Translate

TÜRK YUNAN İLİŞKİLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TÜRK YUNAN İLİŞKİLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ağustos 2013 Çarşamba

LORD BYRON VE ANTİK YAZI SETİ





Scribe’s set, parcel-gilt silver, cast and engraved
Turkey; c. 1700

Scribe’s sets of this type are intended to be worn in the belt. They consist of an inkwell and a compartment for pens, which in this especially richly worked variant was given the form of three separate tubes.

The tughra stamp on the museum’s piece has been read as that of Mustafa II (1695-1703). Two almost identical sets bear the tughra of his successor, Ahmet III (1703-1730). A much simpler piece with three tubes of brass entered the Royal Danish Kunstkammer in 1690.

An inscription informs us that the English politician John Cam Hobhouse presented the scribe’s set in 1822 to his close friend Lord Byron (1788-1824), who took an active part in the Greek struggle for liberation from Ottoman rule.

Inv. no. 10/1977

"JOHN CAM HOBHOUSE TO HIS ESTEEMED FRIEND, 
THE RIGHT HON.LORD GEORGE GORDON BYRON, JAN 1 st 1822
THE MORE PRE EMINENT IN KNOWLEDGE THE MORE MODEST AND HUMBLE"




_SAHİP ÇIKMAZSAK BAŞKASININ OLUR_



Bunlardan biri de Antik Yunan hayranı İngiliz Lord Byron’du. Lord Byron ve bir İngiliz miralayı isyanın en şiddetli yıllarında oldukça yüklü bir parayla Misolinki’ye gitti ve orada Rumlara para yardımı yaparak isyanları teşvik etti (BOA. 926/40255, HAT). 

İngiltere dış politika olarak her ne kadar isyanlara karşı gibi görünse de, İngiltere’nin asilere para ve yardım göndererek teşvik ettiği ve Misolinki’ye giden Lord Byron’un Rumları kışkırtarak Karlıili asilerine yardım için elinden gelen yardımı yaptığı belgelerden anlaşılmaktadır (BOA. 928/40290-D, HAT). 

Bu durum, İngiliz dış politikasının gerçek yüzünü de açıkça göstermektedir.



1821 MORA İSYANI ...VE BÜTÜN AVRUPA BU KATLİAMA SESSİZ KALARAK İZLEMEKLE YETİNDİ...SERAP TOPRAK
okumak için tıklayın



_____İŞTE , LORD BYRON O "LORD BYRON"_____



4 Ağustos 2013 Pazar

TARİHİ VERİLERLE KARAMANLI ORTODOKS TÜRKLER




Tarih boyunca geniş bir coğrafyada hüküm süren Türkler arasında eşine az rastlanır bir hoşgörü ortamında Budizm, Maniheizm, Yahudilik, Müslümanlık ve Hıristiyanlık gibi farklı inançlar varlıklarını devam ettirebilmiştir. Bu bağlamda, Hıristiyanlığın, özellikle de doğu Hıristiyanlığının, İç Asya’ya ulaştığı ve Nasturi kilisesinin Türkler arasında kabul gördüğü ve hatta Horasan’dan bir Türkün bir süre bu kilisenin patrikliğini yaptığı da bugün kabul edilen bir tarihi gerçektir (1281-1317). 

Bunun dışında Karadeniz’in kuzeyi ve oradan da Balkanlara ulaşan Türkler arasında da Bizans Kilisesi’nin belirli bir misyon yürüttüğü vebu misyon sonucunda da Ortodoksluk inancının anılan coğrafyada yaşamaya başlayan ve Bizans için önemli bir problem haline gelen Hunlar, Bulgarlar, Peçenekler, Uzlar ve Kuman-Kıpçaklar arasında kabul gördüğü de bilinmektedir. Bizans kilisesinin bu misyonu çerçevesinde Hıristiyanlığın yayılması Kilise açısından önemli olduğu kadar Bizans devlet siyaseti açısından da ayrı bir öneme sahip olmuştur. 

Balkanlardaki Türk varlığının Bizans açısından bir tehlike oluşturması karşısında Türk topluluklarını birbirine karşı kullanan Bizans devleti yine bu siyaset çerçevesinde Türk topluluklarına mensup Hıristiyan olan birçok Türkü, Bizans ordusunda hizmete aldığı ve Anadolu topraklarına özellikle de Kapadokya bölgesine yerleştirdiği bilinmektedir. Bu çerçevede 1071 Malazgirt Savaşı ve sonrasında Miryakefalon Savaşı sırasında Bizans ordusunda görev yapmış binlerce Türkten Bizans tarih yazıcılarının bahsettiği de bilinmektedir.

Benzer şekilde, Bizans Kilisesinin Türk topluluklarına yönelik misyonu kadar Roma Katolik kilisesinin de benzer bir misyon yürüttüğü de bilinen bir diğer gerçektir. 

Bu bağlamda, 14.yy. başlarına ait olan Codex Cumanicus adlı eser bunun önemli verilerinden birisidir. Sonuçta, gerek Roma Katolik kilisesi gerek Bizans kilisesi gerekse Nasturi kilisesi faaliyetleri sonucu Hıristiyanlık mezhepleri Türkler arasında yayılma imkanı bulmuştur denilebilir. 

Tüm bu gerçekler çerçevesinde; Osmanlı idaresi altında yaşamış ve var olan millet sistemi dahilinde Ortodoksluğu benimsemiş diğer tüm topluluklar gibi Rum milleti kategorisine dahil edilen Karamanlılar da bu tarihi gerçekliğin bir parçası mıdır? 

Onlar, Türk yönetiminin baskıları sonucu inançlarını terk etmektense dillerini terk etmeyi tercih ederek Rumcadan vazgeçen ve Türkçe konuşmak zorunda kalan Hıristiyan Rumlar mı, yoksa Hıristiyanlığı kabul eden Türkler midir?

Bizans kilisesinin misyonu sonucu Balkanlar’daki Türkler’in Ortodoksluğu benimsediği şekilde acaba Anadolu’daki Türklerden de bu inancı benimseyenler olmuş mudur? 

Osmanlı idaresi sonrasında yeni Türk devletinin Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasından önce Yunanistan ile imzaladığı Türk-Yunan Ahali Mübadelesi antlaşması çerçevesinde Yunanistan’da yaşayan batı Trakya hariç, Müslümanlar Türkiye’ye, Türkiye’de yaşayan İstanbul hariç, Rumlar Yunanistan’a zorunlu olarak göç ettirilirken Anadolu’daki milli Mücadeleye Papa Eftim önderliğinde destek olmuş Fener Rum Patrikhanesinden bağımsızlığını ilan ederek Kayseri’de bir Türk Ortodoks kilisesi kurarak ve Anadolu’da Ortodoksluk Sedası adıyla bir de gazete çıkararak Türklüklerini dile getirmeye çalışan Karamanlı Ortodokslar gerçekten Türk dünyasının bir parçası mıdır?

Zihinleri meşgul eden bu meseleden hareketle bu makalede, adı geçen Karamanlı Ortodoksların tarihi süreçteki izleri tarihi veriler ışığında ve 2000 yılında Yunanistan’da yapılan saha çalışmasında elde edilen veriler çerçevesinde incelenmeye çalışılmaktadır. 

Sonuç olarak konuştukları duru Türkçeleri, sahip oldukları adet, gelenek ve görenekleri dışında bugün Gagauz Türklerinin Anadolu Türklüğü ile bağlantısının açıklanmasında önemli bir tarihi gerçek olarak İzzeddin Keykavus’un kardeşi ile yaşadığı taht mücadelesi sonrası Bizans devletine sığınmasını takiben ortaya çıkan gelişmelerle paralel bir biçimde Bizans ordusunda hizmet eden binlerce Uz, Kuman, Peçenek Türkü yanında ayrı bir askerî birim olarak Bizans ordusu bünyesinde önemli bir yere sahip olan Türkopollerin Anadolu Türkmenleri oldukları, Karamanlı ismi ile anılan Bizans ordusunda görev yapan Türklerin olduğu bugün Yunan ve batı kaynaklı birçok bilimsel eserde zikredilmektedir.

Bunu destekleyecek şekilde Osmanlı Şer’iye Sicilleri ve Tapu Tahrir Defterleri de incelendiği takdirde Anadolu’nun farklı noktalarında birçok yerleşim biriminde yaşamakta olan Müslüman Türklerde dahi rastlanmayacak oranda öz Türkçe isimler taşıyan Ortodoks nüfusun varlığı ile karşılaşılmaktadır. 

Bu bağlamda, özellikle Karamanoğulları Beyliği’nin hüküm sürdüğü orta Anadolu ve yine benzer şekilde güney Marmara bölgesi oldukça dikkat çekici bir özelliğe sahiptir denilebilir. Dolayısıyla, bugün artık eldeki tarihî veriler göstermektedir ki,bir zamanlar kendi gazeteleri ve kiliseleri ile Türk olduklarını tüm dünyaya ilan etmelerine rağmen zorunlu bir biçimde Yunanistan’a gönderilmiş olsalar da hiçbir zaman Yunan toplumu içinde benimsenemeyen ve sürekli Türkospori yani Türk tohumu olarak isimlendirilen Karamanlı Ortodokslar geniş Türk inanç hoşgörü coğrafyasının bir parçasıdırlar.



Tarihî Verilerle Karamanlı Ortodoks Türkler

Lozan görüşmelerinin devam ettiği dönemde 1923 yılı Ocak ayında Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan Türk-Yunan Ahali Mübadelesine ilişkin Sözleşme ve Protokol gereği Batı Trakya hariç olmak üzere Yunanistan’da yaşayan Yunan uyruklu Müslümanlar ile İstanbul hariç, Türkiye’de yaşayan Türk uyruklu Rum Ortodoksların karşılıklı mübadeleye tabi tutulmasına karar verilmiştir. 

Bu bağlamda, Yunanistan’da yaşayan Müslümanlarla Anadolu’da yaşayan tüm Ortodokslar karşılıklı göç etmek zorunda kalmıştır. Bu göçün tüm Milli Mücadele dönemi boyunca Yunan ordusunun ilerleyişine destek olan Rum Ortodoksları kapsaması dışında, onların tam tersi bir tavır takınıp Anadolu’nun işgaline ve Fener Rum Ortodoks Patrikhanesinin Anadolu’da girişmiş olduğu Osmanlı ve daha sonrasındaki dönemde de Ankara hükümeti karşıtı faaliyetlerine karşı gelerek Ankara hükümetinin yanında yer alan ve kendilerine son dönemde kurmuş oldukları Anadolu Türk Ortodoks Patrikhanesi çatısı altında toplanarak Türk Ortodokslar diyen Karamanlı Ortodoksları da kapsamıştır.

Yukarıda belirtildiği gibi Milli Mücadelenin son döneminde kendilerini açık bir biçimde Türk Ortodoks olarak adlandıran ve tarihi süreçte ise Ortodoks Rum toplumu içerisinde ayrı bir kimlikle Zımmiyan-ı Karaman veya Karamanyan olarak adlandırılan bu topluluk üyelerinin kim oldukları bugüne kadar tartışılan bir konu olmuştur. Bu makalede Karamanlı Ortodoksların tarihî süreçteki izleri eldeki veriler ışığında incelenmeye çalışılacaktır.



Din ve Dil

Osmanlı idaresi altında dinin esas alındığı Millet sistemi dahilinde Ortodoks milleti bünyesine dahil edilen Karamanlıların, tüm diğer topluluklar gibi,toplumsal bilinçlerinin en temel unsurunu dinleri oluşturmuştur. İçinde yaşamış oldukları topluma bakıldığında dinleri onları diğerlerinden ayıran önemli bir özellikleriydi. Ancak, bu özellikleri kadar, onlara hitaben kaleme alınan Yunan alfabesiyle Türkçe yazılan ve literatürde Karamanlıca eserler olarak ayrı bir isimlendirmeye tabi tutulan eserlerin hitapları ve bunun dışında en önemli özellikleri olarak eserlerin dili dikkat çekmektedir. Karamanlıca eserlerde Hıristiyanlar veya Anadolu Hıristiyanları, Ortodoks Hıristiyanlar, kardeş Hıristiyanlar ve dindaş olarak hitap edilmiştir (Balta 1990: 82) ve onlara hitaben yazılan bu kitaplar Yunanca değil, Türkçedir.

Osmanlı idaresi altında kimliği belirleyici etkenin din olması yanında Patrikhanenin de anlayışına göre din ve soy arasında bağ olduğu inancı karşısında din temelli hitapların ön plana çıkması doğal olarak kabul edilebilir. 19.ve 20. yüzyıllarda ulus-devletlerin oluşum sürecinde, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesinin tüm çabalarına rağmen, bu insanların kendilerini birer Yunanlı olarak ifadelendirmedikleri de dikkat çekicidir.


Karamanlıların Türkiye’de yaşadıkları/yaşamış oldukları bölge


Yunanistan bir Karamanlı için vatan ya da memleket diyebileceği bir yer değildir. Onun için vatan, memleket Anadolu’dur. Elines-Yunan sözcüğü Yunanlıların konuştukları dili nitelemek için kullanılan bir tabirdir. Tüm bunlar bir yana, kendileri de Yunanca konuşmamaktadır ve Yunanlı değildir, Onlar Anadolu Rum’udur. Konuştuğu dil ise yavan Türkçedir, sade Türkçedir (Balta 1990: 84)

Diğer taraftan ise inanç olarak onlar Yunanistan ile aynı dini paylaşmakta olup Ortodoks kilisesine mensupturlar. Resmiyette Yunanlılarla aynı dini paylaşıp Ortodoks kilisesi mensubu olsalar da, bu onların Yunan ulusal bilinci taşıdıkları anlamına gelmemiştir. Çünkü, 19. yüzyıl boyunca var olan milliyetçilik hareketleri ile Patrikhanenin Yunanistan destekli faaliyetleri çerçevesinde kendilerinin aslen Yunan etnik kimliğine sahip oldukları propagandaları1 karşısında çok az Karamanlı olumlu cevap vermiştir. Büyük oranda Yunanistan’daki olaylara karşı sessiz ve hatta ilgisiz kalarak Yunanistan’ın istediği olumlu yaklaşımı göstermemiştir (Benlisoy ve Benlisoy 2000: 83-84).

Karamanlılar inanç olarak Yunanlılarla aynı kiliseye mensup olup Ortodoks inancının gereği sahip oldukları değerler dışında Yunanlı Ortodokslarla fazla bir benzerlikleri olmayıp din dışında, sosyo-kültürel yapıları çerçevesinde daha çok Müslüman Türk komşularıyla ciddi benzerlikler göstermektedirler. 

Bu durum ise, Karamanlıların zihinlerinde kaçınılmaz olarak bir ikileme sebep olmuştur. Bu ikilemin en çarpıcı unsurunu da dil oluşturmuştur denilebilir. İnanç olarak Ortodoks olup konuştukları dil açısından Müslüman Türklerle aynı kategoride yer almalarının yaratmış olduğu ikilem şu dizelerde açıkça görülebilmektedir:

Gerçi Rum isek de Rumca bilmez Türkçe söyleriz
Ne Türkçe yazar okuruz ne de Rumca söyleriz
Öyle bir mahludi hattı tarikatimiz vardır
Hurufumuz Yonanice Türkçe meram eyleriz (Şakiroğlu 1974: 761).

Dil, toplumların sahip oldukları kültürlerinin sürekliliğini sağlayan en temel öğe durumundadır. Dolayısıyla, toplumların tüm kültürel varlıklarının kuşaklar arası aktarımında önemli bir yere sahiptir. Bu açıdan bakıldığında, bugün hayatta olan birinci kuşak yanında ikinci kuşak Karamanlı mübadillerin arasında Türkçe’nin korunduğu açık bir biçimde belirtilebilir (2)

Geçmişte Osmanlı idaresi altında Karamanlıların yoğun olarak yaşadıkları coğrafi alan, ve aynı zamanda Osmanlı karşısında kuvvetli bir Türkmen beyliği olarak uzun süre mücadele etmiş olan Karamanoğullarının hüküm sürdüğü, Orta Anadolu’nun esas alınarak yapılan incelemelerde ortaya ilginç sonuçlar çıkmıştır. Bu bağlamda,Türkçe konuşan Ortodoks nüfusun yoğun olduğu bu bölgede Rumca konuşan köylerin de var olması dikkat çekici bir durum yaratmaktadır. Şöyle ki, Orta Anadolu’da toplam 81 cemaat içerisinde Türkçe konuşan Ortodoks cemaat sayısı 49 iken Rumca konuşanlar sadece 32 cemaatten oluşmaktaydı.İç batı Anadolu’da ise mevcut 19 yerleşim biriminden 14’ü Türkçe, 5’i Rumca, Antalya ve civarında var olan 6 yerleşim biriminin tamamı ise Türkçe konuşan Ortodokslardan oluşmaktaydı (Dawkins 1916: 10-38; Paschalidis ve Aleksandris t.y.: 20).

Bu verilere dayanarak Türkçe konuşan Ortodoks nüfusun varlığını Müslümanlarla bir arada yaşamaya, ticari ilişkiye veya baskıya dayandırarak açıklamak pek mümkün görünmemektedir. Eğer Türkçe konuşan Ortodokslar açısından çevrelerindeki yoğun Müslüman nüfus sosyal yaşamın gereklerini yerini getirmede bir baskı oluşturuyorsa bu baskının tüm Ortodoks nüfusa sahip köyler üzerinde hissedilmesi gerekmektedir. Oysa verilere göre durum hiç de bu şekilde değildir.


Diğer taraftan, 2000 yılında Yunanistan’da yapılan saha çalışması bugün dahi Yunanistan’da yaşamakta olan Karamanlılar arasında Türkçe’nin varlığını devam ettirmekte olduğunu açık bir biçimde ortaya koymuştur. Yunanistan’ın farklı yerleşim birimlerinde mülakatlar yapılan Karamanlıların mübadele öncesi Anadolu’daki köylerinde konuşulan dil ile ilgili olarak verdikleri bilgiler önemli bir veridir. Bu bağlamda, Yunanistan’da Karditsa’ya bağlı Kapadokiko köyü sakinlerinin günlük yaşamlarında kendi aralarında Türkçeyi devam ettirmeleri ve genç kuşaklara bizim dilimiz dedikleri Türkçeyi öğretmeye çalışmaları önemli bir örnek oluşturmaktadır (3)

Köy halkının mübadele öncesi yaşadığı yer olan Kayseri’ye bağlı Çukur Köyü, Müslüman ve Ortodoks mahallelerinden oluşan karışık bir köydür. Bu köyden 78 yaşındaki Maria Sütoğlu köylerinde konuşulan dil ile ilgili şunları söylemektedir: 

“Türkçe konuşuyorlardı. Buraya gelincik de Türkçe konuşuyorduk. Urumca bilen yok idi. Çocuklarımız bilmiyordu Urumca.Yasak ettiler bizim dilimizi mektepte”. (4)

Karışık bir köy olarak Çukur örneği bir tarafa bırakılarak nüfus yapısı olarak sadece Ortodokslardan oluşan Kayseri’ye bağlı Taşlık köyüne bakıldığında ise konuşulan dil ile ilgili Serafim Papadopoulos: “...Urumcayı burda öğrendiler”demekteydi. 

Serafim Papdopoulos’un ağabeyi Mihail Papadopoulos ise köyün durumunu şu şekilde açıklamaktaydı: “vardı 185 hane. Alayı da Rumudu, Türk yoğudu” demekte ve köylerine yakın bir mesafade Müslüman köyü de bulunmadığını belirtmekteydi (5)

88 yaşındaki Sultan Çiçekoğlu ise köyde yine “ Türkçe... Urumca kim biliyor... Türkçe....” konuşulurdu derken başka bir konuya dikkat çekmekte ve kilisede ibadet ederken de : “ Türkçe, Türkçe okurlardı” (6) diyerek konuşma dili yanında ibadet dili olarak da Türkçenin kullanıldığına vurgu yapmaktaydı.

Ürgüp’e bağlı, iki Müslüman köy arasındaki Potamya-Başköy ve Melekopi-Derinkuyu köyleri ise nüfus yapısı itibariyle sadece Ortodoks nüfus barındıran iki köy olup günlük konuşma dili Rumcadır. Potamya-Başköy’de konuşulan dil ile ilgili 84 yaşındaki Suzanna Evyenidou evde Rumca konuşulduğunu,halı dokumacılığına dayanan ticari ilişkilerini yürütürken de Türklerle Türkçe konuştuklarını belirmektedir (7). 

Yine, Ekaterini Evyenidou’da köyde Rumca konuşulduğunu, köy halkının Türkçeyi de anladıklarını, gerektiğinde de konuşabildiklerini dile getirmektedir. Evyenidou’nun evde Rumca konuşulduğunu belirtmesi bir tarafa, konuşması sırasında ilginç bir noktaya da temas etmiştir. Evyenidou’nun annesi gece yatmadan önce şu duayı etmektedir:

“Anam söylerdi: Aman Panaiyam, tatlı panaiyam sağdan sola yokla panaiyam. Yoklayasında bekleyesin. Hristos efendinin kilitleri başıma yastık. Yattım sağıma döndüm soluma melekler şahad olsun datlı canıma, gümüş dinime,altın imanıma. Ben de proskinis (?) edeyim gideyim mekanıma” (8).

Bu duanın “Yattım sağıma, döndüm soluma şahit olsun melekler dinime imanıma eşhedüenlailaheillallah ve eşhedüennamuhammedünresulallah” şeklindeki Müslüman Türkler tarafından edilen duaya benzerliğine burada dikkat çekmek gerekmektedir. 

Rumca konuşulan bir köyde gece dua ederken Türkçe bir dua edilmesinin sebebi anılan kişinin Rumca konuşan bir aileye gelin giden ana dili Türkçe olan bir kişi olması ihtimalini akla getirirken,diğer taraftan köyün Anadolu’ya Rum kültürünün nüfuz ettirilmesi ve özellikle Türkçe konuşan Ortodoksların asıl kökeninin Yunanlı olup yeniden Helenleştirilebilmeleri adına açılan Rum okullarının en önemlisi denilebilecek bir yer olarak Sinasos’a (Mustafa Paşa) yakın olmasının köydeki Rumca kullanımına etkisinin olup olmadığı da diğer bir ihtimal olarak değerlendirilebilecek bir durum denilebilir.

Evlerinde ve köyde konuşulan dil ile ilgili olarak başka bir örneği Yunanistan’da Selanik şehrinde yaşayan 55 yaşındaki bir mübadil Chrisula Oikonomidou oluşturmaktadır. Oikonomidou’nun anne ve babası mübadele öncesi Niğde’nin Ovacık köyünde yaşamaktaydılar. Köylerinin Müslümanlarla karışık olup köyde Türkçe konuşulduğunu belirten Oikonomidou, evlerinde ise sadece dedesinin Türkçe konuştuğunu diğer aile üyelerinin Rumca konuştuğunu belirtmektedir. (9)

Bu şekilde yukarıda verilen örnekleri çoğaltmak mümkündür. Burada dikkat edilmesi gereken nokta karışık bir köyde Türkçe konuşulması normal kabul edilebilecekken insanların kendi evleri içinde Rumca konuşmaları,gerektiğinde Türkçe kullanmaları gibi sadece Ortodoks nüfus barındıran,Müslüman köylerle teması bulunmayan köylerde sadece Türkçe konuşuluyor olması Türk yönetiminin baskısı yada hayat şartlarının gereği ile açıklanamaz bir durum ortaya koymaktadır.



Tarihî Verilerde Karamanlı Ortodokslar

Genelde tarihte Ortodoks Karamanlı isimlendirmesine ilk olarak 16. yüzyıl seyyahlarından Alman Hans Dernschwam’ın eserinde rastlandığı üzerinde durulmaktadır. İstanbul ve Anadolu’yu dolaşan Dernschwam’a göre Karamandan gelerek İstanbul’da Yedi kule’de bir mahallede oturan ve Karamanos denilen Ortodoks Hıristiyan bu topluluğu İstanbul’a getiren Sultan I. Selim’dir. 

Sultanın emriyle İstanbul’a getirilen bu insanlar sadece Türkçe konuşmaktadırlar (Dernschwam1992: 78). Evangelios Misailidis ise Karamanlı adının Karamandan geldiğinin altını çizmekte ve bu isimlendirmenin Sultan Murat Han döneminden itibaren varolup İstanbul’un Karamanından kaynaklandığını ileri sürmektedir. Misailidis’e göre Anadolu’dan İstanbul’a gelen ve büyük Karaman ve küçük Karaman olarak adlandırılan mahallelerde yaşayan inşaat ustası ve amelelerin devletin veya kişiye ait binaların inşası sırasında çağrılmalarına bağlı olarak Karamanlı adı ortaya çıkmıştır (Anhegger 1979-1980: 19; Ekincikli 1998: 124).

Diğer taraftan, Türkçe konuşan Ortodokslarla ilgili olarak bir diğer tarihi bilgiye Dernshwam’dan tam bir yüzyıl önce, 15. yüzyılda batı kilise tarihine ait bir raporda rastlamak mümkündür. 1437 yılında Basle Konsili’ne sunulan Latince raporda Türk kafirlerin kıyafetlerini giyen din adamlarının, piskoposların ve başpiskoposların Anadolu’da değişik yerlerde dolaştıklarına, Türkçe konuştuklarına ve ibadet sırasında vaazın Türkçe verildiğine dikkat çekilmekteydi (Vryonis 1971: 452-453).

15 ve 16. yüzyıllara ait bu bilgilerin ötesinde, adı geçen topluluk ile ilgili tarihî veriler bugün artık bu yüzyılların da gerisine götürülebilmekte ve Karamanlı isimlendirmesine 13. yüzyılda da rastlandığı anlaşılmaktadır. İstanbul’un Latin hakimiyeti altında bulunduğu bu yüzyılda Edirne’ye düzenlenen bir saldırıya ait bilgilere yer verilen Essai de Chronoraphie Byzantine pour Servir á l’examen des annales du Byzantine Empire et particulierment des Chronographes Slavons adlı eserde Ulahya ve Karamanie krallarının Edirne’yi 1205 yılında kuşatmasına ve 120.000 kişilik Bulgar, Kuman ve Ulah’tan oluşan bu ordunun Latinleri yenilgiye uğratıp krallarını esir aldıklarına dikkat çekilmektedir.

Yine aynı eserde 1304 yılında Anadolu’da Alaşehir’in (Filedelfiya) Türkler tarafından kuşatılması sırasında kuşatmaya takviye kuvvetlerin gelmesini engellemek amacıyla Bizans hizmetinde bulunan Alişir ve emrindeki Karamanlılardan bahsedilmektedir. Burada adından bahsedilen Alişir, Bizans hizmetindeki binlerce Peçenek, Uz, Kuman Türkü yanında Bizans’a hizmet etmiş Anadolu Türklerinden birisidir ve emrinde kendilerine Karamanlılar denilen askerleri bulunmaktadır (Muralt t.y.: 8, 285).

Bizans devleti bünyesindeki bu Türk varlığının kökenlerine bakılacak olursa ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır: Aslında tarihî süreçte Hıristiyanlık misyon geleneği çerçevesinde gerek Roma Katolik kilisesi gerekse Bizans kilisesi misyonu sonucu Hıristiyanlığı kabul eden Türklerin olduğu bugün bilinmektedir. Yine bu bağlamda Ortodoks dünyasında yaşanan Kristolojik tartışmalar sonucu aforoz edilen İstanbul patriği Nestorious’un adıyla anılan Nasturi kilisesi İç Asya’ya kadar uzanan bir etki sahasına sahip olmuş hatta bir Türk, kiliseye bir süreliğine patriklik de yapmıştır (Anzerlioğlu 1999: 121).

Katolik kilisesinin özellikle Kuman-Kıpçaklara yönelik misyonu hakkında en önemli kaynaklarından birisini Codex Cumanicus’un oluşturduğu da bilinmektedir (Kurat 1972: 100-101).

Özellikle Bizans kilisesinin yürüttüğü misyon (10) sonucu Karadenizin kuzeyi ve Balkanlara hakim olmaya başlayan Hun, Bulgar, Peçenek, Uz ve Kuman-Kıpçak Türklerinden Hıristiyanlığı benimseyenler olmuştur. Bizans kilisesinin bu misyonunun siyasi saha açısından da ayrı bir önemi olduğuna burada dikkat çekmekte fayda vardır. 

Bizans Devleti açısından Balkanlarda Türk varlığının ortaya çıkması bir tehdit oluşturmuş ve bu tehdit Bizans tarafından Türk boylarının birbirlerine karşı kullanılması dışında Hıristiyanlığı kabul etmeleri şartıyla Bizans’a asker olarak hizmet etmeleri ve yine bu hizmet dahilinde Bizans imparatorluk arazilerine ve özellikle sınır bölgesi olarak Anadolu’da Kapadokya bölgesine iskan edilmeleri sağlanarak bertaraf edilmeye çalışılmıştır. 

Bizans ordusunda hizmet eden Türklerin varlığına yönelik olarak özellikle 1071 Malazgirt Savaşı ve onu takiben Miryakefalon Savaşı Bizans tarih yazıcılarının eserlerinde de yer aldığı gibi önemli örnekler olarak tarihteki yerini almıştır denilebilir. 

Ancak, Bizans ordusunda hizmet eden ve imparatorluk topraklarına iskan edilen Türkler Balkanlardakilerle sınırlı kalmamıştır. Bu bağlamda, Anadolu Türklerinden de Bizans ordusunda görev yapanlar olduğu bilinmektedir. Hatta, Anadolu Türkleri diğer Türk boylarından ayrı olarak Türkopoller isimlendirmesi ile anılmışlar ve 13 ve 14. yüzyıllarda Bizans ordusunun standart birlikleri olarak Bizans tarihindeki yerlerini almışlardır (11).

Tüm bu tarihi verilerin dışında Selçuklu tarihinde Karamanlılar açısından önem arz eden tarihi bir olaydan ve ona bağlı gelişmelerden de kısa bir şekilde bahsetmek gerekmektedir. 13.yüzyılda Selçuklu Sultanlığı’nın Konya merkez olmak üzere batı kesimini idare eden Sultan İzzeddin Keykavus ile sultanlığın doğu kesimini idare eden kardeşi Rukneddin Kılıçarslan arasındaki taht mücadelesi 1259 yılında Sultan Keykavus’un, Bizans’a sığınması ile son bulmuştur. 

İşte bu tarihten sonra sultanı takip ile Anadolu Türklerinden aileleriyle birlikte Bizans topraklarına iskan edilenler olmuştur. İskan bölgesi, Gagauz Türkleri’nin yaşadıkları saha göz önüne alınırsa, ağırlıklı olarak Dobruca bölgesi olmuştur. Bizans’a hizmet gereği veya zaman içerisinde Müslümanlığın kaybedilerek Hıristiyanlığın kabulü ile bugünkü Gagauz Türkleri’nin kökenlerinin dayandığı, Peçenek, Uz ve Kuman Türkleri yanında, Anadolu Türkleri’nin arasında Selçuklu Sultanı Keykavus’a verdikleri destekle tanınan Karamanlıların var olup olmadıkları konusunda sanırız yukarıda anlatılan, özellikle Alaşehir olayındaki Karamanlılar önemli bir tarihî veri durumundadır denilebilir. 

Bundan sonra ise 14. yüzyılın başlarında, 1311 yılında Dobruca
bölgesindeki Türklerden bazılarının Anadolu’ya geri döndükleri de bilinmektedir. 

İşte bu noktada, Anadolu’ya dönen Türkler arasında Hıristiyanların da olabileceği ihtimali gündeme gelmektedir (Wittek t.y.: 666). Bu konuda İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın Anadolu Beylikleri adlı eserini ve İrene Beldiceanu’nun Bitinya bölgesi gayrimüslim nüfusu üzerinde tahrir defterlerine dayanarak yapmış olduğu çalışmasını dikkatle incelemek gerekmektedir. 

Uzunçarşılı (1982: 96), Anadolu’ya dönen Dobrucalı Alevi Türkmenlerin Çanakkale-Balıkesir bölgesinde hüküm süren Karesi Beyliği topraklarına yerleştiğine dikkat çekerken, Beldiceanu (1997: 18) ise 15.yüzyılda aynı bölgeye ait tapu tahrir defterlerinde yazılı bulunan gayri Müslim nüfus arasındaki öz Türkçe isimli Ortodoksların yoğunluğu karşısında ve özellikle doğrudan Yüreğir ve Çepni isimleriyle anılan köylerde, Yüreğir’in tüm nüfusu ile Çepni köylülerinin yarısının Hıristiyan olarak belirtildiklerini, köylerde Grek Ortodoks takviminden isimlerle birlikte öz Türkçe isimlerin de yer aldığını vurgulamakta ve buna bağlı olarak da Hıristiyanlık inancını benimseyen bir Türk-Tatar topluluğunun var olduğuna dikkat çekmektedir. 

Beldiceanu’nun bu tespitleri dışında, tüm Osmanlı imparatorluğu idaresi boyunca ağırlıklı olarak bir zamanlar Karamanloğullarının hüküm sürdüğü topraklarda, Orta Anadolu bölgesindeki bir çok şehre ait tapu tahrir defterinde de benzer bir durumla karşılaşılmaktadır.

Nitekim, Kayseri, Niğde, Nevşehir, Ankara, Tokat, Sivas gibi illerde yaşayan Ortodoks nüfus arasındaki Türkçe isim kullanımının yoğunluğu oldukça dikkat çekicidir. 

Bu konuda Sivas Sancağını esas alarak kişi adları üzerinde bir çalışma yapan Yılmaz Kurt, adı geçen sancağa bağlı olan Tokat Zile-Artıkabad yöresindeki gayri müslim nüfus arasında Türkçe isim yoğunluğuna dikkat çekerek (%50.7), bu durumun Türkçenin Ortodoks nüfus üzerindeki etkisiyle, ticarî ilişki zorunluluğuyla veya baskı ile açıklanamayacağını vurgulamaktadır (Kurt 1993: 233-239) (12). 

Yine, Ömer Lütfi Barkan (Ekim 1955-Temmuz 1956:13,19) Süleymaniye Camii ve imaretinin inşaatına ait mufassal muhasebe defterlerini incelerken karşılaştığı gayri müslim isimlerinin dikkat çekici bir biçimde öz Türkçe isimlerden oluştuğunu vurgulamaktadır.

Bu örneklerin dışında Osmanlı Şeriye sicilleri de incelendiğinde Ortodoks nüfus içinde benzer isimlerin yer aldığı görülecektir. Bugün Kayseri iline ait olan şer’iye sicilleri Erciyes Üniversitesi bünyesinde yer alan Kayseri Araştırmaları Merkezi (KAYTAM) bünyesinde yapılan tez çalışmalarıyla gün ışığına çıkarılmaya çalışılmaktadır. Adı geçen merkezde yer alan tezlerden bazıları tarafımızdan yeniden gözden geçirilmiş ve aşağıda yer verilen ilginç isimler tespit edilmiştir. 1609-1611 yıllarına ait Kayseri Şer’iye Sicilinde yer alan gayri müslimlerin taşıdığı Türkçe isimler arasında:

Tanrıverdi veled-i Timur, 
Yağmur, Sefer ve Altun (?), 
Beşe Balı ve Devlet ve Öksüz oğlu, Sinan veled-i Uğurlu, 
Meryem bint-i Beyler, 
Sultan, Şahin (?) veled- i Balı, 
Dede Balı veled-i Şahbalı, 
Küçük veled-i Tarşad(?), 
İbrahim veled-i İse Balı, 
Bulgar veled-i Mihal ve İne, 
Karaman ve Sultan ve Yovan, 
Murad ve Bayram, 
Beğli veled-i Todori, 
Dostum veled-i Karaca. 
Uğurlu veled-i Yardımcı. 
Erkilet nam Karyeden, 
Nurlu veled-i Sefer, 
Yovan veled-i Kel Murad. 
Umur veled-i Aydın, 
Kumrı veled-i Keşiş, 
Gülabi veled-i Kayser (Ertürk 1994: varak 50) isimlerinin yer aldığı tespit edilmiştir.

Diğer taraftan, bir gayri müslim ailenin üç kuşak boyunca taşıdıkları isimlerine bakıldığında “Kayseri’ye müzafatından İstefane nam karyeden Hüseyin bin Abdullah nam kimesne mahfil-i kazada Mihail veled-i Saka nam yetimin vasi-i şer’isi olan Anna Peşe nam zımmiye üzerine takrir-i dava edüp Karye-i mezburede Tavlı tarlası demekle maruf ma’lümetü’l-hudud bir kıt’a tarla dedem Küçük tarlası olup, Küçük mürd olup babam Karlı’ya kaldı. Karlı mürd olup bana kaldı. Şer’e sual olunmasın taleb ederim..... 1019/5 Nisan 1610” (Ertürk 1994: varak 50) denildiği görülmektedir. 

Babasının adı Abdullah olan Hüseyin (bin Abdullah) bir Hıristiyanken Müslüman olmuştur. Dedesi Küçük’ün ve babası Karlı’nın mürd olmak tabiriyle nitelenmesi bu kişilerin Hıristiyanlığına bir delil teşkil ederken, bu ailenin her ne kadar Hüseyin’in Müslüman olmadan önceki ismi belirtilmemişse de, dedesi ve babasının taşıdığı isimler oldukça ilgi çekici görünmektedir.

Şer’iye Sicilleri dışında Tapu tahrir defterleri de benzer örnekler içermektedir. Bu bağlamda, 16.yy. Tapu tahrir defterinde yer alan isimlere bakıldığında bugün Yunanistan’ın Kapodokiko köyünde yaşayan Karamanlıların Türkiye’deki yerleşim yerleri olan Çukur ilginç bir örnek oluşturmaktadır: 

Karye-i Çukur’da: 
mahalle-i Kor: Karlı veled-i Aydoğdu ve Hızır veled-i O (yani Karlı’nın oğlu Hızır), 
Yağmur veled-i Aydoğdu,Satılmış veled-i İneverdi ve Yardım birader-i O ( yani Satılmış’ın kardeşi Yardım), 
Aydoğdu veled-i O ( Yardım’ın oğlu Aydoğdu), 
Kademşah veled-i Aydoğdu, Ağabalı veled-i O, Emir veled-i Tutuk ve Yörük birader-i O (emir’in kardeşi Yörük), 
Ayurdı veled-i Yahşi ve Budak veled-i O ve Sefer veled-i O, mirerşah veled-i Uğurlu, 
Tekir veled-i O, 
Garip veled-i Ayurdı ve Durmuş birader-i o, 
Sefer veled-i Çalapverdi ve Gökçe birader-i O ve Döğenci birader-i O, 
Sefer veled-i Küçük ve Mihail veled-i O, 
Hızır veled-i Küçük ve Yardım birader-i O, 
Kayser birader-i O,
Yardım veled-i Karaca, 
Tanrıverdi veled-i Yörük ve İnebey birader-i O ve Yasef
birader-i O ve Bahadır veled-i O, 
Tanrıverdi veled-i Yörük ve İnebey veled-i O, 
Aydığdu veled-i Seydi,
Hızır veled-i Hızır ve Sefer veled-i O, 
Balıcan veled-i Hızır (Kırpık 1997: 60-62) isimlerine rastlamak mümkündür.

Bu örneklerin sayısını artırmak mümkündür. Bu şekilde, özellikle Karamanlıların yoğun bir şekilde yaşadıkları yerlerdeki gayrimüslim nüfus arasında Türkçe isim kullanımının yoğunluğu kadar sahip oldukları adet, gelenek ve görenekleri ve bugün dahi dilimiz dedikleri Türkçeyi konuşmaları Karamanlıları Anadolu’da yaşamış olan Rum Ortodoks nüfustan ayıran en önemli özellikleridir. 

Ancak, geçmişte onları Rumlar’dan ayıran başta dilleri olmak üzere, tüm bu özellikleri kadar, yine onları büyük benzerlikler gösterdikleri Müslüman Türkler’den ayıran dinleri kimlikleri konusunda bazı Karamanlılar’ın hafızasında bir ikilem yaratmıştır denilebilir. 

Diğer taraftan ise, bu ikilem sorununu yaşamayan binlerce Karamanlı için ortada aslında bir sorun yoktur.

Çünkü onlar sadece din açısından farklılık gösterdiği Müslüman Türkler ile aynı soydan gelmektedir. Yukarıda da açıklanmaya çalışılan bu tarihî gerçeği bilen Karamanlılar bilindiği gibi Papa Eftim önderliğinde tüm Milli Mücadele boyunca Ankara hükümetinin yanında yer alarak ve her fırsatta Türklüklerini tüm dünyaya haykırarak Anadolu’nun işgaline karşı mücadele etmişlerdir.

Ancak sonuç onlar açısından büyük bir olumsuzlukla noktalanmıştır. Hakimiyeti altında yaşadıkları Osmanlı idaresi altında dini esas alan Millet sistemi dahilinde Ortodoks milletine dahil edilmelerinin yarattığı ortamı Cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekleşen ve yine dinin esas alındığı bir mübadele süreci izlemiştir. 

Bu süreçte İstanbul hariç olmak üzere Anadolu’da yaşayan tüm Ortodoks Hıristiyanların Yunanistan’a gönderilmeleri kararı alınmıştır. Ancak bu karardan Türk Ortodoks Patrikhanesi patriği Papa Eftim ve ailesi muaf tutulmuştur. Bu noktada Karamanlı Ortodoks Türklerin Yunanistan’a gönderilmeleri ile Türkiye ve Yunanistan açısından o günlerde homojen bir nüfusa sahip olma düşüncesinden hareketle, ki bu homojenlik de maalesef din bazında olmuştur, iki ülke arasındaki sorunlar belirli bir oranda çözüme kavuşmuş olabilir. 

Ancak, bu süreç sonunda en az Müslüman Türkler kadar mücadele eden Karamanlıların Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmaları onlar açısından ciddi bir hayal kırıklığı yaratmıştır. 

Diğer taraftan, Türkiye’yi terk etmeyen Papa Eftim açısından mücadele sona ermemiştir (13)

Çünkü her ne kadar patrikhane cemaatini kaybettiyse de, bu defa az sayıdaki aile mensuplarıyla Fener Rum Ortodoks Patrikhanesine karşı Türk Ortodoks kimliğiyle ayakta durmak için mücadele etmiş ve bunda da tüm olumsuzluklara rağmen büyük bir başarı elde ederek kendinden sonra da Türk Ortodoks Patrikhanesinin varlığını devam ettirmesi için uygun ortamı hazırlamıştır.


Doç.Dr.Yonca ANZERLİOĞLU
Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Öğretim Üyesi



Karamanlıca  yazı: MAΣAΛAΧ  , okunuşu: Maşallah  / Kayseri


_______________
Dipnotlar 
1 Karamanlı Ortodokslar ile ilgili detaylı bilgi için bakınız: (Anzerlioğlu 2003; Agustinos 1997).
2 2000 yılı Eylül ve Ekim aylarında Yunanistan’ın farklı şehir ve köylerinde Karamanlı mübadillerle yapılan mülakatlar
3 Ekim 2000 tarihinde Karditsa-Kapadokiko köy sakinleriyle yapılan mülakatlar.
4 Maria Sütoğlu ile 2.10.2000 tarihinde Karditsa-Kapadokiko’da yapılan mülakat.
5 Serafim Papadopoulos ile 5.10.2000 tarihinde Larissa şehrinde yapılan mülakat; Mihail Papadopoulos ile 6.10.2000 tarihinde Agios Konstantinos köyünde yapılan mülakat.
6 Sultan Çiçekoğlu ile 6.10.2000 tarihinde Farsala-Zoodohos Pigi köyünde yapılan mülakat.
7 Suzanna Evyenidou ile 5.10.2000 tarihinde Larissa şehrinde yapılan mülakat.
8 Ekaterini Evyenidou ile 4.10.2000 tarihinde Larissa şehrinde yapılan mülakat.
9 Chrisula Oikonomidou ile 28.9.2000 tarihinde Selanik’te yapılan mülakat.
10 Detaylı bilgi için bakınız: (Prokopios 1990: 51); (Muralt t.y.: 326); (Moravscik 1958: 26); (Rasonyi 1982: 135); (Kurat, 1972: 239).
11 Bizansa hizmetindeki Anadolu Türkleri, Türkopoller için bakınız: (Megali Elleniki Egkylopedia, 1933;, c.23); (Savvides 1993); (Ellinika, 1933: v.40, 325); (Brand 1989); (Anzerlioğlu,2003: 79-95).
12 Konu ile ilgili daha geniş bilgi için bakınız. (Ongan 1958); (Önen 1959: sa.3-4); (Turgal,t.y.: c.4, sa.2).
13 Türk Ortodoks Patrikhanesi ile ilgili olarak ayrıntılı bilgi için bakınız. (Şahin 1996); (Çetin2004); (Cihangir 1996); (Ergene 1951); (Ercan 1967); (Ekincikli, 1998); (Anzerlioğlu 2003); (Özkan 2003).


KAYNAKLAR
Kitap ve Makaleler
AMANTOS, K. (1933): “ Tourcopoloi”, Ellinika, v.40.
ANHEGGER,Robert (1979-1980): “Hurufumuz Yunanca. Ein Beitrag zur Kenntnis der Karamanisch-Türkischen Literatür”, Anatolica, no.VII.
ANZERLİOĞLU, Yonca (1999): ‘İç Asya’da Nasturilik’, KÖK Araştırmalar,1/1, Bahar.
ANZERLİOĞLU, Yonca (2003): Karamanlı Ortodoks Türkler, Ankara.
AGUSTİNOS, Gerasimos (1997): Küçük Asya Rumları, Ankara.
BALTA, Evangelia (1990): “Anadolulu Türkofon Hıristiyan Ortodoksların “Ulusal Bilinçlerini” Araştırmaya Yarayan Kaynak Olarak Karamanlıca Kitapların Ön Sözleri”, Tarih ve Toplum, 13/74, Şubat.
BARKAN, Ömer Lütfi (Ekim 1955-Temmuz 1956 ): “Türk Yapı Malzemesi İçin Kaynaklar”, İktisat Fakültesi Mecmuası, c.17.
BELDİCEANU, İrene (1997): “Bitinya’da Gayri Müslim Nüfus (14. yüzyılın ikinci yarısı- 15. yüzyılın ilk yarısı), Osmanlı Beyliği, der. Elizabeth Zachariadou, İstanbul.
BENLİSOY, Foti ve Stefo BENLİSOY (2000): “ Nevşehir Mektepleri”, Tarih ve Toplum, Şubat.
BRAND, Charles M. (1989): “The Turkish Element in Byzantium, eleventhtwefth centuries”, Dumbarton Oaks Papers, vol. 43.
CİHANGİR, Erol (1996): Papa Eftim’in Muhtıraları ve Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesi, İstanbul
ÇETİN, Ensar (2004):Toplum Bütünleşmemizde Bağımsız Türk Ortodoks Partikhanesi, İstanbul.
DAWKİNS, R.M. (1916): Modern Greek in Asia Minor, Cambridge.
DERNSCHWAM, Hans (1992): İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, çev.
Prof. Dr. Yaşar Ören, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.
EKİNCİKLİ, Mustafa (1998): Türk Ortodoksları, Ankara.
ERCAN,Yavuz (1967): “Fener ve Türk Ortodoks Patrikhanesi,” DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, sa.XIII-IX, Ankara.
ERGENE, Teoman (1951): İstiklal Harbinde Türk Ortodoksları, İstanbul,;
ERTÜRK, Mustafa (1994): Kayseri’nin 13 nolu Şer’iye Sicili, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi Kayseri, Erciyes Üniversitesi, Tarih bölümü.
KIRPIK, Güray (1997): Kayseri, Niğde ve Aksaray Livalarında Hıristiyan Türkler, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, G.Ü. Eğitim Fakültesi.
KİTROMİLİDES, Paschalidis M. ve Alexis Aleksandris (t.y.): “ Ethnic Survival,
Nationalism and Forced Migration, The Historical Demography of the Greek
Community of Asia Minor at the close of the Ottoman Era”, Deltio, c.4.
KURAT, Akdes Nimet (1972): IV-XVIII.yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, TTK, Ankara.
KURT, Yılmaz (1993): “ Sivas Sancağı Kişi Adları”, OTAM; sa.4.
MORAVSCİK, Gyula (1958): Byzantino Turcica, II, Sprachste der Türkvölker in den Byzantine Quellen, Leiden.
MURALT, Edouard de (t.y.): Essai de Chronoraphie Byzantine pour Servir á l’examen des annales du Byzantine Empire et particulierment des Chronographes Slavons 395 á 1057, Petersburg, c.1,2.
ONGAN, Halit (1958): Ankara’nın I Numaralı Şer’iye Sicili, TTK, Ankara,
ÖZKAN, Salih (2003): Kayseri’de Türk Ortodoks Kilise Kongresinin Toplanması ve Anadolu’da Ortodoksluk Sadası Gazetesi, Kayseri.
ÖNEN, Ragıp (1959): “Bor Halil Nuri Bey Kütüphanesindeki Mahkeme-i Şer’iye Sicilleri ve bunlarda Görülen Türkçe Kişi ve Köy İsimleri”, Türk Etnoğrafya Dergisi, Ankara.
PROKOPİOS (1990): Bizans’ın Gizli Tarihi, İstanbul.
RASONYİ, Lazlo (1982): Tarihte Türklük, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara.
SAVVİDES, Alexis (1993): “Late Byzantine and Western Historiographers on Turkish Mercenaries in Greek and Latin Armies: Turcopoles/Tourkopouloi”, in Making of Byzantine History, studies dedicated to Donald M. Nicol, ed. Roderick Beaton and Charlotte Rouche, Variorum.
ŞAHİN, Süleyman (1996): Fener Patrikhanesi ve Türkiye, İstanbul.
ŞAKİROĞLU, Mahmut (1974): “S. Salaville ve Dallegio, Karamanlıdıka, Bibliographie Analitique D’ourrages en Langue Turque İmpremes en Caracteres Grecs, III, 1866-1900”, Belleten, c.XXXVIII, sa. 149-152, Ankara.
“TOURCOPOLOİ” (1933): Megali Ellniki Egkylopedia, c.23,
TURGAL, Hasan Fehmi (t.y.): “Anadolu’da Gregoryen ve Ortodoks Türkler”,
Ülkü, c.4, sa.2.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı (1982): Osmanlı Tarihi, I, Ankara.
VRYONİS, Speros (1971): The Decline of the Medivial Hellenism in Asia Minor and the Process of Islamization from 11th through the 15th centuries, Los Angeles.
WİTTEK, Paul (t.y.): “Yazıcıoghlu Ali on the Christian Turks of the Dobrudja”, Bulletin of the School of Oriental and African Studies, University of London, vol. 14, part: 3, s.666.

Mülakatlar
Ekim 2000 tarihinde Karditsa-Kapadokiko köy sakinleriyle yapılan mülakatlar.
OİKONOMİDOU, Chrisula ile 28.9.2000 tarihinde Selanik’te yapılan mülakat.
EVYENİDOU, Ekaterini ile 4.10.2000 tarihinde Larissa şehrinde yapılan mülakat.
SÜTOĞLU, Maria ile 2.10.2000 tarihinde Karditsa-Kapadokiko’da yapılan mülakat.
PAPADOPOULOS, Mihail ile 6.10.2000 tarihinde Agios Konstantinos köyünde yapılan mülakat.
PAPADOPOULOS, Serafim ile 5.10.2000 tarihinde Larissa şehrinde yapılan mülakat.
ÇİÇEKOĞLU, Sultan ile 6.10.2000 tarihinde Farsala-Zoodohos Pigi köyünde yapılan mülakat.
EVYENİDOU, Suzanna ile 5.10.2000 tarihinde Larissa şehrinde yapılan mülakat.



alıntıdır
***



23 Mart 2013 Cumartesi

CAN ÇEKİŞEN TÜRKİYE - PİERRE LOTİ




ÖNSÖZDEN:
Pierre Loti, Trablusgarp savaşında Italyanlar’ın, Balkan Harbi'nde ise Müttefikler’in (Bulgaristan,Yunanistan, Sırbistan, Karadağ) Türk ve müslümanlara yaptıkları zulüm ve katliâpıların yakından şahidi oldu.

Avrupa devletleri, Osmanlı İmparatorluğumu sarsan bu savaşlar sırasında, daima haksızın ve kan dökücülerin yanında yer aldı. Bunun birinci sebebi ise, yıkılması istenen İmparatorluğun mirasına konmak düşüncesi, ikinci sebebi ise, Avrupa’nın, bütün teknik gelişmelerine rağmen bir türlü tesirinden kurtulamadığı dini fanatizm’dir.

Bunun gözle görülür misâlini, o sıralarda Balkan devletlerinin askerî bakımdan en güçlüsü Bulgaristan vermiştir. Bulgar Kralı Ferdinand Koburg, Avrupa’yı din yönünden etkisi altına almak ve gerekli yardımı sağlamak için, Balkan Savaşı’na bir «Haçlılar seferi» süsü vermiş ve bu propagandayı bütün savaş süresince başarıyla yürütmüştür.

Gerek Trablusgarp fâciası, gerekse Balkan Harbi sıralarında, bütün batı toplumu elbirliği ile İtalya ve müttefikleri desteklemiştir, öyle ki, Avrupa basınında. Türkler ve müslümanlar lehine hiçbir yayın yapılmamış, gerçekler tamamen tersyüz edilmiştir.

Bu acı ve ümitsiz günlerde, sâdece birkaç yazar, dinî ve politik çıkar hesaplarını bir yana bırakarak, ezilenlerin tarafını tutmak cesaretini gösterebilmiştir. Bunların başında, arkadaşı Claude Farrâre ile birlikte Pierre Loti gelir, değerli yazar, Türkleri haklı gösteren hiçbir yazının yayınlanmasına istekli görünmeyen Fransız basınında, kendisine zar zor bir yer bulabilmiş ve böylece, gerçekleri olduğu gibi aksettirmek imkânına kavuşmuştur.

Orijinal adı «La Turquie Agonisante» olan bu kitap, bu yazıların derlenmesiyle meydana gelmiştir. Burada bazı sorular akla gelebilir: 

Pierre Loti, Türk ve İslâm dünyasını neden bu derece içten bir sevgiyle desteklemiştir? Neden bu uğurda dindaşlarını karşısına almak ve onların türlü hücumlarına uğramak riskini göze almıştır? Bu davranışı, gerçek bir hak aramak düşüncesinin sonucu mudur, yoksa, duygu dünyasını tatmin etmek gayesini mi gütmektedir?

Bu soruları bir bu kadar daha uzatabiliriz, fakat netice değişmez. Çünkü ortada duran bir gerçek vardır; o da: Sömürülmüş, aldatılmış, kaderine terkedilmiş bir Türkiye’nin, küçük hesaplardan uzak kudretli bir kalem tarafından dünya ölçüsünde müdafaasının yapılmış olmasıdır. Bu da yeter bir tesellidir.

Pierre Loti de bir batılı olarak elbette doğduğu memleketin menfaatlerini düşünmek zorundaydı. Fakat, bu menfaatlerin elde edilmesi için uygulanmasını istediği metodlar, hiçbir zaman, başkalarının öne sürdüğü insanlık dışı vahşet metodları değildi. Çünkü o, Doğu medeniyetini ve onun kaderci insanlarını gerçek bir samimiyetle seviyordu. Onların, Batı medeniyeti karşısında âciz ve güçsüz mahvolmalarını istemiyordu.

Ama, onların teknik ve endüstri hamlelerine girişip, Avrupa’nın makine medeniyetini ülkelerine getirmelerini de istemiyordu. 

Doğu, sessiz ve rahat, kendi köşesinde olduğu gibi kalmalı, hiçbir gelişme ve değişme, onların yüzyılları kavrayan büyüsünü ve orijinal güzelliğini bozmamalıydı. Bu, duyguların emrinden dışarı çıkamayan bir romantik’in istekleridir; fakat, ne yazık ki, gerçeklerin dışındadır.

Pierre Loti’nin Doğu’yla ilgili romantizmi bu bakımdan gerçeklerin dışına taşsa da, yine bir yerde, insancı bir görüşe yönelmektedir. O bugün bile Avrupa’yı tesiri altında tutan din taassubundan uzaktır. İstanbul’un İslâmî silûeti, Halic’in eski devirleri yaşatan havası, camiler, minareler, saraylar, kubbeler...

Bütün bunlar, bir ölçüde, ruhunda güzellik duygusu bulunanları ayrı dinden olsalar da, tesiri altına alabilir.

Evet! Ancak bu kadar... Fakat Pierre Loti, bu kadarıyla yetinmez. O, bu İslâmî hava içinde yaşayanları da sever. Hem de, asırlık çınar ağaçları altında nargile fokurdatan, az’a kanaat eden, kaderine boyun eğen, başı sarıklı koyu müslümanları.. Ve bu tutumu, onu diğer batılılardan ayırır. 

O Batı ki, bütün medeniyetinin sebebini Hıristiyan dininin yüceliğine bağlar. Müslümanlık, bir ilkel dindir onlarca. Bütün geriliklerin, bilgisizliklerin, ilk ve kesin sebebidir. Bu bakımdan, müslüman ülkeleri, batılılar için, sömürülmesi gereken açık pazarlardır.

Bu genel hüküm, pek tabiidir ki Türkiye’yi de içine alır. Ve bunca muhteşem tarih mirası, fetihler ve kurulmuş yüce medeniyetler, dinî bir perspektiften incelenir ve reddedilir. 

Bu sözleri ispat etmek için, Doğu ve Batı yazarlarının fikirlerine birazcık eğilmek gerekiyor, ilk olarak ünlü Fransız düşünürü Ernest Renan’ı ele alalım.

Renan’a göre, İslâmlık, ilimle bağdaşamayan bir dindir:

«Felsefe veya bilim adı verilebilecek her şeye, İslâmlığın ilk yüzyılı kadar yabancı kalmış hiçbir şey yoktur. Yüzyıllardan beri sürüp giden ve Arabistan’ın vicdanını semitik Tanrı birliğinin türlü şekilleri arasından muallâkta tutan bir din mücadelesinden doğan İslâmlık, rasyonalizm veya bilim denilebilecek herşeyden
bin fersah uzaktır. Bu mücadeleye, onu bir fütûhat ve yağmacılık vesilesi sayarak katılan Arap atlıları, devirlerinde dünyanın en yaman savaşçıları idiler. Fakat muhakkak ki, onlar dünyanın en az filozof insanları idi.» .... (Renan — Nutuklar ve konferanslar)

Renan, İslâm medeniyeti, İslâm san’atı, İslâm felsefesi gibi sözlerin, bir yanlış anlamadan ileri geldiğini, gerçekte bunların mevcut olmadığını ileri sürüyor:

«Bahsetmek istediğim şey, Arap bilimi, Arap felsefesi, Arap san’atı, İslâm bilimi, İslâm medeniyeti sözleri ile ifade olunan yanlış anlamadır. Bu nokta üzerinde edinilen belirsiz fikirler, hususiyle yanlış muhakemelerden ve hattâ bazıları hayli ağır olan amelî hatalardan ileri gelmektedir. Zamanımızda olup biten şeylerden azçok haberi olan herkes, müslüman memleketlerinin bugünkü geriliğini, İslâmlıkla idare edilen memleketlerin inhitatını, kültürlerini ve terbiyelerini yalnız bu dinden alan ırkların fikir bakımından sıfır durumda oluşlarını açıkça göstermektedir. Doğu’ya veya Afrika’ya gitmiş olan herkes, hakiki bir mümin’in kafasının ister istemez dar bir nevi çemberle kasılı olduğunu ve bu çember yüzünden, o kafanın bilime mutlak surette kapalı, bir şeyler öğrenmek ve yeni fikre açılmak kabiliyetinden mahrum bulunduğunu hayretle görmüştür. On- on iki yaşlarına kadar bazan hayli uyanık olan müslüman çocuğu, din terbiyesi görmeye başladığı yaşlardan itibaren, birdenbire mutaassıplaşır, mutlak hakikat sandığı şeye sahip olmanın verdiği budalaca gurura kapılır, kendini alçaltan şeyi bir imtiyaz sanarak mesut olur.».... (Aynı eser — sayfa 184, 185)

Renan bu aşırı düşüncelerden sonra, İslâmlığı savunanlara karşı hücuma geçiyor:

«İslâmlığı müdafaa eden serbest düşünceliler onu tanımıyorlar. İslâmlık, ruhanî ile cismanî’nin birbirine kaynaması, bir akidenin tahakkümü, insanlığa vurulan zincirlerin en ağırıdır. Ortaçağ’in ilk yarısında, tekrar ediyorum, İslâmlık mani olamadığı felsefeye tahammül etti; mani olamaması, henüz insicamsız olmasından,
terör için iyi teşkilâtlanmamış bulunmasındandı. Evvelce de söylediğim gibi, polis hıristiyanların elinde idi. Ve başlıca iş olarak alevîlerin teşebbüslerini önlemekle meşguldü. Pek çok şey, bu gevşek ağın örgüleri arasından kaçıp kurtuluyordu. Fakat İslâmlık, eline âteşin imanlı yığınlarını geçirir geçirmez her şeyi yakıp yıktı. Dinî terör ve riya revaç buldu. İslâmlık zayıf zamanlarında liberal, kuvvetli zamanlarında sert ve haşin davrandı. Bundan dolayı, İslâmlığın yok edemediği bir şeyi, onun için şeref vesilesi saymıyoruz. Onun başlangıçta yok edemediği felsefe ve bilimi, kendisi için bir şeref saymak, tıpkı modern bilim keşiflerini ilâhiyatçılar için şeref saymak gibi olur.» ..... (Aynı eser — sayfa 199, 200)

Ve sonunda, müslümanların bir boyunduruktan kurtulmaları için, dinlerinden vazgeçmelerini tavsiye ediyor:

«Bazı kimseler, konferansımda Müslüman dinine mensup olanlara karşı düşmanlık sezmişler. Bu hiç de böyle değildir. İslâmlığın en büyük kurbanları müslümanlardır. Doğu seyahatlerinde kaç kere gördüm ki, taassup, diğer insanları terörle ibâdete sevkeden az sayıda insanlardan gelmektedir. Müslümanı din’inden kurtarmak, ona yapılabilecek en büyük hizmettir. İçinde nice iyi unsurlar bulunan müslüman milletlerin kendilerine ağır gelen bu boyunduruktan kurtulmalarını temenni etmekle, kendileri için kötü bir dilekte bulunduğumu sanmıyorum.».... (Aynı eser — sayfa 211)

Batılılann, İslâm topluluğu içinde değerli bir yeri olan Türkler hakkındaki düşünceleri de diğerlerinden farklı değil. Balkan Savaşı yenilgisinden sonra , birkaç namuslu kalemin dışında hiç kimse, Türkiye'den yana çıkmadı. Belli bir din gayreti ve emperyalist düşünce sistemi, Balkan vahşetlerinin üstüne medeniyet tülünü örtmeyi uygun buldu. İşte, bu tek yanlı fikirlerden bir örnek:

«Balkanlar, hürriyetlerine kavuştular. Gazetelerden bu haberi okuyan İngilizler, derin bir düşünceye varmışlardır. Onların iyi tanıdıkları bir âlemden gelen bu müjde önünde, bütün şark siyaseti ve İngiltere’nin o meşhur gayretleri gözlerinde canlanmıştır. Bir zamanlar Rus Slavlarının istilâlarından ürken ve bunları ric'at ettiren İngiltere, bugün Balkan Slavlarının zaferlerinden memnundur. Ancak, «şark meselesi »nin kesin hücumlarla halledilmesini isteyenler, İngiltere’nin bu politikasını terviç etmelidirler ki, Rumeli gibi Anadolu meselesi de halledilsin.

Türkiye nedir?
Türkiye, birbiri ardınca Asya’da kurulan askeri ve dinî devletlerden biridir. Bu devlet, asker kuvvetiyle istilâ ettiği topraklarda birtakım karakollar kurmuş ve hükmünü yürütmeye başlamıştı. Peşte’den Tahran sınırına kadar uzanan bu geniş saha Timur devletini andırıyordu. Bu idâre alanında bulunan birçok devletin hakları gasbedilmiş ve bunlar baskı altında tutulmuştu.

Buralarda, belki yağmaların sonucu olarak müthiş bir sefalet hüküm sürüyordu. Birer geçmişe, birer tarihe sahip olan bu mağlûp unsurlar yavaş yavaş kendilerini toplamaya, uğradıkları felâketleri gidermeye başladılar. Macaristan, Romanya, Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan istiklâllerini ilân ettiler. Ve sonunda, eski mağlûpların galibiyetiyle, Balkanlar meselesi halledildi.

Şimdi bu olayların özetinden iki netice çıkarabiliriz:
1 — Türkler devlet kuramazlar.
2 — Her Türk devleti yıkılmaya mahkûmdur.

Türkler devlet kuramazlar.. Bu, mutlak ve kesindir. Çünkü devlet idâresi usulünü bilmezler. Devlet idaresi usulünü bilmek ise, bugünün ilmini öğrenmek değildir. Bu öyle bir hassa’dır ki, devlet kurmaya başlayan milletin karakterinde saklı bulunur. Türkler de bu hassalar yoktur.

Şimdi, umûmi bir meseleye geçelim: Böyle bir akıbete uğrayan Türkiye’nin uzun müddet can çekişme hâlinde kalması uygun mudur? Türkiye’yi bu utanç verici durumdan kurtaracak kuvvet var mıdır?

Birinci soruya «hayır» cevabını veriyoruz. Fakat, İkincisinin halledilmesi gerektir. Bir devleti kurtaran kuvvet, manevî bir uyanıştır. Bu, millî ve romantik bir edebiyat demektir. Türkiye’de böyle bir edebiyat yoktur ve olamaz. Türk romantikleri hangi intikam duygularını çoğaltacaklardır? Türkiye’de öyle birşey yoktur. Türk edebiyatı sükûnet ve tasvir edebiyatıdır. Bugünkü Rumeli için hiçbir intikam hissi duyuramaz.

Çünkü, Rumeli'nin geri alınamayacağına, Türk şairi de, köylüsü de inanmıştır. Bu, irâde dışı bir inanıştır. İlkel bir hayat yaşayan Türk’ün çalışmaları da faydalı sonuçlar vermez. Çünkü, çalışmayı bilmezler. Ancak Avrupa’dan müteşebbisler getirmek lâzımdır ki, çabuk ve geniş bir çalışma ile Anadolu imâr edilebilsin Bu da Türkiye’yi değil, ancak Türkleri kurtaracak tek yol olabilir.».... (Dr. Viringser’in konferansı, 1913)


Türk’ü küçük gören bu zihniyet, bu haçlı sayıklamaları, Balkan Harbi vesilesiyle bir kere daha kendini göstermiştir. Hemen bütün yazarlar, "Şark meselesin" i, Türklerin Avrupa’dan atılması ve paylaşılması şeklinde yorumlamışlar ve Balkanlıların zaferlerini, bu yolda atılmış ilk adım olarak alkışlamışlardır.

Paris Üniversitesi profesörlerden Paul Hory, 1913 yılında yayınladığı «Türkiye Nasıl Paylaşıldı» adlı kitapta şunları yazıyor:

«Bir Şark meselesi vardır. Çünkü, Ortaasya’dan gelen Türkler ve Moğollar Ortaçağ’dan beri Doğu Avrupa’yı istilâ etmişler, oralarda hâkimiyetlerini kabul ettirmişlerdir. Haçlılar’ın başarısızlığı, çeşitli Avrupa devletlerinin iç teşkilâtlarında duraklama devrinin başlaması, İstanbul’daki Rum İmparatorluğu’nun uğradığı
çöküntü, 14. yüzyıldan sonra Türklerin Batı’ya doğru zafer yürüyüşlerini kolaylaştırmıştır.

Şark meselesinin tarihi de, Türklerin Avrupa’dan çekilmelerinin tarihidir. Bu çekilme de zaruri idi. Çünkü, Türkler buralarda esaslı hiçbir şey kuramamışlardı. Son olaylar da gösterdi ki, Türklerin vatanseverlikleri, devamlı faaliyet gösteren bir devlet teşkilâtı kurmaya muktedir değildir. Hattâ şöyle de denildi:
«Türkler dört asır, hattâ daha fazla bir süre, Avrupa’da çadır kurmuşlardır.»

Gerçekten Türkler, buraları yalnız fethetmekle kalmışlar, başka birşey yapmak istememişler veya yapamamışlardır. Türkler, mâliyesi, ordusu ve idâresiyle muntazam bir devlet kuramamışlardır. Şark’a has bir hareketsizlik, İslâmlara has bir kuvvete baş- eğişle, sultanların, serdarların mutlak idâresi, sonunda onları bir derebeyi çetesi hâline getirmiştir. Bu bakımdan, daha 18. yüzyıldan itibaren, Türk İmparatorluğu parçalanmaya başlamıştı. Yeniçeri ordusu, düzensiz bir milis kuvvetinden başka birşey değildi.».....


Hiçbir tarihî gerçeği yansıtmayan ve tamamen duygu plânında kalan bu fikirlere karşılık, bilim haysiyetini gözeten, tarih olaylarını tarafsız bir gözle değerlendirebilen batılı yazarlar da vardır. Bunlardan profesör White «Hilâfet Siyâseti ve Türklük Siyâseti» adlı eserinde şu objektif yargılara varır:

«Bunlar, istilâcı Napolyon gibi bir dünya seyahati yapmadılar. Bastıkları toprakları yüzyıllarca yönettiler ve oralara temsil nişanlarını basarak bütün ülkeleri İstanbul Hilâfeti altında toplamaya çalıştılar. Dünyanın yegâne cihangiri Türklerdir. Şarlmanlar, Şarlkenler, Napolyonlar birer aktördürler. Bir ihtiyar Macar’ındediği gibi: Onların hayatlarına karşılık, Türkiye'nin yüzyılları vardır.

Bugün Türkiye mahvolsa bile, Kaşgâr’dan İstanbul’a kadar konuşulan Türk diliyle, tekrar bir Türk İmparatorluğu kurarlar. Hazar Denizi’nin güneyindeki İran Türkmenlerinden geçecek olan silsile, müstakbel Cermenlik’ten, müstakbel Islâvlık’tan daha sağlamdır. Arada hiçbir sınır, hiçbir tabiî engel yoktur.

Bu Türk İslâmları, Çin’den tâ Moskova’ya kadar uzanır ve Ural dağlarından itibaren millî bir bütünlük gösterirler. Artık bugün, her siyâset adamı itiraf eder ki, Rusya Türkleri’nde bir milliyet hissi uyanmıştır. Bir edebiyat, bir sanayi, bir ticaret vardır. Bunlar yarın için bir devrim hazırlayacaklardır.» ....


Ünlü Fransız tarihçisi Gustave Le Bon da, «Dünya Muvazenesinin Bozulması» adlı eserinde, batılıların hiçbir zaman İslâm zihniyetini ve medeniyetini anlayamadıklarını söyler. Ona göre, müslümanlık dünyaya şöyle yayılmıştır:

«Bu dinin dünyanın her tarafına yıldırım hızıyla yayılması sebeplerini ve yeni dine girenlerin nasıl olup da İskender İmparatorluğu’ndan daha büyük bir imparatorluk kurmak için gerekli olan kuvveti bulduklarını açıklamak o kadar kolay değildir. Kendilerini Suriye’nin ebedî sahibi sanan Romalılar, buradan atıldıktan sonra, ruhları birleştiren yeni dinin coşturup gayrete getirdiği göçebe kabilelerin birkaç yıl içinde İran’ı, Mısır’ı, Kuzey Afrika'yı ve Hindistan’ın bir kısmını fethettilerini görerek şaşırıp kaldılar.

Bu şekilde kurulan imparatorluk yüzyıllarca devam etti. Bu saltanat Atillâ gibi Asya fâtihlerinin kurdukları imparatorluklara benzer, gelip geçici bir devlet değildi. Çünkü, İslâm devletinin kuruluşu, Batı Avrupa barbarlık içinde yuvarlanırken, Doğu'da gözleri kamaştıran bir tazelikle parlayan tamamen yeni bir medeniyetin ortaya çıkışının başlangıcı oldu. Araplar çok kısa bir zamanda, hiç alışmamış bir gözün bile ilk bakışta tanıyacağı derecede yaratıcı eserler vücuda getirdiler. Arapların imparatorluğu o kadar genişti ki, bunun parçalanmaması imkânsızdı. Nitekim, birtakım küçük krallıklara ayrıldılar. Ve bunlar zayıfladılar. Moğol, Türk v.b. kavimler tarafından zaptedildiler. Fakat, müslümanların din ve medeniyetleri o kadar güçlüydü ki, eski Arap krallıklarını
zaptedenlerin hemen hepsi, mağlûpların dinini, sanayiini ve çoğunlukla dilini kabul ettiler.

Arapların dini, onların kudretleri kaybolup devletleri yıkıldıktan sonra bile yaşadığı gibi, gitgide daha da çok yayıldı. Bu dine girenlerin inanışları o derece güçlüdür ki, içlerinden her biri bir havâri sayılabilir.

Ve her havâri gibi kendi dinini yaymaya çalışırlar. Islâmiyetin büyük siyâsi kuvveti, çeşitli ırkları aynı fikir etrafında toplamış olmasıdır. Ortak fikir etrafında toplanma ise, çeşitli ırklara mensup insanlar arasında dayanışma kurmanın en tesirli vâsıtalarından biri olmuştur. Günün olayları da böyle bir dayanışmanın gücünü ispat etti. 

Bu dayanışma, korkunç İngiltere’yi bile Şark’ta geri çekilmeye mecbur etti. Britanya’yı yönetenler, Türkiye müslümanlarının ülkelerinden koparılıp atılmalarını tahayyül ettikleri zaman, bu kuvveti bilmiyorlardı. Yalnız Türklerin değil, bütün dünya müslümanlarının kendi aleyhlerine ayaklandıklarını gördükleri vakit, bu kuvvetin varlığını kabule yanaşmaya başladılar.

İstanbul’u elde tutacaklarını hayal eden Ingilizler, hayallerinin yıkıldığını gördüler. Özellikle, yenilmiş ve silâhları ellerinden alınmış olan Türklerin, kendilerine zorla kabul ettirilmek istenen barış andlaşmasını red ve Yunanlıları İzmir’den kovdukları zaman, bunu iyice anladılar. 

Bugün İslâm, Avrupa’ya kafa tutacak kadar güç kazanmıştır.».....


Millî Kurtuluş Savaşı, Batı emperyalizmine karşı bir millî şahlanış gibi yorumlanabilir. Fakat, bunun da ötesinde bir gerçek vardır ki, o da dindir. Hıristiyan Avrupa devletleri, bu savaşı, sömürücü emelleriyle aynı paralelde giden bir din perspektifinden görmüşlerdir. 

Gustave Le Bon, bu gerçeği saklamaz. Işte Lozan Konferansı münasebetiyle yazdıkları:

«Birinci ve ikinci Lozan kongreleri, Avrupa’nın müslümanları hiç tanımadıklarını isbat etti. Bu kongrelerde Şarlman zamanının baronları ile, şimdiki hukuk profesörleri karşı karşıya gelselerdi, anlaşmazlık daha fazla olmazdı. Konferanslarda hiç kimse, ne hilâlden ne de salipten söz açtı. Fakat, tartışmaların gizli ruhunu, bu iki timsal arasındaki çarpışma teşkil etti.

Britanya İmparatorluğu’nun İslâmî anlayamaması sebebiyle, İran’ı, Irak i, Mısır'ı kaybettiğini, Hindistan'ı bile elde tutmakta zorluk çektiğini yukarıda söylemiştik.

Bu hezimetlerin gerçek sorumlusu olan İngiliz Nazırı, mutaassıp protestan M. Loit Corc , Yunanlıları İstanbul’a doğru sürükleyerek Türkleri Avrupa’dan atmayı, salipin hilâlden intikam alması gibi tahayyül etmişti. Fakat, kendi imânı kadar güçlü bir imâna çarptı ve bu darbe ile bütün İngiliz müstemleke imparatorluğu sarsıldı.» ....


Balkan Harbi sırasında katliâm edilen Türk halkı gerçeğini, tamamen tersyüz ederek «Türkler katliâm ediyorlar» çığlıklarıyla dünyayı ayağa kaldıran Avrupa basınının yersiz davranışlarını, Ingilizler de Kurtuluş Savaşımız sırasında aynen tekrar etmişlerdir. Gustave Le Bon, bu konuda şöyle yazıyor:

"... Yukarıda gösterilen dinî sebeplerden başka, Türkleri mâzur gösterecek bir sebep de, Yunanlılar voltasıyla onları Avrupa’dan, özellikle İstanbul’dan atmayı hayal eden İngiltere’nin yaptığı inkârı kabil olmayan haksızlıklardır. Türkleri atmak için gösterilen tek sebep: Hıristiyan azınlığı devamlı şekilde katliâm ettikleri idi. 
Pek haklı ve doğru olarak denebilir ki, eğer Türkler, İngiliz Hükûmeti’nin iddia ettiği katliâmların onda birini yapmış olsalardı, Doğu'da çoktan beri hiçbir hıristiyanın kalmaması gerekirdi..

Gerçekte ise, bütün Balkanlılar —ırk ve dinleri ne olursa olsun— büyük kıtalcidirler. Bunu bizzat Mösyö Venizolos’a da söyledim. Düşmanını boğup öldürmek, Balkanlar’da genellikle kabul edilmiş bir sanattır."....


Avrupa devletlerinin Türkiye’ye karşı giriştikleri şavaşlarda, daima din faktörü ağır basmıştır. Batı dünyası, Osmanlı İmparatorluğu'nun, Avrupa içlerine kadar sarkarak, oralarda yerleşmesini hiçbir zaman affetmemiştir. Osmanlı Devleti’nin zayıf düştüğü günlerde ortaya çıkarılan «Şark meselesi», doğrudan doğruya müslüman Türklerin Avrupa’dan kovulmasını öngören dinî karakterli bir plândır. Bu uğurda büyük propaganda yapılmış. 

Balkan toplumlarının milliyetçilik hisleri kamçılanmış, önce ayaklanmalar sonra savaşlarla istenilen sonuca ulaşılmıştır. O zamanlar. Doğu ülkelerini sömürülmeye uygun birer ilkel topluluk hâlinde gören Avrupa devletlerinin bu dinî ve emperyalist karakterini kuvvetle teşhis eden müslüman düşünür ve yazarları, Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı'ndan sonra, içine düştüğü çıkmazı üzüntüyle görmüşler ve İslâm dünyasının bağımsız son kalesi saydıkları Türkiye'yi, toplu bir halde desteklemişlerdir, özellikle. Hilâfet müessesesinin Türkiye'de bulunuşu, bu destekleyişte büyük rol oynamıştır.

İşte, Avrupa’nın sömürücü karakterini aksettiren bir kaç satır:

«Yine tekrar ediyoruz ki, zamanımızda bir memleketi istilâ, yalnız topla, tüfekle yapılmaz. Zamanımızın en istilâcı ordusu: Avrupa komisyoncuları, tellâlları, gezgin ticaret memurlarıdır. Bu barışsever düşmanlara kucağımızı açarsak, İktisadî istiklâlimizi kaybetmiş oluruz. İktisâdi istiklâle malik olmayan bir millet ise, siyâsi istiklâlini mihnet yükü gibi taşır gider. » (Şeyh Mihriddin Arûsi — 20. Asırda Âlem-i İslâm ve Avrupa, 1911. Sayfa:73)

Avrupalıların istilâ ettikleri müslüman ülkelerindeki insanlık dışı hareketleri de şöyle özetleniyor:

«Medeni namını alan alçakların, Müslüman Afrika’da yaptıklarını, hiçbir millet ve hattâ vahşiler değil, insanlar, hayvanlar hakkında bile revâ görmezler. Orta Afrika ahalisinden bir müslüman, bir hayvan kadar bile, hayat hakkına sahip değildir. Silâhlarını teslim etmiş büyük halk kitlelerini soğukkanlılıkla kurşuna dizmek, müslümanlara yer öptürmek, muhakemesiz adam öldürmek, beş - altı yaşlarında kızcağızların ırzına geçmek gibi mel'ânetler, Afrika'da hergün yapılan alçaklıklardandır.» .... (Aynı eser, sayfa: 26)

Emperyalist Avrupa’nın bir ufacık ülkesi bile, büyüklerinin yolundan gitmekten çekinmez ve en uygun alan olarak tabiî zenginlikleri sonsuz Müslüman ülkeleri seçer:

«Hayvanat yetiştirmeye mahsus hârâlarla bile kıyaslanması mümkün olmayan, Cava, Sumatra adalarındaki milyonlarca müslüman, bir avuç Felemenk’in kesesini doldurmak üzere hayvan sürüsü gibi boğaz tokluğuna çalıştırılıyor.» ....(Aynı eser, sayfa: 27)

Fakat bu sömürü, sonuna kadar böyle devam etmeyecektir.
Yüzyıllar boyu bilerek uyutulan Doğu ülkeleri, gerçekleri anlamaya ve uzun süren uykularından uyanmaya başlamışlardır:

«İslâm Âlemi, yüzyıllardan beri zillet ve tahkir çizmesi altında ezile ezile, nihayet daldığı derin uykudan uyanmış, zillet ve esâretini anlamıştır.» .... (Aynı eser, sayfa: 59)


1919 yılında Londra’da faaliyete geçen «Londra İslâm Cemiyeti Merkezi» Genel Sekreteri ve tanınmış müslüman düşünürü Şeyh Hüseyin Kıdvaî de, I. Dünya Savaşandan sonra haritadan silinmek istenen Türkiye’yi içten savunanlar arasındadır.

«Türkler, İslâm dininin alemdarlarındandır. Asırlardan beri bu şerefli mevkii elde etmiş bulunuyorlar. Avrupa hattâ Amerika’nın, yani bütün Hıristiyanlık dünyasının kılıcı, onların, yani Müslümanlığın üzerine çekilmiştir. «Onlar Meclisi»nin cevabı, Türk, yani İslâm idaresini lekelemek istiyor. Gerçi ben Türk değilim.
Fakat, Türkleri ve idarelerini bilirim, başkalarının idarelerini de gördüm. Bilirim ki, maddeci Avrupa ancak kılıca hürmet eder. Ancak onun kuvvet, onun hastalık ve gururunu iyi edebilir. Fakat, Türklerin milli seciyelerine isnat edilen haksız tecâvüzler, tarih ve insanlığın huzurunda mutlaka müdafaa edilmeli ve onların hakkında hakikat söylenmelidir.

Avrupa'da ve Amerika'da Türkler aleyhine yapılan tek taraflı propagandaların ne kadar üzücü ve vahim neticeler doğurduğunu tamamiyle biliyorum. Bu propagandalar, ırkî ve dinî taassupları körükledi.» .... (İslâm'a Çekilen Kılıç — Şeyh Hüseyin Kıdvaî. Sayfa: 7, 1919)

Yazar, daha sonra, Avrupalıların Türkiye’ye karşı giriştikleri savaşların dinî karakterini şöyle anlatıyor:

«... Böyle bir muhit içinde Osmanlı Devleti’nin hayatına son vermek gerektiğini, çünkü o yaşadıkça hıristiyanların esâret altında kalacaklarırı ilân etmek, hiç de şaşkınlık yaratmıyor. Kendine has faziletlere, muhteşem bir geçmişe sahip olan ve bilhassa Fransa, İngiltere gibi devletleri kendilerine borçlu bırakan, dünya nüfusunun üçte birini teşkil eden, Islâm âleminin merkez ve hududu olan bir devleti yıkmak hiç şüphesiz adaletsizliktir. Fakat, Hıristiyan Avrupa, hıristiyanları kurtarmak fikriyle kendini tatmine devam ettikçe, başka hiçbir şeye önem vermez.» .... (Aynı eser, sayfa: 8)

Batı devletlerinin ne büyük bir din taassubuyla hareket ettikleri ve bu yolda korkunç cinayetler işlemekten bile çekinmedikleri de şu satırlarla belirtiliyor:

«Balkan muharebesinde İslâm ahalisini imha siyâseti takip olunduğundan, Carnegie İnceleme Heyeti'nin tevsik edilen beyânatına göre: Yüzbinlerce müslüman erkek, kadın, çocuk kesildi. Birçok Ingilizin gözleriyle gördüğü gibi, Italyanlar Trablusgarp’ta sivil İslâm halkını katlettiler. Fransız milletinin muhteşem tarihini lekeleyen Cezayir ve Fas katliâmları, Rusların Meşhed'de müthiş cinayetleri, Kongo'da Avrupalı olmayan
işçilere karşı girişilen cinayetler, bunların hepsi tarihe mal olmuştur.» .... (Aynı eser, sayfa: 25)

Doğu ve Batı yazarlarından aktardığımız bu fikirler, öyle sanıyorum ki bu eserin daha iyi değerlendirilmesine yardımcı olacaktır. Ve görülecektir ki Pierre Loti, fikir ve duygularıyla, Batı’dan çok Doğu'ya yakındır. Çünkü, sadece orijinal görünme isteği veya paradoks yaratma kayası, hiçbir yazan, inanmadığı fikirlerle bu derece kaynaştıramaz.

Pierre Loti bu tutumuyla Avrupa’nın hiddetini üzerine çektiği gibi maalesef, Edebiyat-ı Cedide’nın Batılı olmaya özenen bazı şair ve yazarlan tarafından da «Türkiye’nin Şarklı kalmasını istemekle» suçlandırıldı.

Bunlar, Pierre Loti’nin yalnız, eski medeniyetlere bağlı kalan romantik yönünü gördüler, Batı sömürgeciliğine karşı Müslümanlığın ve ezilmiş milletlerin müdafaası için baş kaldırışını görmezlikten geldiler.

Son söz olarak şunları ekleyelim: Avrupa, uzun yıllar sürdürdüğü sömürme politikası ve din fanatizminin Müslüman ülkelerde uyandırdığı acı tepkiyi Pierre Loti'nin şahsında az da olsa giderebildi.

FİKRET ŞAHOĞLU



PİERRE LOTİ’NİN ÖNSÖZÜ

Şu dağınık satırları okuyacak olanların beni affetmelerini dilerim. Çünkü, bu sayfalar, birçok riyakârca alçaklıkların maskelerini indirmek, birazcık olsun gerçeği göstermek ve adalet istemek için, bir üzüntü ve tiksinti ateşiyle çabucak yazılmıştır.

Başladığım bu mücadeleyi sürdürmem gerektir. Çünkü, hergün dâvâmın haklılığını doğrulayan yeni bilgiler alıyorum. Konulan sansüre ve bunca söylenen aldatıcı sözlere rağmen, gerçek, herkes tarafından anlaşılacaktır.

Yangın... Katliâm... Yağma... Çapul... Ve son derece canavarca kesilen insan uzuvları... İşte koyu Hıristiyan olmakla övünen bu orduların bilânçolarındaki haydutluklardan birkaç örnek.
Bazı ilkel toplumların savaş sırasında bu gibi işlere başvurmalarının bir zorunluk olduğunu isterlerse itiraf ederim. Zaten, Hıristiyan «kurtarıcılar», fâcia yaratma konusunda kendilerinden çok geride kalan zavallı Türklerin aleyhine, bilgisiz kişileri kışkırtmak için böylesine uğraşmamış olsalardı bundan bahsetmek
lüzumunu bile duymazdım.

PİERRE LOTİ 




YANGINDAN SONRA
11 Ekim 1911
Doğu’nun ışık saçtığı tarihlerden günümüze kadar....





UYANIŞ'A İHTİYAÇ DUYULAN ŞU GÜNLER İÇİN OKUYALIM



SB.


***