatlı karları için çalıştırılmaktadır. 

1 milyon çocuk cinsel ticaret ağına düşürülmektedir.


Bu tablo "özgürlük", "barış", "demokrasi" havarisi kesilen, böyle gösterilmeye çalışılan emperyalist devletlerin eseridir. 

Bunlar emperyalist devletlerin dünyayı insanlığı ne hale soktuğunu gösteren gerçeklerin sadece bir kısmıdır. 

Açlık, yoksulluk, sefalet, salgın hastalıklar, kıtlık, bunların neden olduğu ölümler, sakat kalmalar hiç kuşkusuz en çok emperyalizmin sömürgesi altında bulunan ülkelerde yaşanmaktadır. 

Ama yoksul, sömürge ülkelerdeki kadar olmasa da bu gerçekler emperyalist devletlerde de yaşanmaktadır.


Emperyalistler 1917 Ekim devriminden ve sosyalist blokun kurulmasından sonra hem sosyalist ülkelerin bir çekim merkezi olmaması hem de emekçi halklar üzerinde uyguladığı sömürü ve baskının kendine karşı bir ayaklanmaya dönüşmesini önlemek için çok çeşitli ekonomik, askeri, siyasi yöntemler geliştiriyordu. Bunlardan bir tanesi de sömürgelerden elde ettiği karlardan kendi emekçilerine de bir pay vererek emekçilerle kendisi arasındaki çelişkiyi yumuşatma politikasıydı.


Ama bunalım krize dönüştükçe kendisi için sosyalist blok tehlikesinin ortadan kalkmasını da fırsat sayarak, kanlı elleriyle kendi halklarının da boğazını daha fazla sıkmaya başladı. 

Dünya emekçi halkları üzerindeki sömürü ve baskıyı daha da artırırken, kendi emekçilerine verdikleri payı da giderek kısmaya, sömürü ve baskıyı artırmaya başladılar.


Eğitim, sağlık, konut, ulaşım gibi en temel insani sorunları çözmeye, işsizliği önlemeye yönelik, devlet bütçesinden sosyal harcamalar için ayrılan pay her geçen gün daha da azaltıldı. 

İşsizlik emperyalist ülkelerde %10’ların üzerine çıktı. 

Emeklilik yaşı yükseltildi. 

Emeklilere, yaşlılara, işsizlere, sakatlara, kimsesizlere yapılan sosyal yardımlar kısıtlandı.


Örneğin Almanya’da Ekim 96’da Alman parlamentosunca onaylanan 

"Tasarruf Paketi" adı altında alınan kararların bazıları şunlardır,

- Rapor alan personele ödenen hastalık parasından %20 kesinti yapılması

- Emeklilik yaşının erkeklerde; 2000-2002 yıllarında 63’ten 65’e
kadınlarda; 2000-2005 yıllarında 60’tan 63’e çıkarılması
ve erken emeklilik isteyenlerin ücretlerinde %3.6 kesinti yapılması.

- 1997 yılında işsizlik parası ve yardımlaşma zammı yapılması

- Sayıca on işçiden az işçi çalıştıran firmaların işçi çıkartabilmelerinin kolaylaştırılması

- Personel çıkışlarında sosyal plan ve tazminatlarda kısıtlamaya gidilmesi

- İlaç masraflarında hastaların katkı payının artırılması


Kısacası, yoksulluk, sefalet, işsizlik, artan sömürü ve baskı emperyalist devletlerde de gizleyemeyecekleri bir şekilde kendini dışa vurmaya başladı. 
Kendini dünyanın efendisi ilan eden ABD’de durum Almanya’dan daha kötüdür. 

Bugün ABD’de sağlık harcamalarında yapılan kısıtlamalar nedeniyle her yıl 40000 bebek 1 yaşına gelmeden ölmektedir. 

Tüm bu sosyal harcamalara yapılan kısıtlamaların sonucu olarak yalnızca büyük şehirlerde yoksul insanların sayısı 6 milyonun üzerindedir. 

Bugün ABD’nin içinde bulunduğu sosyal çöküntüyü rakamlarla daha fazla örnekler vererek göstermek mümkündür. 

Ama sadece intihar edenlerin sayısındaki artış bile bu çöküntüyü göstermeye yetmektedir. 

Bugün "özgürlükler" ülkesi ABD toplumsal bir bunalım içindedir. Gençler içinde intihar olayları son yıllarda da iki katına fırlarken yetişkin erkeklerin %10’nu, yetişkin kadınların %20’si bunalım sonucu intihar etmektedir.


Emperyalist devletler emekçiler üzerindeki sömürüyü artırdıkça halkta oluşan memnuniyetsizliği bastırabilmek için daha fazla baskı ve şiddete başvurmaktadır. 

ABD’de şehirlere yapılan federal yardım %60 azaltılırken hapishane yapımı için bütçeden ayrılan pay %73 artırılmıştır. 

Diğer emperyalist devletlerde de durum aşağı yukarı aynıdır. Kanada’da açlar restoranlara saldırırken; Japonya’da barakalarda yaşamak zorunda kalanların sayısı her geçen gün artmaktadır. İngiltere okulları kapatıp öğretmenlerin işine son verip, fabrikalarda işçileri kitlesel şekilde işten atmakta; Fransa memur maaşlarını dondurmakta, aynı şekilde işçiler toplu şekilde işten çıkarılmaktadır. Sömürü ve baskıya karşı kitlelerin eylemlerinin bir süreklilik kazanmasının ardında Avrupa ülkelerinde faşizmin yeniden yükselişe geçmesi, faşist saldırıların ve yabancı düşmanlığının artması, emperyalizmin içinde bulunduğu krizin açık bir göstergesidir.

Emperyalist devletler, kitlelerin bilinçlerini bulandırmak, tepkilerini başka kanallara yöneltmek için yabancıları hedef göstermektedir. Ülkedeki açlıktan yoksulluktan, işsizlikten yabancıları sorumlu tutmaktadırlar. Yine yalan ve demagojilerle halkları aldatmaya, birbirine kırdırmaya, faşist saldırıları meşrulaştırmaya çalışmaktadır.

Bunlardan biri de SAVAŞ çıkarmaktır.

Ama tüm bu çabalar, hangi milliyetten olursa olsun emperyalist ülkelerdeki tüm emekçiler birlik ve dayanışma içine girerek saldırıları geri püskürtmüştür. 

Emekçilerin memnuniyetsizliği ve artan kitlesel eylemlerin ardından korkuya kapılan olmayan partileri iktidara getirerek kitlelerin öfkesini yumuşatmaya çalışmıştır. 

Bu da emekçilerin öfkesini dindirememiştir. 

Japonya’dan Avrupa’ya, Avrupa’dan ABD’ye grevler, mitingler, sık sık polisler çatışmaya varan sokak gösterileri bu ülkelerin değişmeyen gündemlerinden biri olmuştur.


Bu gelişmeler emperyalizmin korkusunu büyütmektedir. Dünya bankası başkanı James Wolfensohn yaptığı bir açıklamada: "Bir saatli bombayla yaşıyoruz" dedikten sonra "Dünyada 3 milyar insanın günde 2 dolardan az, 1.3 milyar insanın 1 dolardan az parayla yaşadığını..." söyleyerek bu saatli bombanın patlamasından duyduğu korkuyu dile getiriyordu. 
Bu korku boşuna değildir. 

Çünkü korktukları başlarına geldiği an, bu emperyalizmin sonu olacaktır.


Emperyalistler kitabından....




Bunalımı Derinleşen Emperyalistler Kendi Ülkelerinde de 
Sömürü ve Baskıyı Artırıyor




Obama’nın polis devleti - 



'Sosyal Avrupa' çöküyor mu?: Avrupa'da gelir eşitsizliği büyüyor


Emperyalizmin En Ölümcül Silahı Demokrasi Yalanı




THERE IS NO DEBT, MONEY IS FICTION
CAPITALISM IS OVER , IF YOU WANT IT.




2013 'TE DİBE VURDULAR
UYAN DÜNYA






"BATI" TÜRKLERİ NEDEN SEVMEZ?



Hitler'in zulmünden kaçarak ülkemize sığınan ve İstanbul Üni.öğretim üyeliği yapan, Yahudi asıllı Prof.Dr.Neumark ile bir kısım öğrenci Boğaziçinde gezintiye çıkar. Öğrencilerden biri Neumark'a şu soruyu sorar:"Avrupa bizi neden sevmez?"

Neumark şu yanıtı verir:

"Çok samimi olarak itiraf edeyim ki, Avrupalı Türkleri sevmez ve sevmesi de mümkün değildir. Asırlardır kilisenin Türk ve İslam düşmanlığı, Hıristiyanların hücrelerine sinmiştir. Nedenine gelince :

- Müslüman olduğunuz için sevmez. Ama faraza laik şöyle dursun, Hıristiyan olsanız da size düşman olarak bakmaya devam eder.

- Sizler farkında değilsiniz ama onlar şu gerçeğin farkındalar : Tarihten Türkler çıkarılırsa tarih kalmaz. OSmanlı arşivi tam olarak ortaya çıkar ise, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekir.

- Avrupa'nın pazarı idiniz, Şimdi Avrupa'yı pazar yapmaya başladınız.

- En az dört yüzyıl Avrupa'da sırtımızda ve ensemizde at koşturdunuz.

- Selçuklular anadolu'yu, Osmanlılar ise Orta Avrupa ve Balkanlar'ı Haçlı Ordusuna mezar ettiler.

- Sizi silahla yenemeyenler sizleri kendilerine benzeterek egemenlik sağladılar.

- Selçuklu ve bilhassa Osmanlı İslamiyet uğruna her şeyini feda etti...Vehabbiliği kuranlar, İngiliz Dominyon Bakanlığı'nın adamlarıdır...Batı, her yerde İslamiyeti sapık inançlara kanalize etti.

- Kilise, size kan kusturmaktadır ve nedenleri yukarıda anlattığım gibidir.

.....

Halil İnalcık 2003 te düzenlenen törende:

Batı'nın şimdiki tavrı 1850'den başlayan "Şark Meselesi" alışkanlıklarının değişmediğini göstermektedir. Batı bugün de Türkiye'yi kendi politikaları çizgisinde yürümeye zorlamak için etnik ayrılıkları kışkırtarak, tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi, müdahaleci, vesayetçi baskı metodlarını, başka bir kamuflaj altında devam ettirmek peşindedir. Batı, bütün bunları "Islahat Fermanı" zamanındaki gibi, Türkiye'nin Batı hukuku ve insan hakları standartlarına uygun hale getirilmesi için yapmak gerekliliğine bizi inandırmak istiyor... Yanılmayalım, strateji bakımından dünyanın nazik bir yerini işgal eden Türkiye, dünya milletleri arasında yanlız bir ülkedir. Tarihten gelen dinmez bir husumetin daima hedefi olmuştur, olmaktadır... Bu tarihin bize bıraktığı alınyazıdır. Mustafa Kemal, Osmanlı'yı tarihe gömmüş, tam bir inançla Batı'ya dönmüş, fakat yine de o tarihi kin ve düşmanlığı yenememiştir. Bugün sözde Ermeni davası, Batı parlamentolarında ayakta alkışlanarak benimseniyorsa, bu sadece bize tarihi husumet psikozunun asla ölmediğini gösteriyor...

....

Prof.Niyazi Berkes : 

Batı tarihçiliği iki tür benciliğin hala etkisi altındadır : Biri Hıristiyan bencilliği (Christocentrism) , diğeri ırk bencilliği ( Ethocentrism). Batı tarihçiliğindeki bu iki bencilliğin en iyi göstergesi "Türk"tür.
Tüm nesnellik ölçüleri, konu "Türk"e gelince hemen ortadan kalkar ve Hıristiyan kültürüyle Avrupa ırkçılığı her yandan sırıtmaya başlar. "Türk"ten ağzı burnu çarpılmadan söz eden Batı tarihçisine rastlamak güçtür. Hiçbir Batılı okuyucu da bunların önyargılarında; nesnelliğe, bilime aykırı bir şey görmez.

Onlar için bunlar , evrensel gerçeklerdir. "Türk", Batı tarihçiliğinin bilim efendiliği ölçülerinin dışında kalan bir şeydir. Batılı tarihçi bu konuda istediği gibi konuşabilir."

1932 yılında toplanan ilk Tarih Kongresine katılan yaşlı delegelerden İhsan Şerif Bey:

"Kırkbeş yıldır tarih okutuyorum. Bu uzun zamanın her yılında, benim için çok üzüntülü günlerim vardır. Bu günler, dersimin, Türkler konusuna geldiği günlerdir. Anlatış biçimim cansızdır, coşkusuzdur, yavandır. Nedeni, Orta Asya yaylasına, binlerce yıllık o ata yurduna ilişkin benim de diğer meslektaşlarım gibi , pek az şey bilmem idi. O günlerde çalışır, uğraşır, biraz coşku duymak için yiyekcekmiş gibi kitaplara sarılırdım. Saatler geçer, sonunda yorgun, kötümser ve üzgün kalırdım.... 

Artık o sihirli hazinenin büyüsü bozuldu. Anahtarın sahibi eline aldı; hazineyi açtı. Yüzyıllardan beri özlemini çektiğimiz binlerce belgeyi, binlerce kanıtı demet demet, kucak kucak, evrenin yararlanma alanına saçtı. Büyük Gazi, ölmez Söylev'i ile genç, yaşlı bütün Türkler'i vatan ve görev aşkına inandırmıştır. Şimdi Türk'ün tarihini, bütün Türk ırkının geçmişini, durumunu, geleceğini, bilim aydınlığı ile parlattı."





Yukarıdaki yazılar Vural Savaş'ın "Aşk, Şiir ve Müziğin Coşkusuyla" kitabından alıntıdır. Sadece Aşk,şiir,müzik değil, Türkiye ve Emperyalizm de anlatılıyor. Tavsiye ederim.


Ve İhsan Şerif Bey'in yıllar önce ifade ettiği, "Hazinenin anahtarı artık sahibinin elinde" lafına bir ekleme yapmak istiyorum : 

İNTERNET ve DİJİTALE GEÇMİŞ 
TÜM YAZILAR/MAKALELER/KİTAPLAR AŞKINA....
EVRENİN ANAHTARI ELİMİZDE.

Saygılar
SB.



Ceviz Kabuğu 14.07.2013 Vural Savaş ve Aşk-Şiir-Müzik!.





Metin Aydoğan / Antik Çağdan Küreselleşmeye Yönetim Gelenekleri ve Türkler.
2 Ciltlik ,1162 sayfa 
(Vural Savaş tarafından önerilen bir kitaptır)




_________________________.


SÜRYANİLER, TÜRKLER VE EMPERYALİZM



Süryanilerin Dünü Bugünü I. Dünya Savaşında Süryaniler, 
BÜLENT ÖZDEMİR
TTK Yayını, Ankara, 2008



Süryaniler, Süryanice adı verilen Sami dil ailesi içerisinde yer alan Aramice konuşan bir toplum olarak tanımlanmaktadır Urfa, Nusaybin ve Musul başta olmak üzere Kuzey Mezopotamya’da yaşamaktadırlar. Süryani toplumu Hıristiyan bir toplumdur. M.S 1. yüzyılda Kuzey Mezopotamya’da yayılan Hıristiyanlığı kabul etmişler ve Antakya’da ilk kiliselerini kurmuşlardır. Süryani kimliği tanımlamasında etnik ve dini kimlik iç içe geçmiş bir şekilde yer almaktadır. 

Yoğun göç nedeniyle Bugün dünyanın birçok ülkesinde özellikle Avrupa ve Amerika’da yaşamak durumunda kalan Süryani toplumu kendini tanımlamada ve birlik sağlama çabalarında her iki alanda sürdürme çabası içerisindedir. 

Kimi Süryaniler etnik tanımlamayı ön plana çıkartırken özellikle Ortodoks Süryani kilisesi kilise etrafında birleşmeyi sağlamaya çalışmaktadır. Buna rağmen son yıllarda kilise de etnik ve kültürel milliyet temeline dayalı tanımlamayı kabul etmeye başlamışlardır. 

Buna göre Süryaniler “medeniyet ateşinin ilk çıktığı en eski kalptir.” Tabii ki bu tarihi gerçeğin en önemli delilleri Süryanilerin bugünkü kullandıkları dil, kültür, gelenek ve görenekleri kısaca yaşantılarıdır. 

Ancak tarihsel süreç içerisinde Süryanileri birleştiren kilise Süryaniler arasında ayrılıkların da nedeni olmuştur. Süryani kilisesinde ilk ayrılık, 431 Efes Konsili’nde Hz İ sa’nın Tanrı ve beşeri yönü olduğunu, dolayısıyla iki doğası olduğunu ortaya atan Nestorius’un görüşleri neticesinde meydana gelmiştir. 

Nestorius’un takipçileri zaman içerisinde Süryanilerle karışarak önce Urfa, daha sonra Nusaybin’de kilise kurmuşlardır. 6. yüzyıldan itibaren de Nesturi olarak adlandırılmaya başlanmışlardır. 

Süryani kilisenin ikinci ayrılığı ise 6. yüzyılda gerçeklemiştir. Hâlbuki 451’de Monofizit itikadı kabul eden İskenderiye doktrini reddedilmiştir. Süryanilerin çoğunluğu monofizitlerin yanında yer almışlardır. 

Bu süreçte Urfa Monofizit Piskoposu Jacob Baradaeus’a İmparator Justinianus tarafından ayrı kilise kurma izni verilmiş ve VIII. yüzyıldan itibaren Piskopos Jacob’un takipçilerine Yakubiler adı verilmiştir. Kadıköy Konsili kararlarını kabul eden Hıristiyanlara da Melkailer ya da Melkitler denilmiştir. 

Tarih yine VIII. yüzyılda Süryanilerin Aziz John Maron’a atfen Maruniler olarak ayrılmasına şahit olmuştur. Süryani Ortodoks Kilisesi için Maruni grubun ayrılması bir son değildir. Nitekim bu defaki ayrılık süreci Haçlı seferlerinden sonra olmuştur. 

1181 yılında Katolik olan Süryaniler, Katolik Kilisesine katılma  kararı almışlardır. 1667’de Andrew Akhijan, Papa tarafından Süryani Katolik Patriği olarak tayin edilmiştir. 1782’de Halep metropoliti Michael Carve’nin Papa tarafından Süryani Katolik Kilisesi Patriği seçilmiştir. Yine Papa’nın etkisiyle Nesturiler arasında yapılan misyonerlik faaliyetleri sonucunda Musul merkez olmak üzere 1680’de Katolik mezhebini seçen Nesturiler Katolik Nesturi Kilisesini kurmuşlardır. 

Bu gruba Keldaniler de denilmektedir. Zaman içerisinde Müslüman olan Süryaniler için Süryanice bir kelime olan Mhalmoye tabiri kullanılır olmuştur. Süryani Kilisesinin ayrılığı Protestan misyonerlerinin çabaları neticesinde XIX yüzyılda yeniden gündeme gelmiştir. Özellikle İngiliz ve Amerikan misyonerleri Osmanlı tebaası Ermeniler ve Süryanilerin Protestan mezhebine geçmesine neden olmuşlardır. Artık Süryaniler arasında Protestan Süryani Cemaati de vardır. 

Süryanilerin ilk patriklik merkezi Antakya idi. Zaman içerisinde Halep, Malatya, Diyarbakır ve Mardin kilise merkezi olarak kullanıldıktan sonra 1293 yılında Patrik Mor İgnatiyos Yusuf Mar Vahap tarafından sürekli ve resmen Mardin’deki Deyrülzafaran (Deyrü’z-Zafaran) Manastır’ı daimi merkez olmuştur. 

Fakat birçok Patrik, Diyarbakır Meryem Ana Kilisesi veya yine Mardin’deki Kırklar Kilisesini merkez olarak kullanmayı tercih etmiştir. 

Süryanilerin Dünü Bugünü (I. Dünya Savaş ı’nda Süryaniler) adını taşıyan kitap, Giriş hariç 6 bölümden oluşmaktadır. Kitabın tamamının değerlendirildiği Sonuç ile son bulmaktadır. Tabii ki kitabın başında Önsöz, Kısaltmalar, Literatür ve Kaynaklar ve Giriş vardır. Literatür ve Kaynaklar kısmında yazar, kitabı yazarken kullandığı kaynakları genel hatlarıyla ele almış ve kategorize etmiştir. 

Kitap Tarihsel Süreçte Süryaniler adlı I. Bölüm, yukarıda kısaca bilgi vermeye çalıştığım Süryaniler Kimdir? konu başlığı ile yazar, Süryanilerin kimliği üzerinde durmuştur. Dinsel Farklılaşma ve Misyonerlik Faaliyetleri adı altında Süryani Kilisesi’ndeki ayrılıklara kısaca değindikten sonra misyonerlik faaliyetlerinin Osmanlı Devleti topraklarında kesafet kazandığı XIX. yüzyılda Protestan misyonerlerin Süryaniler arasındaki faaliyetlerini geniş bir şekilde ele "19. yüzyıl Misyonlar Çağı" adlı alt başlık ile devam etmiştir. Sadece İ ngiliz ve Amerikan Protestan misyonerlerinin faaliyetleri değil aynı zamanda Alman Lutheran Kilisesi’ne bağlı misyonerlerin, Rus Ortodoks ve Fransız misyonerlerin faaliyetleri üzerinde de durulmuştur. 

Misyonerlik faaliyetleri kapsamında Bölgede okullar ve hastaneler açılması dikkat çekicidir. Özellikle Amerikalı ve İngiliz misyonerler, ilk Hıristiyan topluluklardan biri olarak kabul edilen Süryanileri “medeni Hıristiyanlıkla” tanıştırmak amacıyla hareket ettiklerini dile getirmişlerdir (s. 17). 

Konunun bir başka alt başlığı misyonerlerin Süryanileri nasıl tanımladıkları Misyonerlerin Gözüyle Süryaniler adı altında verilmiştir. Urumiye’deki İngiliz Misyonunun mektubunda Süryanilerin ve misyonun amacı açıkça belirtilmiştir.  
“ Misyonumuzun buradaki amacı Süryanilerin dinsel ve ruhsal açıdan geliş tirilmesi olmasına karş ın bizden beklentileri farklıdır… Bizden istedikleri kendilerine politik ve mali açıdan yardım etmemizdir…” (s. 28-29). 

I. bölüm Osmanlı İmparatorluğu’nda Süryaniler ve Kürt-Süryani İlişkileri başlıklı konuları ile devam etmektedir.

II. bölüm I. Dünya Öncesinde Süryaniler adı altında verilmiş olup, üç ana başlık atında yazar bize konuyu sunmaktadır. Bu konu başlıkları ise Yaşadıkları Bölgeler, Nüfus Hareketleri ve Kültür,  Süryani-Ermeni ilişkileri ve Rusya ile İlişkiler şeklinde tasarlanmış ve sunulmuştur. 

Bölümün birinci konusunu oluşturan Yaşadıkları Bölgeler, Nüfus Hareketleri ve Kültür Süryanileri tanımak anlamında önemli bir yere sahiptir. Süryanilerin yaşadıkları bölgeler, Hakkâri, Dicle vadisi, İran Azerbaycan’ı ve Yukarı Mezopotamya’dır. Bu bölgelerin coğrafi özellikleri yanında Süryanilerin tarihsel süreçte  yaşadıkları bölgelerde oynadıkları rol ele alınmaktadır. Bu bölümde ele alınan konular içerisinde yer alan Nüfus ayrı bir öneme sahiptir. Çünkü ileriki bölümlerde üzerinde durulacağı Süryani toplumunun  soykırım iddialarına temel teşkil etmektedir. 

Yazar, Amerikan I. Dünya Savaşı öncesi Amerikan belgelerine, seyyahların (Fransız Seyyah Vital Cuinet), misyonerlerin ( İngiliz misyoner W. A. Shedd), Profesör A. Yohannan ve Profesör D. Magie’nin verdikleri bilgilere göre Süryani nüfusunu vermeye  çalışmıştır. Ayrıca bu başlık altında 1870’lerde hazırlanmış Süryanice el yazmada yer alan nüfus bilgileri de yer almaktadır. 

Burada dikkat çeken husus verilen nüfus rakamları arasında tutarsızlıkların olmasıdır. 

Diğer bir önemli konu başlığı Kayıplar’dır. Kayıplar başlığında I. Dünya savaşı sırasında ve sonrasında Süryanilerin kayıpları ele alınmıştır. Bu kayıplar Süryani Agha Petros’un ve Mor Severios Barsaum’un uluslararası alanda ortaya koydukları rakamlar esas alınarak verilmiştir. 

Bölüm, Süryani-Ermeni ve Rusya ile ilişkiler iki alt başlık ile farklı bir yönde değerlendirilmiştir. 

Kitabın III. Bölümü, I. Dünya Savaşında İtilaf Devletleri Saflarında Süryaniler adı altında Süryanilerin I. Dünya Savaşında bölgedeki rolleri; Süryanilerin Osmanlı Devleti’ne Savaş İlan Etmeleri,  İngiliz Dış Politikasında Süryaniler, Bağımsızlık Sözü Verildi mi?, Urumiye Olayları, ABD Yakın Doğu Yardım Kuruluşu (Near East Relief) ve Süryaniler ve Bakuba Kampı adlı altı alt başlıkla ele alınmıştır. 

Özellikle kitabın bu bölümü Süryanilerin bölgedeki faaliyetlerini İngiltere ve Rusya’nın savaş sırasındaki politikaları çerçevesinde irdelemesi bakımından önemli bir yere sahiptir. 

Tabii ki savaş sırasında Süryanilere İngiltere’nin bağımsızlık sözü verip vermediği bugün dahi önem arz etmektedir. Çünkü Süryaniler bu söze güvenerek savaşta yüzyıllardır tebaası oldukları Osmanlı Devleti’nin karşısında İtilaf Devletlerinin yanında yer almışlardır. Savaş sonrasında istedikleri gibi bölgenin kontrolünü ele geçiremeyen Süryaniler bölgeden göç etmek zorunda kaldıklarında İngilizler tarafından Bağdat yakınlarında kurulan Bakuba kampına yerleştirilmişlerdir. Bakuba Kampı başlığı altındaki konuda kampın kuruluşu, buradaki Süryaniler ve faaliyetleri hakkında bilgi verilmektedir.

IV. Bölüm Süryani Diasporasının üzerinde yoğun olarak çalıştığı bir konuya, Süryani Soykırım İddialarına I. Dünya Savaşı ve Süryaniler adı altında yer vermektedir. 

Bölüm, İnşa Edilmeye Çalışılan Bir Soykırım Miti: “Seyfo”, Midyat İsyanı, Kürtler alt başlıkları şeklinde soykırıma temel tekil eden anlayışı ve 1915 olaylarını incelemektedir. 

Birinci başlıkta özellikle Seyfo tabirinin içerdiği soykırım manası  üzerinde durulmakta olup, Süryanilerin soykırım iddialarının amaçları açık bir şekilde verilmektedir ki, bu amaç; 

“…Türkiye Cumhuriyeti’nin soykırımı reddetmekten vazgeçerek özür dilemesi, akabinde büyük miktarda tazminat talep edilmesi, Lozan Antlaşmasında verilmeyen azınlık statüsünü bugün verilmesi ve nihayetinde Türkiye topraklarının bir kısmını da içerisine alan tarihsel süreçte Süryanilere ait olduğunu iddia ettikleri Kuzey Mezopotamya’da bir Süryani Devleti kurmaktır…” (s. 115). 

Savaşın yoğun olarak yaşandığı 1915 yılı Ermeni tehcir kararının çıktığı ve uygulamaya konulduğu bir dönemde Süryaniler Midyat’ta isyan etmişlerdir. İsyanı süreci Midyat İsyanı başlığı ile ele alınmıştır. 

Bölümün diğer bir konusu olan Kürtler başlığı adı altında Kürtlerle Süryanilerin ilişkileri üzerinde durulmuştur. 

I. Dünya Savaşından sonra Süryanilerin durumu V. Bölümde Savaş Sonrasında Süryaniler adlı başlık adı altında ele alınmıştır. Bu bölümün konuları Süryani Lider Agha Petros, Paris Barış Konferansı ve Süryaniler, Lozan Görüşmeleri, İngiltere ve Unutulan Vaatler, Irak Krallığı, Musul Sorunu ve Süryaniler’dir .

Bu başlıklar altında verilen konulardan Musul Krallığı konusu bölümün en ilgi çekici konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü İngiltere’nin I. Dünya savaşından sonra Irak’ı yapılandırma  çabaları çerçevesinde özelde çoğunlukla Bağdat yakınlarında Bakuba Kampı’nda yaşayan ve genelde bütün Süryanilerin durumu tartışılmıştır. Öyle ki, doğru tercih yaparak kazanan taraf olan İtilaf  Devletlerinin yanında yer alan Süryaniler Türkiye ile Irak sınırının 1924 yılına kadar çizilememesi aşamasında bile daha önce olduğu gibi İngiltere tarafından kullanılmışlardır. 

Amerika’da yaşayan Süryani Ulusal Cemiyetleri daha Paris Konferansı’na bir dilekçe yazarak Amerika ya da İngiltere’nin mandası altında Hakkari ve çevresinde Süryani Devleti, kurulmasını talep etmişlerdir. (Paris Barış Konferansı ve Süryaniler s. 132 vd. ). 

Burada dikkati çeken nokta Süryani taleplerinin Paris Barış konferansında dikkate alınmaması ve hatta Lozan Antlaşması’nda bu durumun devam etmesidir. Lozan Antlaşması’nda Süryanilere Ermeniler, Rumlar gibi azınlık statüsü bile verilmemiştir. (Lozan Görümeleri s. 142- 146.). 

Süryanilere göre kurulacak devlet mutlaka Hakkari ve çevresinde olmalıdır. Bu görüşü Agha Petros, tarafından hazırlanan raporda açıkça ortaya koymuşlardır. 

Buna göre; … Hıristiyan nüfus hiçbir ş ekilde İslam topraklarından dışarı çıkarılmamalıdır. Çünkü her bir Hıristiyan, İngiltere’nin ve İtilâf Devletleri’nin sadık birer ajanı ve destekleyicisidir… (s. 139).

Bu niyetleri taşıyan Süryaniler, savaşa müttefik olarak girdikleri İngiltere’nin politikaları gereği bağımsız ya da otonom bir devlet arzularına kavuşamamışlar, kaderleri kurulan Irak Krallığı’nın alacağı kararlara bırakılmıştır. 


VI. Bölüm, Süryanilerin geleceği konusunda yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile Süryanilerin ilişkilerini ele alan Türkiye Cumhuriyeti ve Süryaniler adını taşımaktadır. Burada ön plana çıkan önemli konu Süryani lider Agha Petros’un otonom Süryani bölge kurulması için Ankara hükümeti nezdinde gösterdiği çabalardır. 

Bu anlamda Petros’un TBMM’ne gönderdiği dilekçesi dikkate ayandır. Dilekçenin giriş bölümünde “Süryani ve Keldanilerin yüzyıllardır Türklere karş ı dürüst ve itaatkâr oldukları ve Türklerin geçmişte kendilerine sürekli bir şekilde iyi davrandıkları ve tolerans gösterdikleri” ifade edilmektedir (s. 156). 

Yeni kurulan Irak Krallığı’nda yaşamak istemeyen Süryanilerin Hakkâri merkez olmak üzere kurulmasını istedikleri otonom bölge için yapılan bu başvuru ve başvurunun mahiyeti bu bölümde dikkatle ele alınan bir konudur. Sonuçta Süryaniler Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olarak kabul edilmişlerdir. (s. 161). 

Bölümün Süryani Diasporası ve Kimlik Oluşumu başlığı adı altında yazar, Süryani diasporasının oluşumu üzerinde durduktan sonra Süryani diasporasının kimlik problemi ve bu anlamda soykırım iddialarının rolünü ele almaktadır. 

Nitekim yazarın bu konuda ulaştığı sonuç, Soykırım iddiaları Süryanilerin kimlik oluşumunda Ermeni diasporasında olduğundan daha fazla ihtiyaç duyulan bir araç olduğu yönündedir. Hatta Soykırım iddialarının Süryaniler arasında yüzyıllardır var olan dinsel ve mezhepsel farklıkların ortadan kalkmasında olumlu bir şekilde etkilediği vurgulanan noktadır. (s. 165). 

Bölümün diğer bir konusu ise bugün var olan Süryani örgütlerini ele alan Örgütler’dir. Yine Süryanilerin konuştukları dilin gelişim çizgisi bu bölümde Dil Problemi başlığı adı altında irdelenmiştir. 

Bir başka konu ise İsveç’te yaşayan Süryanilerin durumunun incelendiği İsveç’te Yaşayan Süryani Toplumu adlı konudur. Bu konuda özellikle Belçika’nın başkenti Brüksel’de 4 Mart 2007’de Mıtra Hazail Soumi tarafında yapılan konferans ele alınmıştır.

Konferans’ta Seyfo- 1915 adıyla sloganlaştırılan İsveç’te kurulan Seyfo Centre’nin başkanı araştırmacı Sabri Atman "Soykırım vardır" tezini savunmuştur. 

Konferansın ele alınmasının nedenini de ortaya koyacak olan Mıtra Hazail Soumi’nin sözleridir. Mıtra Hazail Soumi; 

“.. Ben Türkiye’yi korumuyorum, ama genecoide (soykırım) ayrı bir şeydir, Massacre (katliam) başka bir şeydir. Eğer Seyfo bir soykırım olsaydı şimdi hiç birimiz hayatta olmazdı…”, ve  “Türkiye Devleti halkımıza yapılan katliamlardan sorumlu değildir.” sözleri ile soykırıma karşı çıkmış ve I. Dünya savaşında yaşananları katliam olarak nitelemiştir. 

Buna rağmen Mıtra Hazail Soumi birçok Süryani tarafından hain ilan edilmiştir. (s. 169). 

Sonuç bölümünde yazar bütün bu ele alınan konuların genel bir değerlendirilmesini yapmıştır. I. Dünya savaşında Osmanlı Devleti aleyhine İtilaf Devletleri ile işbirliği yapan Süryanilerin soykırım  iddialarının gerçeği yansıtmadığı ve bu iddianın politik amaçlı kullanıldığı kitabın sonuç kısmında ulaşılan noktadır. Kitapta, Amerika ve İngiliz Arşivlerinden alınan belgeler bir kısmı aynen verilmiştir. Eklerden sonra kitabın yazılmasında kullanılan kaynaklar ile devam etmiş, son indeks ile de sona ermiştir.




Yrd.Doç.Dr.Zübeyde GÜNEŞ YAĞCI
Balıkesir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi 
Tarih Bölümü Öğretim Üyesi - pdf


_____


Sırada Süryani, Pontus Ve Kürt Yalanları Var ,2006 !!!

Göz göre göre, gözümüzün içine baka baka Fransa tarihi bir ayıba imza attı. Fransız parlementosu sözde Ermeni soykırımının inkarını suç sayan yasa teklifini onayladı. Üstelik tarihçilerin cezadan muaf tutulması önerisi de reddedildi.

İktidar, Muhalefet Partileri, iş adamları, sivil toplum kuruluşları ve vatandaşlar bu teklifin geçmemesi için tek yürek, tek ses oldu. Ama bu çabalar, son dakikaya bırakıldığı için ne yazık ki yetesiz kaldı. Kendi tarihiyle yüzleşemeyen Fransa, bugün bize insan hakları ve demokrasi dersi vermeye kalkışıyor. Tarihin tek taraflı yorumlanarak, Türkiye'ye iftira kampanyası başlatılması elbette Türkiye için onur kırıcı bir durum. Ancak, bu noktadan sonra atılması gereken çok önemli adımlar var. Çünkü Fransız parlementosunda onaylanan bu çirkin tasarı ne ilk ne de son olacak.

Benzer teklifler diğer Avrupa ülkelerinde de gündeme gelecektir. Üstelik bu iddialar sadece sözde Ermeni soykırımı ile sınırlı kalmayıp, sözde Süryani soykrımı, sözde Pontus soykırımı ve hatta sözde Kürt soykırımı diye uzayıp giden bir liste haline dönüşmek üzere. Bu bir kehanet değil. Bugün Avrupa televizyonlarında ve parlementolarında yavaş yavaş ısıtılmakta olan bu yalanların yakın gelecekte Türkiye'ye yönelik yeni şantaj unsurları olacağı apaçık. Avrupa Parlementosunun Türkiye raporlarında Ermeni soykırımının yanısıra, 'Pontus ve Süryani soykırımını da tanıyın' deniyor. Daha da ötesi, raporlarda, Alevi ve Yezidilerin azınlık haklarının tanınması isteniyor. Avrupa televizyonlarında sözde Süryani soykırımını anlatan belgeseller yayınlanmaya başladı bile. 

Peki biz sözde Süryani ve Pontus soykırımı iddiaları hakkında hakkında ne biliyoruz? 

Bu konularda Türk tezlerine yer veren kaç akademik çalışma, kaç araştırmacı var? 

Kaç belgesel, kaç kitap var? 

Aynı şekilde yakın gelecekte önümüze gelmesi muhtemel, sözde Kürt soykırımı iddialarına karşı ne kadar hazırlıklıyız? 

Kaç kişiyi bu konularda çalışma yapması, kitap yazması için teşvik ediyoruz? 

Karşı tezlerin savunucuları Nobel ödülleriyle, burslarla, türlü türlü vaadlerle teşvik edilirken, biz ne yapıyoruz? 

Ne yazık ki bu tür durumlar karşısında yaptığımız en iyi şey, aleyhimizde kararlar alındıktan sonra tepki vermek! Bu tepkiler de zaten saman alevi gibi olduğundan, ancak bir iki gün sürüyor, üçüncü gün unutuluyor.

Bu nedenle, vereceğimiz tepkinin sürekliliğinin olması gerekiyor. Bugünden itibaren sokaklarda Fransız bayrakları yakmak, Fransız parfümlerini sokaklara dökmek yerine daha anlamlı, işe yarar eylemlerde bulunalım. Türk tezlerini dünyaya duyurabilecek akademisyenlere destek verelim, sinema filmleri, belgeseller çekelim, romanlar yazalım, enstitüler, düşünce kuruluşları kuralım, lobicilik faaliyetlerini geliştirelim, dünya medyasında sesimizi duyuralım. Hepsinden ötesi birlik duygusunu geliştirelim ve tüm bu çalışmaları 'katil' ilan edildikten sonra değil, işin çok daha başında yapalım. Fransız elçiliğine bırakılan siyah çelenkler 2 gün sonra unutulacak. 

Bu sefer unutmayalım, hafızamızı canlı tutalım. 

Çünkü sırada Süryani, Pontus ve Kürt yalanları var. Bu iddialar karşısında Fransa gibilere fırsat vermeyelim.



Lale Şıvgın, 13 Eylül 2006


.....

Ermeni soykırımı iddialarını iç ve dış politikasının ana eksenlerinden biri yapan Erivan şimdi de Süryani soykırımına takıldı. Ermenistan'ın başkenti Erivan'da bu kez de Süryani soykırımı anıtı açıldı. 

1915 olayların tüm dünyada 'soykırım' olarak tanınması için mücadele eden Ermenistan, 'Süryani soykırımı' iddialarını gündeme taşıyor. Bunun için başkent Erivan'da 'Süryani soykırımı' anıtı açıldı.

Ermenistan'daki Süryani topluluğun lideri Arsen Mikhailov, anıtın, Ermeniler, Süryaniler ve Rumların, Türklerin elinde çektiği acıların unutulmadığının bir sembolü olduğunu savundu.

Mikhailov, Türkiye'ye her üç ‘soykırım’ iddiasını da kabul etme çağrısında bulundu.



26 Nisan 2012 !!!!

.......


Süryanilerin 1915′i belgesel oluyor , 
06 Ağustos 2012 !!!

1915’te katledilen ve kadim toprakları Mezopotamya’dan sürülen Süryanilerin tarihini, diğer halklarla ilişkilerini ve onları koruması altına alan Müslüman şeyhleri anlatan ‘Aynkef’ten Ayvert’e’ adlı belgeselin çekimleri Mardin ve Batman’da devam ediyor. Belgesel, Mezopotamya’nın temel unsurlarından olan Süryanilerin tarihine ilişkin bölümlerin yanı sıra, bugün hâlâ doğdukları topraklarda yaşamlarını sürdüren Süryanilerle yapılan mülakatlardan oluşuyor. Yönetmenliğini Batman Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Sedat Cereci’nin, koordinatörlüğünü ise Yrd. Doç. Ersoy Soydan’ın üstlendiği belgesel Süryanice, Arapça, Kürtçe ve Türkçe olarak hazırlanıyor. Birçok uluslararası film festivalinde ödül alan Sedat Cereci, bu filminin de olabildiğince çok sayıda festivalde gösterilmesini sağlamayı planlıyor. Cereci ile, çekimleri Kasım ayında bitecek olan ve önümüzdeki yıl gösterime girmesi planlanan filmin oluşum sürecini ve içeriğini konuştuk.

• Bu filmi çekmeye nasıl karar verdiniz?

Yıllardır sözlü tarihe dayanan belgeseller çekiyorum. Batman’da görev yaparken bu konuyla ilgili de bir film yapmak istedim. Bir anlamda, Türkiye’de çok fazla bilinmeyen, konuşulmayan bir konuya pencere açmaya çalıştım. Türkiye’de ‘bilinmeyen’ çok fazla tarihsel olay var. Özellikle genç kuşaklar bunları öğrensin ki nasıl bir ülkede yaşadıklarının ve nasıl bir gelecek için hazırlanmaları gerektiğinin farkına varsınlar istiyorum. Yardımcım Ersoy Soydan, zaten yıllardır bölgede Ermeniler ve Süryaniler üzerine araştırmalar yapıyor. Buradan yola çıkarak oluşturduk belgeseli. Ermeni Tehciri yıllarında Süryanilere yapılan baskılar ve Süryani-Müslüman çatışmalarının yanı sıra, buradaki birkaç şeyhin Süryanileri koruma altına alıp mağaralarda saklamasını ve yüzlerce Süryani’yi bu şekilde yaşama döndürmesini izleyiciye aktarmaya çalışacağız.

• Çekimlere ne zaman başladınız?

Araştırma safhası epey uzun sürdü. Çekimlere Nisan ayında başladık, Kasım ayında bitirmeyi planlıyoruz ama yeni yeni alt başlıklar çıkıyor, bunları da değerlendirmek istiyoruz. Dolayısıyla çekim süreci biraz daha uzun sürebilir. Bölgede sayıları çok azalan Süryaniler hayatlarını Mardin ve Batman’ın köylerinde devam ettiriyorlar. Ekibimizle birlikte köyleri ziyaret ediyoruz ama doğal olarak insanlar önce çekiniyorlar, rahat konuşamıyorlar. Fakat sohbet ilerledikçe güveniyorlar, ve ondan sonra çekim yapabiliyoruz. Süryanilerle ve onları koruması altına alan şeyhlerin yakınlarıyla görüşmeler yapıyoruz. Yaşlı insanları bulup konuşmaya çalışıyoruz, çünkü tarihi en iyi onlar biliyorlar. Şöyle bir dezavantajımız var, çektiğimiz konu tarihi olarak belgelenmemiş, çok az tarihsel belge var.

• Neler anlatıyor görüşme yaptığınız insanlar?

Sürekli olarak, yaşadıkları korkudan bahsediyorlar. 1915’te çok sayıda insan hayatını kaybetmiş. Osmanlı Devleti’nin Ermeni Tehciri kararı ile Süryanilere de baskı uygulanmaya başlamış, köylere saldırılar başlamış. O dönemde sağ kalmayı başaran Süryanilerin çoğu 1960’lardan itibaren yurtdışına göç etmiş. Büyük sıkıntılar yaşamışlar, bize onları anlatıyorlar. Çatışma dönemlerinde kaçacak yer bulamamışlar, kendilerini savunmak için silahları da yokmuş.

• Filmin hazırlık sürecinde nasıl tepkiler alıyorsunuz?

Olumlu ve olumsuz tepkiler var. Konu, milliyetçi kesimleri rahatsız ediyor. Fakat ortada bir gerçek var ve bunun açıklanması gerekiyor. Süryaniler tarihin ortaya çıkmasından hoşnutlar fakat çekiniyorlar da. “Bu konuyu gündeme getirmekle iyi etmedin” diyenler var. Tabii, bazı dar kafalı insanlara bu konuyu anlatmak zor oluyor. Tarihin olanca açıklığıyla yansıtılmasından memnun olanlar, “Osmanlı’nın, Türkiye’nin tarihinde bunlar da var; bunlar da bilinmeli, öğrenilmeli” diyorlar.

• Çekimlerde nasıl bir yol izlediniz?

İşe, Süryanileri koruması altına alan Şeyh Fethullah Efendi’nin torunuyla görüşerek başladık. Buradan yola çıkarak Süryani köylerinde dolaştık, oralarda epey bilgi topladık. Ersoy Soydan tarih araştırmalarını yaptı; birtakım tarihsel bilgilere ulaştık. Çekimler devam ederken bir yandan da konu hakkında araştırmaya devam ediyoruz. Şeyh Fethullah Efendi’nin torunu Sebahattin Hamidi çok uygar, açık kafalı bir insan; dedesi de böyle bir insanmış ki, yüzlerce insanın hayatını kurtarmış. Dedesini uzun uzun anlattı; onun bir barış insanı olduğundan, “çokkültürlü bölgelerde saygı olmadan yaşamın olamayacağından” söz etti. Bölgede Araplar, Kürtler, Süryaniler, Müslümanlar birlikte yaşıyorlar yüzlerce yıldır. Hamidi, bu barışı korumak için dedesinin çok büyük çabalar verdiğini ve bu yolda güven kazandığını anlattı.

• Kaç hikâye olacak belgeselde?

Şimdiye kadar beş köyde çekimler yaptık, çok sayıda insanın hikâyesini dinledik. Belgeselde olabildiğince fazla insanın hikâyesine yer vermeye, elimizden geldiğince çeşitliliği yansıtmaya çalışacağız. Gerisini ortaya çıkarmak da tarihçilerin işi.


‘FETHULLAH EFENDİ’Yİ SÜRYANİLER 
‘AZİZ’ OLARAK KABUL EDİYOR’

Belgeselin koordinatörlüğünü yapan Ersoy Soydan, yaptığı araştırmaları şöyle anlatıyor: “Kayapınar köyünde Şeyh Fethullah Efendi isimli bir din adamının yaşadığını, bu kişinin birçok Süryani’yi kurtardığını öğrendik. Ermeni Tehciri’nde “Ortodoks Ermeniler dışında kimseye dokunulmayacak, sadece Ruslarla işbirliği yaptığı gerekçesiyle onlar tehcir edilecek” denmiş ama Diyarbakır Valisi Reşit Bey, bölgedeki tüm Hıristiyanlara uygulamış tehciri. Reşit Bey Hıristiyanları sürmek için ‘50’lik’ denen birlikler kurmuş. Yani gayet organize bir olay var ortada.”

Soydan, filmin adını ve Şeyh Fethullah Efendi’nin önemi hakkında ise şunları söylüyor: “Şeyh Fethullah Efendi’nin evi bugün olduğu gibi korunuyor. Süryaniler, Şeyh Fethullah’ı aziz olarak kabul ettikleri için, neredeyse tüm Süryanilerin evinde Hz. İsa’nın resminin yanında Şeyh Fethullah’ın da resmi var. Dünyanın çeşitli yerlerinden çok sayıda Süryani geliyor, Şeyh Fethullah’ın türbesini ziyaret edip dualar okuyorlar. Turabdin bölgesinde altı metropolitlik varmış, fakat şu anda ise sadece Midyat’ta var.”




......



Banneux'de Süryani Soykırım Anıtı Dikildi..4 Temmuz 2013
(Fransızca olarak ne dediğini bilmiyorum ama suçladığı kesin !- SB)


......


SÖZDE SÜRYANİ SOYKIRIMI

"Uluslararası 3. Ortadoğu Semineri" başlıklı haberde, "Celal Bayar Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Çelik, 450-600 yılları arasında dünyanın en korkunç dinsel katliamlannın yapıldığını belirterek, 'Dönemin Süryani kaynaklarına baktığımızda, Türkler onlar için adeta Allah'ın bir lütfudurlar' dedi. 

Mehmet Çelik, Fırat Üniversitesi'nde düzenlenen Uluslararası 3. Ortadoğu Semineri'ndeki 'Sözde Süryani Soykınmının Ayak Sesleri' adlı tebliğinde, Süryaniliğin bir ırk değil, mezhep olduğunu söyledi. 

Çelik, 1914 -1915 yıllarında Ermeniler tehcir edilirken, bir kısmının Müslüman olduğunu, bir kısmının da Süryanilerin arasına karıştığını savundu. 

Yurtdışındaki Ermenilerin, 'Biz, Hıristiyan olduğumuz için öldürüldük. Bakın Süryaniler de öldürüldü' söylemlerini güçlendirmek için Süryanilere baskı yaptıklarını ifade eden Prof. Dr. Mehmet Çelik, şunları kaydetti:

'Ermeniler, bunların içinden 20 yılda bir grubu kopardılar. İşte bu grup, Süryanilerin arasına kendisini karıştıran Ermeni kökenliler. Bunlar, cemaat arasında da bölünmeye neden olmuşlar'" şeklinde ifadeler yer almaktadır. 


(Anadolu Ajansı, 02 Kasım 2006).


Bülent Özdemir: “Süryani Soykırımı diye birşey yok”

TTK Süryani Araştırmaları Masası Başkanı Doç. Dr. Bülent Özdemir, AA muhabirine yaptığı açıklamada, sözde Ermeni soykırımı iddiaları gibi son yıllarda yoğunluk kazanan I. Dünya Savaşı yıllarında Süryanilerin de soykırıma uğratıldıkları iddialarının gerçek dışı olduğunu söyledi.

Bu konuda hazırladıkları bir kitap bulunduğunu da belirten Özdemir, hazırlık aşamasındaki kitabın, Osmanlı arşiv belgelerinden çok, yabancı arşiv belgelerine dayandırıldığını ve daha inandırıcı ve ikna edici özelliği bulunduğunu ifade etti. Özdemir, kitabı hazırlarken yurt dışında çok sayıda ülkenin arşivlerinden istifade ettiklerini belirterek, şöyle devam etti: ‘Kasım 2004′de İngiltere Milli Arşivinde dört aylık çalışma ve sonra da Mayıs 2005′te ABD Milli Arşivinde üç aylık çalışma gerçekleştirildi.

İngiltere ve ABD milli arşivlerinde yaptığımız arşiv çalışmalarından çıkan sonuç şudur: Ne Osmanlı Devleti ne de dolaylı olarak bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti, I. Dünya Savaşı yıllarında Süryanilere soykırım uygulandığı iddialarıyla suçlanamaz. Bu konuda yabancı arşiv belgeleri Türkiye’nin elini güçlendirmektedir. Sözde Ermeni soykırım iddialarıyla kıyaslandığında Süryaniler ile ilgili iddialar konusunda Türkiye’nin hiçbir sıkıntısı söz konusu değildir.

Paris Barış Konferansına Süryaniler tarafından kendi tezlerinin de görüşülmesi isteğiyle sunulan dilekçelerde açık şekilde savaşın başında Osmanlı Devletine savaş ilan ettiklerini ve sonrasında önce Rusya ile sonra da İngiltere ile birlikte Osmanlı Devletine karşı savaştıklarını ve binlerce kayıp verdiklerini ifade etmektedirler. Savaşta taraf olmuşlar ve savaş kuralları içinde bir mücadele gerçekleşmiştir. Bu noktada Wigram’ın kitabına koyduğu başlık durumu açıkça ifade etmektedir: ‘Our Smallest Ally’ (en küçük müttefikimiz).’

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Süryanilerin, Rusya başta olmak üzere Fransa ve İngiltere tarafından Osmanlı devletine karşı ‘Truva Atı’ olarak görüldüğünü de anımsatan Özdemir, sözlerini şöyle tamamladı: ‘Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Süryaniler de bazı devletler tarafından kullanılmıştır. Her ne kadar bazı tarihçiler tarafından, Süryanilerin I. Dünya Savaşı’nda çektikleri acıların gerçek sorumlularının, başta Rusya olmak üzere İtilaf Devletlerinin bölgedeki yanlış politikaları ve Süryanilere verdikleri sözleri tutmamaları olduğu vurgulanmakta ise de bugün Türkiye’ye yönelik Süryanilere soykırım yapıldığı iddiaları politik amaçlarla yapılmakta ve tarihi hakikatlere uymamaktadır.

Özellikle, savaş sonrasında değişik nedenlerle Amerika, Avustralya ve Batı Avrupa ülkelerine göç etmiş ve kimliklerini korumak amacıyla örgütlenerek bir diaspora oluşturmuş olan Süryaniler için soykırım iddiaları, Ermeni diasporasında olduğu gibi bir varlık ve kimlik sorunu haline gelmiştir.’

Özdemir, Erciyes Üniversitesi Tarih ve Kültür Kulübü tarafından organize edilen ‘Sözde Soykırım İddialarından Terör Tehdidine Türkiye Süryanileri Üzerinde Oynanan Oyunlar’ konulu konferansta öğrencilerin konuyla ilgili sorularını da cevaplandırdı.

Geçtiğimiz eylül ayında Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi’nde, Hollandalı Hıristiyan Demokrat Parlamenter Camiel Eurlings’in hazırladığı Türkiye Raporu’nun taslak metninde sözde Ermeni soykırımının yanı sıra, Türkiye’nin sözde Rum-Pontus ve Süryani soykırımlarını da kabul etmesi gerektiği iddiaları ilk defa Türkiye’nin karşısına çıkmıştı.



ANADOLU AJANSI




LALE ŞIVGIN HAKLIYMIŞ



__________TÜRK DÜŞMANLIĞI DEVAM EDİYOR_________




"Uygar Batı"’nın ilkel dincileri







Müslümanları aşağılayan film Hıristiyan dünyasında 
depreşen ‘Haçlı’ kafasının ürünü

İslam ülkelerinde “infial”e yol açan “Müslümanların Masumiyeti” adlı ABD filminin amacı nedir? Sinemada değil “dolandırıcılık”ta tanınan birinin böylesi bir “kışkırtıcı”lığı üstlenmesini kimler destekledi?

Sorular günlerdir tartışılırken, son yıllardaki “benzer kışkırtmalar”ı da akla getiriyor... Papa’nın Müslümanlığı eleştirmesi; Danimarka’daki Hz. Muhammet karikatürleri; İsviçre’deki “minare yasağı”; Almanya’da Müslümanları aşağılayan afişler... “Hıristiyan dinciliğinin dışavurumları” sanki giderek tırmanıyor.

İnsan ister istemez düşünüyor; “az gelişmiş” Müslüman dünyasından diğer dinlere karşı böylesine “ilkel” tavırlar hemen hiç görülmedi. Gerçi, son “Fetih 1453” de dahil kimi “tarih”le ilgili Türk filmlerinde, özellikle “Bizans”lılara yönelik “Hıristiyanları incitebilecek” motifler vardır. Ancak hiçbirisi özünde “hakaret” niyetli filmler değildir.

Peki, “çok gelişmiş”, hatta “uygarlaşmış” kabul edilen Hıristiyan dünyasındaki doğrudan Müslümanlığa yönelik bu “aşağılayıcı sataşmalar” hangi “kafa”nın ürünü olabilir?

Yanıtı için “Haçlı Seferleri”ni anımsamak gerekiyor belki... Vaktiyle Müslüman coğrafyaya saldıran Hıristiyan kralların yerini aynı “din aşkı”nın sözde “çağdaş!” sanatçıları almış olmasın?


200 yıl sürdü

Tarih kitaplarına göre Haçlı Seferleri’nin amacı Kudüs’ü almaktı. 

Oysa Hıristiyanlığın doğduğu Anadolu’daki Türk egemenliğine son vermek; dönemin “fakir Avrupa”sına İslam dünyasının zenginliğini aktarmak; Asya’yla ticaret yollarını ele geçirmek... Asıl nedenlerdi.


Bu amaçla derlenmiş “dinci” ordularla 1096-1099’da yapılan ilk seferde Haçlılar Kudüs’ü, Bizans da İznik’i aldı; 1147-1149’daki 2’nci seferde ise zafer “Anadolu Selçukluları”nındı... Papa’nın çağrısıyla harekete geçen Alman İmparatoru ve Fransa Kralı Anadolu’ya girdi, Şam’a bile saldırdılar ancak amaçlarına ulaşamadılar.

3’üncü sefer 1189-1192’deydi. Fransa Kralı Ogüst ve İngiltere Kralı Aslan Yürekli Rişar Kudüs’e denizden saldırdılar ama alamadılar. 4’üncü sefer 1204’teydi. Bizans’a imparator adayı Angelos’un davetiyle gelip İstanbul’u yağmalayan Haçlılar, 1261’e dek sürecek “Latin Devleti”ni kurdular.

5’inci sefer ise 1228’deydi. Alman İmparatoru II. Frederik’in donanması Kudüs’ü kuşattı; başarısız oldu... 1248’deki 6’ncısında Fransa Kralı Sen Lui “Eyyubiler”e esir düşmüş, rüşvet vererek ülkesine dönebilmişti... 7’nci ve son sefer ise 1270’te yine Lui’nin ordusuyla yapıldı. Ne var ki bu kez de ölümcül bir veba salgınına yenildiler.


Bu seferlerde pusula, barut, kâğıt ve matbaanın ilkel şekli Avrupa’ya götürülmüş, Batı’nın Doğu’dan ilk kazanımları elde edilmişti.


Yaklaşık 200 yıl süren seferlerin günümüze yansıması Hıristiyan ülkelerin Müslüman toplumlara karşı “sömürgeci birliktelikleri”dir. Sanayileşmeyle gelişen Batı kapitalizminin uluslararası gücünü tanımlayan emperyalizme ise bugün artık “küreselleşme!” deniyor... ABD filmiyle doruğa çıkan “Haçlı depreşmesi” de Hıristiyan devletlerin küreselleşme “şımarık”lığından besleniyor.

Emperyalist ordular İslam ülkelerine sözde demokrasiyi getirmek için “Arap Baharı saldırıları”nı sürdürürken, sözde sanatçılarının da İslamiyete “saldırı baharı!”nı yaşamaları rastlantı olabilir mi?


Kışkırtma yarışı

2005 Eylülü’nde Danimarka gazetesi “Jyllands Posten”de Hz. Muhammet’i aşağılayan karikatürler yayımlandı. Peygamberin “terörist” gösterilmesine İslam ülkelerinde aylarca süren tepkilere rağmen, Fransa, Almanya, Hollanda, İtalya ve İspanya’daki kimi gazeteler aynı karikatürlere “inadına” yer verdiler... Dahası, dönemin ABD Başkanı Bush, gerilimden İran ve Suriye’yi sorumlu tuttu.

Aynı günlerde Papa 16. Benedikt de yangına körükle gitti. 2006’daki Almanya konuşmasında, 14.yy’da yaşayan Bizans İmparatoru Paleologos’un Hz. Muhammet hakkındaki “getirdiği hiçbir yenilik yok; sadece kötü ve insanlık dışı şeyler” sözlerini yineledi. İslam ülkelerindeki protestolar yükselince, aynı ülkelerden temsilcileri Vatikan’da ağırlayan Papa, Batı medyasının manşete çıkardığı sözde “özür” konuşmasında demişti ki; “birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz!”

Ancak ne o toplantıya katılan “imam”ımız, ne de ilerleyen aylarda Papa’yı ziyaret eden bakanlarımız, “Biz Anadolu’da çağlar boyu zaten ‘birlikte’ yaşadık; bunu bilmeyen asıl sizlersiniz” diyebilmişti...

İşte “kızışan” bu süreçte İsviçre 2009 Kasımı’ndaki referandumla “minare”leri yasakladı; ülkedeki 300 bin Müslüman “yok” sayıldı. 2012 yazında Müslümanları “suçlu” gösteren “aranıyor” başlıklı afiş Almanya’yı donatırken, şu son ABD filmi de yalnız değildi... Çünkü Fransız mizah dergisi “Charlie Hebdo” 19 Eylül’de yine Hz. Muhammet’i hedef alan karikatürler basarken, aynı karikatürler Frankfurt’taki Alman “Titanic” dergisinde de yer aldı.

Batı’daki bu “Haçlı ruhu depreşmesi”nin süreceği anlaşılıyor. 

Türkiye’ye düşen ise kızgın İslam gençlerine “sakin olun” demekle yetinmemek; emperyalizmi dize getirdiği onurlu tarihiyle “küreselleşmenin Batı’daki şımarıklığı”nı sorgulamak değil midir?






.....

Hz. Muhammed'e hakaret eden ve Libya'dan Mısır'a, Yemen'den Tunus'a kanlı ayaklanmalara yol açan filmin arkasında şu 4 ilginç isim var.

Gerçek adının Nakoula Basseley Nakoula artık kesin. Oyunculara filmin adını "Çöl Savaşçıları" olarak verdi. İnternette yayımladığı casting ilanında adını "Sam Bassiel" diye verdi. Wall Street Journal'a göre 52 yaşında İsrail-Amerikan çifte vatandaşı. Ancak filmin danışmanı Steve Klein, onun bir Kıpti Hırisyan olduğunu söyledi.

FİLM DANIŞMANI: STEVE KLEIN

"Cesur Hıristiyanlar Birliği", "Ulusal Amerikan Kıpti Meclisi" gibi aşırı sağcı ve İslâmofobik bazı hareketlere üye. California eyaletinde bulunan Kaweah kentinin evanjelik kilisesiyle yakın ilişkileri var. Bu filmin üretilmesiyle ilgili olarak yaptığı bir değerlendirmede, "Bu işe, sonunda ne olacağını bilerek girdik" dedi.

FANATİK TANITIMCI: TERRY JONES

2010 yılında "Kur'an yakma ayini düzenleyeceğim" diyerek ortalığı ayağa kaldıran Amerikalı rahip. Jones, Müslümanların Masumiyeti filmine destek verdiğini ve filmin tanıtımını da yaptığını açıkça söyledi. Amerikan Genelkurmay Başkanı, Jones'a çağrı yapıp, filmden desteğini çekmesini istedi. Jones dün bu isteği reddetti.

ARAPÇAYA ÇEVİRDİ: MORRİS SADEK

Ulusal Amerikan Kıpti Meclisi'nin Mısırlı başkanı. Filmin olay yaratan tanıtımlarının Arapça'ya çevrilmesini sağladı ve YouTube'de yayımlanan tanıtımlarına kişisel Twitter hesabından link verip, reklam yaptı. California'da yaşıyor ve kendisini "insan hakları savunucusu" olarak tanıtıyor.

Dünya, Hz. Muhammed'i aşağılayan 'Müslümanların Masumiyeti' filmiyle Libya'da Amerikalı büyükelçinin ölümüne yol açan olayları tetikleyen 'Sam Bacile' kod adlı yönetmen ve işbirlikçilerini konuşuyor.Amerikan basınına göre, ucuz film ilk kez haziranda Hollywood'da bir sinema salonunda gösterildi, pek ses getirmedi. Ancak Hz. Muhammed karşıtı rahip Terry Jones, danışman Steve Klein ve Mısırlı Kıpti Morris'in el atmasıyla İslam dünyası karıştı.

ABD'nin Bingazi Konsolosluğu'nda salı gecesi gerçekleştirilen protesto ve Libya Büyükelçisi Christopher Stevens dahil dört diplomatın öldürülmesi, iki gündür dünyanın en önemli gündem maddesi haline geldi. Hemen her ülke, Müslüman kalabalıkları öfkeyle sokağa döken "Müslümanların Masumiyeti" adlı film ve ardından yaşananlar hakkında resmi bir görüş iletti, siyasi konumuna uygun bir tavır seçti. Yaklaşan seçimler için yarışan Başkan Barack Obama ve Cumhuriyetçi aday Mitt Romney arasında tartışma yaşanmasına bile neden olan filmi yapan adamın kim olduğuysa artık biliniyor.

NAKOULA DİYE BİR ADAM

"Sam Bacile" kod adıyla filmin yapımcılığını üstlenen kişinin Nakoula Basseley Nakoula olduğu dün kesinleşti. Üstelik Nakoula'nın daha önce, sahte kimlikle dolandırıcılık yaptığı suçlamasıyla 21 ay hapis ve 790 bin dolar tazminat cezasına çarptırıldığı anlaşıldı. Nakoula dün kendisine ulaşan AP muhabirine "Ben o değilim" dediyse de adını gizli tutan bir güvenlik görevlisi, "Sam Bacile"in Nakoula olduğu konusundan şüphe duymadıklarını belirtti.

HOLLYWOOD'DA GALA YAPMIŞ

Daily Beast adlı internet sitesi, 13 dakikalık fragmanı internette yayınlanan ve teknik açıdan da kalitesiz filmin ABD'de bir sinema salonunda bile gösterildiğini ortaya çıkardı. Filmin galası, haziranda Hollywood'daki Vine Theater'da "Bin Ladin'in Masumiyeti" adıyla yapılmış. Filmin Sam Bacile kod adlı yönetmeni, yaklaşık 10 kişinin katıldığı gösterim sırasında salonda bulunmak yerine, dışarıdaki bir restoranda oturup dikkatle etrafı izledi. Ajanların orada bulunmasının nedeniyse, filmin adıydı. Ajanlara göre Bacile, "hafif aksanına rağmen Batılı" biriydi.

OYUNCULARI DA KANDIRMIŞ

Filmin oyuncu kadrosu, internete "Çöl Savaşçıları" adlı bir film için verilen ilâna itibar ederek Sam Bacile'ı bulan aktör ve aktrislerden oluşuyor. Kısacası oyuncular, İslâmofobik bir filmde değil, Antik Mısır'ı konu alan bir yapımda rol aldıklarını sandılar. O kadar ki, filmde bazı karakterlerin replikleri bile değiştirildi. Örneğin filmin bir yerinde karakterin, karşısındaki kişiye "George" diye hitap ettiği ağız okuma yöntemiyle hemen anlaşılıyor; ancak ses "Muhammed" olarak çıkıyor. Nitekim filmde rol alan ya da kamera arkası işini yürüten yaklaşık 80 kişilik ekip, dün ortaklaşa bir mektup kaleme alarak, "Kandırıldık" mesajı verdi. Mesajda, "Senaryonun sonradan korkunç bir şekilde değiştirildiğini gördüğümüzde şoke olduk. Ortaya çıkan trajediden derin bir üzüntü duyuyoruz" ifadeleri kullanıldı.

Hürriyet

....

ve : 26 Eylül 2013'de

Müslüman dünyasını ayağa kaldıran filmin yapımcısı serbest

CNN'in haberine göre 56 yaşındaki Nakoula, Güney Kaliforniya yakınlarındaki bir rehabilitasyoın merkezinde kalıyordu. Ancak Nakoula geçtiğimiz yıl denetimli serbestlik koşullarını ihlal ettiği gerekçesiyle cezaevine gönderilmişti.

Nakoula'nın Müslümanların Masumiyeti filminin yapımcılığını ve dağıtımını üstlenerek beş yıl boyunca internet ve bilgisayar kullanmamak dahil bazı denetimli serbestlik şartlarını ihlal ettiği tespit edilmişti.

11 Eylül 2012'de ABD'nin Libya'nın Bingazı şehrindeki konsolosluğuna düzenlenen saldırıda ABD'li Büyükelçi Chris Brown ve üç Amerikalı öldürülmüştü. Libya'daki olaylar bir anda birçok Müslüman ülkeye yayılmıştı. Olayların ilk başta film karşıtı spontane protesto gösterileri sanılmış; ardından organize saldırılar olduğu anlaşılınca Obama yönetimi Amerikan kamuoyunu yanıltmakla eleştirilmişti. 



...


Müslümanların Masumiyeti' filmine verdiği destekle tanınan Hollandalı film yapımcısı Eski Hollanda Sağcı Özgürlük Partisi üyesi Arnoud van Doorn

Müslümanların yapılan filmlere verdiği tepkiden etkilenip araştırma yapmaya karar vermiş. İslam'a olan düşmanlığıyla tanınan Hollandalı, Müslümanların dinine ve peygamberine olan sevgisini görünce şaşırmış ve gerçeği öğrenmek için araştırmaya başlamıştı.

Kafasında birçok soru işaretiyle geniş araştırmalara başlayan van Doorn, Hollanda'daki Müslümanlarla irtibata geçtikten bir süre sonra Müslüman olmaya karar verdi. 




....


BU TİP OLAYLARIN ARKASINDA 
EMPERYALİSTLER VARDIR !
ORTALIĞI BULANDIR, 
KAOS YARAT VE "DEMOKRASİYİ" GETİRİYORUM DE,
KENDİ VATANDAŞLARINA BİR BAHANE ÜRET,
HERŞEY DANIŞIKLI DÖVÜŞTÜR !

HAÇLI ZİHNİYETİ YENİ DEĞİLDİR, 
ASLINDA SUMERLİLERİN MEDENİYETİNİ 
ÇALDIKLARI GÜNDEN BERİ VAR,
MÖ.5000 DEN BERİ DEVAM EDEN BİR SÖMÜRÜ,
YANİ DÜŞMAN "TÜRKLER" ...

PEKİ , 
RADİKAL DİNCİLERİ KİM DESTEKLİYOR? 
BU RADİKALCİLER YÜZÜNDEN 
DOĞU 
HEP GERİ KALMAMIŞ MIDIR?


HATIRLAYIN !
BATI'YA MEDENİYET TÜRKLERDEN GİTMİŞTİR !

_________________________________