Translate

SÖMÜRGE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SÖMÜRGE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2013 Perşembe

Emperyalizmin En Ölümcül Silahı "Demokrasi Yalanı"







EMPERYALİZMİN SONU


...Çünkü korktukları başlarına geldiği an, bu emperyalizmin sonu olacaktır...


Bunalımı Derinleşen Emperyalistler Kendi Ülkelerinde de Sömürü ve Baskıyı Arttırıyor.

Emperyalizmin dünya emekçi halkları üzerinde sürdürdüğü sömürü ve baskı yüzyıldır devam ediyor. Emperyalizm yalnızca sömürgesi durumuna soktuğu ülkeleri emekçi halkların kanlı-bıçaklı düşmanı değildir. Kendi halklarına da düşmandır. Kendi halklarını da sömürü ve baskı altında tutmaktadır. Ama bu gerçek hep gözardı edilmeye, gizlenmeye çalışıldı. 

ABD "özgürlükler" ülkesiydi. İngiltere demokrasi beşiğiydi. Almanya sanayinin, Japonya teknolojik gelişimin deviydi. Fransa dünyada aydınlanmanın merkeziydi. Bu ülkelerde insanlar lüks içinde yaşıyordu, elleri sıcak sudan soğuk suya değmiyordu.


Geri bıraktırılmış ülkelerin yoksul halklarına, özgürlüğe insanca bir yaşama giden yolun bu emperyalist ülkelerde izlediği yoldan geçtiği gösterilmeye çalışıldı. Yıllardır dünya emekçi halkları, yoksulların aç kalmalarının sorumlusunun kendilerinin olduğuna, bunda emperyalizmin bir suçunun bulunmadığına inandırılmak istendi. 

Mutluluğun kapılarının emperyalist ülkelerden açıldığı anlatıldı. 

Özgürlük, demokrasi, iş, ev, sağlık, eğitim, ulaşım, bilim... gibi en temel insani haklar dahil ne isteniyorsa emperyalist ülkelerde vardı(!) 

Bunları başka yerlerde aramaya ne gerek vardı? 
Sosyalist ülkelerde özgürlük ve demokrasi yoktu(!) 
Sosyalizm diktatörlüktü. 
K. Kore açlıktan kurtuluyordu. 

Dünya emekçi halkları on yıllardır emperyalizmin ve onların uşaklarının ağzından bu yalanları dinledi.

Emperyalist devletler kendilerini "demokrasi" ve "barış" bekçisi ilan ederken, barış ve demokrasi maskesi altında dünya emekçi halkları üzerinde ekonomik, siyasi, askeri, kültürel terörlerini hiç eksik etmediler. 

Emperyalizmin özü gereği sömürgeci ve teröristtir. 
Hiçbir maske bu yüzü gizleyemedi. 

Bugün emperyalist devletler ekonomik ve askeri olarak dünyanın en güçlü ülkeleriyseler, bunun insanlığın, aç, yoksul kalması, hastalık ve ölümlerden kırılması pahasına gerçekleştiğini tüm dünya halkları çok iyi bilmektedir.


Bugün dünya da 1.2 milyar insan açlık çekerken, her gün 25 milyon insan bu açlar ordusuna katılıyor.

1.5 insan sağlık hizmetlerinden mahrum yaşatılırken 880 milyon kişi hiç okuma yazma bilmemektedir. 

Bu yıl okullar açıldığında, 150 milyon çocuk okuma hakları ellerinden alındığı için okula başlayamamıştır.

1 milyar insan yaşanmayacak derecede kötü barakalarda kalmaya mahkum edilirken 100 milyon ailenin başını sokacak bir barakası dahi yok.

Her yıl milyonlarca insan açlıktan ölürken, açlıktan ölenlerin büyük bir kısmı okul yaşına gelmemiş çocuktur.

Her yıl 250 milyon çocuk yeterli beslenemediği için kör olmaktadır. 100 milyon çocuk sokaklarda yaşamaktadır. 

200 milyon çocuk okula gidecekleri yere emperyalist tekellerin tatlı karları için çalıştırılmaktadır. 

1 milyon çocuk cinsel ticaret ağına düşürülmektedir.


Bu tablo "özgürlük", "barış", "demokrasi" havarisi kesilen, böyle gösterilmeye çalışılan emperyalist devletlerin eseridir. 

Bunlar emperyalist devletlerin dünyayı insanlığı ne hale soktuğunu gösteren gerçeklerin sadece bir kısmıdır. 

Açlık, yoksulluk, sefalet, salgın hastalıklar, kıtlık, bunların neden olduğu ölümler, sakat kalmalar hiç kuşkusuz en çok emperyalizmin sömürgesi altında bulunan ülkelerde yaşanmaktadır. 

Ama yoksul, sömürge ülkelerdeki kadar olmasa da bu gerçekler emperyalist devletlerde de yaşanmaktadır.


Emperyalistler 1917 Ekim devriminden ve sosyalist blokun kurulmasından sonra hem sosyalist ülkelerin bir çekim merkezi olmaması hem de emekçi halklar üzerinde uyguladığı sömürü ve baskının kendine karşı bir ayaklanmaya dönüşmesini önlemek için çok çeşitli ekonomik, askeri, siyasi yöntemler geliştiriyordu. Bunlardan bir tanesi de sömürgelerden elde ettiği karlardan kendi emekçilerine de bir pay vererek emekçilerle kendisi arasındaki çelişkiyi yumuşatma politikasıydı.


Ama bunalım krize dönüştükçe kendisi için sosyalist blok tehlikesinin ortadan kalkmasını da fırsat sayarak, kanlı elleriyle kendi halklarının da boğazını daha fazla sıkmaya başladı. 

Dünya emekçi halkları üzerindeki sömürü ve baskıyı daha da artırırken, kendi emekçilerine verdikleri payı da giderek kısmaya, sömürü ve baskıyı artırmaya başladılar.


Eğitim, sağlık, konut, ulaşım gibi en temel insani sorunları çözmeye, işsizliği önlemeye yönelik, devlet bütçesinden sosyal harcamalar için ayrılan pay her geçen gün daha da azaltıldı. 

İşsizlik emperyalist ülkelerde %10’ların üzerine çıktı. 

Emeklilik yaşı yükseltildi. 

Emeklilere, yaşlılara, işsizlere, sakatlara, kimsesizlere yapılan sosyal yardımlar kısıtlandı.


Örneğin Almanya’da Ekim 96’da Alman parlamentosunca onaylanan 

"Tasarruf Paketi" adı altında alınan kararların bazıları şunlardır,

- Rapor alan personele ödenen hastalık parasından %20 kesinti yapılması

- Emeklilik yaşının erkeklerde; 2000-2002 yıllarında 63’ten 65’e
kadınlarda; 2000-2005 yıllarında 60’tan 63’e çıkarılması
ve erken emeklilik isteyenlerin ücretlerinde %3.6 kesinti yapılması.

- 1997 yılında işsizlik parası ve yardımlaşma zammı yapılması

- Sayıca on işçiden az işçi çalıştıran firmaların işçi çıkartabilmelerinin kolaylaştırılması

- Personel çıkışlarında sosyal plan ve tazminatlarda kısıtlamaya gidilmesi

- İlaç masraflarında hastaların katkı payının artırılması


Kısacası, yoksulluk, sefalet, işsizlik, artan sömürü ve baskı emperyalist devletlerde de gizleyemeyecekleri bir şekilde kendini dışa vurmaya başladı. 
Kendini dünyanın efendisi ilan eden ABD’de durum Almanya’dan daha kötüdür. 

Bugün ABD’de sağlık harcamalarında yapılan kısıtlamalar nedeniyle her yıl 40000 bebek 1 yaşına gelmeden ölmektedir. 

Tüm bu sosyal harcamalara yapılan kısıtlamaların sonucu olarak yalnızca büyük şehirlerde yoksul insanların sayısı 6 milyonun üzerindedir. 

Bugün ABD’nin içinde bulunduğu sosyal çöküntüyü rakamlarla daha fazla örnekler vererek göstermek mümkündür. 

Ama sadece intihar edenlerin sayısındaki artış bile bu çöküntüyü göstermeye yetmektedir. 

Bugün "özgürlükler" ülkesi ABD toplumsal bir bunalım içindedir. Gençler içinde intihar olayları son yıllarda da iki katına fırlarken yetişkin erkeklerin %10’nu, yetişkin kadınların %20’si bunalım sonucu intihar etmektedir.


Emperyalist devletler emekçiler üzerindeki sömürüyü artırdıkça halkta oluşan memnuniyetsizliği bastırabilmek için daha fazla baskı ve şiddete başvurmaktadır. 

ABD’de şehirlere yapılan federal yardım %60 azaltılırken hapishane yapımı için bütçeden ayrılan pay %73 artırılmıştır. 

Diğer emperyalist devletlerde de durum aşağı yukarı aynıdır. Kanada’da açlar restoranlara saldırırken; Japonya’da barakalarda yaşamak zorunda kalanların sayısı her geçen gün artmaktadır. İngiltere okulları kapatıp öğretmenlerin işine son verip, fabrikalarda işçileri kitlesel şekilde işten atmakta; Fransa memur maaşlarını dondurmakta, aynı şekilde işçiler toplu şekilde işten çıkarılmaktadır. Sömürü ve baskıya karşı kitlelerin eylemlerinin bir süreklilik kazanmasının ardında Avrupa ülkelerinde faşizmin yeniden yükselişe geçmesi, faşist saldırıların ve yabancı düşmanlığının artması, emperyalizmin içinde bulunduğu krizin açık bir göstergesidir.

Emperyalist devletler, kitlelerin bilinçlerini bulandırmak, tepkilerini başka kanallara yöneltmek için yabancıları hedef göstermektedir. Ülkedeki açlıktan yoksulluktan, işsizlikten yabancıları sorumlu tutmaktadırlar. Yine yalan ve demagojilerle halkları aldatmaya, birbirine kırdırmaya, faşist saldırıları meşrulaştırmaya çalışmaktadır.

Bunlardan biri de SAVAŞ çıkarmaktır.

Ama tüm bu çabalar, hangi milliyetten olursa olsun emperyalist ülkelerdeki tüm emekçiler birlik ve dayanışma içine girerek saldırıları geri püskürtmüştür. 

Emekçilerin memnuniyetsizliği ve artan kitlesel eylemlerin ardından korkuya kapılan olmayan partileri iktidara getirerek kitlelerin öfkesini yumuşatmaya çalışmıştır. 

Bu da emekçilerin öfkesini dindirememiştir. 

Japonya’dan Avrupa’ya, Avrupa’dan ABD’ye grevler, mitingler, sık sık polisler çatışmaya varan sokak gösterileri bu ülkelerin değişmeyen gündemlerinden biri olmuştur.


Bu gelişmeler emperyalizmin korkusunu büyütmektedir. Dünya bankası başkanı James Wolfensohn yaptığı bir açıklamada: "Bir saatli bombayla yaşıyoruz" dedikten sonra "Dünyada 3 milyar insanın günde 2 dolardan az, 1.3 milyar insanın 1 dolardan az parayla yaşadığını..." söyleyerek bu saatli bombanın patlamasından duyduğu korkuyu dile getiriyordu. 
Bu korku boşuna değildir. 

Çünkü korktukları başlarına geldiği an, bu emperyalizmin sonu olacaktır.


Emperyalistler kitabından....




Bunalımı Derinleşen Emperyalistler Kendi Ülkelerinde de 
Sömürü ve Baskıyı Artırıyor




Obama’nın polis devleti - 



'Sosyal Avrupa' çöküyor mu?: Avrupa'da gelir eşitsizliği büyüyor


Emperyalizmin En Ölümcül Silahı Demokrasi Yalanı




THERE IS NO DEBT, MONEY IS FICTION
CAPITALISM IS OVER , IF YOU WANT IT.




2013 'TE DİBE VURDULAR
UYAN DÜNYA






"BATI" TÜRKLERİ NEDEN SEVMEZ?



Hitler'in zulmünden kaçarak ülkemize sığınan ve İstanbul Üni.öğretim üyeliği yapan, Yahudi asıllı Prof.Dr.Neumark ile bir kısım öğrenci Boğaziçinde gezintiye çıkar. Öğrencilerden biri Neumark'a şu soruyu sorar:"Avrupa bizi neden sevmez?"

Neumark şu yanıtı verir:

"Çok samimi olarak itiraf edeyim ki, Avrupalı Türkleri sevmez ve sevmesi de mümkün değildir. Asırlardır kilisenin Türk ve İslam düşmanlığı, Hıristiyanların hücrelerine sinmiştir. Nedenine gelince :

- Müslüman olduğunuz için sevmez. Ama faraza laik şöyle dursun, Hıristiyan olsanız da size düşman olarak bakmaya devam eder.

- Sizler farkında değilsiniz ama onlar şu gerçeğin farkındalar : Tarihten Türkler çıkarılırsa tarih kalmaz. OSmanlı arşivi tam olarak ortaya çıkar ise, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekir.

- Avrupa'nın pazarı idiniz, Şimdi Avrupa'yı pazar yapmaya başladınız.

- En az dört yüzyıl Avrupa'da sırtımızda ve ensemizde at koşturdunuz.

- Selçuklular anadolu'yu, Osmanlılar ise Orta Avrupa ve Balkanlar'ı Haçlı Ordusuna mezar ettiler.

- Sizi silahla yenemeyenler sizleri kendilerine benzeterek egemenlik sağladılar.

- Selçuklu ve bilhassa Osmanlı İslamiyet uğruna her şeyini feda etti...Vehabbiliği kuranlar, İngiliz Dominyon Bakanlığı'nın adamlarıdır...Batı, her yerde İslamiyeti sapık inançlara kanalize etti.

- Kilise, size kan kusturmaktadır ve nedenleri yukarıda anlattığım gibidir.

.....

Halil İnalcık 2003 te düzenlenen törende:

Batı'nın şimdiki tavrı 1850'den başlayan "Şark Meselesi" alışkanlıklarının değişmediğini göstermektedir. Batı bugün de Türkiye'yi kendi politikaları çizgisinde yürümeye zorlamak için etnik ayrılıkları kışkırtarak, tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi, müdahaleci, vesayetçi baskı metodlarını, başka bir kamuflaj altında devam ettirmek peşindedir. Batı, bütün bunları "Islahat Fermanı" zamanındaki gibi, Türkiye'nin Batı hukuku ve insan hakları standartlarına uygun hale getirilmesi için yapmak gerekliliğine bizi inandırmak istiyor... Yanılmayalım, strateji bakımından dünyanın nazik bir yerini işgal eden Türkiye, dünya milletleri arasında yanlız bir ülkedir. Tarihten gelen dinmez bir husumetin daima hedefi olmuştur, olmaktadır... Bu tarihin bize bıraktığı alınyazıdır. Mustafa Kemal, Osmanlı'yı tarihe gömmüş, tam bir inançla Batı'ya dönmüş, fakat yine de o tarihi kin ve düşmanlığı yenememiştir. Bugün sözde Ermeni davası, Batı parlamentolarında ayakta alkışlanarak benimseniyorsa, bu sadece bize tarihi husumet psikozunun asla ölmediğini gösteriyor...

....

Prof.Niyazi Berkes : 

Batı tarihçiliği iki tür benciliğin hala etkisi altındadır : Biri Hıristiyan bencilliği (Christocentrism) , diğeri ırk bencilliği ( Ethocentrism). Batı tarihçiliğindeki bu iki bencilliğin en iyi göstergesi "Türk"tür.
Tüm nesnellik ölçüleri, konu "Türk"e gelince hemen ortadan kalkar ve Hıristiyan kültürüyle Avrupa ırkçılığı her yandan sırıtmaya başlar. "Türk"ten ağzı burnu çarpılmadan söz eden Batı tarihçisine rastlamak güçtür. Hiçbir Batılı okuyucu da bunların önyargılarında; nesnelliğe, bilime aykırı bir şey görmez.

Onlar için bunlar , evrensel gerçeklerdir. "Türk", Batı tarihçiliğinin bilim efendiliği ölçülerinin dışında kalan bir şeydir. Batılı tarihçi bu konuda istediği gibi konuşabilir."

1932 yılında toplanan ilk Tarih Kongresine katılan yaşlı delegelerden İhsan Şerif Bey:

"Kırkbeş yıldır tarih okutuyorum. Bu uzun zamanın her yılında, benim için çok üzüntülü günlerim vardır. Bu günler, dersimin, Türkler konusuna geldiği günlerdir. Anlatış biçimim cansızdır, coşkusuzdur, yavandır. Nedeni, Orta Asya yaylasına, binlerce yıllık o ata yurduna ilişkin benim de diğer meslektaşlarım gibi , pek az şey bilmem idi. O günlerde çalışır, uğraşır, biraz coşku duymak için yiyekcekmiş gibi kitaplara sarılırdım. Saatler geçer, sonunda yorgun, kötümser ve üzgün kalırdım.... 

Artık o sihirli hazinenin büyüsü bozuldu. Anahtarın sahibi eline aldı; hazineyi açtı. Yüzyıllardan beri özlemini çektiğimiz binlerce belgeyi, binlerce kanıtı demet demet, kucak kucak, evrenin yararlanma alanına saçtı. Büyük Gazi, ölmez Söylev'i ile genç, yaşlı bütün Türkler'i vatan ve görev aşkına inandırmıştır. Şimdi Türk'ün tarihini, bütün Türk ırkının geçmişini, durumunu, geleceğini, bilim aydınlığı ile parlattı."





Yukarıdaki yazılar Vural Savaş'ın "Aşk, Şiir ve Müziğin Coşkusuyla" kitabından alıntıdır. Sadece Aşk,şiir,müzik değil, Türkiye ve Emperyalizm de anlatılıyor. Tavsiye ederim.


Ve İhsan Şerif Bey'in yıllar önce ifade ettiği, "Hazinenin anahtarı artık sahibinin elinde" lafına bir ekleme yapmak istiyorum : 

İNTERNET ve DİJİTALE GEÇMİŞ 
TÜM YAZILAR/MAKALELER/KİTAPLAR AŞKINA....
EVRENİN ANAHTARI ELİMİZDE.

Saygılar
SB.



Ceviz Kabuğu 14.07.2013 Vural Savaş ve Aşk-Şiir-Müzik!.





Metin Aydoğan / Antik Çağdan Küreselleşmeye Yönetim Gelenekleri ve Türkler.
2 Ciltlik ,1162 sayfa 
(Vural Savaş tarafından önerilen bir kitaptır)




_________________________.


"Uygar Batı"’nın ilkel dincileri







Müslümanları aşağılayan film Hıristiyan dünyasında 
depreşen ‘Haçlı’ kafasının ürünü

İslam ülkelerinde “infial”e yol açan “Müslümanların Masumiyeti” adlı ABD filminin amacı nedir? Sinemada değil “dolandırıcılık”ta tanınan birinin böylesi bir “kışkırtıcı”lığı üstlenmesini kimler destekledi?

Sorular günlerdir tartışılırken, son yıllardaki “benzer kışkırtmalar”ı da akla getiriyor... Papa’nın Müslümanlığı eleştirmesi; Danimarka’daki Hz. Muhammet karikatürleri; İsviçre’deki “minare yasağı”; Almanya’da Müslümanları aşağılayan afişler... “Hıristiyan dinciliğinin dışavurumları” sanki giderek tırmanıyor.

İnsan ister istemez düşünüyor; “az gelişmiş” Müslüman dünyasından diğer dinlere karşı böylesine “ilkel” tavırlar hemen hiç görülmedi. Gerçi, son “Fetih 1453” de dahil kimi “tarih”le ilgili Türk filmlerinde, özellikle “Bizans”lılara yönelik “Hıristiyanları incitebilecek” motifler vardır. Ancak hiçbirisi özünde “hakaret” niyetli filmler değildir.

Peki, “çok gelişmiş”, hatta “uygarlaşmış” kabul edilen Hıristiyan dünyasındaki doğrudan Müslümanlığa yönelik bu “aşağılayıcı sataşmalar” hangi “kafa”nın ürünü olabilir?

Yanıtı için “Haçlı Seferleri”ni anımsamak gerekiyor belki... Vaktiyle Müslüman coğrafyaya saldıran Hıristiyan kralların yerini aynı “din aşkı”nın sözde “çağdaş!” sanatçıları almış olmasın?


200 yıl sürdü

Tarih kitaplarına göre Haçlı Seferleri’nin amacı Kudüs’ü almaktı. 

Oysa Hıristiyanlığın doğduğu Anadolu’daki Türk egemenliğine son vermek; dönemin “fakir Avrupa”sına İslam dünyasının zenginliğini aktarmak; Asya’yla ticaret yollarını ele geçirmek... Asıl nedenlerdi.


Bu amaçla derlenmiş “dinci” ordularla 1096-1099’da yapılan ilk seferde Haçlılar Kudüs’ü, Bizans da İznik’i aldı; 1147-1149’daki 2’nci seferde ise zafer “Anadolu Selçukluları”nındı... Papa’nın çağrısıyla harekete geçen Alman İmparatoru ve Fransa Kralı Anadolu’ya girdi, Şam’a bile saldırdılar ancak amaçlarına ulaşamadılar.

3’üncü sefer 1189-1192’deydi. Fransa Kralı Ogüst ve İngiltere Kralı Aslan Yürekli Rişar Kudüs’e denizden saldırdılar ama alamadılar. 4’üncü sefer 1204’teydi. Bizans’a imparator adayı Angelos’un davetiyle gelip İstanbul’u yağmalayan Haçlılar, 1261’e dek sürecek “Latin Devleti”ni kurdular.

5’inci sefer ise 1228’deydi. Alman İmparatoru II. Frederik’in donanması Kudüs’ü kuşattı; başarısız oldu... 1248’deki 6’ncısında Fransa Kralı Sen Lui “Eyyubiler”e esir düşmüş, rüşvet vererek ülkesine dönebilmişti... 7’nci ve son sefer ise 1270’te yine Lui’nin ordusuyla yapıldı. Ne var ki bu kez de ölümcül bir veba salgınına yenildiler.


Bu seferlerde pusula, barut, kâğıt ve matbaanın ilkel şekli Avrupa’ya götürülmüş, Batı’nın Doğu’dan ilk kazanımları elde edilmişti.


Yaklaşık 200 yıl süren seferlerin günümüze yansıması Hıristiyan ülkelerin Müslüman toplumlara karşı “sömürgeci birliktelikleri”dir. Sanayileşmeyle gelişen Batı kapitalizminin uluslararası gücünü tanımlayan emperyalizme ise bugün artık “küreselleşme!” deniyor... ABD filmiyle doruğa çıkan “Haçlı depreşmesi” de Hıristiyan devletlerin küreselleşme “şımarık”lığından besleniyor.

Emperyalist ordular İslam ülkelerine sözde demokrasiyi getirmek için “Arap Baharı saldırıları”nı sürdürürken, sözde sanatçılarının da İslamiyete “saldırı baharı!”nı yaşamaları rastlantı olabilir mi?


Kışkırtma yarışı

2005 Eylülü’nde Danimarka gazetesi “Jyllands Posten”de Hz. Muhammet’i aşağılayan karikatürler yayımlandı. Peygamberin “terörist” gösterilmesine İslam ülkelerinde aylarca süren tepkilere rağmen, Fransa, Almanya, Hollanda, İtalya ve İspanya’daki kimi gazeteler aynı karikatürlere “inadına” yer verdiler... Dahası, dönemin ABD Başkanı Bush, gerilimden İran ve Suriye’yi sorumlu tuttu.

Aynı günlerde Papa 16. Benedikt de yangına körükle gitti. 2006’daki Almanya konuşmasında, 14.yy’da yaşayan Bizans İmparatoru Paleologos’un Hz. Muhammet hakkındaki “getirdiği hiçbir yenilik yok; sadece kötü ve insanlık dışı şeyler” sözlerini yineledi. İslam ülkelerindeki protestolar yükselince, aynı ülkelerden temsilcileri Vatikan’da ağırlayan Papa, Batı medyasının manşete çıkardığı sözde “özür” konuşmasında demişti ki; “birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz!”

Ancak ne o toplantıya katılan “imam”ımız, ne de ilerleyen aylarda Papa’yı ziyaret eden bakanlarımız, “Biz Anadolu’da çağlar boyu zaten ‘birlikte’ yaşadık; bunu bilmeyen asıl sizlersiniz” diyebilmişti...

İşte “kızışan” bu süreçte İsviçre 2009 Kasımı’ndaki referandumla “minare”leri yasakladı; ülkedeki 300 bin Müslüman “yok” sayıldı. 2012 yazında Müslümanları “suçlu” gösteren “aranıyor” başlıklı afiş Almanya’yı donatırken, şu son ABD filmi de yalnız değildi... Çünkü Fransız mizah dergisi “Charlie Hebdo” 19 Eylül’de yine Hz. Muhammet’i hedef alan karikatürler basarken, aynı karikatürler Frankfurt’taki Alman “Titanic” dergisinde de yer aldı.

Batı’daki bu “Haçlı ruhu depreşmesi”nin süreceği anlaşılıyor. 

Türkiye’ye düşen ise kızgın İslam gençlerine “sakin olun” demekle yetinmemek; emperyalizmi dize getirdiği onurlu tarihiyle “küreselleşmenin Batı’daki şımarıklığı”nı sorgulamak değil midir?






.....

Hz. Muhammed'e hakaret eden ve Libya'dan Mısır'a, Yemen'den Tunus'a kanlı ayaklanmalara yol açan filmin arkasında şu 4 ilginç isim var.

Gerçek adının Nakoula Basseley Nakoula artık kesin. Oyunculara filmin adını "Çöl Savaşçıları" olarak verdi. İnternette yayımladığı casting ilanında adını "Sam Bassiel" diye verdi. Wall Street Journal'a göre 52 yaşında İsrail-Amerikan çifte vatandaşı. Ancak filmin danışmanı Steve Klein, onun bir Kıpti Hırisyan olduğunu söyledi.

FİLM DANIŞMANI: STEVE KLEIN

"Cesur Hıristiyanlar Birliği", "Ulusal Amerikan Kıpti Meclisi" gibi aşırı sağcı ve İslâmofobik bazı hareketlere üye. California eyaletinde bulunan Kaweah kentinin evanjelik kilisesiyle yakın ilişkileri var. Bu filmin üretilmesiyle ilgili olarak yaptığı bir değerlendirmede, "Bu işe, sonunda ne olacağını bilerek girdik" dedi.

FANATİK TANITIMCI: TERRY JONES

2010 yılında "Kur'an yakma ayini düzenleyeceğim" diyerek ortalığı ayağa kaldıran Amerikalı rahip. Jones, Müslümanların Masumiyeti filmine destek verdiğini ve filmin tanıtımını da yaptığını açıkça söyledi. Amerikan Genelkurmay Başkanı, Jones'a çağrı yapıp, filmden desteğini çekmesini istedi. Jones dün bu isteği reddetti.

ARAPÇAYA ÇEVİRDİ: MORRİS SADEK

Ulusal Amerikan Kıpti Meclisi'nin Mısırlı başkanı. Filmin olay yaratan tanıtımlarının Arapça'ya çevrilmesini sağladı ve YouTube'de yayımlanan tanıtımlarına kişisel Twitter hesabından link verip, reklam yaptı. California'da yaşıyor ve kendisini "insan hakları savunucusu" olarak tanıtıyor.

Dünya, Hz. Muhammed'i aşağılayan 'Müslümanların Masumiyeti' filmiyle Libya'da Amerikalı büyükelçinin ölümüne yol açan olayları tetikleyen 'Sam Bacile' kod adlı yönetmen ve işbirlikçilerini konuşuyor.Amerikan basınına göre, ucuz film ilk kez haziranda Hollywood'da bir sinema salonunda gösterildi, pek ses getirmedi. Ancak Hz. Muhammed karşıtı rahip Terry Jones, danışman Steve Klein ve Mısırlı Kıpti Morris'in el atmasıyla İslam dünyası karıştı.

ABD'nin Bingazi Konsolosluğu'nda salı gecesi gerçekleştirilen protesto ve Libya Büyükelçisi Christopher Stevens dahil dört diplomatın öldürülmesi, iki gündür dünyanın en önemli gündem maddesi haline geldi. Hemen her ülke, Müslüman kalabalıkları öfkeyle sokağa döken "Müslümanların Masumiyeti" adlı film ve ardından yaşananlar hakkında resmi bir görüş iletti, siyasi konumuna uygun bir tavır seçti. Yaklaşan seçimler için yarışan Başkan Barack Obama ve Cumhuriyetçi aday Mitt Romney arasında tartışma yaşanmasına bile neden olan filmi yapan adamın kim olduğuysa artık biliniyor.

NAKOULA DİYE BİR ADAM

"Sam Bacile" kod adıyla filmin yapımcılığını üstlenen kişinin Nakoula Basseley Nakoula olduğu dün kesinleşti. Üstelik Nakoula'nın daha önce, sahte kimlikle dolandırıcılık yaptığı suçlamasıyla 21 ay hapis ve 790 bin dolar tazminat cezasına çarptırıldığı anlaşıldı. Nakoula dün kendisine ulaşan AP muhabirine "Ben o değilim" dediyse de adını gizli tutan bir güvenlik görevlisi, "Sam Bacile"in Nakoula olduğu konusundan şüphe duymadıklarını belirtti.

HOLLYWOOD'DA GALA YAPMIŞ

Daily Beast adlı internet sitesi, 13 dakikalık fragmanı internette yayınlanan ve teknik açıdan da kalitesiz filmin ABD'de bir sinema salonunda bile gösterildiğini ortaya çıkardı. Filmin galası, haziranda Hollywood'daki Vine Theater'da "Bin Ladin'in Masumiyeti" adıyla yapılmış. Filmin Sam Bacile kod adlı yönetmeni, yaklaşık 10 kişinin katıldığı gösterim sırasında salonda bulunmak yerine, dışarıdaki bir restoranda oturup dikkatle etrafı izledi. Ajanların orada bulunmasının nedeniyse, filmin adıydı. Ajanlara göre Bacile, "hafif aksanına rağmen Batılı" biriydi.

OYUNCULARI DA KANDIRMIŞ

Filmin oyuncu kadrosu, internete "Çöl Savaşçıları" adlı bir film için verilen ilâna itibar ederek Sam Bacile'ı bulan aktör ve aktrislerden oluşuyor. Kısacası oyuncular, İslâmofobik bir filmde değil, Antik Mısır'ı konu alan bir yapımda rol aldıklarını sandılar. O kadar ki, filmde bazı karakterlerin replikleri bile değiştirildi. Örneğin filmin bir yerinde karakterin, karşısındaki kişiye "George" diye hitap ettiği ağız okuma yöntemiyle hemen anlaşılıyor; ancak ses "Muhammed" olarak çıkıyor. Nitekim filmde rol alan ya da kamera arkası işini yürüten yaklaşık 80 kişilik ekip, dün ortaklaşa bir mektup kaleme alarak, "Kandırıldık" mesajı verdi. Mesajda, "Senaryonun sonradan korkunç bir şekilde değiştirildiğini gördüğümüzde şoke olduk. Ortaya çıkan trajediden derin bir üzüntü duyuyoruz" ifadeleri kullanıldı.

Hürriyet

....

ve : 26 Eylül 2013'de

Müslüman dünyasını ayağa kaldıran filmin yapımcısı serbest

CNN'in haberine göre 56 yaşındaki Nakoula, Güney Kaliforniya yakınlarındaki bir rehabilitasyoın merkezinde kalıyordu. Ancak Nakoula geçtiğimiz yıl denetimli serbestlik koşullarını ihlal ettiği gerekçesiyle cezaevine gönderilmişti.

Nakoula'nın Müslümanların Masumiyeti filminin yapımcılığını ve dağıtımını üstlenerek beş yıl boyunca internet ve bilgisayar kullanmamak dahil bazı denetimli serbestlik şartlarını ihlal ettiği tespit edilmişti.

11 Eylül 2012'de ABD'nin Libya'nın Bingazı şehrindeki konsolosluğuna düzenlenen saldırıda ABD'li Büyükelçi Chris Brown ve üç Amerikalı öldürülmüştü. Libya'daki olaylar bir anda birçok Müslüman ülkeye yayılmıştı. Olayların ilk başta film karşıtı spontane protesto gösterileri sanılmış; ardından organize saldırılar olduğu anlaşılınca Obama yönetimi Amerikan kamuoyunu yanıltmakla eleştirilmişti. 



...


Müslümanların Masumiyeti' filmine verdiği destekle tanınan Hollandalı film yapımcısı Eski Hollanda Sağcı Özgürlük Partisi üyesi Arnoud van Doorn

Müslümanların yapılan filmlere verdiği tepkiden etkilenip araştırma yapmaya karar vermiş. İslam'a olan düşmanlığıyla tanınan Hollandalı, Müslümanların dinine ve peygamberine olan sevgisini görünce şaşırmış ve gerçeği öğrenmek için araştırmaya başlamıştı.

Kafasında birçok soru işaretiyle geniş araştırmalara başlayan van Doorn, Hollanda'daki Müslümanlarla irtibata geçtikten bir süre sonra Müslüman olmaya karar verdi. 




....


BU TİP OLAYLARIN ARKASINDA 
EMPERYALİSTLER VARDIR !
ORTALIĞI BULANDIR, 
KAOS YARAT VE "DEMOKRASİYİ" GETİRİYORUM DE,
KENDİ VATANDAŞLARINA BİR BAHANE ÜRET,
HERŞEY DANIŞIKLI DÖVÜŞTÜR !

HAÇLI ZİHNİYETİ YENİ DEĞİLDİR, 
ASLINDA SUMERLİLERİN MEDENİYETİNİ 
ÇALDIKLARI GÜNDEN BERİ VAR,
MÖ.5000 DEN BERİ DEVAM EDEN BİR SÖMÜRÜ,
YANİ DÜŞMAN "TÜRKLER" ...

PEKİ , 
RADİKAL DİNCİLERİ KİM DESTEKLİYOR? 
BU RADİKALCİLER YÜZÜNDEN 
DOĞU 
HEP GERİ KALMAMIŞ MIDIR?


HATIRLAYIN !
BATI'YA MEDENİYET TÜRKLERDEN GİTMİŞTİR !

_________________________________




8 Nisan 2013 Pazartesi

Türkiye'nin Korkunç Çocuk İşçi Gerçeği....





TÜİK'in açıkladığı sonuçlar Türkiye'deki korkunç çocuk işçi gerçeğini gözler önüne serdi.

Buna göre Türkiye'de 1 milyona yakın çocuk çalışıyor. 
Çalışanların büyük çoğunluğu okula devam etmiyor.

Kurumsal olmayan nüfusun %20,6’sını 6-17 yaş grubu çocuklar oluşturdu.

Türkiye genelinde 6-17 yaş grubundaki çocuk sayısı, 
2012 yılı Ekim, Kasım ve Aralık aylarında uygulanan 
Çocuk İşgücü Anketi sonuçlarına göre 15 milyon 247 bin kişidir. 

Bu yaş grubundaki çocukların ;
%66,5’i kentsel, 
%33,5’i kırsal yerlerdedir. 

Çocukların ; 
%91,5’i bir okula devam ederken, 
%8,5’i okula devam etmemektedir. 

Yaş grupları itibarıyla ;
6-14 yaş grubundaki çocukların %97,2’si, 1
5-17 yaş grubundaki çocukların ise %74,7’si okula devam etmektedir.

Çalışan çocukların ;
%49,8’i bir okula devam ederken, 
%50,2’si okula devam etmemektedir. 

Yaş grupları itibarıyla ;
6-14 yaş grubundaki çalışan çocukların %81,8’i, 
15-17 yaş grubundaki çalışan çocukların ise %34,3’ü bir okula devam etmektedir.


Çalışan çocukların ;
%44,7’si (399 bin kişi) tarım, 
%24,3’ü (217 bin kişi) sanayi ve 
%31’i (277 bin kişi) hizmet sektöründe yer aldı. 

İşteki duruma göre; 
çalışan çocukların %52,6’sı (470 bin kişi) ücretli veya yevmiyeli, 
%46,2’si (413 bin kişi) ise ücretsiz aile işçisidir.





...

Uluslararası Çalışma Örgütü 2012 de yaptığı açıklamada dünya genelinde "250 Milyon Çocuk İşçi" olduğunu belirtmişti.



"BİR TOPLUMUN AHLAKI ÇOCUKLARI İÇİN NE YAPTIĞIYLA ÖLÇÜLÜR"


Resim 1998 den ve biz 2013'e girdik !!!!


***


17 Mart 2013 Pazar

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK VE NUTUK


‎"TÜRK ATA YURDUNA VE TÜRKÜN BAĞIMSIZLIĞINA SALDIRANLAR KİMLER OLURSA OLSUN , ONLARA BÜTÜN MİLLETÇE SİLAHLA KARŞI KOYMAK VE ONLARLA ÇARPIŞMAK GEREKİYORDU."


MUSTAFA KEMAL





































VİDEOLAR İÇİN TÜRKYUVASI'NA TEŞEKKÜRLER.
...

Atatürk ve Sömürgecilik (Emperyalizm)




Mücadele ve savaş… İnsanlar mücadele eder, milletler savaşır. Hayatın ve tarihin gerçeklerinden biri. Bütün çabalara rağmen insanlar arasında sürekli uyum, milletler arasında sürekli barış kurulamamış, yer yüzünde kavgasız, çatışmasız bir dönem yaşanmamıştır. Çünkü mücadeleyi, savaşı doğuran sebepler ortadan kaldırılamamıştır.

Mücadeleler, savaşlar birer sonuçtur; onların arkasında yatan sebepler vardır; sebepler yok edilmedikçe sonuçlar da zaman boyunca akıp gidecektir.


Tarih boyunca savaşlar türlü sebeplerden meydana gelmiştir; coğrafyadan, toplum ve devlet yapısından kaynaklanan savaşlar gibi:


Kabul etmek gerekir ki coğrafî şartlar savaşların başta gelen sebepleri arasında yer alır. Toprak yetersizliği, maddî vasıtaların, toplumu doyurucu ölçüde verim düzeyine ulaşmaması savaşların başta gelen sebepleri olarak tarihe geçmiştir. Özellikle imar ve refah açısından kıtalar arası dengesizlikler, bir kıtanın maddî darlık ve perişanlık içinde bulunmasına karşılık öbür kıtanın göz alıcı bir yaşantı gerçekleştirecek imkânlara varması tarihi kaplayan savaşlara yol açmıştır. Avrupa-Asya; Avrupa Anadolu arasında tarih boyunca süregelen savaşlar bu açıdan canlı bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Yüzyılları kaplayan mücadeleler gözden geçirildiği zaman temelde yatan önemli sebeplerle karşılaşılmaktadır.


Yeni Çağ’da Avrupa’yla Asya arasında uzun savaşlar cereyan etmiştir. Ayrıca Anadolu-Batı savaşlarının Etilere kadar uzanan bir tarihi vardır. Bu savaşlar sebep açısından incelendiği zaman coğrafya, hayat düzeyi ve tabiat kaynakları gibi şartların ağırlık kazandığı görülmektedir.


Orta Çağ Avrupa’sı maddî ve manevî açıdan tam bir perişanlık içindeydi; hiçbir insanî duygu ve anlayışla bağdaştırılması mümkün olmayan gladyatör oyunları, Engizisyon mahkemelerinin ölüm saçan kararlan, din ve mezhep kavgalarının yarattığı katliamlar, sade deyimiyle, soy kırımlar, Avrupa’nın tarihinde insan haklarının, insan sevgisinin yer almadığını ortaya koymaktadır. Bu gerçek şartlar aynı kıtanın Yeni Çağ’da uyguladığı sömürgecilik, insan sömürüsü düzeninin doğuşunun ve yayılışının ortamını hazırlayacaktır. Ayrıca kilise baskısı, iskolastik felsefe, derebeyi zulmü, yüz yıl, otuz yıl savaşları, maddî yokluktan kaynaklanan köylü isyanları Avrupa’yı yaşanmaz bir ülke durumuna getirmişti. Buna karşılık aynı dönemde Asya’da insanlar refah içinde yaşıyordu; ileri bir düşünce düzeyine ulaşılmıştı. Orta Asya’da Karahanlı Devleti’nde Farabi, İbni Sina, Yusuf Has Hacib hürriyeti tanımlıyor, müsbet ilmin, gökbilimin, tıbbın esaslarını ortaya koyuyor, halka hizmet devletinin yapısını inceliyordu. Anadolu’da Mevlâna dünyanın yuvarlaklığından söz ediyor, hangi dinden olursa olsun bütün insanları dergâhına çağırıyordu. Avrupa bu düşüncelere ancak yüz yıllar sonra Asya kaynaklarına eriştiği zaman varabilmişti.




Mev’ut toprakları, başka bir deyimle, vadedilmiş yüce toprakları kurtarmak amacıyla, din adamlarının önderliğinde yola çıktıklarını söyleyen Haçlıların asıl amaçlarının, oralardan gelenlerden dinledikleri refah düzeyine ulaşmak, Asya kaynaklarını ele geçirmek olduğu tarihin kaydettiği bir gerçektir. Bir gayeleri daha vardı: 1071′de Malazgirt Zaferi’ni kazanarak ikinci kez Batı’ya doğru ilerleyen Türkleri Anadolu’dan atmak. Doğu-Batı; Anadolu-Avrupa arasında kaynak ve pazar mücadelesi böyle başlar.

Hıristiyan Avrupalılar Haçlı Seferi eri’nden hayal ettikleri sonuca varamadılar, ama, elleri boş olarak da dönmediler. Yanlarında getirdikleri eserlerle Avrupa’nın maddî ve manevî perişanlıktan kurtarılmasını sağlayan hareketin başlangıcının temelini hazırladılar.


Haçlı Seferleri’ni izleyen Marco Polo’nun, Polo Kardeşlerin 25 yıl süren Asya seyahatinin de Avrupa’nın uyanışında büyük etkisi olmuştur. Özellikle anılan gezginlerin Asya’dan getirdikleri coğrafî bilgiler, pusula, barut ve matbaa Avrupa’da yeni bir dönemin açılmasını sağlamıştır. Coğrafi bilgiler özellikle pusula sayesinde Avrupalı denizciler okyanuslara açılacak, Amerika’yla birlikte bir çok yeni toprakları keşfedecek, Afrika’nın güneyinden dolaşmak suretiyle Hindistan’a varacaklar, Yeni Çağ tarihinde coğrafî keşifler, coğrafî yenilikler adıyla geçen bu hareketler sayesinde Avrupalılar dünya ticaretine hâkim olacaklar, sonraki dönemin en önemli atılımını oluşturan sanayii besleyecek kaynak ve pazar, geniş deyimiyle sömürge düzenini kuracaklardır.


Avrupalı, ileri derecede imar ve refahı müsbet ilim ve sanayi sayesinde gerçekleştirmiştir. Müsbet ilmin hayata aktarılmasından doğan sanayi, canlı gücün yerini alan gaz, buhar, elektrik gibi canlı olmayan gücün yarattığı yeni üretim düzenidir. Bu suretle elde edilen sınırsız üretim imkânı Avrupa’yı iktisadî ve siyasî hakimiyete ulaştıran zenginliğin temelini meydana getirmiştir; müsbet ilim sayesinde tabiat kanunlarına ulaşılmış, tabiat kaynakları insanın emrine ve hizmetine verilmek suretiyle maddî ilerleme gerçekleştirilmiştir; sömürgelerden, sanayileşmemiş ülkelerden elde edilen ham madde sanayide işlenerek ürün haline getirilmiş, ürünlerin yine sömürgelerde, sanayileşmemiş ülkelerde satılmasından sağlanan servet Avrupa’ya aktarılmıştır. Avrupa’nın gücünün, imar ve refahının kaynağı budur. Bu kaynağın köküne indiğimiz zaman iki açıdan yine Asya ülkeleri karşımıza çıkmaktadır. Birincisi sanayii yaratan bilgi, ikincisi sanayinin işlemesini, ürünün satılmasını sağlayan çevre; kaynak ve pazar.


Avrupa müsbet ilim sayesinde sanayiye ulaşmış, sanayiden elde ettiği güçle Asya ve Afrika topraklarını sömürge haline getirmiştir; dolayısıyla Asya ve Afrika Avrupa’nın sanayiini besleyen kaynak ve pazar olmuştur. Ası! önemlisi Avrupa’yı Avrupa yapan müsbet ilmin Asya’dan daha doğrusu Türk diyarından kaynaklandığı gerçeğidir.


Büyük Türk düşünürü Yusuf Has Hacib’e göre insanın iki temel gücü vardır: Akıl ve bilgi. Akıl Tanrı vergisi. Bilgi insanın sonradan edindiği güç. Bilgiyle göğe dahi yol bulunur.’ Böylece Yusuf Has Hacib insanın bilgi sayesinde tabiata, dolayısıyla dünyaya hakim olabileceğini açıklamaktadır.


İnsanın bir iş, bir eser, bir ürün meydana getirmesini sağlayan güç bilgidir; kişi onunla hayallerini gerçekleştirir; yine onunla düşünür; düşüncelerini ortaya koyar, dünyayı daha güzel bir düzeye çıkarmak suretiyle yaşanmaya değer hale getirir, ihtiyaçlarını karşılar. Tarihte yeni bir dönem olarak yer alan Yeni Çağ dünyası, Yeni Çağ medeniyeti de bilginin, ilmin, müsbet ilmin eseridir. Gözlem ve deneye dayanan müsbet ilim sayesinde insanoğlu tabiat kanunlarına ulaşmış, hakim durumuna gelmek suretiyle tabiat kaynaklarından yararlanarak her gün hayat düzeyini biraz daha yükseltmiştir. Geniş deyimiyle, müsbet ilme dayanan sanayiin sağladığı maddî vasıtalarla hem kendisini güçlendirmiş hem de dünyayı yaşantıyı güzelleştirmiştir. Batı’da ilmî yenilikler şeklinde nitelenen olay budur; olayın kaynağı da Türk dünyasıdır.


Yukarıda da değindiğimiz gibi medeniyet tarihinde gözlem ve deneye dayanan müsbet ilim akımını ortaya koyan büyük Türk düşünürleri Farabi ve İbn-i Sina’dır. Avrupalılar müsbet ilmi onların kitaplarından öğrenmişler, hayata aktarmak suretiyle sanayii kurmuşlardır. Bu bakımdan Batı medeniyeti dediğimiz olay Avrupa’da birdenbire ve kendiliğinden doğmuş değildir; Türk dünyasından alınan bilgi üzerine kurulmuştur. Onun içindir ki üstün sayılan batı medeniyetinin, Doğu, Asya Türk medeniyetinin devamı olduğunu söylemek, sadece bir gerçeğin anlatımı şeklinde kabul edilmelidir. Ancak sonrası Asya açısından hazin bir dönem niteliğini taşımaktadır.


Asya müsbet ilmin, geniş deyimiyle, medeniyetin beşiği olduğu halde sanayi dönemine giremediği için sanayileşen Avrupa’nın kaynağı ve pazarı olmaktan kurtulamamış, eserinin mükâfatını görememiştir. Üstelik Asya gerilik, iptidailik ve güçsüzlük anlamında kullanılan doğu deyimiyle nitelenmiş, daima küçümsenmiş, bu yüzden de Avrupalıya hizmetle yükümlü sayılmıştır. Muhteşem Osmanlı Devleti de aynı acıları yaşadı.


16. yy. sonuna, 17.yy. başların kadar Osmanlı Devleti’nde parlak bir bilim ve sanat hayatı vardı. Farabi ve İbni Sina’nın başlattığı müsbet ilim akımını geliştiren büyük düşünce adamı Kâtip Çelebi, bilginin kaynağının akıl ve nazar, başka bir deyimle, gözlem ve deney olduğunu ortaya koymak suretiyle, 16.yy.da büyük bir atılım gerçekleştirdi; elde edilen bilgi uygulamaya aktarıldı. Türk efsanelerinde yer alan, Nişabur’da büyük Türk bilgini İsmail Cevheri tarafından hayata geçirilmek istenen uçmak düşüncesini, Galata Kulesi’nden havalanarak Boğaz’ı geçen, Üsküdar’da Doğancılar Parkı’na inen Hezarfen Ahmet Çelebi gerçekleştirdi. Lagri Hasan Çelebi icat ettiği füzeyle Saray Burnu’ndan havalandı, Boğaz’da dolandı. Sinan Paşa Yalısı önünde denize indi. Ne var ki 16.yy.da Altın Çağını yaşayan Osmanlı Devleti aynı gücü devam ettiremedi.




Osmanlı Devleti’nde gerileme dönemi l6.yy. sonlarında ulumu akliyenin, bugünkü deyimiyle, akli ilimlerin, müsbet ilimlerin medrese programlarından çıkarılmasıyla başlar. Bu yüzden müsbet ilim akımının önü kesildi. Sonuç olarak da sanayi dönemine girilemedi. Buna karşılık Avrupa büyük sanayii kurdu. Türk dünyasının Avrupa karşısında gerilemesi böyle başlar. Bir sebep daha var.

Orta Çağ’da, Osmanlı Devleti’nde halkın ve ordunun bütün ihtiyaçlarını karşılayan bir küçük sanat hayatı, üretim hayatı vardı. Fakat Avrupa’da gelişen sanayi karşısında canlı gücüne dayanan küçük sanatlar rekabet imkânı bulamadı; kapitülasyon ve gümrük himayesinin olmaması yüzünden Osmanlı ülkesinin Avrupa’nın açık pazarı haline gelmesi, üretim hayatının çökmesine sebebî oldu; zamanla Avrupa karşısında iktisadî gücünü yitiren Osmanlı Devleti tarihe mal oldu. Atatürk’ün Türk dünyasında ve Asya’da yeniden doğuş çağını yaratan büyük eseri bu noktada başlar.


Atatürk asker olarak hayata atıldığı zaman Osmanlı Devleti gerileme sürecini yaşıyordu. Sömürge, dolayısıyla, sanayii beslemek için kaynak peşinde koşan Avrupalılar Osmanlı Devleti’ni parçalama, aralarında bölüşme yarışı içindeydiler. Böylece hem Osmanlı ülkesindeki kaynakları ele geçirmiş olacaklar hem de tarihi İpek Yolu’ndan Asya kaynaklarına ulaşmak imkânını bulacaklardı. Onun içindir ki kendini Türk dünyasını kurtarmak ülküsüne adayan Atatürk Avrupalılarla mücadele ederek büyük eserini kurmaya başladı,


Atatürk’ün mücadele hayatı üç aşamalı bir seyir izler: Askerî mücadele, siyasî mücadele, başka bir deyimle, yeni bir devlet kurma mücadelesi, yeni bir medeniyet yaratma mücadelesi.


Askerî mücadele Trablusgarp’ta başlar, 9 Eylül 1922′de İzmir’de zaferle sona erer.


Yıl 1911. İtalyanlar Osmanlı ülkesinin bir bölümünü ele geçirmek için Trablusgarp’a saldırır. Atatürk bu savaşa katılmakla Avrupa sömürgeciliğine karşı mücadeleye başlamış oldu. Bundan sonra Atatürk askerî mücadele hayatında, Muş ve Bitlis Muhabereleri dışında Çanakkale’de Kanal Seferi’nde, Suriye’de, Filistin’de, Anadolu’da hep Avrupalılarla savaşmıştır. Denilebilir ki Yeni Çağ tarihinde sömürgecilerle, emperyalistlerle en çok savaşan asker Atatürk’tür. Bu mücadelenin ilk başarısı Çanakkale Zaferi’dir.


Birincisi Dünya Savaşı’nda müttefikler, İngilizler ve Fransızlar, Ruslara yardım etmek suretiyle Almanya’yı çökertmek, savaşı kısa sürede bitirmek amacıyla Çanakkale’ye saldırdılar. Deniz savaşlarında yenilince Gelibolu yarımadasına çıkarma yapmak suretiyle kara savaşlarını başlattılar. Fakat Anafartalar’da Atatürk’ü aşamayınca geldikleri gibi gittiler, Ruslara yardım edemediler. Bu yüzden savaş dört yıl sürdü. Çanakkale Zaferi sömürgeciliğin gerileme dönemini başlattı.


Büyük sanayinin sağladığı iktisadî ve siyasî hâkimiyet, Avrupa’nın üstünlük havasına girmesine yol açmıştı; Avrupa medeniyet dünyası, üstün ırkın, üstün insanların yaşadığı ülke sayılıyordu. Buna karşılık Asyalılar, geri, iptidaî toplumlar olarak aşağılanıyordu. Avrupalı güçlü, Asyalı, doğulu, güçsüz ve zavallı gibi deyimlerle niteleniyordu; onun alınyazısı sömürge olmaktı. Bu düşünce öylesine kabul ettirilmişti ki Asyalı, kaynaklarıyla, insanlarıyla Avrupalı’nın baskısı altına girdiği halde karşı bir harekette bulunamadı. Çanakkale Zaferi bu yanılgıyı kökünden yıktı.


Çanakkale’de Avrupalılar, Türklere, dolayısıyla Asyalılara, Doğululara yenilmiş cepheden, savaştan çekilmiştir; sonuç şudur: Asyalı, Avrupalıyı yenmiştir; şu halde Asyalı Avrupalıdan daha güçlüdür; daha üstündür. Avrupalının üstün, Asyalı’nın geri ırk olduğu görüşü sadece bir yanılgıdır; onların başvurduğu bir aldatmacadır; Asya’nın uyanışı böyle olmuştur; gerek çekilme, gerek savaşın uzun sürmesi Asya’da mücadele ruhunun doğuşunu sağlamıştır.


Asyalı yeni bir inanca kavuşmuştur; onun alınyazısı sömürge halkı olmak değil, hür ve bağımsız yaşamak, Avrupalı’nın pazarı durumuna düşmemek, kaynaklarını kendi gücüyle kendisi için kullanmaktır. Gücü bu amaca ulaşmaya yeterlidir.


Çanakkale Zaferi sömürgelerin, mazlum milletlerin hürriyet ve bağımsızlık savaşına başlamaları için gerekli düşünce ve inanç ortamını hazırlamıştır. Bu sayede Asya’da, Afrika’da sömürgeler hürriyet ve bağımsızlık mücadelesine girişmişler, mücadeleyi kazanarak bağımsız devletler kurmuşlar, kaynaklarına hâkim olmuşlardır. Asıl önemlisi, sömürgelerin bağımsızlık mücadeleleri sonunda Avrupalıların kaynak ve pazarlarını yitirme dönemine girmiş olmalarıdır. Bu da Batı’nın yıkılışı demektir.


Atatürk’ün Çanakkale’de kazandığı zafer sömürgeciliği, emperyalizmi ortadan kaldıracak süreci başlatmak suretiyle tarihin, özellikle Avrupa tarihinin akışını değiştirmiştir. Atatürk bu yoldaki mücadelesini İstiklâl Savaşı’yla devam ettirmiştir.


Avrupalılar, Birinci Dünya Savaşı’nda Türk Ordusu’nu cephelerde yenememiştir. Ancak müttefiklerinin silâh bırakması üzerine Osmanlı Devleti mütareke istemek zorunda kalmıştır. Savaşarak değil, Mondros Mütarekesi’nden yararlanarak Anadolu’yu yer yer işgal eden Avrupalılar, İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar asırlık hayallerinin gerçekleştiğini sandılar. Anadolu’da kaynak arayışına giriştiler. Trabzon’daki İngiliz askerî temsilciliğinde bulunan bir mühendis Erzurum ve Sivas dolaylarındaki madenleri ve demiryollarını incelemeye koyuldu.2 Onlara katılan Amerikalılar da Anadolu’nun zenginliklerinden yararlanmak için önce yardım heyetleri gönderdiler; ardından kaynak arayışına giriştiler. Amerikalıların Osmanlı Devleti sınırları içinde 304 eğitim misyoneri, 65.104 kilise adamı, 11 çocuk yuvası, 337 ilkokul, 28 orta öğretim kurumu, 11 kolej, 11 hastane ve 12 dispanser vardı.3 Bunlardan başka Amerikalılar sermaye getirmek istemiştir, fakat güvenlik şartlarını yeterli görmedikleri için vazgeçmişlerdir.


Görülüyor ki daha mütareke yıllarında Batılılar Anadolu’yu sömürge haline getirmeğe çalışmışlardı. Çünkü sömürgecinin, emperyalistin amacı her zaman ve her yerde kaynak ve pazar elde etmek, ham madde almak, ürün satmak, gelir sağlamak, sade deyimiyle, para kazanmak ve geçinmektir. Batı gerçeği budur. Avrupalıların, Amerikalıların bütün ülkelerle kurdukları ilişkilerde uyguladıkları değişmez siyaset, değişmez yöntem budur. Ne var ki Atatürk onların, emperyalistlerin Anadolu üzerindeki emellerine kavuşmalarına imkân vermedi. İstiklâl Savaşı’yla bu sonuca varılmıştır.


Atatürk İstiklâl Savaşı’nın emperyalistlerle yapılan bir mücadele olduğunu açıkça ifade etmiştir. 29 Aralık 1921 tarihinde T.B.M.M.’de söylediği nutukla Türk Milleti’nin yüz yıllardan beri bütün bir emperyalist ve kapitalist âlemin baskısı altında bulunduğunu; yine aynı nutukla bir yıl, bir buçuk yıl önce milletin onlarla mücadeleye başladığını, emperyalist kuvvetlerin milleti haklarında onur ve bağımsızlığından yoksun kılmak istediklerini söylemiştir. Çünkü onlar sınırsız tabiî hazineleri, geniş memleketi Türk Milleti’nin elinde bırakmayı uygun görmemişler, ülkeyi parçalamak, milleti esir etmek istemişlerdir.4 Yine 19 Eylül 1921 tarihinde TBMM’de söylediği nutukta Yunanlıların yüz yıllar önce Haçlıların izlediği dinî amacı ihya etmeğe çalıştıklarını açıklamıştır.5


Gerçek şudur ki Avrupalılar, Anadolu’ya karşı Haçlı Seferleriyle giriştikleri mücadeleyi sanayileşme döneminde sömürgeciliğe, emperyalizme dönüştürerek devam ettirmişlerdir; amaç değişmemiştir:Anadolu kaynaklarını ele geçirmek! Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen işgal olaylarının sebebi budur.Atatürk İstiklal Savaşı sonunda Avrupalıları yenmekle Anadolu’ya yönelik Batı sömürgeciliğini ortadan kaldırmıştır.Böylece Atatürk Çanakkale Zaferi’nden sonra Batı sömürgeciliğine, Batı emperyalizmine karşı ikinci bir zafer daha kazanmıştır.Fakat mücadele bitmemiştir.




Atatürk’ün mücadele hayatında ikinci aşama siyasî mücadeledir; amaç halk devletini, halka hizmet ilkesine dayanan devleti kurmaktır.6Türkiye Cumhuriyeti Devleti budur. Yeni devlet, uzun savaşlar yüzünden harabolmuş bir Anadolu, maddî varlığı tükenme noktasına varan bir toplum devralmıştı. Onun için yeni devlet hizmet devleti olacak, ülkeyi imara, halkı refaha kavuşturacaktı. Bu da Anadolu’da yeni bir medeniyet kurmayı gerektiriyordu. Mücadelenin üçüncü aşaması budur. İmar ve refah geniş ölçüde iktisadi çalışmalara bağlıydı. Bu bakımdan Atatürk askeri zaferlerin iktisadî zaferlerle tamamlanması gerektiğini söylemiştir.

Türk Milleti geniş kaynaklara, Atatürk’ün deyimiyle, sınırsız tabiî hazinelere, geniş topraklara sahiptir. Avrupa Haçlı Seferleri’nden beri bu hazineye göz dikmiştir. İstiklal Savaşı’yla Avrupalıların bu emelleri sona erdirilmiş, Anadolu hazinesi onların saldırısından kurtarılmıştır, bu hazineler Türk halkının refahı ve Anadolu’nun imarı için kullanılacaktır. "Milli kültürü muasır kültür seviyesinin üstüne çıkarmak" amacını bu şekilde anlamak ve anlatmak gerekir.


Medeniyet, bir yönüyle, mücadele vasıtasıdır; insan varlığının korunması, geliştirilmesi, daha güzel, daha mutlu bir dünya yaratılması için gerekli maddî ve manevî vasıtaların bütünü. Toplumlar ancak medeniyetleriyle yaşarlar ve yükselirler. Onun için de medeniyet alanında daima ilerlemek zorundadırlar.


Avrupa’yla Anadolu arasındaki mücadele coğrafyadan ve tarihten kaynaklanmıştır. Orta Çağ’da Asya’nın hayat, dolayısıyla medeniyet düzeyine özenen, bu amaçla Haçlı Seferleri’ne çıkan Avrupa, Yeni Çağda da iktisadî ve siyasî üstünlüğünden ve Osmanlı Devleti’nin gerilemesinden yararlanarak Anadolu’ya saldırdı, ama, Türk Milleti’nin gücü ve Atatürk’ün dehası karşısında geri döndü. Fakat amaç değişmemiştir. Bu sebeple daima hazırlıklı olmalı, tedbiri elden bırakmamalı. Onlar gelecekte de toplumun zayıf bir anında pazar ve kaynak ihtiyacıyla Anadolu’yu tekrar ele geçirmek isteyebilirler, çünkü onlar pazar ve kaynak sebebiyle daima bu emelin peşinde koşarlar, bu emelden vazgeçmezler; yine gelebilirler. Bunu önlemenin tek yolu onlardan üstün, onlardan güçlü olmak, milli kültürü muasır medeniyetin, özellikle Avrupa medeniyetinin seviyesinin üstüne çıkarmaktır. Avrupa karşısında hür ve bağımsız olarak yaşayabilmek için onlardan üstün duruma gelmeliyiz, saldırdıkları zaman onları yenecek, geri gönderecek bir güç düzeyine yükselmeliyiz. Bu düşünceyi uygulama dallarından biri kuşkusuz iktisat alanıdır.


Avrupa’nın üstünlüğü müsbet ilim ve sanayiden geliyordu. Onun için Atatürk yeni devleti kurduktan sonra birinci derecede müsbet ilim ve sanayileşme üzerinde durdu. 10. yıl Nutku’nda "Türk Milleti’nin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müsbet ilimdir" demek suretiyle üç yüz yıl sonra Türk dünyasında yeniden müsbet ilim çağını başlattı. Bundan başka imar ve refah yolunda ülke kaynaklarının, milletin gücüyle kullanılmasını sağlayacak sanayileşmeye önçelik verildi, özel teşebbüsü destekleyen devletçilik düzeniyle birçok fabrikalar, sanayi tesisleri kuruldu. Sanayi ve yerli malının Avrupa’nın rekabetinden etkilenmemesini sağlayacak gümrük koruması ve uygulamasına geçildi. Yatırımcı, korumacı, destekleyici devlet düzeniyle iktisadî hayatı güçlendirmek bakımından paranın dışarıya akmasını önlemek amacıyla ne kadar satılırsa o kadar satın almak ilkesine dayanan dengeli dış ticaret yöntemi getirildi, faiz ve döviz denetim altına alındı. Böylece ülke iktisat, sanayi ve ticaret alanında Avrupa karşısında güçlü bir duruma yükseltildi.


Atatürk askerî mücadele hayatı boyunca Türk Milletinin ve insanlığın sömürgeci, emperyalist Avrupa yüzünden çektiği acıları yakından görmüştü. Bu sonuç Batı medeniyetinin tarihten gelen yapısından kaynaklanıyordu. Çünkü sanayiden sağladığı güç sayesinde Anadolu’nun, Asya’nın ve öteki kıtaların servetini ülkesine taşıyarak imara ve refaha kavuşmuştu. Kendi kaynak ve pazarları yeterli olmadığı için bu düzeni sürdürmek zorundaydı. Ayrıca ulaştığı güç ve kurduğu hakimiyet dolayısıyla öteki kıtalardan üstün olduğu havasına girmişti. Bundan başka Orta Çağ’da yaşadığı maddi imkansızlıktan kurtulmak için yola çıktığında daima kazanç, sade deyimiyle para peşinde koşmuştur. Onun için Batı medeniyeti bencil ve maddeci bir medeniyettir. Bu niteliklerden doğan uygulamalar, savaşlar, özellikle sömürge paylaşımı yüzünden çıkarılan Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın yarattığı felâketler yeni bir medeniyet anlayışı ihtiyacını ortaya koymuştur. İnsanlığın ortak malı olan medeniyet yalnız bir kıtanın, yalnız bir kıtada yaşayan toplumların, olayımızda Batı’nın tekelinde kalmamalıdır, bütün insanlığın hizmetinde olmalıdır. Bu görüşü getiren Atatürk’tür.


Atatürk 10. yıl nutkunda "…. Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafıyla atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır." demiştir. Güneş Türk medeniyetinden gelen bir kavramdır. Büyük düşünür Yusuf Has Hacip ölümsüz eseri Kutadgu Bilig’de güneşi şöyle tanımlar. "Güneş doğar ve bu dünya aydınlanır, aydınlığını bütün halka eriştirir… Güneş doğunca yere sıcaklık gelir. O zaman binbir renkli çiçekler açılır."7 Yeni medeniyet bu nitelikleri taşımalı, bütün insanlığın hizmetinde olmalıdır.


Atatürk Türk Milletinin geleceğin medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacağını söylemekle bütün insanlığın hizmetinde olacak bir medeniyetin müjdesini vermiştir. Güneş medeniyeti diyebileceğimiz bu medeniyet Batı’nın bencil ve maddeci medeniyetinin yerini alacaktır. Böylece dünya, özellikle mazlum milletler Asya ve Afrika insanları Batı’nın sömürgeci emperyalist medeniyetine, başka bir deyimle sanayi medeniyetine bağımlı olmaktan kurtulacak, dünya nimetlerini bütün toplumların hizmetine sunulacak; kaynaklar üzerinde oturanlar kendi güçleriyle bu kaynaklardan yararlanarak refaha kavuşacaktır.


Sonuç olarak belirtmek isterim ki Türk insanını üç aşamalı bir görev beklemektedir. Anadolu’nun zengin kaynaklarını kendi gücüyle işleyerek ülkenin imarını, halkın refahını sağlamak, millî kültürü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkarmak suretiyle Batılı sömürgecilerin, emperyalistlerin Anadolu’ya bir daha saldırmalarını imkânsız kılmak, zengin tarihinden alacağı hızla bütün insanlığa hizmet verecek yeni bir medeniyet yaratmak suretiyle yeryüzünü Avrupalı sömürgecilerin, Batılı emperyalistlerin bencil ve maddeci medeniyetinden kurtarmak, Türk Milletinin bu amaca varılmasını sağlayacak güce sahip olduğuna inanmalıyız. 


Atatürk’ün şu sözünü hatırlamamız yeterlidir. 

               "Türk Öğün, Çalış, Güven".


                              Gizlenen Atatürk Belgeseli :



http://atam.gov.tr/ataturk-ve-somurgecilik-emperyalizm/
1 Süleyman Kazmaz, Hukuk ve Devlet Yönetimi Açısından Kutadgu Bilig, Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayını. Ankara 2000, s.30.
2 Haluk Selvi, Milli Mücadele Erzurum (1918-1923), Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 2000. s. 164-203-213.
3 A.g.e., s. 164-203-213.
4 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi Yayın, Ankara, 1987, s. 1, 159- 160.
5 A.g.e.,s. 199.
6 A.g.e., s. 1-338.
7 Yusuf Has Hacip, Çeviren: Reşit Rahmeti Oral, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 1991 s. 70.

****