Translate

Fransa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fransa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Temmuz 2013 Pazar

MISIR ORDUSU HAKKINDA BİLİNMEYENLER


Büyükbabası Kavalalı Türkçe dışında bir dil bilmezken hanedanın son üyesi Kral Faruk İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Arapça bilmesine rağmen Türkçe konuşamıyordu. İngilizler başarmıştı. 

Bugün Mısır’da ikinci resmi dil İngilizce!





Osmanlı ve Mısır’da modernleşme/Batılılaşma süreci aynı dönemde başladı. Her iki ülkede de askerler modernleşme ve ulus devleti inşasının dinamosu oldu. Tıp, mühendislik, haberleşme, tarım, tekstil, matbaa, gazete, tercüme, sanat faaliyetlerine kadar pek çok alanda kazandırılan yeniliklerin tamamı orduda yapılan reformun doğrudan neticeleriydi. Peki, Türk ordusu ile Mısır ordusunun bu benzerliği/ öncü kimliği ne zaman, nasıl farklılık gösterdi?

Modern Mısır’ın kurucusu bir Osmanlı; Kavalalı Mehmed Ali Paşa (1769-1849). Kavalalı dönemin tüm askerleri gibi Napolyon hayranıydı. Ve ilginç bir tesadüf sonucunda hayatını Napolyon değiştirdi!

Fransızlar Mısır’ı işgal edince Osmanlı Serdarıekrem Yusuf Ziya Paşa komutasındaki orduyu Mısır’a gönderdi. Bu orduya Kavala’dan 300 kişi katıldı.

Bunlardan biri de Mehmet Ali adında bir askerdi.

Fransızlar Mısır’dan çıkarken Kavalalı uzaktan; Napolyon’a, disiplinli Fransız askerlerine ve üniformalarına hayran oldu.

Zekası ve cesur kişiliğiyle sivrilip Mısır’ın başına geçtiğinde ilk yaptığı yeni bir ordu kurmak oldu. Bu amaçla zorunlu askerliği başlattı; Mısır’ın yoksul halkını askere aldı; onlara üniforma, silah, para ve en önemlisi kimlik verdi.

Bu aslında “ulus devlet” olmanın ilk adımıydı; Mısır yoksulu orduya alınarak, bin yıl sonra hak ve görev duygusu içinde ülkesine sahip çıkacak bir bilince kavuşturuldu. Mısır’da (pro)milliyetçilik duyguları “ulusal ordu”nun kuruluşuyla işte böyle başladı.

Fransa nasıl krallığa son verip ulus devlet kurduysa, Kavalalı da padişah boyunduruğuna son verip ulus devlet kuracaktı.


MISIR ORDUSU’NDA TÜRK SUBAYLAR

Modern ordunun oluşumu Mısır’da eğitim-öğrenimi de geliştirdi; askeri tıp ve mühendislik okulları açıldı; Fransa’dan öğretmenler getirildi; Fransa’ya öğrenciler gönderildi.

Askerin üniforması için tekstil atölyeleri kuruldu; zamanla bunlar büyütülerek sanayinin ilk adımları atıldı. Asker iaşesi için tarım ve bayındırlık alanlarında iyileştirmeler yapıldı.

Uzatmayayım.

Peki.

Modernleşmenin itici motoru olan Mısır ordusunun bileşimi neydi?

Ordu salt Mısır’da yaşayanlardan oluşturulmadı. Osmanlı topaklarından gelen Türkler, Arnavutlar, Kürtler, Çerkezler de vardı. Keza Kavalalı asker eksikliğini gidermek için Sudan’ı işgal etti.

Mısır ordusunda “her milletten adam” bulunuyordu ama Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın kesin bir talimatı vardı:

Subaylar Türk olacaktı!

Mısır ordusunda üst makamlara gelebilmek için Türkçe konuşmak, Anadolu, İstanbul, Arnavutluk doğumlu olmak şarttı.

Osmanlı’dan alınan savaş esirleri de istedikleri taktirde Mısır ordusuna girebilecekti.

Orduda emirler, talimatnameler Türkçeydi. Kahire Harp Okulu’nda dersler Türkçe veriliyordu.

Mısırlı Araplar orduda ancak yüzbaşı rütbesine kadar yükselebiliyordu. Mülazım ve mülazım evvel (teğmen ve asteğmen) rütbelerinin yarısı Türk yarısı Arap olacaktı.

Bir taburda dörtten fazla Arap teğmenin bulunması yasaktı. Vs.

Bu durumu Kavalalı şöyle açıklıyordu: “Ben, İngilizlerin Hindistan’da yaptığından farklı bir şey yapmıyorum; onların Hintlilerden oluşan ve İngilizlerin komuta ettiği bir orduları var; benim Araplardan oluşan ve Türklerin komuta ettiği bir ordum.”


“TANZİMAT EKOLÜ”

Mısır’la aynı dönemde aynı Batılılaşma adımlarını Sultan II. Mahmud‘la (1784-1839) başlayan süreçte Osmanlı da attı. Yeniçeriler yok edildi; Osmanlı ordusu yeniden kuruldu; Avrupa’dan askeri uzmanlar getirildi; askeri tıp-mühendislik okulları açıldı vs.

II. Mahmud, Abdulmecit, Abdulaziz döneminde Sadrazam Büyük Reşid Paşa’nın yetiştirdiği Tanzimat Ekolü’nü benimsemiş Ali ve Fuat Paşa’lar Batılılaşmanın sürdürücüsü oldu. Sultan II. Abdülhamid devrinde“Tanzimatçı Paşalar” geleneği rafa kalksa da II. Abdülhamid reformlara devam etti.

Mısır’da Kavalalı’dan sonra göreve gelen Abbas, kişisel olarak içe kapanık, şüpheci ve Batı’ya mesafeliydi. Bu bakımdan dedesinden devraldığı modernleşme mirasını sürdürmedi.

Abbas’ın ardından göreve gelen Said Batı taraftarıydı; Fransızlara çok yakındı; kesintiye uğrayan babası Kavalalı’nın başlattığı çagdaşlık atılımlarına hız verdi. Örneğin Süveyş Kanalı projesi Said’in himayesinde yapıldı.

Said sonrasında göreve gelen İsmail’in bir temel amacı vardı: Mısır’ı Avrupa’nın bir parçası yapmak! Bunu İngiltere’nin yardımıyla yapacağına inandı/inandırıldı. Ülkeyi yabancı sermayeye açtı; bu parayla önemli projelere kalkıştı. Sonuçta Mısır kademeli olarak borçlandırıldı ve kısa bir zamanda ülkenin mali iflası gerçekleşti. Bunun ardından 1882’de İngiliz işgali geldi. 1922’de Osmanlı’dan bağımsızlık kazanılsa da, Kral Fuat ve Kral Faruk dönemlerinde Mısır’da İngiliz kontrolü hep devam etti.

Bu süreçte İngilizler, Mısır’daki Türk varlığını kendilerine rakip gördüğü için, sarayda Türkçe konuşulmasına, orduda Türk subayı uygulamasına, eğitimin Türkçe verilmesine ince politik ayak oyunlarıyla son verdirdi. Öyle ki…

Büyükbabası Kavalalı Türkçe dışında bir dil bilmezken hanedanın son üyesi Kral Faruk İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Arapça bilmesine rağmen Türkçe konuşamıyordu. İngilizler başarmıştı. Bugün Mısır’da ikinci resmi dil İngilizce!

İngilizler ve daha sonra Amerikalılar Mısır ordusunu siyasetin-ticaretin içine sokarak, generalliği “sınıf atlamanın” aracı haline getirdiler. Bu süreç sonunda Mısır ordusu “kağıttan kaplan” olacaktı…


ÜNİFORMALI MÜTEAHHİTLER

Mısır Arap Cumhuriyeti 1952’den günümüze kadar, üç üst rütbeli asker başkan tarafından yönetildi: Nasır-Sedat-Mübarek.

Üç başkanın da sınıfsal kökeni benzerdi: İskenderiye’nin yoksul mahallelerinden birinde bir postacının oğlu olarak dünyaya gelen Nasır; Manufiye’nin bir köyünde doğan Sedat ve aynı ilin bir başka köyünde doğan Mübarek bu dileklerle orduya girmişlerdi.

Aslında bu şaşırtıcı değildi:

Mısır halkı öteden beri yoksuldu. Fakir halklarının “potansiyel aç” çocukları hayatta başarılı olmanın, yolu olarak orduya girmeyi düşlediler hep.

Orduya girince açlıklarını unutup bu kez “sınıf atlama” peşine düştüler.

Nasıl mı?

Soğuk savaşın başlangıç döneminde Nasır ile Sovyet ilişkileri gayet iyiydi. Arap Sosyalist Birliği kurma, sosyalizm soslu Arap milliyetçiliği ideolojisini Arap halklarına yayma girişimleri gibi, Nasır’la özdeşleşen tüm politik atılımlar hep bu gelişen Mısır-Sovyetler ilişkilerinin sonucu olarak doğdu. Subaylar idealistti.

İsrail ile 1948, 67 ve 73 savaşlarında yaşanan mağlubiyetler Mısır-Sovyet ilişkisini bitirdi.

Sedat, ABD’ye yakınlaştı. İsrail’le masaya oturdu ve barış anlaşması imzalayan ilk Arap lider olarak tarihe geçti.

Sedat’a büyük tepkiler oldu ve nihayetinde bir askeri tören sırasında İslamcı militanlar tarafından öldürüldü.

Sedat gitti Mübarek geldi ama ABD-İsrail ile ilişkiler daha da artarak sürdü.

ABD ile yakınlaşmak; demokrasi, asker-sivil ilişkileri bağlamında Mısır’a bir kazanç getirmedi. ABD Mısır’da tıpkı Ortadoğu’nun tamamına yakınında olduğu gibi hep otoriter ve antidemokratik siyasi yapıyı destekledi. Bölgedeki hakimiyetini bu otoriter rejimlerin başındaki isimlerle irtibata geçmek yoluyla kurdu. ABD bu kişilere askeri-mali anlamda her türlü desteği verirken, bunun karşılığında kendilerinden hizmet bekledi. Bu kişiler de üstlendikleri görevleri şimdiye dek başarıyla yerine getirdi. Bu bağlamda, Mısır ordusunda yer alan üst rütbeli subayların bu ilişkiler sonucu nüfuzlarını siyasete yansıtması daha sık görülür oldu.

Ve…

1980’lerde devletçi ekonomik yapının kırılıp neoliberal politikaların hakim hale getirilmesi Mısır ordusundaki üst düzey komutanları parasal açıdan çok etkiledi. Ülke güvenliği dışında ekonomik alanlara da “el atarak” zenginleşen bir üniformalılar grubu ortaya çıktı.

Komutanlar öncelikle ülkenin en kazançlı kapılarından biri olan, turizmle uğraşmaya, şirketler kurmaya başladı. Ardından inşaat sektörüne girdiler. Üniformalı müteahhitler türedi. Daha sonra da bankacılık sektöründe ve zirai faaliyetlerde ordu mensubu subaylar sıkça görüldü.

Mısır rejiminin sağladığı bu avantajdan sonuna dek yararlananlar ordu içindeki üst rütbeli subaylar idi. Bunun dışında alt rütbeliler ve erat/askerlerin bundan fayda sağlamalarına izin yoktu!

Ülkenin askeriyesine egemen, siyasetine vasi durumda bulunan Mısırlı üst düzey komutanların muhtelif sektörlerde zenginleşmeleri, refah sahibi olmaları nedeniyle bir anlamda Mısır devleti içinde ayrı bir devlet ortaya çıktı. Askeri/siyasi güce eklemlenen ekonomik gücün de etkisiyle Mısır ordusu adeta devlet içinde devlet halini aldı.

Yaklaşık yarım milyonluk askeri ile Afrika’nın en büyük, dünyanın ise onbirinci büyük ordusu olan Mısır ordusunun, kimler tarafından içi oyularak etkisiz hale getirildiği ortada değil mi?

Peki aynı tarihsel süreçten geçen, modernitenin öncüsü Türk ve Mısır ordusunu zamanla birbirinden ayıran parametreler nelerdir?


CHP’NİN ZAFERİDİR BU

Türk ordusu ile Mısır ordusu arasındaki temel fark, Mısır’ın 20’inci yüzyılda bir Mustafa Kemal çıkaramamış olması. Mustafa Kemal siyasi projesi olan bir liderdi. Sadece bağımsızlıkkazanmakla sınırlı bir vizyon değildi bu. İlk baştan beri cumhuriyet ve demokrasi için adım attı. Örneğin, “Ya siyaset ya askerlik” diyerek askeri kışlasına döndürdü.

Oysaki Mısır’da İngilizlere karşı bağımsızlık mücadelesi veren tüm milliyetçilerin (Urabi Paşa, Mustafa Kamil, Muhammed Ferid gibi) tek bir hedefi vardı; Mısır’dan İngilizleri kovmak. Bunun dışında bir projeleri yoktu.

Örneğin Mustafa Kemal gibi tam bağımsızlık, modern bir demokrasi, herkesin eşit yurttaş olduğu bir cumhuriyet fikri Mısırlı milliyetçilerde yoktu. Yani İngilizlerin kovulması halinde evet ülke bağımsız olacaktı, işbirlikçi hanedan ailesi tasfiye edilecek ve cumhuriyet ilan edilecekti. Ama nasıl bir cumhuriyet kurulacaktı? Ne yazık ki bu; içi demokratik meclis gibi kurumlarla, yasama yürütme yargı gibi güçler ayrılığı temelindeki bir demokratik işleyişle doldurulmuş, bilinçli olarak planlanmış bir cumhuriyet projesi değildi. Tek bir ideolojisi vardı bu cumhuriyetin: Arap milliyetçiliği.

Mustafa Kemal ve Türkiye örneğinin en büyük farkı burası. Mısır’daki “cumhuriyetçilerin” demokrasi kaygısı hiç olmadı. Mübarek daha düne kadar oğlunu yerine geçirmeye çalışıyordu.

Örneğin, 2. Dünya Savaşı sonunda Türkiye ve Mısır iki siyasi akımın mücadelesine tanık oldu.

Mısır’da temel siyasi rekabet Nasır ve rejimi ile bunun muhalifi Müslüman Kardeşler arasında yaşandı. Neydi bu rekabetin konusu: Ülke idaresini ele geçirmek! Peki hangi yolla? İktidardakini devirme yoluyla! Her türlü demokratik aracın ve yöntemin tamamen dışta tutulduğu bir dönemdi bu. Kazanan Nasır ve rejimi oldu; demokrasi yoluyla mı ya da halkın iradesini yansıtan sandık sonuçlarıyla mı? Nasır elindeki devlet gücüyle Müslüman Kardeşleri sindirdi.

Aynı dönemlerde Türkiye’de çok partili hayata geçildi ve iktidar sandık sonucu el değiştirdi. Bunu gerçekleştiren kişi ise bugün sıkça eleştirilen İsmet İnönü’ydü.

Soğuk savaş döneminin küresel planları nedenleriyle Türkiye’de askeri darbeler yaşandı.

Ama Mısır’dan tek farkı asker ne zaman geldiyse olabilecek en kısa zamanda yerini tekrar sivillere bıraktı. Demokrasi rafa ilelebet kaldırılmadı Türkiye’de. Generaller darbeyi zenginleşme aracı olarak kullanmadı.

Bugün tek adamlığa karşı çıkan Mısır Tahrir Meydanı’ndakiler, aslında bizlere Mustafa Kemal’in, İsmet İnönü’nün ne derece büyük siyaset ve devlet adamı olduğunu gösteriyor.

Ve ne yazık ki, Türkiye bugünlerde hızla tek adamlığa gidiyor.






BİZE DE ARAPÇAYI DAYATIYORLAR !!!

SB


***

23 Mart 2013 Cumartesi

CAN ÇEKİŞEN TÜRKİYE - PİERRE LOTİ




ÖNSÖZDEN:
Pierre Loti, Trablusgarp savaşında Italyanlar’ın, Balkan Harbi'nde ise Müttefikler’in (Bulgaristan,Yunanistan, Sırbistan, Karadağ) Türk ve müslümanlara yaptıkları zulüm ve katliâpıların yakından şahidi oldu.

Avrupa devletleri, Osmanlı İmparatorluğumu sarsan bu savaşlar sırasında, daima haksızın ve kan dökücülerin yanında yer aldı. Bunun birinci sebebi ise, yıkılması istenen İmparatorluğun mirasına konmak düşüncesi, ikinci sebebi ise, Avrupa’nın, bütün teknik gelişmelerine rağmen bir türlü tesirinden kurtulamadığı dini fanatizm’dir.

Bunun gözle görülür misâlini, o sıralarda Balkan devletlerinin askerî bakımdan en güçlüsü Bulgaristan vermiştir. Bulgar Kralı Ferdinand Koburg, Avrupa’yı din yönünden etkisi altına almak ve gerekli yardımı sağlamak için, Balkan Savaşı’na bir «Haçlılar seferi» süsü vermiş ve bu propagandayı bütün savaş süresince başarıyla yürütmüştür.

Gerek Trablusgarp fâciası, gerekse Balkan Harbi sıralarında, bütün batı toplumu elbirliği ile İtalya ve müttefikleri desteklemiştir, öyle ki, Avrupa basınında. Türkler ve müslümanlar lehine hiçbir yayın yapılmamış, gerçekler tamamen tersyüz edilmiştir.

Bu acı ve ümitsiz günlerde, sâdece birkaç yazar, dinî ve politik çıkar hesaplarını bir yana bırakarak, ezilenlerin tarafını tutmak cesaretini gösterebilmiştir. Bunların başında, arkadaşı Claude Farrâre ile birlikte Pierre Loti gelir, değerli yazar, Türkleri haklı gösteren hiçbir yazının yayınlanmasına istekli görünmeyen Fransız basınında, kendisine zar zor bir yer bulabilmiş ve böylece, gerçekleri olduğu gibi aksettirmek imkânına kavuşmuştur.

Orijinal adı «La Turquie Agonisante» olan bu kitap, bu yazıların derlenmesiyle meydana gelmiştir. Burada bazı sorular akla gelebilir: 

Pierre Loti, Türk ve İslâm dünyasını neden bu derece içten bir sevgiyle desteklemiştir? Neden bu uğurda dindaşlarını karşısına almak ve onların türlü hücumlarına uğramak riskini göze almıştır? Bu davranışı, gerçek bir hak aramak düşüncesinin sonucu mudur, yoksa, duygu dünyasını tatmin etmek gayesini mi gütmektedir?

Bu soruları bir bu kadar daha uzatabiliriz, fakat netice değişmez. Çünkü ortada duran bir gerçek vardır; o da: Sömürülmüş, aldatılmış, kaderine terkedilmiş bir Türkiye’nin, küçük hesaplardan uzak kudretli bir kalem tarafından dünya ölçüsünde müdafaasının yapılmış olmasıdır. Bu da yeter bir tesellidir.

Pierre Loti de bir batılı olarak elbette doğduğu memleketin menfaatlerini düşünmek zorundaydı. Fakat, bu menfaatlerin elde edilmesi için uygulanmasını istediği metodlar, hiçbir zaman, başkalarının öne sürdüğü insanlık dışı vahşet metodları değildi. Çünkü o, Doğu medeniyetini ve onun kaderci insanlarını gerçek bir samimiyetle seviyordu. Onların, Batı medeniyeti karşısında âciz ve güçsüz mahvolmalarını istemiyordu.

Ama, onların teknik ve endüstri hamlelerine girişip, Avrupa’nın makine medeniyetini ülkelerine getirmelerini de istemiyordu. 

Doğu, sessiz ve rahat, kendi köşesinde olduğu gibi kalmalı, hiçbir gelişme ve değişme, onların yüzyılları kavrayan büyüsünü ve orijinal güzelliğini bozmamalıydı. Bu, duyguların emrinden dışarı çıkamayan bir romantik’in istekleridir; fakat, ne yazık ki, gerçeklerin dışındadır.

Pierre Loti’nin Doğu’yla ilgili romantizmi bu bakımdan gerçeklerin dışına taşsa da, yine bir yerde, insancı bir görüşe yönelmektedir. O bugün bile Avrupa’yı tesiri altında tutan din taassubundan uzaktır. İstanbul’un İslâmî silûeti, Halic’in eski devirleri yaşatan havası, camiler, minareler, saraylar, kubbeler...

Bütün bunlar, bir ölçüde, ruhunda güzellik duygusu bulunanları ayrı dinden olsalar da, tesiri altına alabilir.

Evet! Ancak bu kadar... Fakat Pierre Loti, bu kadarıyla yetinmez. O, bu İslâmî hava içinde yaşayanları da sever. Hem de, asırlık çınar ağaçları altında nargile fokurdatan, az’a kanaat eden, kaderine boyun eğen, başı sarıklı koyu müslümanları.. Ve bu tutumu, onu diğer batılılardan ayırır. 

O Batı ki, bütün medeniyetinin sebebini Hıristiyan dininin yüceliğine bağlar. Müslümanlık, bir ilkel dindir onlarca. Bütün geriliklerin, bilgisizliklerin, ilk ve kesin sebebidir. Bu bakımdan, müslüman ülkeleri, batılılar için, sömürülmesi gereken açık pazarlardır.

Bu genel hüküm, pek tabiidir ki Türkiye’yi de içine alır. Ve bunca muhteşem tarih mirası, fetihler ve kurulmuş yüce medeniyetler, dinî bir perspektiften incelenir ve reddedilir. 

Bu sözleri ispat etmek için, Doğu ve Batı yazarlarının fikirlerine birazcık eğilmek gerekiyor, ilk olarak ünlü Fransız düşünürü Ernest Renan’ı ele alalım.

Renan’a göre, İslâmlık, ilimle bağdaşamayan bir dindir:

«Felsefe veya bilim adı verilebilecek her şeye, İslâmlığın ilk yüzyılı kadar yabancı kalmış hiçbir şey yoktur. Yüzyıllardan beri sürüp giden ve Arabistan’ın vicdanını semitik Tanrı birliğinin türlü şekilleri arasından muallâkta tutan bir din mücadelesinden doğan İslâmlık, rasyonalizm veya bilim denilebilecek herşeyden
bin fersah uzaktır. Bu mücadeleye, onu bir fütûhat ve yağmacılık vesilesi sayarak katılan Arap atlıları, devirlerinde dünyanın en yaman savaşçıları idiler. Fakat muhakkak ki, onlar dünyanın en az filozof insanları idi.» .... (Renan — Nutuklar ve konferanslar)

Renan, İslâm medeniyeti, İslâm san’atı, İslâm felsefesi gibi sözlerin, bir yanlış anlamadan ileri geldiğini, gerçekte bunların mevcut olmadığını ileri sürüyor:

«Bahsetmek istediğim şey, Arap bilimi, Arap felsefesi, Arap san’atı, İslâm bilimi, İslâm medeniyeti sözleri ile ifade olunan yanlış anlamadır. Bu nokta üzerinde edinilen belirsiz fikirler, hususiyle yanlış muhakemelerden ve hattâ bazıları hayli ağır olan amelî hatalardan ileri gelmektedir. Zamanımızda olup biten şeylerden azçok haberi olan herkes, müslüman memleketlerinin bugünkü geriliğini, İslâmlıkla idare edilen memleketlerin inhitatını, kültürlerini ve terbiyelerini yalnız bu dinden alan ırkların fikir bakımından sıfır durumda oluşlarını açıkça göstermektedir. Doğu’ya veya Afrika’ya gitmiş olan herkes, hakiki bir mümin’in kafasının ister istemez dar bir nevi çemberle kasılı olduğunu ve bu çember yüzünden, o kafanın bilime mutlak surette kapalı, bir şeyler öğrenmek ve yeni fikre açılmak kabiliyetinden mahrum bulunduğunu hayretle görmüştür. On- on iki yaşlarına kadar bazan hayli uyanık olan müslüman çocuğu, din terbiyesi görmeye başladığı yaşlardan itibaren, birdenbire mutaassıplaşır, mutlak hakikat sandığı şeye sahip olmanın verdiği budalaca gurura kapılır, kendini alçaltan şeyi bir imtiyaz sanarak mesut olur.».... (Aynı eser — sayfa 184, 185)

Renan bu aşırı düşüncelerden sonra, İslâmlığı savunanlara karşı hücuma geçiyor:

«İslâmlığı müdafaa eden serbest düşünceliler onu tanımıyorlar. İslâmlık, ruhanî ile cismanî’nin birbirine kaynaması, bir akidenin tahakkümü, insanlığa vurulan zincirlerin en ağırıdır. Ortaçağ’in ilk yarısında, tekrar ediyorum, İslâmlık mani olamadığı felsefeye tahammül etti; mani olamaması, henüz insicamsız olmasından,
terör için iyi teşkilâtlanmamış bulunmasındandı. Evvelce de söylediğim gibi, polis hıristiyanların elinde idi. Ve başlıca iş olarak alevîlerin teşebbüslerini önlemekle meşguldü. Pek çok şey, bu gevşek ağın örgüleri arasından kaçıp kurtuluyordu. Fakat İslâmlık, eline âteşin imanlı yığınlarını geçirir geçirmez her şeyi yakıp yıktı. Dinî terör ve riya revaç buldu. İslâmlık zayıf zamanlarında liberal, kuvvetli zamanlarında sert ve haşin davrandı. Bundan dolayı, İslâmlığın yok edemediği bir şeyi, onun için şeref vesilesi saymıyoruz. Onun başlangıçta yok edemediği felsefe ve bilimi, kendisi için bir şeref saymak, tıpkı modern bilim keşiflerini ilâhiyatçılar için şeref saymak gibi olur.» ..... (Aynı eser — sayfa 199, 200)

Ve sonunda, müslümanların bir boyunduruktan kurtulmaları için, dinlerinden vazgeçmelerini tavsiye ediyor:

«Bazı kimseler, konferansımda Müslüman dinine mensup olanlara karşı düşmanlık sezmişler. Bu hiç de böyle değildir. İslâmlığın en büyük kurbanları müslümanlardır. Doğu seyahatlerinde kaç kere gördüm ki, taassup, diğer insanları terörle ibâdete sevkeden az sayıda insanlardan gelmektedir. Müslümanı din’inden kurtarmak, ona yapılabilecek en büyük hizmettir. İçinde nice iyi unsurlar bulunan müslüman milletlerin kendilerine ağır gelen bu boyunduruktan kurtulmalarını temenni etmekle, kendileri için kötü bir dilekte bulunduğumu sanmıyorum.».... (Aynı eser — sayfa 211)

Batılılann, İslâm topluluğu içinde değerli bir yeri olan Türkler hakkındaki düşünceleri de diğerlerinden farklı değil. Balkan Savaşı yenilgisinden sonra , birkaç namuslu kalemin dışında hiç kimse, Türkiye'den yana çıkmadı. Belli bir din gayreti ve emperyalist düşünce sistemi, Balkan vahşetlerinin üstüne medeniyet tülünü örtmeyi uygun buldu. İşte, bu tek yanlı fikirlerden bir örnek:

«Balkanlar, hürriyetlerine kavuştular. Gazetelerden bu haberi okuyan İngilizler, derin bir düşünceye varmışlardır. Onların iyi tanıdıkları bir âlemden gelen bu müjde önünde, bütün şark siyaseti ve İngiltere’nin o meşhur gayretleri gözlerinde canlanmıştır. Bir zamanlar Rus Slavlarının istilâlarından ürken ve bunları ric'at ettiren İngiltere, bugün Balkan Slavlarının zaferlerinden memnundur. Ancak, «şark meselesi »nin kesin hücumlarla halledilmesini isteyenler, İngiltere’nin bu politikasını terviç etmelidirler ki, Rumeli gibi Anadolu meselesi de halledilsin.

Türkiye nedir?
Türkiye, birbiri ardınca Asya’da kurulan askeri ve dinî devletlerden biridir. Bu devlet, asker kuvvetiyle istilâ ettiği topraklarda birtakım karakollar kurmuş ve hükmünü yürütmeye başlamıştı. Peşte’den Tahran sınırına kadar uzanan bu geniş saha Timur devletini andırıyordu. Bu idâre alanında bulunan birçok devletin hakları gasbedilmiş ve bunlar baskı altında tutulmuştu.

Buralarda, belki yağmaların sonucu olarak müthiş bir sefalet hüküm sürüyordu. Birer geçmişe, birer tarihe sahip olan bu mağlûp unsurlar yavaş yavaş kendilerini toplamaya, uğradıkları felâketleri gidermeye başladılar. Macaristan, Romanya, Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan istiklâllerini ilân ettiler. Ve sonunda, eski mağlûpların galibiyetiyle, Balkanlar meselesi halledildi.

Şimdi bu olayların özetinden iki netice çıkarabiliriz:
1 — Türkler devlet kuramazlar.
2 — Her Türk devleti yıkılmaya mahkûmdur.

Türkler devlet kuramazlar.. Bu, mutlak ve kesindir. Çünkü devlet idâresi usulünü bilmezler. Devlet idaresi usulünü bilmek ise, bugünün ilmini öğrenmek değildir. Bu öyle bir hassa’dır ki, devlet kurmaya başlayan milletin karakterinde saklı bulunur. Türkler de bu hassalar yoktur.

Şimdi, umûmi bir meseleye geçelim: Böyle bir akıbete uğrayan Türkiye’nin uzun müddet can çekişme hâlinde kalması uygun mudur? Türkiye’yi bu utanç verici durumdan kurtaracak kuvvet var mıdır?

Birinci soruya «hayır» cevabını veriyoruz. Fakat, İkincisinin halledilmesi gerektir. Bir devleti kurtaran kuvvet, manevî bir uyanıştır. Bu, millî ve romantik bir edebiyat demektir. Türkiye’de böyle bir edebiyat yoktur ve olamaz. Türk romantikleri hangi intikam duygularını çoğaltacaklardır? Türkiye’de öyle birşey yoktur. Türk edebiyatı sükûnet ve tasvir edebiyatıdır. Bugünkü Rumeli için hiçbir intikam hissi duyuramaz.

Çünkü, Rumeli'nin geri alınamayacağına, Türk şairi de, köylüsü de inanmıştır. Bu, irâde dışı bir inanıştır. İlkel bir hayat yaşayan Türk’ün çalışmaları da faydalı sonuçlar vermez. Çünkü, çalışmayı bilmezler. Ancak Avrupa’dan müteşebbisler getirmek lâzımdır ki, çabuk ve geniş bir çalışma ile Anadolu imâr edilebilsin Bu da Türkiye’yi değil, ancak Türkleri kurtaracak tek yol olabilir.».... (Dr. Viringser’in konferansı, 1913)


Türk’ü küçük gören bu zihniyet, bu haçlı sayıklamaları, Balkan Harbi vesilesiyle bir kere daha kendini göstermiştir. Hemen bütün yazarlar, "Şark meselesin" i, Türklerin Avrupa’dan atılması ve paylaşılması şeklinde yorumlamışlar ve Balkanlıların zaferlerini, bu yolda atılmış ilk adım olarak alkışlamışlardır.

Paris Üniversitesi profesörlerden Paul Hory, 1913 yılında yayınladığı «Türkiye Nasıl Paylaşıldı» adlı kitapta şunları yazıyor:

«Bir Şark meselesi vardır. Çünkü, Ortaasya’dan gelen Türkler ve Moğollar Ortaçağ’dan beri Doğu Avrupa’yı istilâ etmişler, oralarda hâkimiyetlerini kabul ettirmişlerdir. Haçlılar’ın başarısızlığı, çeşitli Avrupa devletlerinin iç teşkilâtlarında duraklama devrinin başlaması, İstanbul’daki Rum İmparatorluğu’nun uğradığı
çöküntü, 14. yüzyıldan sonra Türklerin Batı’ya doğru zafer yürüyüşlerini kolaylaştırmıştır.

Şark meselesinin tarihi de, Türklerin Avrupa’dan çekilmelerinin tarihidir. Bu çekilme de zaruri idi. Çünkü, Türkler buralarda esaslı hiçbir şey kuramamışlardı. Son olaylar da gösterdi ki, Türklerin vatanseverlikleri, devamlı faaliyet gösteren bir devlet teşkilâtı kurmaya muktedir değildir. Hattâ şöyle de denildi:
«Türkler dört asır, hattâ daha fazla bir süre, Avrupa’da çadır kurmuşlardır.»

Gerçekten Türkler, buraları yalnız fethetmekle kalmışlar, başka birşey yapmak istememişler veya yapamamışlardır. Türkler, mâliyesi, ordusu ve idâresiyle muntazam bir devlet kuramamışlardır. Şark’a has bir hareketsizlik, İslâmlara has bir kuvvete baş- eğişle, sultanların, serdarların mutlak idâresi, sonunda onları bir derebeyi çetesi hâline getirmiştir. Bu bakımdan, daha 18. yüzyıldan itibaren, Türk İmparatorluğu parçalanmaya başlamıştı. Yeniçeri ordusu, düzensiz bir milis kuvvetinden başka birşey değildi.».....


Hiçbir tarihî gerçeği yansıtmayan ve tamamen duygu plânında kalan bu fikirlere karşılık, bilim haysiyetini gözeten, tarih olaylarını tarafsız bir gözle değerlendirebilen batılı yazarlar da vardır. Bunlardan profesör White «Hilâfet Siyâseti ve Türklük Siyâseti» adlı eserinde şu objektif yargılara varır:

«Bunlar, istilâcı Napolyon gibi bir dünya seyahati yapmadılar. Bastıkları toprakları yüzyıllarca yönettiler ve oralara temsil nişanlarını basarak bütün ülkeleri İstanbul Hilâfeti altında toplamaya çalıştılar. Dünyanın yegâne cihangiri Türklerdir. Şarlmanlar, Şarlkenler, Napolyonlar birer aktördürler. Bir ihtiyar Macar’ındediği gibi: Onların hayatlarına karşılık, Türkiye'nin yüzyılları vardır.

Bugün Türkiye mahvolsa bile, Kaşgâr’dan İstanbul’a kadar konuşulan Türk diliyle, tekrar bir Türk İmparatorluğu kurarlar. Hazar Denizi’nin güneyindeki İran Türkmenlerinden geçecek olan silsile, müstakbel Cermenlik’ten, müstakbel Islâvlık’tan daha sağlamdır. Arada hiçbir sınır, hiçbir tabiî engel yoktur.

Bu Türk İslâmları, Çin’den tâ Moskova’ya kadar uzanır ve Ural dağlarından itibaren millî bir bütünlük gösterirler. Artık bugün, her siyâset adamı itiraf eder ki, Rusya Türkleri’nde bir milliyet hissi uyanmıştır. Bir edebiyat, bir sanayi, bir ticaret vardır. Bunlar yarın için bir devrim hazırlayacaklardır.» ....


Ünlü Fransız tarihçisi Gustave Le Bon da, «Dünya Muvazenesinin Bozulması» adlı eserinde, batılıların hiçbir zaman İslâm zihniyetini ve medeniyetini anlayamadıklarını söyler. Ona göre, müslümanlık dünyaya şöyle yayılmıştır:

«Bu dinin dünyanın her tarafına yıldırım hızıyla yayılması sebeplerini ve yeni dine girenlerin nasıl olup da İskender İmparatorluğu’ndan daha büyük bir imparatorluk kurmak için gerekli olan kuvveti bulduklarını açıklamak o kadar kolay değildir. Kendilerini Suriye’nin ebedî sahibi sanan Romalılar, buradan atıldıktan sonra, ruhları birleştiren yeni dinin coşturup gayrete getirdiği göçebe kabilelerin birkaç yıl içinde İran’ı, Mısır’ı, Kuzey Afrika'yı ve Hindistan’ın bir kısmını fethettilerini görerek şaşırıp kaldılar.

Bu şekilde kurulan imparatorluk yüzyıllarca devam etti. Bu saltanat Atillâ gibi Asya fâtihlerinin kurdukları imparatorluklara benzer, gelip geçici bir devlet değildi. Çünkü, İslâm devletinin kuruluşu, Batı Avrupa barbarlık içinde yuvarlanırken, Doğu'da gözleri kamaştıran bir tazelikle parlayan tamamen yeni bir medeniyetin ortaya çıkışının başlangıcı oldu. Araplar çok kısa bir zamanda, hiç alışmamış bir gözün bile ilk bakışta tanıyacağı derecede yaratıcı eserler vücuda getirdiler. Arapların imparatorluğu o kadar genişti ki, bunun parçalanmaması imkânsızdı. Nitekim, birtakım küçük krallıklara ayrıldılar. Ve bunlar zayıfladılar. Moğol, Türk v.b. kavimler tarafından zaptedildiler. Fakat, müslümanların din ve medeniyetleri o kadar güçlüydü ki, eski Arap krallıklarını
zaptedenlerin hemen hepsi, mağlûpların dinini, sanayiini ve çoğunlukla dilini kabul ettiler.

Arapların dini, onların kudretleri kaybolup devletleri yıkıldıktan sonra bile yaşadığı gibi, gitgide daha da çok yayıldı. Bu dine girenlerin inanışları o derece güçlüdür ki, içlerinden her biri bir havâri sayılabilir.

Ve her havâri gibi kendi dinini yaymaya çalışırlar. Islâmiyetin büyük siyâsi kuvveti, çeşitli ırkları aynı fikir etrafında toplamış olmasıdır. Ortak fikir etrafında toplanma ise, çeşitli ırklara mensup insanlar arasında dayanışma kurmanın en tesirli vâsıtalarından biri olmuştur. Günün olayları da böyle bir dayanışmanın gücünü ispat etti. 

Bu dayanışma, korkunç İngiltere’yi bile Şark’ta geri çekilmeye mecbur etti. Britanya’yı yönetenler, Türkiye müslümanlarının ülkelerinden koparılıp atılmalarını tahayyül ettikleri zaman, bu kuvveti bilmiyorlardı. Yalnız Türklerin değil, bütün dünya müslümanlarının kendi aleyhlerine ayaklandıklarını gördükleri vakit, bu kuvvetin varlığını kabule yanaşmaya başladılar.

İstanbul’u elde tutacaklarını hayal eden Ingilizler, hayallerinin yıkıldığını gördüler. Özellikle, yenilmiş ve silâhları ellerinden alınmış olan Türklerin, kendilerine zorla kabul ettirilmek istenen barış andlaşmasını red ve Yunanlıları İzmir’den kovdukları zaman, bunu iyice anladılar. 

Bugün İslâm, Avrupa’ya kafa tutacak kadar güç kazanmıştır.».....


Millî Kurtuluş Savaşı, Batı emperyalizmine karşı bir millî şahlanış gibi yorumlanabilir. Fakat, bunun da ötesinde bir gerçek vardır ki, o da dindir. Hıristiyan Avrupa devletleri, bu savaşı, sömürücü emelleriyle aynı paralelde giden bir din perspektifinden görmüşlerdir. 

Gustave Le Bon, bu gerçeği saklamaz. Işte Lozan Konferansı münasebetiyle yazdıkları:

«Birinci ve ikinci Lozan kongreleri, Avrupa’nın müslümanları hiç tanımadıklarını isbat etti. Bu kongrelerde Şarlman zamanının baronları ile, şimdiki hukuk profesörleri karşı karşıya gelselerdi, anlaşmazlık daha fazla olmazdı. Konferanslarda hiç kimse, ne hilâlden ne de salipten söz açtı. Fakat, tartışmaların gizli ruhunu, bu iki timsal arasındaki çarpışma teşkil etti.

Britanya İmparatorluğu’nun İslâmî anlayamaması sebebiyle, İran’ı, Irak i, Mısır'ı kaybettiğini, Hindistan'ı bile elde tutmakta zorluk çektiğini yukarıda söylemiştik.

Bu hezimetlerin gerçek sorumlusu olan İngiliz Nazırı, mutaassıp protestan M. Loit Corc , Yunanlıları İstanbul’a doğru sürükleyerek Türkleri Avrupa’dan atmayı, salipin hilâlden intikam alması gibi tahayyül etmişti. Fakat, kendi imânı kadar güçlü bir imâna çarptı ve bu darbe ile bütün İngiliz müstemleke imparatorluğu sarsıldı.» ....


Balkan Harbi sırasında katliâm edilen Türk halkı gerçeğini, tamamen tersyüz ederek «Türkler katliâm ediyorlar» çığlıklarıyla dünyayı ayağa kaldıran Avrupa basınının yersiz davranışlarını, Ingilizler de Kurtuluş Savaşımız sırasında aynen tekrar etmişlerdir. Gustave Le Bon, bu konuda şöyle yazıyor:

"... Yukarıda gösterilen dinî sebeplerden başka, Türkleri mâzur gösterecek bir sebep de, Yunanlılar voltasıyla onları Avrupa’dan, özellikle İstanbul’dan atmayı hayal eden İngiltere’nin yaptığı inkârı kabil olmayan haksızlıklardır. Türkleri atmak için gösterilen tek sebep: Hıristiyan azınlığı devamlı şekilde katliâm ettikleri idi. 
Pek haklı ve doğru olarak denebilir ki, eğer Türkler, İngiliz Hükûmeti’nin iddia ettiği katliâmların onda birini yapmış olsalardı, Doğu'da çoktan beri hiçbir hıristiyanın kalmaması gerekirdi..

Gerçekte ise, bütün Balkanlılar —ırk ve dinleri ne olursa olsun— büyük kıtalcidirler. Bunu bizzat Mösyö Venizolos’a da söyledim. Düşmanını boğup öldürmek, Balkanlar’da genellikle kabul edilmiş bir sanattır."....


Avrupa devletlerinin Türkiye’ye karşı giriştikleri şavaşlarda, daima din faktörü ağır basmıştır. Batı dünyası, Osmanlı İmparatorluğu'nun, Avrupa içlerine kadar sarkarak, oralarda yerleşmesini hiçbir zaman affetmemiştir. Osmanlı Devleti’nin zayıf düştüğü günlerde ortaya çıkarılan «Şark meselesi», doğrudan doğruya müslüman Türklerin Avrupa’dan kovulmasını öngören dinî karakterli bir plândır. Bu uğurda büyük propaganda yapılmış. 

Balkan toplumlarının milliyetçilik hisleri kamçılanmış, önce ayaklanmalar sonra savaşlarla istenilen sonuca ulaşılmıştır. O zamanlar. Doğu ülkelerini sömürülmeye uygun birer ilkel topluluk hâlinde gören Avrupa devletlerinin bu dinî ve emperyalist karakterini kuvvetle teşhis eden müslüman düşünür ve yazarları, Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı'ndan sonra, içine düştüğü çıkmazı üzüntüyle görmüşler ve İslâm dünyasının bağımsız son kalesi saydıkları Türkiye'yi, toplu bir halde desteklemişlerdir, özellikle. Hilâfet müessesesinin Türkiye'de bulunuşu, bu destekleyişte büyük rol oynamıştır.

İşte, Avrupa’nın sömürücü karakterini aksettiren bir kaç satır:

«Yine tekrar ediyoruz ki, zamanımızda bir memleketi istilâ, yalnız topla, tüfekle yapılmaz. Zamanımızın en istilâcı ordusu: Avrupa komisyoncuları, tellâlları, gezgin ticaret memurlarıdır. Bu barışsever düşmanlara kucağımızı açarsak, İktisadî istiklâlimizi kaybetmiş oluruz. İktisâdi istiklâle malik olmayan bir millet ise, siyâsi istiklâlini mihnet yükü gibi taşır gider. » (Şeyh Mihriddin Arûsi — 20. Asırda Âlem-i İslâm ve Avrupa, 1911. Sayfa:73)

Avrupalıların istilâ ettikleri müslüman ülkelerindeki insanlık dışı hareketleri de şöyle özetleniyor:

«Medeni namını alan alçakların, Müslüman Afrika’da yaptıklarını, hiçbir millet ve hattâ vahşiler değil, insanlar, hayvanlar hakkında bile revâ görmezler. Orta Afrika ahalisinden bir müslüman, bir hayvan kadar bile, hayat hakkına sahip değildir. Silâhlarını teslim etmiş büyük halk kitlelerini soğukkanlılıkla kurşuna dizmek, müslümanlara yer öptürmek, muhakemesiz adam öldürmek, beş - altı yaşlarında kızcağızların ırzına geçmek gibi mel'ânetler, Afrika'da hergün yapılan alçaklıklardandır.» .... (Aynı eser, sayfa: 26)

Emperyalist Avrupa’nın bir ufacık ülkesi bile, büyüklerinin yolundan gitmekten çekinmez ve en uygun alan olarak tabiî zenginlikleri sonsuz Müslüman ülkeleri seçer:

«Hayvanat yetiştirmeye mahsus hârâlarla bile kıyaslanması mümkün olmayan, Cava, Sumatra adalarındaki milyonlarca müslüman, bir avuç Felemenk’in kesesini doldurmak üzere hayvan sürüsü gibi boğaz tokluğuna çalıştırılıyor.» ....(Aynı eser, sayfa: 27)

Fakat bu sömürü, sonuna kadar böyle devam etmeyecektir.
Yüzyıllar boyu bilerek uyutulan Doğu ülkeleri, gerçekleri anlamaya ve uzun süren uykularından uyanmaya başlamışlardır:

«İslâm Âlemi, yüzyıllardan beri zillet ve tahkir çizmesi altında ezile ezile, nihayet daldığı derin uykudan uyanmış, zillet ve esâretini anlamıştır.» .... (Aynı eser, sayfa: 59)


1919 yılında Londra’da faaliyete geçen «Londra İslâm Cemiyeti Merkezi» Genel Sekreteri ve tanınmış müslüman düşünürü Şeyh Hüseyin Kıdvaî de, I. Dünya Savaşandan sonra haritadan silinmek istenen Türkiye’yi içten savunanlar arasındadır.

«Türkler, İslâm dininin alemdarlarındandır. Asırlardan beri bu şerefli mevkii elde etmiş bulunuyorlar. Avrupa hattâ Amerika’nın, yani bütün Hıristiyanlık dünyasının kılıcı, onların, yani Müslümanlığın üzerine çekilmiştir. «Onlar Meclisi»nin cevabı, Türk, yani İslâm idaresini lekelemek istiyor. Gerçi ben Türk değilim.
Fakat, Türkleri ve idarelerini bilirim, başkalarının idarelerini de gördüm. Bilirim ki, maddeci Avrupa ancak kılıca hürmet eder. Ancak onun kuvvet, onun hastalık ve gururunu iyi edebilir. Fakat, Türklerin milli seciyelerine isnat edilen haksız tecâvüzler, tarih ve insanlığın huzurunda mutlaka müdafaa edilmeli ve onların hakkında hakikat söylenmelidir.

Avrupa'da ve Amerika'da Türkler aleyhine yapılan tek taraflı propagandaların ne kadar üzücü ve vahim neticeler doğurduğunu tamamiyle biliyorum. Bu propagandalar, ırkî ve dinî taassupları körükledi.» .... (İslâm'a Çekilen Kılıç — Şeyh Hüseyin Kıdvaî. Sayfa: 7, 1919)

Yazar, daha sonra, Avrupalıların Türkiye’ye karşı giriştikleri savaşların dinî karakterini şöyle anlatıyor:

«... Böyle bir muhit içinde Osmanlı Devleti’nin hayatına son vermek gerektiğini, çünkü o yaşadıkça hıristiyanların esâret altında kalacaklarırı ilân etmek, hiç de şaşkınlık yaratmıyor. Kendine has faziletlere, muhteşem bir geçmişe sahip olan ve bilhassa Fransa, İngiltere gibi devletleri kendilerine borçlu bırakan, dünya nüfusunun üçte birini teşkil eden, Islâm âleminin merkez ve hududu olan bir devleti yıkmak hiç şüphesiz adaletsizliktir. Fakat, Hıristiyan Avrupa, hıristiyanları kurtarmak fikriyle kendini tatmine devam ettikçe, başka hiçbir şeye önem vermez.» .... (Aynı eser, sayfa: 8)

Batı devletlerinin ne büyük bir din taassubuyla hareket ettikleri ve bu yolda korkunç cinayetler işlemekten bile çekinmedikleri de şu satırlarla belirtiliyor:

«Balkan muharebesinde İslâm ahalisini imha siyâseti takip olunduğundan, Carnegie İnceleme Heyeti'nin tevsik edilen beyânatına göre: Yüzbinlerce müslüman erkek, kadın, çocuk kesildi. Birçok Ingilizin gözleriyle gördüğü gibi, Italyanlar Trablusgarp’ta sivil İslâm halkını katlettiler. Fransız milletinin muhteşem tarihini lekeleyen Cezayir ve Fas katliâmları, Rusların Meşhed'de müthiş cinayetleri, Kongo'da Avrupalı olmayan
işçilere karşı girişilen cinayetler, bunların hepsi tarihe mal olmuştur.» .... (Aynı eser, sayfa: 25)

Doğu ve Batı yazarlarından aktardığımız bu fikirler, öyle sanıyorum ki bu eserin daha iyi değerlendirilmesine yardımcı olacaktır. Ve görülecektir ki Pierre Loti, fikir ve duygularıyla, Batı’dan çok Doğu'ya yakındır. Çünkü, sadece orijinal görünme isteği veya paradoks yaratma kayası, hiçbir yazan, inanmadığı fikirlerle bu derece kaynaştıramaz.

Pierre Loti bu tutumuyla Avrupa’nın hiddetini üzerine çektiği gibi maalesef, Edebiyat-ı Cedide’nın Batılı olmaya özenen bazı şair ve yazarlan tarafından da «Türkiye’nin Şarklı kalmasını istemekle» suçlandırıldı.

Bunlar, Pierre Loti’nin yalnız, eski medeniyetlere bağlı kalan romantik yönünü gördüler, Batı sömürgeciliğine karşı Müslümanlığın ve ezilmiş milletlerin müdafaası için baş kaldırışını görmezlikten geldiler.

Son söz olarak şunları ekleyelim: Avrupa, uzun yıllar sürdürdüğü sömürme politikası ve din fanatizminin Müslüman ülkelerde uyandırdığı acı tepkiyi Pierre Loti'nin şahsında az da olsa giderebildi.

FİKRET ŞAHOĞLU



PİERRE LOTİ’NİN ÖNSÖZÜ

Şu dağınık satırları okuyacak olanların beni affetmelerini dilerim. Çünkü, bu sayfalar, birçok riyakârca alçaklıkların maskelerini indirmek, birazcık olsun gerçeği göstermek ve adalet istemek için, bir üzüntü ve tiksinti ateşiyle çabucak yazılmıştır.

Başladığım bu mücadeleyi sürdürmem gerektir. Çünkü, hergün dâvâmın haklılığını doğrulayan yeni bilgiler alıyorum. Konulan sansüre ve bunca söylenen aldatıcı sözlere rağmen, gerçek, herkes tarafından anlaşılacaktır.

Yangın... Katliâm... Yağma... Çapul... Ve son derece canavarca kesilen insan uzuvları... İşte koyu Hıristiyan olmakla övünen bu orduların bilânçolarındaki haydutluklardan birkaç örnek.
Bazı ilkel toplumların savaş sırasında bu gibi işlere başvurmalarının bir zorunluk olduğunu isterlerse itiraf ederim. Zaten, Hıristiyan «kurtarıcılar», fâcia yaratma konusunda kendilerinden çok geride kalan zavallı Türklerin aleyhine, bilgisiz kişileri kışkırtmak için böylesine uğraşmamış olsalardı bundan bahsetmek
lüzumunu bile duymazdım.

PİERRE LOTİ 




YANGINDAN SONRA
11 Ekim 1911
Doğu’nun ışık saçtığı tarihlerden günümüze kadar....





UYANIŞ'A İHTİYAÇ DUYULAN ŞU GÜNLER İÇİN OKUYALIM



SB.


***

18 Mart 2013 Pazartesi

1922 İZMİR YANGINI ve PASIFIC DİZİSİ

İZMİR 1922

200 milyon dolarlık dizide Türkiye"ye ağır itham!

ABD"de HBO kanalındaki Spielberg ve Tom Hanks ortak yapımı "The Pacific" isimli dizide, 2. Dünya Savaşı sırasında Amerikan ordusunun Pasifik cephesinde görevli Amerikan askerlerinin hikayesi konu ediliyor. 14 Mart"ta Amerika"da yayınlanmaya başlayan 200 milyon dolarlık rekor bütçeye sahip dizinin geçtiğimiz pazar günü yayınlanan 3. bölümünde ise 1922 yılında İzmir"in 3 yıl süren Yunan işgalinden kurtuluşu sırasında Türklerle ilgili asılsız suçlamalar yer alıyor.

Dizide Japon askerlerine karşı Pasifik"in Guadal Canal bölgesinde savaşan Amerikan deniz piyadeleri, 1943 yılında çatışmaların ardından gemilerle Avustralya"nın Melbourne kentine getiriliyor. Dizinin ana karakterlerinden olan Bob isimli Amerikalı asker burada tanıştığı Yunan asıllı bir kızın ailesinin evine gidiyor. Ailesiyle yemekte sohbet eden Amerikalı asker, kızın ailesine Yunanistan"dan Avustralya"ya neden geldiklerini soruyor. Kızın annesi İzmir"den geldiklerini söyleyince Amerikalı asker Bob, İzmir"in Türkler tarafından alındığını söylüyor. 

Bu diyaloğun ardından Yunanlı anne Kurtuluş Savaşı"nda İzmir"in Türk ordusu tarafından kurtarılması hakkında çirkin ithamlarda bulunuyor. Dizide İzmir"in Türkler tarafından yakıp yıkıldığı iddia edilen sahnede Yunanlı anne, "Türkler 1922"de girip yakıp yıktılar. Her şey gitti. Hayatta kaldıysan annem ve benim gibi kaçardın. Ama biz rıhtıma kadar gidebildik. Sonra bir gemiye yüzdük. Kaptan bizi gemisine aldı ve Pire"ye kadar götürdü. Hayatlarımızı kurtardı. Ama evimiz gitmişti. Ne yapacaktık? Buraya geldik" şeklinde konuşuyor.



Dizide Türk askerinin Yunan işgalinde bulunan İzmir"i kurtarmasının çarpık bir dille anlatılması dizinin yayınlandığı internet sitelerinde de Türk izleyicilerin tepkilerine yol açtı. İzleyicilerinden bazıları tepkilerini dizi sitelerinde yazdıkları yorumlarla dile getirirken, dizinin yayınlandığı televizyon kanalına da Türk izleyicilerden tepki yorumları gönderildi. (egedesonsoz.com) (ben de tepki maili atmıştım-SB.)



İZMİR'İ ERMENİLER YAKMIŞTIR


İzmir"i yakanların Ermeniler olduğunu gösteren belgeler 1989 yılına kadar Amerikan senatosunda gizli tutulmuştur. İşte belgeler ve şahitler: 

1-) İzmir İtfaiyesini organize etmek üzere gelmiş olan Grescovtch"in 12/13 Eylül"de çıkan ve 3 gün süren yangının görgü ve yangın söndürmekle görevli şahidi anlatıyor:

Yangından önce örgütlü bir grup Ermeni genci, şehir Türklerin eline geçerse yakmaya ant içmişlerdi"¦ Bu plân acımasızca uygulandı.
Yangının ilk gün ve ikinci gecesinde 25 kadar yangının eş zamanda çeşitli yerlerden parladığını gördük.
Ermeni okul ve kiliselerine girdiğimde benzin tenekeleri ve hazırlanmış kundaklar bulduk,
Kadın kılığına girmiş ve yangın çıkartmakta olan çok sayıda Ermeni yakalandı ve birçoğu hemen kurşuna dizildi.

Ermeni hastanesinin Türkler tarafından yakıldığı büyük yalandır. Ben, askerlerin yaralıları disiplinli bir şekilde Ermeni hastanesine yerleştirildiklerini gördüm.

2-) 8 Eylül 1922"de bir Amerikan destroyeri ile İzmir, yakın doğu yardım komitesi üyesi olarak gelen Mark. O. Prentiss, Amiral Bristol"a 11 Ocak 1923"te gönderdiği mektupta İzmir"i Yunalıların yaktığını açıklar,

3-) Görgü şahidi, "near east relief of America" gazetesinin iki muhabiri A.Tallen ve Miss Fl.Billing:
Yunanlıların 1919 -1922 işgâllerinde ve kaçarken çeşitli şehirlerde yaptıkları toplu öldürme, ırza geçme, yangın, yağmalamalarla ilgili olarak İstanbul"a gönderdikleri raporlar.

8-16 tarihleri arasında İzmir"de olayları bizzat yaşamış olan Amiral Bristol"un Kurmay Başkanı Yüzbaşı A.J Hepburn, 25 Eylül 1922"de 47 sahife halinde hazırladığı raporu bizzat Amiral Bristol"e kendisi vermiştir.

O zamanın Amerikan konsolos yardımcısı Maynard Barnes tarafından İzmir"i Ermenilerin yaktığını bildirir raporu.
Bu belgeleri Amerikalı araştırmacı Heath W. Lovry ortaya çıkarmıştır. (U.S.N.A.)


Dumlupınar"dan savaşarak gelen yorgun ve içinde yaralı askerlerin bulunduğu ordunun, şehrin yiyecek depolarına ve hastanelerine ihtiyaçları vardır. Bu durumdaki ordu yalnız bu gereksinimleri için şehri olduğu gibi ele geçirmek ister. Şehrin Türk ordusu tarafından yakıldığını söylemek iftira üstü, inanılamayacak derecede bir alçaklıktır.

Büyük Britanya"nın, o zamanki deyimle Türklerin bir numaralı "hunhar" düşmanı Lloyd CORC hemen bir sirkülerle aşağıdaki yasakları koymuştur:


Ermenilerin hazırlıklı ve plânlı bir şekilde İzmir"i yaktıklarını, Amerikalı gazetecilerin, Yunanlılar kaçarken işledikleri cinayetleri, İzmir"de şehirde, Yunan/ Ermeni işbirliği sonucu yaptıkları katliam, ırza geçme, yıkım ve yağmalarını içeren, Amiral Bristol"ün raporunun yayımlanması yasaktır.(Foreign Office 371 /3404 /16247 - Kamûran Gürün, Le Dossier Arménien TTK, 1983 Ankara // Clair Price,The Rebird Of Turkey N.York1923.s. 189))


Bu rapor, yalnız başına İzmir"in Ermeniler tarından yakılıp işlenen cinayetleri kat"i ve bilimsel bir şekilde açıklayan, tarihsel değerde bir belgedir ve suçluları Britanya hükümetinin başbakanının imzasıyla açığa çıkarmaktadır..

Haluk Tarcan 31 Mart 2010 

Bu habere Şükrü Server Aya'nın yorumu:
Sayın Tarcan
Bu yalanın cevabı ve belgeleri Türkçe Kitabımın (Soykırım Tacirleri) s.380-381 de ve İngilizce kitabın "The Genocide of Truth" (İnternetten herkes erişebilir "“ Turkish Armenians) 629 - 630 sayfalarında tamamen en muhkem yabancı kaynaklarla verilmiştir. Okuyanı yoksa ve havaya konuşuluyorsa ben ne yapayım... SS Aya 






kitaptan:
"The view of Turk's in Barton's message to Harding and Hughes was inappropriate, as remarked by Pres.MacLahlan of International College. The Turks did not massacre Greeks, as Greeks had done to Turks in May 1919. Turkish army protected Int.College during the disruption of the occupation;a Turkish cavalryman rescued MacLahlan from ireegulars who nearly beat the missionary to death.

Mr.L.R.Whittall, banister-at-law, who has been in Smyrna for some years said that there was no evidence as to who set fire to the town, but it was the consesus of opinion was that it was Greek and Armenian incendaries.

Mr.H.Lamb,the British Consul General at İzmir reported that 'he had reason to believe that Greeks in concert with Armenians had burned Smyrna'. This was confirmed by the Sept.22nd, dispatch of correspondent of the Petit Parisien.

Admiral Mark L.Bristol in US Library of Congress,Naval Records Coll.Group,45.Letter dated Jan.11.1923, signed by Mark O.Prentiss:attaching a long report on İzmir Fire,confirming that the fire was started by Armenians and Greeks using Turkish soldier uniforms ! The Bridgeport Telegram ,Jan22,1923:Prentiss Blames Armenians for firing City of Smyrna.





"13 Eylül 1922"de başlayan İzmir Büyük Yangını tarihin en spekülatif olaylarından birisidir. Büyük Yangın, sadece tarihi bir olay değil aynı zamanda Türkiye"ye karşı yürütülen bir politik kampanyadır. Yangından kimin ya da kimlerin sorumlu olduğu konusunda çeşitli iddialar olsa da Fransız arşiv belgeleri bize açıkça İzmir"de yaşayan Türklerin kendi şehirlerini yakmadıklarını gösteriyor. Konu üzerinde gerek Fransız konsolosluk raporları gerekse diğer birinci el kaynaklar, yangının sorumlularının Ermeniler olduğunu açıklamaktadır. İzmir Körfezi"ndeki Fransız savaş gemilerinin kumandanı Amiral Dumesnil"in raporları İzmir Yangını hakkındaki en önemli belgelerden biridir. Bu makalede, İzmir yangınına ilişkin Fransızca kaynaklar kullanılarak konuya açıklık getirilmeye çalışılmıştır." 


BİRİ ,AMERİKAN PROPAGANDASI: RUMLARIN ÇEKTİĞİ ACILAR ,ABD NİN GIDA DAĞITIMI ,YANGIN VE GÖÇ.

DİĞERİ NTV'NİN YAYINLADIĞI ,YAZILAR SANSÜRDE !, YANGININ BOYUTU (tıklayın)


İZMİR 1922 YANGINDAN SONRA


YANGIN BÜYÜK VE HER İKİ TARAFTA ACI ÇEKTİ. 
SAVAŞLARA KARAR VERENLER MASA BAŞINDA İKEN, 
CEREMESİNİ ÇEKEN HEP HALK OLMUŞTUR.


TARİHİ DOĞRU ANLATMAK GEREK. 

İZMİR'İ ERMENİLER VE RUMLAR KAÇARKEN YAKMIŞTIR.
ARTIK SAVUNMAYI BIRAK, ONLARI KENDİ SİLAHLARI İLE VUR
GEREKLİ YERLERE (YORUM,MAİL GİBİ) "BELGELERLE CEVAP" VER.


VE HATIRLA !

SEN ONLARIN İŞKENCE ETTİĞİ, ÖLDÜRDÜĞÜ MAZLUMLARIN NESLİSİN,
SEN ONLARA ASLA BÖYLE DAVRANMADIN,
GENE DAVRANMA !



SB.




***

DİRİLİŞ 1915 - ÇANAKKALE - Turgut ÖZAKMAN






Dünya yeni bir savaşın kapısından içeri girmek üzereydi. Birçok devlet henüz resmiyette başlamamış olan bu savaşa rağmen taraflarını almışlardı. Ancak Osmanlı kalmıştı açıkta. Ne yapacağından haberi yoktu… 


Çünkü; çok zayıflamıştı Osmanlı bu dönemler içerisinde. İlk başlarda savaş dışı kalmak düşüncesi ile hareket edilmesi planlanmasına rağmen bunu başaramayacaklar ve Osmanlılar son savaşlarına girmiş bulunacaklardı… Kader ağlarını hafif hafif örmekteydi.



Savaşa katılma sebebinin temellerini; yakın zamanda sadrazamlığa gelen Sait Halim Paşa’nın “Eğer savaşa girilirse elimizde güçlü bir donanma olması şart” düşüncesi içerisinde, İngiltere’ye sipariş verdiği gemiler oluşturacaktır. Gemiler 7 milyon lira tutacak ama Hazinenin bunun ilk taksidini ödemeye bile gücü yetmeyecektir. Bunun üzerine halktan yardım istenecektir.



Vefakâr Türk halkı yok demeden elinde ne varsa temin edecektir. Öyle ki; o yıllarda Müslüman Türk kadınları saçlarını kestiremez bu günah sayılır, kişiler toplumdan dışlanırlardı. Ancak ismi tarihe geçmeyen bir nine bu düzene karşı gelerek “Elimde bu iki tutam saçımdan başka bir şeyim yok” deyip saçlarını, dışlanmak, kınanmak pahasına kestirecektir.



Bir yandan bu tip savaş hazırlıkları içerisinde olan halk aynı anda eğitilmeye de başlıyordu… İşe önce kadınlardan başlanıldı. O devirde peçe, çarşaf ve başörtü gibi şeylerle kapanan kadınlar bilinçlendirilmek üzere bir araya geliyorlardı sık sık. Yakın bir zamanda tiyatroda rol almak için başvuru yapmaya gelen bir genç hanıma tiyatroya alınamayacağı söylendi.



Genç hanım nedenini sorduğunda peçesi sebep olarak gösterilince daha dayanamadı. Peçesini bir hışımla açarak, etrafındakilere kan kusup birkaç cümlede çok can yakmıştı: “Aha buyurun peçemi çıkardım. Kıyamet mi koptu? Depremler mi oldu? Bağda, bahçede peçeyle çarşafla iş mi görülür? Bu şehir bağnazlarının savunduğu bir görenek. Bunun yanlış olduğunu görüyor ama kılınızı bile kımıldatmıyorsunuz. Ama bu böyle sürüp gitmez.” Ve bulunduğu yeri aynı hışımla terk etti.



Bu olaylar esnasında görünürde Sırplı bir genç Avusturya-Macaristan Veliahtı ile eşini öldürerek 1. Dünya Savaşını tetiklemiş oldu. Devletler artık kesin yanlarını belirlemişler, gruplar halinde savaşmaya hazır hale gelmişlerdi. Osmanlı hâlâ açıktaydı. Almanya Osmanlı’yı can deposu olarak görmekte savaşa girerse de o niyetle sokmak istemektedir.



Osmanlı, Almanya’nın iki savaş gemisini düşman devletlerden saklayarak tarafını belli etmişti. Ama bunun sonunun hazin olacağını kestirememişti. Çünkü Enver Paşa Alman hastasıydı. Varsa yoksa Almanlardı. İlk başlarda ağır başlılık yapmış ancak daha sonra Almanlık hayranlığı daha ağır basmıştı. Ve gemiler Osmanlı’ya sığındılar. Sığınmaları ile birlikte savaş çanları –bazıları için ölüm çanları olarak da geçer- çalmaya başlamıştı. Çünkü Osmanlı’dan kesin bir emir almadığı halde Alman gemileri, Rus Limanlarını bombalamışlardı. Böylece Osmanlı Savaşa girmiş oldu. Artık geri dönüş düşünülemezdi.



Bu bombalama üzerine diğer düşman devletlerde Osmanlı’ya savaş açmış ve Çanakkale Boğazı’na yavaş yavaş gelmekteydiler. İşte bu Çanakkale Deniz Savaşı’nın temellerinin atıldığının bir göstergesiydi. Çanakkale Boğazı’ndaki yenilmez denilen armada sonunu kesin zafer olarak gördüğü bu savaşa hazırlanıyordu.

İşler gittikçe karışıyor içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Bu esnada Osmanlı Devleti çareyi cihat etmekte bulmuş yada buldurulmuştu. Çünkü cihat teklifini Almanlar Osmanlılara önerdi. Almanlar açısından kusursuz bir plandı. Dünyanın salt çoğunluğunun Müslüman olduğu düşünülecek olursa cihat çağrısına gelen Müslümanlarla iyi bir zafer alınabilirdi.


Tabi ki Osmanlı cihat ilan ettikten sonra gelen bir tek Müslüman olsaydı… Kimse aldırmamış, duymamazlıktan gelmişti. Çünkü düşman birlikler Osmanlılar ve Almanlardan önce davranıp Müslümanların beyinlerini yıkamışlardı. Ama katılmama sebebi beyin yıkaması olmayan kişilerde mevcuttu. Örneğin tarihçi Ziya Şakir Bey. Bu cihat çağrısını ve çağrının aslını bildiği için durumun mahiyetini şu kin dolu cümle ile dile getirecektir: “Hz. Muhammed Cihat için Allah’tan emir alıyordu. Biz Alman İmparatoru’ndan alıyoruz.” Ve son derece haklıydı da…



Bir yandan Çanakkale’de boğazın suyu savaş öncesi sessizliğini korumaya çalışırken diğer yanda Doğu’da Rusların ilerleyişini durdurmak üzere büyük bir ordu Sarıkamış civarına doğru ilerliyordu. Vakit dar, hava koşulları olumsuz, ordu savaşlar sonrası çok bitap düşmüştü… Çünkü ne doğru dürüst bir giyeceği ne de adam akıllı bir azığı vardı. Bu şartlar göz önüne alınarak Doğu’da savaşın tehlikeli olabileceğini onlarca belki de yüzlerce kişi Enver Paşa’ya bildirdiler…



Ama bunlar nafile bir çaba olmaktan öteye gidemedi… Yapılan yanlış hesaplamalar, Enver Paşa’nın gözünü karartan hırsı sonucu Türk ordusu Ruslara değil ancak çetin hava koşullarına yenilecek ve bu büyük kayıp bir kez daha Türkleri acıya boğacaktır. Enver Paşa bu olayın duyulmasını istemese de zaman içerisinde Sarıkamış Olayı diye tarihe geçmek için dilden dile dolaşacaktır.



Tüm bu olumsuzluklara rağmen Türk Kadını kendini bilinçlendirmeye, vatanı için elinden gelenin en iyisini yapmaya karar vermiş ve çalışmalarını hızlandırmıştı. Dergiler çıkarıyorlar, iş yaratmaya çalışıyorlardı… Hatta Enver Paşa’ya askere katılmaya hazır olduklarını beyan edeceklerdir.



Ve 19 Şubat 1915 günü büyük yenilmez armada, Çanakkale Deniz Savaşı’nı başlattı. Her bir gemi en güçlü silahlarıyla saldırıyor, mermilerle, toplarla beraber ölüm, dehşet ve felaket yağıyordu. Buna göre düşmanların kazanması için hiçbir engel yoktu ve zafer kesindi. Eee ne de olsa onların sınırsız mermileri, güçlü topları bir de yiğit olarak adlandırdıkları askerleri vardı ki…



Zafer düşmanlar için çantada keklik misali gibi bir şeydi. Ancak daha sonraları tekrarlanacak bir sözün düşmanlar tarafından bilinmediği de apaçık ortada gibiydi: “Geçmişini bilmeyenin geleceği olamaz.” İyide ne alakası vardı? Yani ne geçmişiydi ki bu bilinmesi bu kadar önemliydi? Türklerin geçmişiydi. Zaman içerisinde tam da “Türkler bitti” derken Türkler bitiren taraf olmuşlardı. Yani planlarda ufak bir detay atlanılmıştı. Türkler hesaba katılmamıştı. Galiba savaş sonuna kadar da katılmayacaktı. Yani birkaç avuç Türk mü bu yenilmez armadayı durduracaktı…



Bu bir şaka olmalıydı… Ama görünen köyün bir kılavuza ihtiyacı vardı çünkü savaş gittikçe daha zor bir hale gelmişti… Türkler her an, her bir köşeden düşmanın önüne çıkıyor ya düşmanın canı alıyor yada kendi canını feda ediyordu.



Ama bu zorlama düşman tarafında hiçte iyi karşılanmıyor aksine daha çok sinir hastası olmalarına sebebiyet veriyordu. Hem karadan savunma hem de denizden savunma sürmekteydi. Bir deniz olayında Nazmi Bey’e ellerindeki mayın sayısı soruldu ve bu mayınların Çanakkale Boğazı’na çok dikkatli ve planlanan bir şekilde dizilmesi emredildi. Emir demiri keserdi bir Çanakkale Askeri için…



Bu değişmez yasalarıydı oradakilerin… Her ne kadar işin ucunda büyük bir armada denize çıkacak ilk kişiyi vurmak için sabırsızlanıyor olsa da… Nazmi Bey mürettebatını topladı ve Yüzbaşı Hakkı Bey’i de yanına alarak Nusrat Mayın’la yola çıktılar. Her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüştü. Sabaha karşı Nusrat Mayın görevini başarı ile tamamlamış bir biçimde döndü… Çanakkale’den sevinç çığlıkları yeri göğü inletti…



Belki Nusrat Mayın’ın geri dönüşünden belki de o mayınların armadaya mezar olacağından herkes müthiş bir sevinç içerisindeydi… Belki de ikisi yüzünden… Ne de olsa yenilmez armadanın arasından geçip sessiz sedasız bir şekilde canları pahasına verilen görevi yerine getirmişledi…



Savaş gün geçtikçe kızışıyordu ama henüz net bir netice yoktu…











***




Dinle Evlat! 
Bu topraktan başka yok, ölmeye değer ülke...
Vatan, onun uğrunda can verene aittir.
Sahip ol elindeki paha biçilmez mülke
O mülk, dünyada cennet olmaya müsaittir.


Bin yıldır ruhlarına Fatiha’lar okunan
Ölmüşleri zannetme alelâde meyyittir...*
Bin yıldır toprağından aynı kumaş dokunan
Ecdadının hepsi de, ya gazi, ya şehittir.


Ne işi var Boğaz’da müttefik donanmanın?
Onlar Türk’ü yok etmek üzere müttehittir...**
Bu millete bedeli Batı’ya inanmanın,
Rumeli’dir, Kerkük’tür, Kıbrıs’tır ve Girit’tir!


Onsekiz Mart dokuzyüzonbeş’in bu öyküsü
Nice Türk destanından sadece bir beyittir.
Sarsıyorken Boğaz’ı topların gürültüsü,
Seyit’in beş atışı, onbinlerle eşittir!


O sadece biridir beşyüzbin kahramandan,
Vilâyeti Karesi, kazâsı Edremit’tir,
Havran Manastır Köy’lü Cubur Abdurrahman’dan 
Bir Emine Kadın’ın doğurduğu yiğittir.


İstanbul Harbiye’de bir Askerî Müze var;
Oradaki her eser, tarihîmi teyittir.
Müzenin bahçesinde, mermisi adam kadar
Koskoca bir top durur, adı “Koca Seyit”tir...



Hasan Âli Göksoy
Ortaköy, 10 Temmuz 2001 
link
















DUR YOLCU...
BİLMEDEN BASTIĞIN BU TOPRAK, BİR DEVRİN BATTIĞI YERDİR...
EĞİL DE KULAK VER,
BU SESSİZ YIĞIN ,
BİR VATAN KALBİNİN ATTIĞI YERDİR...