Translate

abaris etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
abaris etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Aralık 2013 Salı

Kaybolan Cennetin Peşinde; Sümer ve Akad: Ütopya mı? Gerçek mi?







Kaybolan Cennetin Peşinde 
Sümer ve Akad: Ütopya mı? Gerçek mi?
Doç.Dr. Cabbar IŞANKULU


Yunanca Mezopotamya diye adlandırılan Dicle ve Fırat ırmakları arasındaki bölgede milâttan önceki 5200 yıllarında ortaya çıkan ilk devletlerden biri de Sümer devletidir.

Dünya uygarlığının ve kültürünün beşiği, ilk defa bütün dil kanunlarına dayanan yazının keşfedildiği ve devlet yönetimi; sulama, tarım, mimarlık, gemicilik sahasında bugünkünden çok az fark gösteren usullerin keşfedildiği ve ilk sanat eserlerinin yaratıldığı Sümer devleti hakkında düşünceler, münazaralar bir buçuk asırdan beri devam ede gelmektedir. 

Sümer ve Akadlar’ın yüksek uygarlığından haber veren ilk arkeolojik yadigârların bulunmasının üzerinden bugüne kadar 150 yıl geçmiş olsa da âlimler, henüz Sümer veAkad devletini oluşturan halkın kimlikleri hakkında bir sonuca varamamışlardır.

Çeşitli görüşler taşıyan âlimler, sadece “Sümer devletini meydana getiren halkın yerli ahali olmadığı” fikrinde aynı görüşteler. İşte bu halkın hangi kavme mensup olduğu konusunda çeşitli fikirler açıklanmıştır. Bu fikirlere göre, Akad devletinin temelini kurmuş olan Sümerler, doğudan veya kuzeyden gelmiş; beraberlerinde yazı, demircilik,sulama usulleri ve devlet kurma geleneğini de alıp getirmişlerdir. 

Bu, bizi şu fikre götürmektedir: “Sümer ve Akad'dan da önce olan kuzeydeki ya da doğudaki (Kuzey denildiği zaman Kafkasya, İdil Boyu, Batı Sibirya; doğu denildiğinde de merkezî Asya,Hindistan, Moğolistan, Altay, Çin göz önünde bulundurulmalıdır.) medeniyet, burada terakki ederek devlet olmuştur.”

 'Şümer' ya da 'Sümer' kelimelerinin etimolojisini, bir tek batılı âlim dahi ilmî esaslara dayanarak veremedi. Bilinen anlamda bu kelimeleri açıklayan Olcas Süleymanov “'Şümer' ya da 'Sümer' adını, 'su' ve 'yer' kelimelerine dayandıran bir varsayım ileri sürer ( Süläymanov, 1975)

Eski Türkler, Ural ile Altay arasını "sulu yer", "su yeri" (Sibirya kelimesi de bundan gelmiştir.) diye adlandırırlardı. Sümerler/Şümerler de iki nehir arasında yerleşmiştir. Bu yerlerin evvelâ "sulu yer"olduğu düşünülmüş olabilir. 

Sibirya yerleri gibi buralar da önceden bataklıktan ibaretti. Onlar, işte bu bataklığı kurutarak tarıma elverişli hâle getirmişlerdir. Sümerler, çiviyazısında dağ, kır, yer adlarını “h”şeklinde yazmıştır. Eski Türk yazısında da yer “u”şeklinde yazılmıştır. Bunlar, yer ve dağı anlatan hiyerogliflerdir. 

Şümer/Sümer, Subyer,Sibir, “sub” kelimeleri, birbirine ses bakımından benzer. Bizce de Şümer/Sümer’in“Subyer”den gelmesi hakikate daha yakındır. Çünkü, Sümer efsanelerinde “op-su”(çuçuksub) hakkında efsane vardır. 

Bu efsaneye göre Op-Su, dünyayı ve insanı yaratan tanrıdır (Uraz, 1991). Bu tanrının aynısına Altay ve Yakut mitlerinde de rastlanır. Eğer tetkiklerde şu varsayıma dayanırsak -meselenin başka yönlerini görme, dil ve çiviyazısını mukayese etme- Sümer ve Akad devletinin kökenini oluşturan halkın Türk kavmi olduğu konusundaki fikrin hakikate daha yakın olduğunu görürüz. 

Bunu, bir tek batılı âlim yapmak istemedi. Çünkü eğer Sümerler’in Türk kavmi olduğu ispatlanırsa, o zaman Babil, İsrail, Yunanistan ve Roma’daki büyük uyanışları etkileyen, onların oluşumuyla yükselişine büyük ölçüde tesir eden Sümer kültürü ve medeniyeti de Türk halklarına mahsus olacaktır. Bu da ne kadar gerçek olursa olsun, Avrupalı âlimlerin kıskançlığına sebep olur. 

Oysa ki biz yeni yeni delillere de rastlıyoruz. Bunun sonucunda da Avrupalı âlimlerin garezleri, gittikçe azalacak ve faraziyeler daha çok ilmî renk alacaktır. 

Sümerlerin “Baş Tanrı”sı hakkındaki düşünceler, Olcas Süleyman'ın varsayımını gerçeğe yaklaştırır. Baş tanrı Enlil “Tanrılar Tanrısı”, “gök ve yer padişahı”, “bütün memleketlerin yaratıcısı” dır. 

Sümerlerin “Yaz ve Kış ” efsanesinde (çömlek yazısında) Enlil tanrıların yardımcısı, “ürün, üretim tanrısı” özelliğiyle karşımıza çıkar. Bu mite göre "kış", bütün ekip dikme, ürün, hayat, yeşillik, su, yağmur ve karın yaratıcısıdır. Ürünün bol olması ona bağlıdır. 

Eğer Fırat ve Dicle nehirlerinin yer aldığı coğrafyayı göz önünde bulundurursak, o yer tabiî duruma göre kışı tanrı derecesinde yücelten memleket olamaz. Bunun tam tersine, buraya sıcak ve güneş hâkimdir. Kış, sadece Sibirya’da değil uygun başka yerlerde de kendisinin uzun sürmesi, soğuk olması, herşeyi yine hayat için güneşle birlikte kendine bağlamasıyla tanrı sıfatında tasavvur edilmiş olabilir. 

Keza Yakut ve Tuva mitlerinde de kış, tanrı sıfatında tasavvur edilmiştir. Daha sonraki yıllarda yapılmış olan birçok incelemede, bu mesele açıklanmaya çalışılmıştır. 

Çünkü Altay, Orta Asya’daki Türk halklarının mitleri Orhun,Yenisey Yazıtları, Uygur metinleri ve daha sonraki zamanlara yönelik değerlendirmeler buna esas olmaktadır. 

Milâttan önceki III. yüzyıla ait Çin el yazmalarında Qañlılar (Çince kargüy) da, Çinyazısına ters tarzda (bilindiği gibi Çin hiyeroglifi dikine yazılır) yan yazıların yazıldığı hakkında bilgilere rastlanır ( Süläymanov, 1975). 

Bu bilgiler, Türkologlarca öteden beri bilinmektedir. Buna göre Türk yazısının milâttan önceki III. yüzyıla kadar Çin tarafından bilindiği söylenebilir. O, bu devre kadar, birkaç basamaktan, yani yan tertip ve sıra ile yazılma derecesine kadar ulaşan basamaklardan geçmiştir. 

Bundan şunu anlıyoruz: “Türk yazısı milâttan önceki III. yüzyıldan daha da eskidir”. Bizim, ihtimal olan bu eskiliğin kökünü Sümer çivi yazısıyla denk tutmamız yanlış değildir. Orhun,Yenisey ve başka yazıtlardaki yazıların şekli birçok yönden Sümer yazılarına benzer. Bu benzerlik, dil benzerliği ile birleşir. Bu noktada varsayımların ilme yaklaştığını hissedersiniz. 

Çünkü Türk dilinin Sümer diline etkisi, Mançularla aslı Türk kavminden olan Moğolların diline etkisi gibi yakın da değildir. Bunu dikkate aldığımızda “Sümerdili, Türk dilinin tesiri altında kalan başka bir dildir.” demek için bu iki sınır ve halkı birleştiren kaynağın olması gerekir. Bu zamana kadar böyle bir kaynağa rastlanamamıştır. Biz, bu yakınlık hakkında düşünceler üretmek için kıyaslamalar yapacağız. Aşağıdaki kelimelerin ses ve anlam bakımlarından karşılaştırılmasından da anlaşılacağı gibi, Sümerce ile Türkçenin birbirine yakın olduğu açıktır.



SÜMERCE=>TÜRKÇE 
1. ada, (ata) => ata, yaşlılara hürmet amacıyla söylenen söz 
2. eme (anne) => ana 
3. kür (dağ) => kır (dağ toprak) 
4. şube, (sine) => çoban 
5. yeş (ev) => eşik, kapı 
6. uş (üç) => üç 
7. gu (ses, avaz) => kü (ses, avaz) 
8. emek (dil) => em-,ye- (dil) 
9. me, ze, ene => ben, sen, o 
10. geş (kuş) => kuş 
11. ğiş, giç (ağaç) => ağaç, ığaç 
12. kır (yer) => kır 
13. tir (hayat) => tirig, diri 
14. tu => tut- 
15. sıg (vur-) => sok- 
16. yed (od, ateş) => od 
17. işi (az, kiçik) => kiçi 
18. geştuke=> işiten 
19. yeren (er kişi, cenkçi) => eren 
20. geg (ek-) => ek- 
21. teg (değmek) => değ- 
22. tum (nesil)=> tohum,nesil 
23. dingir, demer (gökyüzü) => tengri 
24. yen (âli, yüksek, en) => en 
25. ken (geniş) => keñ-gen-geniş 
26. uzun=> uzun, uzak 
27. ud (ateş) => od 
28. udun (ocak, yanıcı madde) => otun-odun 
29. tuş, şuş => düş




Görüldüğü gibi Sümerce ve Türkçe kelimeler semantik ve morfolojik bakımdan birbirlerine benziyor. Doğrusu, bazı sesler değişmiş, ama bu değişme asıl manaya zarar vermemiştir. Bu benzerlik birçok bakımdan dilcilere bol malzeme verir. 

Dünyadaki bütün diller, art zamanda belirli bir fark gösterir. Eski İngilizce, Almanca, Hintçe, Avrupa dillerini tercümesiz anlamak mümkün değildir. Ama beş bin yıl önceki Sümerce kelimeleri kendi kelimelerimiz gibi anlıyoruz. Bu mukayeseye şunu da eklemek gerekir. Sümerce ile bugün kullanılan Türkçe kelimeler arasında 4500-5000 yıllık fark var. 

Bunu anlamak için, bundan bin yıl önceyazılan Kâşgarlı Mahmut’un, Edip A. Yüknekî’nin eserlerindeki kelimeler ile bugünkü kelimeler arasındaki farkları ve bu kelimelerin diğer devrelere geçmesiyle ortaya çıkan seslerin farklılıklarını kıyaslamak yeterlidir. Ama aradaki zaman ne kadar uzun olursa olsun ses ve kelimelerin morfolojik durumları sayı, sıfat, zamirlerin benzerliği; kelime birleşmelerinin belirli bir kurala uyması bu kelimelerin aynı dilden olduğunu gösterir.

Sümer dil etimolojisini tespit edebilmek için Türk dilinin (Türkçe’nin) bütün lehçelerinden haberdar olmak gerekir. Buna göre, Türk dilcilerinin önünde büyük birvazife olduğu söylenebilir. Bu vazife Sümerce’nin tesirinde şekillenecektir. 

Babil,Yahudî, Yunanlılar vasıtasıyla bütün dünyaya medeniyet veren halkın, Türk halkı olduğu konusundaki faraziyeler ilmî esasa dayanır. Benzerlik sadece isim, sayı vesıfatlarda değil; fiillere ve ilâhî düşünceleri ifade eden kelimelere de aksediyor.

Bilinmektedir ki, çeşitli dillerde fiilin benzerliği, çok nadir rastlanan hâdisedir. Ünlü âlim V. İ. Avdiyev'in vardığı sonuca göre Sümerce de Türkçe gibi eklemeli bir dildir.” (Avdiyev, 1948a).

Sümer destanı Gılgameş'teki (Sümer varyantı Bılgames, Bılgamış) isimlerin Türk halklarının destanlarındaki kahramanlara (Alpamış, Alpomis, Alpmanas) ses bakımından benzer olması da, büyük ve ciddî bir inceleme konusu olmalıdır.

Gılgamış’a, Sümer varyantında, Bılga‘meş, Bılgames (Bılgamiş) şeklinde de rastlanırki, “Bilge” kelimesi eski Türkçe'de “bilgili”, “deha”; Sümerce’de ise “bege”,“danışman, deha, baba” manalarına gelir. 

Türk destanlarında Bilgebek, Bilge Kağan,Bilge Hakan, Bilgames (bilgili, kahraman, pehlivan) ismindeki kahramanlara çok rastlanır. Bilge Kağan yazıtı “bilge” kelimesinin Türklerde önceden mevcut olduğunu gösterir. Bilge Hakan, kahramandır, her şeyi bilen bir hakandır. Bu hakan, sadece cismen değil, ruhen de güçlü bir şahıstır. O, hakanlık derecesine ulaşıncaya kadar şamanlığın bütün makamlarını geçer. Kendisinde şamanlığın her özelliği bulunur.

Şaman, tanrı ile insanı bağlayıcı köprüdür. O, zalim ve kötü ruhlarla mücadale ederek galip gelir. Bazen de, koruyucu ruh rolüyle kötü ruhların sultanlığı olan yer altı dünyasına yolculuk eder. Orada kötü ruhların eli altındaki tutsakları azat eder. Altın elma, altın kuş, ab-ı hayat ve başkalarını alıp döner. Altay ve Sibirya şamanları hakkındaki tetkiklerde şamanın bu vazifesi detaylı olarak incelenmiştir. 

Bilgemiş de yeraltı dünyasına yolculuk eder, yurdunun kötü düşmanlarını öldürür, ebedî hayat suyu aramak için “gidip de dönülmeyen” ülkesinin yolunu tutar. 

Sümer mitolojisinde İştar; aşk, muhabbet, mahsul ve üretim yaratıcısı anlamında kullanılır. Divanü Lûgati’t-Türk'te Kaşgârlı Mahmut “işler” ﺮﻼﺸإ kelimesinin “hatun,hanım” manasına geldiğini ve adlandırılma tarihinin çok eskilere gittiğini söyler. (1) 

Türk halklarında "kadın yaratıcılar" mukaddes sayılmıştır. Onlar için kurbanlar adanmış ve tütsüler çıkarılmıştır. Büyük ihtimalle “is” شإ Türklerin geleneğinde çeşitli kokuların mistik bir nesne olarak kullanılması yahut da hastalıklarda tedavi olarak kullanılması da Sümerlerdeki bu tasavvurda çıkmış olsa gerektir. Bu anlamıyla ateş, alev ve tütsü mukaddes sayılmıştır. Bunlar, ilk önce kadın mabudelerle sembolleştirilmiştir. 

Sümer mitolojisindeki Enü, gökyüzü tanrısıdır. O, Uruk (Sümerce Unug, yani Uluğ manasındandır.) şehrinin gökyüzündeki koruyucusu sayılır. Enü, Tükçedeki "ana"(anne) kelimesine benzer. 

Eski yazılarda da Umay Ana ismi dile getirilir. Türk halkları arasında ürün yaratıcısı sayılır. Kaşgârlı Mahmut onu “kahraman erlerin koruyucusu”şeklinde tarif eder. 

Dummûzî (Tammuz), Sümer mitolojisinde “İştar'un sevgilisi; yeraltına, cehenneme mahkûm edilen” kişidir. Tammu-Tammuz kelimesi, Divanü Lûgati't-Türk'te de “cehennem” manasında kullanılır (Kaşkarlı, 1960a). Alişir Nevaî bu cehennem manasında bu kelimeyi kullanır (Kaşgarlı, 1960b)

Görüldüğü gibi Sümer mitolojisindeki esas kahramanların isimleri Türkçedir. Bunun dışında “Bılgamış”destanıyla “Alpamış” destanının son bölümlerindeki olaylar birbirine benzer. 

Bu,Bilgemiş (Gilgemiş) ve Alpamış'ın öteki dünyaya seferi, Bilgemiş-Enkidü, Alpamış-Kultay münasebetlerinde görülür. Hatta bu iki destandaki rüya motifi de çok benzer. “Alpamış” destanında Karacan, Alpamış'ı rüyasında görür. Onun arkadaşı ve yardımcısı olur. “Alpamış, çobanların evinde yattığında bir rüya görür. Aradığı sevgilisi Barçın da bir rüya görür. Kaşal arasında doksan Kalımak'ın içinde Karaşan Alp da bir rüya görür.” (2)  “Bilgemiş” destanında da Gılgamış Enkidü'yü rüyasında görür. Onun arkadaşı ve en yakın yardımcısına dönüşür (Alpåmiş, 1998).

Mit, örf ve âdetlerin karşılaştırılması da Sümer meselesinde bize zengin bir bilgi verir.Sümerlerin asıl vatanlarını tespit etmek için Türk kavimlerinin oluşmaları, çoğalmaları ve büyük göçleri hakkındaki mitlerine müracaat etmek zorundayız. 





Şunu hatırlatmak gerekir ki, Sümer devleti Yeni Neolit devrinde, Mezopotamya’da kurulmuştur.Sümerler, evvelâ, üzerine kamış örtülü kulübelerde ve yer altı evlerinde yaşadılar. Bu hayat tarzları ve muhafaza ettikleri gelenekler Sümerlerin dağlı halk olduğunu gösterir. Sümerlerin aslının dağlı oldukları konusunda, âlimlerin aynı fikirde olmaları ilginçtir. Sümerler göç ettikten sonra bakırdan eşya yapmaya başlarlar ki, bu zanaat medeniyettarihinde büyük bir inkılâp idi. 

Bakırcılık ve demircilik, Türklerin temel zanaatıdır.

Buna bağlı olarak Türk kavminin ilk mesleklerinden biri de “demircilik” olmuştur. Demircilikle ilgili mitler başka milletlerde de vardır. 

Türklerde en yaygın olanı“Ergenekon” destanındaki mitlerdir. Bu destandaki hikâyeye göre Türkler düşmanlarına yenilir. Yapılan savaşta Elhan'ın oğlu Kıyan ve Noguz’un aile üyelerinin hepsi ölür. Kıyan ve Noğuz mal ve mülklerini, ailelerini yanlarına alarak kaçarlar. Büyük zorluklar çektikten sonra, Tanrının merhametiyle dağların arasındaki cennet gibi bir mekâna gelip yerleşirler. Etrafı dağlarla kuşatılan bu yere bir tek kişinin ve düşmanın gelmesi hiç de mümkün değildir. Bu yer cennet kadar güzeldir. Ergenekon yeri, suyu, havası ve bol nimetleriyle şahane bir yerdir. Bu iki aile burada yaşamaya başlarlar. Bunlar, burada ziraat, bağcılık, bostancılık ve demircilikle meşgul olurlar. Burasını mamur bir yurda çevirirler. Onlar burada 400 yıl yaşarlar. 

Kavim cennet kadar güzel olan bu yurda sığmayacak kadar çoğalırlar. O zaman kurultay yaparak kendi yurtlarını genişletmek isterler. Etrafı aşılmaz sarp kayalarla çevrili olan Ergenekon'dan çıkmak hiç de kolay değildir. İçlerinden bir demirci ustası bu kayaları büyük bir maharetle eritip geçit açar.Yol açıp Ergenekon'dan yeni dünyaya çıktıkları güne atfen (3) her yıl ilkbaharın ilk gününde, Türk hakanları şölen yaparlardı. 

Onlar çekiçle örste demir döverek Ergenekon'dan çıkışı sembolize ederlerdi. Sonra bu kutlamalarda büyük toy verilirdi. Divanü Lûgati't-Türk'ün 1. cildinde şu bilgi vardır: 

Kırgız, Yabom, Kıpçak ve başka kavimlerin halkı yemin veya anlaşma merasimlerinde demiri ululamak için kılıcı çıkarıp, gözlerini kapatarak öne doğru yürür ve “Gök girsin, kızıl çıksın.” (Yani sözümde durmazsam, kılıç kanıma bulansın, demir senden öç alsın.) derlerdi (Epos).

Çünkü onlar demiri kutsal sayarlardı. Altay Türklerinin tanrısı Erlik Han’ın sarayının damı da kılıcı da kalkanı da demirdendir. Demirle, Şaman kavramları buradan çıkmıştır. (Şaman, kavmin yol göstericisi, ilâhîyatçısı, onlara yardım edicidir.) Anlaşıldığı gibi Altaylarda da demir mukaddestir. Türkler kayayı eritip, yeni dünyalara yol açarlar ve çeşitli yerlere doğru giderek, tıpkı Ergenekon gibi cennet yurtlar aramaya koyulurlar. 

“Demirci” lâkabı,Türklere işte bu efsaneden kalmış olabilir. Kaynakların ve yadigârların gösterdiği cennet gibi mekân Altay'da dağlar arasında bulunmuştur. Destanda bu ahali mert,marifetli, hüner sahibi, varlıklı ve cesurdur. Yurtları ise müreffehtir. Destanda, düşmandan gizlenerek tılsımlı yurda gidip, orada kalma konusundaki anlayışın kökleri çok eskiye dayanmaktadır. 

Türklerin kozmogonik görüşlerine göre insanlar, Tanrılara dağlar üstünde rastlamış ve onlara tapmışlardır. Tanrıya gökyüzüne, dağlara ve tepelerin üstüne çıkılarak ulaşılır diye inanıyorlardı. 

Eski Yunan kaynaklarında da doğuda; mutlu,güzel, müreffeh Giperlera halkının yaşadığı hakkında kayıtlara rastlanır (Kaşgarlı,1991)

Milâttan önce VII. yüzyılda doğuya seyahat eden Yunan Aristey'in hatıralarında da bunun gibi bilgilere rastlanır (Änoxin). Aristey, bu seyahatini destan olarak anlatmıştır. Bu destan, Türklerin yurdu hakkındaki en eski yazma kaynaklardan biridir.

Aristey, “Arimaspeya” destanındaki Arimasplar için "Onlar, sıradan insanlar değil, ilâhî güç ve kuvvete sahip halktırlar." der. Destanda bu halk, demirciliği, büyücülüğü, aleve hâkim olmayı bilir. Yurtları cennet gibidir ve insanları tek gözlüdür. 

Kaynaklarda tekgözlüler hakkındaki mitlerin tarihî esasa dayandığı yazılmıştır (Sülåymånovä, 1991).Özellikle Türk kavimleri, başlarına demirden miğfer giymişlerdir. Bunu yanlış yorumlayan Yunanlılara Arimasplar, bir gözlü devler şeklinde tecessüm etmişti. 



Arimaspi bir Griffon'un üstünde, MÖ.340 (İskit Başlığı ile !)


Umumî olarak Aristey'in doğu hakkındaki destanı, Yunan edebiyatına büyük bir ölçüde nüfuz etmiştir. Orada Arimaspların sihirli güce sahip olduklarından bahseder. Cennet gibi yurt hakkındaki bu kaynak, demirciliğin ve medeniyetin vatanının Orta Asya ve Altay etrafındaki yerler olduğunu belgelemektedir. 

Kuzeyde bulunan "cennet gibi yurt" hakkındaki rivayetlere Çin kaynaklarında da rastlanır. Eski Çin mitlerinde; "kuzeybatıda çok zengin, müreffeh ve güçlü İmu memleketi vardır" denir. İmu, tıpkı Aristey'in tasvir ettiği gibi tek gözlüler memleketidir. 

Bunun dışında Hint mitlerinde de kuzeydeki tekgözlü insanlar hakkında bilgiler vardır. Demek ki tek gözlü insanların memleketi gerçektir. Buradaki halk demirden miğfer giydikleri için böyle tasvir edilmişlerdir.Bahsedilen bu halk Baktriya ve Hindistan'ın kuzeyinde, Çin'in kuzeybatısında,Yunanistan'da ve Uzakdoğu'da yaşamıştır. 

Haritaya bakarsak bunun Orta Asya, Sibirya ve Altay ülkeleri olduklarını görürüz. "Cennet gibi yurdun" aynen bu sınırda olduğuna Yunan, Çin ve Hint kaynakları şahitlik eder. 

Bunun dışında, dağ arasındaki tılsımlı yurt anlayışı Özbek sözlü edebiyatında da muhafaza edilmiştir. Özellikle, Malike-i Ayar(Ayar, “kurmay” demektir.) destanı tılsımlı ve güçlü Türkistan hakkındadır. 

Avaz,Malike-i Ayar'ı (kurmayı) bu memleketten kaçırarak gelir. (4) Türkistan'da destan kahramanları altından, metalden arslan yaparlar. Bu bölüm, Türklerin demircilikle eskiden beri uğraştığını teyit eder. 

Sibirya Türklerinin etnografisini araştıran V.Radlof’un yazdığına göre, Altay ve Sayan dağları altın ve bakır yönünden zengindir. Buna göre söyleyebiliriz ki; bu yerin eski ahalisi bakır ve altın gibi çeşitli metalleri kendileri kazarak çıkarmış, bunlardan çeşitli eşyalar yapmışlardır (Pyankov, 1978). 

Radloff, Altayların 180 türde bronz eşyanın yanında, küpe, yüzük, boncuk yaptıklarınıda söyler. Keza Altayların eski mezarlarında da metal, altın, bakır, gümüş, bronze şyaları bulunmuştur. Milâttan önce 3000 yılının başıyla ilgili kazıda Malike Şubad’ın mezarında çok ince ve sanatkârane işlenen mücevherler ve metal eşyalar bulunmuştur (Arxialogiçeskix, 1961). Altaylar ve Sümerlerin gümüş bir masa üstünde, mezara demir eşyalar koyma âdetleri aynıdır. Bazı âlimler bu benzerliğe dayanarak, eskiden bu halkların dininin aynı olduğu fikrindedirler. 

Rus âlimi I. Ragozine, çok içtenlikle elindeki Sümer ve Türk kaynaklarına dayanarak şöyle der: 
Bunlar topraktan yararlanmayı, madenciliği, demiri işlemeyi bu yere getirdiler. Ayrıca onlar bataklık yerleri kurutup kanallar kazarak buraları verimli hâle getirdiler. Taşlardan ve tuğladan evler yaptılar. 

Bu tip evleri ilk yapanlar Sümerlerdir. Akad yani “dağ”, “kaya”kelimeleri bile bu halkın dağlı yurtlardan geldiğini belirtmektedir. Asıl vatanları olan Dicle ve Fırat ırmaklarının kuzeydoğusunda yerleşerek, kendilerini Elâm diye adlandırmalarına rağmen onların esasen eski Türk kavmine mensup oldukları gerçeğe daha yakındır.  Sibirya'daki Altay (dolayısıyla Ural) sıradağlarının eskiden demir madeni/ocağı olduğu bilinir. Bu ülkede Turan kavimlerinin yaşadığı, sonra güneye ve kuzeye doğru dağıldıkları, ayrıca onların bir kısmının orada da göçebe hayat sürdürdükleri dikkate alınırsa, Sümer ve Akadların ilk önce bu ülkede yaşadıklarını anlamak da kolay olur. Ural-Altay halklarının sözlü kaynakları ve yadigârları da bunu teyit eder. 

Castren, inceleme ve araştırma sonuçlarına göre, onların (Sümerlerin) dünya yaratıldığından ve büyük felâketlerden beri, (yeryüzünü suların basması kastediliyor.) bu güne kadar dedeleri, babaları Altay'ın derya ve ırmaklarından su içerdi. Onların tılsımlı vadide (cennet gibi yurt) yaşadıklarını göstermek için güzel efsaneyi örnek olarak verir. 

Efsaneye göre bu vadi, dört taraftan geçilemez kayalarla çevrilidir. Onların ecdatları nice yüzyıllar bu vadide yaşadılar. Neticede vadiden çıkıp gitme, onu genişletme yolunu aramışlar, ama bulamamışlardır. O zaman kavmin nalcılarından biri kayayı inceler bakar, onun baştan sona demir olduğunu tespit eder. Onun teklifiyle büyük bir ateş yakarlar, çekiçlerle kayayı eritirler. Böylece aşılmaz kayadan kendilerine yol açarlar. Bu efsane, demiri işlemenin sarı kavmin temel uğraşı, işi olduğu hakkındaki görüşleri tasdik eder. 

Sümer ve Akadlar da bu konuda mahirdirler. Keza, bu onların mezarlarında bulunan altın ve sanatkârane bir şekilde demirden yapılmış eşyalarda da görülür (Ayår, 1998).

E. Ragozina'nın örnek olarak verdiği efsane daha önce bahsedilen efsanenin aynısıdır.Aslında demirciliğin keşfedilmesi ve işlenmesi medeniyetin başlangıcıdır. Altay ve Ural sıra dağları arasında yaşayan Türk kavimlerinin kendilerine yurt arayarak, dağ sıralarını aşıp Kafkasya’yla Mezopotamya'ya gelmesi ve oradan da dünya uygarlığını başlatması hakikattir. 

Altay ve Ural dağları arasında yapılan arkeolojik keşifler de eskiden buralarda uygarlığın ilk unsurlarının mevcut olduğunu göstermektedir. 

Asıl Altaylı kavimlerin Ural'la Kafkasya'ya, oradan Ağrı dağından başlayan Dicle ve Fırat deryaları boyunca uzanan düz, ekin ekmeye elverişli yerlere kadar gitmeleri gerçeklere uzak değildir. Çünkü Türklerin büyük göçleri hakkında çeşitli efsaneler, masal ve destanlar mevcuttur. 

Yazılı kaynaklar, “Alpamış” destanında da bunun gibi göçten bahseder.Gerçi destanın yazıya geçirilmesi IX.-X. yüzyılda olsa da göç olayı muhtemelen çok eskiden vuku bulmuştur. 

Avrupa'ya göç eden Hunların, Bulgaristan’a ve Macaristan'a yerleşen Bulgarlarla Macarların ve Anadolu Türklerinin göçmen kavimler olduğu bugün için sır değildir. Bunların sulak yer aradıklarını (su-yer, Sümer) ve Mezopotamya'ya doğru gittiklerini tasavvur etmek için büyük bir deha olmaya gerek yoktur. Çünkü nehirlerin doğduğu yerler ve uzunlukları Sibirya ırmaklarını hatırlatmaktadır.  Onların bu yerlerde kendilerinin ata yurtlarının tabiatına has manzaraya rastlayabilmeleri tabiî idi.

 E.Rogozina, Castren incelemesinde dünyanın yaradılışından, yahut da umumî bir afetten bahseder. Burada anlatılan su baskını, onların ecdatlarının Altay civarında yaşadığı yer hakkındaki efsane için kıymetli sayılır. Bu, Sümerlerin “Gılgamış”ı daha doğrusu“Bılgames”idir. 

Esasında bu, Akadlarca yaratılmışlar, baş kahramanı da Gılgamış (Ölmeyen Adam/Herkesi Gören Adam) olmuştur. Destanda da umumî afet olan subaskını hakkında rivayetler vardır. 

Ötnapistum'un Gılgamış'a söylediği su tufanı hakkındaki kaynak, eski bir yazmadır. Gılgameş'e göre bu tufanla ilgili Nuh Aleyhisselâm hakkındaki rivayet, Yahudîlere “Tevrat”la malûm olmuştur. Su tufanı hakkında “Tevrat”tan daha eski kaynak olarak 1960'lı yıllara kadar bu destan kabul edilmiştir. 

Babildeki Anişurbinapli kütüphanesinin bir kısmı bulununca, en eski kaynağın Gılgamiş destanı olduğu kesinleşti. Burada dikkati çeken şey, E.Ragozino'nun da muhtemelen buna dayanarak Sümerleri Türk kavmi olarak kabul etmesidir. Su tufanı hakkındaki efsaneleri mukayese edildiğinde, bunlardaki benzerlik artık tesadüfî bir benzerlik olmaktan çıkar. 

İlk önce su tufanıyla ilgili Altayların efsanelerini ele alalım: 

Tufan olacağını ilk önce demir şoklu, mavi tüylü bir teke haber vermiştir. Mavi teke yeryüzünü yedi gün dolaşarak bağırır. (Demir şoklu, mavi teke bize göre totemlerdeki tanrılardan biri olmalıdır.)

Sonra da müthiş bir soğuk başlar. Yedi aziz kardeş vardır.Onlara tufan olacağı haber verilir. Erlik, Ölgen'de (tufandan sonra tanrı huzuruna geçerler.) olan ağabeyiyle bir gemi yapar. Her tür hayvandan bir çift alıp gemiye koyarlar. Tufan bittikten sonra Ölgen, bir horoz gönderir. Horoz soğuktan ölür, sonra da bir kaz gönderir. Kaz da gemiye dönmez. Üçüncü defa bir şahin (kuzgun) gönderir. O da gemiye dönmez. Çünkü o, bir leş bulup yemeye başlamıştır. Kaz karanın görüldüğünü fark eder. Bu yedi kardeş gemiden çıkarlar. 

Bir başka Altay efsanesinde tufan şöyle tasvir edilir: 

“Ölüler dünyasındaki Namo adlı adama tufan olacağı söylenir. Ondan bir gemi yapması istenir. Namo'nun Boliksa, Sorul, Saozunul adlı üç oğlu vardır. Hepsi bir araya gelerek bir dağın tepesinde gemi yapar. Onlar, gemiye insanlardan ve diğer canlılardan birer çift alırlar. Daha sonra tufan başlar. Namo'nun gözleri iyi görmemektedir. Gemidekilere “Bir şey görüyor musunuz?”diye sorar. Efsanedeki söylenişe göre Namo'nun gemisi tufana dayanır. Nihayet su azalınca gemi, Jumalay (Gimalay) ve Tulutti dağlarına oturur. Namo da birinci efsanede olduğu gibi karayı bulmak için ilk önce şahini (kuzgunu), sonra kargayı, daha sonra da saksağanı gönderir. Dördüncü defa da bir güvercin uçurur. O da karayı gördüğünün müjdesiyle döner. Tufandan sonra Namo, tanrıların yanında yerini alır (Radloff ve İz Sibiri, 1989). 

Tufan hakkında diğer Türk boylarının da efsaneleri vardır. Ama burada Sümerlerin su tufanıyla ilgili efsaneleriyle karşılaştırılmak üzere Altayların efsaneleri esas alındı. Sümerlilerin su tufanı hakkındaki efsanesiyle Altay efsanelerinde sadece sanat manzaraları, kahramanları ve hareketlerinin netliğiyle dikkat çeker. 

Bu da şuna bağlıdır; Gılgamış hakkındaki destan Sümer Ra'ları tarafından tekrar tekrar söylenmiştir. Sonuçtada yazılı hâle getirildiği zaman icracıların güzel ifadeleri karışmıştır. 

Milâttan önceki 2100 yılından daha da önce bir çömleğe yazılmış olan ve Pensilvanya Üniversitesi profesörü Gilpreht tarafından tetkik edilen Sümerce su tufanı efsanesi, Gılgamış'ın ya da başka bir eserin bir kısmı olabilir. Belki de bu, Gılgamış hakkında bulunan beş koşuğun devamıdır. Bu konuda hâlâ ortak bir görüşe varılamamıştır. 

Ana efsane, Sümerce yazılması yönüyle de kıymetlidir. Efsaneye göre Zingiddu veya Zinzuddu tanrılarının huzurundaki itaati, ibadetinden dolayı tufan olacağını haber alır ve büyük bir gemi yapar. Tufandan da bu sayede kurtulur. Çömleğe yazılmış olan efsane şöyledir: 

“Tipi ve tufan, yeryüzünde yedi gece yedi gündüz sel şeklinde devam eder. Gemi ise azgın dalgalara çarparak yüzmeye devam eder. Sonra Tanrı-Güneş görülür. Bu, aleve ve güneşe sığınan, onları tanrı bilen ecdatlarımızı hatırlatır. Sonra Zinzuddu güneş tanrısına, koyun ve öküzü kurban eder. Zinzuddu, tanrıların ebedî yaşama mükâfatına nail olur (Avdiyev, 1948b).

Akadların “Ölmeyen Adam” destanında da bu Sümer destanıyla benzerlikler görülür. Ab-ı hayat içerek, ebedî hayata erişen Ötnapiştum'un ebedî hayatı arayışı, Gılgamış'taki su tufanını andırır. 

Biz, burada efsaneyi tam vermek yerine onun kısa bir özetini veriyoruz: 

Tanrılara itaat ve ibadet eden Ötnapiştum, tanrıların yardımıyla bir gemi yapar ve ona bütün canlılardan birer çift yerleştirir. Tufan başlar. Gemi yedinci gün bir dağın yanında durur. Ötnapiştum karanın görünüp görünmediğini öğrenmek için önce bir güvercin, sonra kırlangıç, daha sonra da bir karga uçurur. Karga, karanın gözüktüğünü haber verir. Dağda Ötnapiştum, tanrılar adıyla kurban keser. Tanrılar daona, ebedî hayatı bağışlarlar.

Bu efsanenin metni Babil kütüphanesinde muhafaza edilmektedir. 

Gılgamış hakkındakiSümer ve Akad destanlarının Küçük Asya'daki mitlerin tamamında, dolayısıylaYahudî, Yunan mitlerinin meydana gelmesinde de, tesiri vardır. Bunları göz önünde bulundurarak Ötnapiştum efsanesiyle “İncil”deki Nuh (Noy) peygamber hakkında anlatılanları karşılaştırırsak, bu iki efsane arasında hiç bir fark olmadığını görürüz. 

Hatta şunu da söyleyebiliriz: “İncil”deki Nuh (Noy) peygamber hakkındaki bölüm, “Ölmeyen Adam” destanının kelimesi kelimesine tekrar edilen nüshasıdır. Kur'an'da geçen bazı ayetlerde ve Muhammed Aleyhisselâmın hadislerinde, Musa peygambere indirilen mukaddes kitabın sonradan bozulduğu ve değiştirildiği geçmektedir. 

“İncil”in su tufanıyla ilgili bölümünü okuduğumuzda, hem Sümerlerin maddî ve manevî başarılarına, hem de bunun yazılı kaynaklarının varisleri olan Babillilerin tesirinde şekillenen Yahudî mitolojisinin ifadesi olduğuna şahit oluruz.

C. Frezer ise bu benzerliği doğrudan doğruya “aynen tekrarı” diye değerlendirir (Ragozina, 1903).

Sümer ve Akad efsanelerini örnek almamızdaki gaye; aslı Sami dilleri grubuna mensup olan Akadlar’ın M.Ö. 5000 yılından 2000 yılına kadar geçmişteki binlerce yıl içinde Sümerler’in tesirinde şekillenerek, devletlerinin adını da Sümerce adlandırarak Sümer tanrılarını ve mitolojisini kendilerininki gibi benimsemeleridir. 

Bundan dolayı Akad kaynakları, Sami dilindeki halkların mitolojisi olarak değil, Sümerler mitolojisi niteliğinde değerlendirilmelidir. 

Altay ve Sümerlerin su tufanı hakkındaki efsanelerinin umumî benzerliklerinin dışında hareket, olay, hatta bazı ayrıntıları bile aynen tekrarlanır ki, buna da "tesadüftür." demek çok zordur. 

Kuşun uçuruluşu, uçurulan kuşların birbirine benzer olması, her iki efsanede de geminin dağa ulaşarak durması ve neticede her iki efsanede de ebedî hayata/tanrılığa ulaşılması -ebedî hayatın sadece tanrılara has özellik olduğunu da dikkate alırsak, Namo, Ölgen, Erlik’in tanrı olmasıyla Zinzuddu ve Ötnapiştum’un ebedî hayata ulaşmaları arasında fark olmadığını, belki de aynı şey olduğunu anlarız- iki efsanenin kaynaklarının aynı olduğunu gösterir. 

Bunun dışında her iki efsane Türklerde Nuh peygamber hakkındaki rivayetin “İncil”e kadar da malûm olduğunu gösterir. Binlerce yıl boyunca sözlü gelenekte ağızdan ağıza dolaştığı için isimlerin değişmiş olması tabiîdir. 

Her iki efsaneyi de birleştiren bir başka kaynak da“Kısasü’l-Razguzî”dir. Bu eserde Türk kavminin kökünün Nuh peygambere bağlanması, bu meselenin açıklığa kavuşturulmasında bize yardımcı olur. 

“Kısasü’l-Razguzî, Şecere-i Terakime, Oğuzname” ve benzeri birçok eserde Türklerin atasının Nuh'un oğlu Yafes olduğu geçer. Su tufanından sonra Nuh, en küçük ve çok sevdiği oğlu Yafes'e, Turan yerini verir. Orada Yafes’in evlâtları dünyaya gelir. 

Türk şeceresinde bütün asırlarda işte bu soy ağacı örnek alınır. Eğer Türk, Yafes’in oğlu ise Nuh peygamber hakkındaki efsanenin Türklerde ağızdan ağıza dolaşarak günümüze ulaşması doğaldır. İşte bu dönemlerde isimlerin değişmesi de tabiîdir.

Tufan hakkındaki efsanelerin benzerliği, bize mitolojik tasavvur ve düşünceleri mukayese etmeye imkân sağlar. Olcas Süleymanov, Sümerlerin mezarından bulunan eşyaları, Altayların mezarlarından bulunan eşyalarla karşılaştırarak, bunların birbirine çok benzediğini tespit etmiştir. 

Özellikle, Sümerlerin hayat veren tanrıçası İştar hakkındaki tasavvurlar Türk boylarınınkine çok yakındır. Moğolistan’dan Macaristan'a kadar kadın tanrıçaların heykelleri bulunmuştur. 

Onların mitolojik vazifeleri İştar'un vazifesiyle aynıdır.Türklerin bereket/üretim tanrıçası Umay'ın, hem hanedanın hem de çocukların tanrıçası sayılmasını da buna ekleyebiliriz. 

Çocuk görme, ölümden kurtarma, Umay’ın vazifelerindendir. O, hayat veren İştar’u hatırlatır. 

Altay mitlerinde Ölgen, gök ; Erlik Han yeryüzü tanrısıdır. Sümer mitlerinde Enlil, gök tanrısı; Enki ise yeraltı tanrısıdır. 

Türkler eskiden dünya üç âlemden ibarettir diye tasavvur etmişlerdir: gökyüzü, yeryüzüve yeraltı... 

Sümerlerde de aynı şey söz konusudur. 

Türkler güneşi mukaddes sayarlar,ona tanrı derler. 

Sümerlerde de güneşe tanrı denir. 

Hatta Ötnapiştum’la ilgili efsanede Güneş-Tanrı’ya kurban kesildiğini bile okumuştuk. 

Türkler yeraltı dünyasına “Gidilse Dönülmez Ülkesi” demişlerdir. 

Aynı adlandırma Sümerlerde de vardır. 

Sümerce ve Türkçe arasındaki benzerlikler, efsaneleri, kozmogonik bakışları, dünya hakkındaki düşünceleri, örf-âdetleri mukayese edildikçe çok daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. 

Dolayısıyla, Türk âlimleri “Sümer-Türk Devleti”, “Sümerce-Türkçe”konusundaki görüşleri çoktan kabul etmişlerdir. 

Murat Uraz, Sümer efsaneleri eski Türk efsaneleriyle karşılaştırdığında söz konusu efsanelerin kaynaklarının bu olduğu kanaatine varmıştır. 

O, Türk boylarının efsanelerindeki mağara, dağ, Tanrı benzerlikleri ve kötü ruhlar, yeraltı dünyası, gökyüzü (felek), dünyanın yaratılışı, tabiatla olan münasebetlerindeki benzerlikleri ortaya koymuştur. 

Biz, Türklerin ve Sümerlerin âlem hakkındaki düşünce ve tasavvurlarını, onların mitolojisi hakkında ayrı bir makale yazacağımız için bu yazımızı mitlerdeki genel benzerliklerle sınırlıyoruz. Çünkü elimizdeki belgeler, Sümerlerin Türk kavmi olduğu konusundaki faraziyenin hakikate yakın olduğuna dair esas belgelerdir.


Doç.Dr. Cabbar IŞANKULU
Aktaran: V. Savaş YELOK
G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Türk Dili Bölümü Ankara-TÜRKİYE
G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi Cilt 22, Sayı 3 (2002) 183-197



DİPNOTLAR:
1) Sümer ve Türk mitolojisinin mukayesesini sonraki makalemizde inceleme düşüncesinde olduğumuz için burada geniş bir şekilde ele alınmamıştır.
2) Age. 
3) Bugüne Murat Uraz 9 Mart diyor. Anlaşılan o, ay ve güneş yıllarına göre hesaplama yaparken yanılmıştır. Çoğuna göre bugün 19-21 Marta tekabül eder. Yani yeni gün önceden 21 Mart, yaniNevruz günü sayıla gelmiştir.
4) Age., s. 16


KAYNAKLAR
Süläymanov, U., 1975, Azi Ya, Alma-Ata. 
Uraz, M., 1991, Türk Äsåtirläri, Sirli Åläm Curnäli, s. 1-17.
Ävdiyev, V. İ., 1948a, İstoria Drevnogo Vostoka, OGİL, Gospolitizdat, s. 41.
Kâşgarlı Mahmut, 1960a, Divanü Lugati’t-Türk, c. I, s. 40. Kâşgarlı Mahmut, 1960b, Divanü Lugati’t-Türk, c. III, s. 252. 
Alpåmiş Dåstånı, 1998, Tåşkent, s. 97.
Epos O Gılgameşe, s. 12.
Kâşgarlı Mahmut, 1991, Divanü Lugati’t-Türk, c. I. 
Änoxin Ä. V., Materialı Po fiamanstvu Altaytsev, Sb. MAE., c. IV. 
Sülåymånovä F., 1991, fiarq va ⁄arb, Fan., Tåşkent, s. 11. 
Pyankov İ. V., 1978, Antiçnost İ Antiçnie Tarditsii V Kulture İ İskustve Narodov Sov.Vostoka M., s. 184. 
Arxialogiçeskix S. L., 1961.
Ayyår, M., 1988, Özbek Xalk İcådi, T.
Radloff V. V., İz Sibiri, M., 1989, s. 421. 
Ävdiyev, V. İ., 1948b, İstoria Drevnogo Vostoka, OGİL, Gospolitizdat, s. 23.
Ragozina, Z., 1903, İstoriya Xaldei, Spb., s. 160-170



Özbek Türkçesinden aktarılan bu makalede Türk dili ile Sümer dili arasındaki ilişkiden yola çıkılmıştır. Yazar sadece ortak kelimeleri değil Türk boylarının destanları ile Sümer destanları arasından benzerlikleri esas alarak, Sümerler ile Türkler arasındaki akrabalığı tespite farklı bir yönden yaklaşmıştır.



11.Tablet, Sumer Gılgamış/Bilgameş ve Tufan


____________________














(...) Altayların güneyinde , Tiyenşan'da Çinliler ve müslüman yazarlarca korunan bütün töreler, burada hatırlanmayacak kadar eski zamanlarda oturan TÜRK-TATAR TOPLULUKLARIN EN ESKİ TARİHLERDEN İTİBAREN DEMİR İMALATIYLA MEŞGUL OLDUKLARINI VE YÖNTEMLERİNİ ÇOK İLERİ AŞAMALARA GETRİDİKLERİNİ GÖSTERMEKTEDİR.

Bunlar, Çindeki Miao-tseu'lerin ve Yunan ve Latin yazarların Seres (Kuzey Çin Halkları) dedikleri grubun bir kısmını oluşturan Tibetli kabileler içinde yer almaktadır. Bahsettiğimiz Miao-tseu'ler Çin göçünün ulaşmasından önce, yani İSA'nın DOĞUMUNDAN EN AZ YİRMİBEŞ ASIR ÖNCE, DEMİRİ İŞLİYORLARDI . 


Lenormant
devamı için




.....









Arimaspiler, Dağlı Altaylı İskitler




Eski Yunan kaynaklarında da doğuda; mutlu, güzel, müreffeh Giperlera halkının yaşadığı hakkında kayıtlara rastlanır (Kaşgarlı, 1991)

Milâttan önce VII. yüzyılda doğuya seyahat eden Yunan Aristey'in hatıralarında da bunun gibi bilgilere rastlanır (Änoxin). Aristey, bu seyahatini destan olarak anlatmıştır. Bu destan, Türklerin yurdu hakkındaki en eski yazma kaynaklardan biridir.

Aristey, “Arimaspeya” destanındaki Arimasplar için "Onlar, sıradan insanlar değil, ilâhî güç ve kuvvete sahip halktırlar." der. 

Destanda bu halk, demirciliği, büyücülüğü, aleve hâkim olmayı bilir. Yurtları cennet gibidir ve insanları tek gözlüdür. Kaynaklarda tek gözlüler hakkındaki mitlerin tarihî esasa dayandığı yazılmıştır (Sülåymånovä, 1991)

Özellikle Türk kavimleri, başlarına demirden miğfer giymişlerdir. Bunu yanlış yorumlayan Yunanlılara Arimasplar, bir gözlü devler şeklinde tecessüm etmişti. 

Umumî olarak Aristey'in doğu hakkındaki destanı, Yunan edebiyatına büyük bir ölçüde nüfuz etmiştir. Orada Arimaspların sihirli güce sahip olduklarından bahseder. Cennet gibi yurt hakkındaki bu kaynak, demirciliğin ve medeniyetin vatanının Orta Asya ve Altay etrafındaki yerler olduğunu belgelemektedir. 

Kuzeyde bulunan "cennet gibi yurt" hakkındaki rivayetlere Çin kaynaklarında da rastlanır. Eski Çin mitlerinde; "kuzeybatıda çok zengin, müreffeh ve güçlü İmu memleketi vardır" denir. İmu, tıpkı Aristey'in tasvir ettiği gibi tek gözlüler memleketidir.


Doç.Dr. Cabbar IŞANKULU'nun
Kaybolan Cennetin Peşinde Makalesinden
(bir sonraki yazı)



İlk antik Yunan kaynaklarına göre bizim merak ettiğimiz topraklarda İssedonlar, bir gözlü Arimaspiler, ve "Altını Muhafaza Eden Akbabalar" yaşıyordu. 

İlmi araştırmalara dayalı olarak Arimaspilerin Doğu Kazakistan'da oturan göçebeler olduğu bilinmektedir, efsanevi "Altını Muhafaza Eden Akbabalar" ise dağlı Altay İskitleridir.

Eski zamanlarda Dağlı Altay'da altın çok miktarlarda çıkarılmıştır. Arimaspiler, hem arkeolojik hem de antropolojik açıdan Pazırık kültürüne sahip göçebelerdir ve Dağlı Altay İskitleri ile aynı köktendir.

Dr. Kılıç OSMANOV'un BOZKIR KAVİMLERİNDEN AZLAR makalesinden.  link:

Hermitage Müzesi, anahtar kelime : Arimaspi


___________________





21 Ekim 2012 Pazar

AVARLAR - AHMET TAŞAĞIL / 3




Bayan Kağan Büstü -Recep Yazıcıoğlu Parkı, Denizli


Hunlar’dan sonra Avrupa’yı sarsan ikinci Türk kavmi olan Avarlar’ın menşei konusunda çok uzun tartışmalar yapılmış. Fakat artık onların Türk olduğu ilim alemine kabul edilmeye başlanmıştır. Bunların menşeinin Türk olduğunun ortaya çıkması arkeolojik kazı ve araştırmalar sayesinde olmuştur.


Avarlar’ın Moğol olduğunu iddia edenler şu delilleri sürmüşlerdi; her şeyden önce Th. Simokattes’in verdiği yanlış haber, yani Gök-Türk’lerin önünden kaçan ve Bizans’tan yerleşecek yer isteyen Juan-Juanlar (hakiki Avarlar) ile yine o tarihlerde Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa içlerine kadar giden Avarlar’ı (1) aynı kabul etmiştir (2)


Moğol kabileleri arasında War-Khun (Var-Hun) adını hatırlatan Var-Guni (Bar-Guni) adlı kabilenin yaşadığının tesbit edilmesi, Macaristan’daki Avarlar’a ait mezarlarda Mongoloid insan iskeletlerine tesadüf edilmesi, Avar Hakanı Bayan’ı isminin Moğolca olduğu iddiası v.b. sebeplerle Avarlar’ın kesinlikle Moğol olduğunu söyleyememiştir. Bunun sebebi hiç şüphesiz kaynakların çelişkili olmasıdır.


Bu arada Avarlar’ın Fin-Ugor (Gy. Laszlo) veya Ogur (Artamotov ve Gumilev) olduğunu iddia edenler de olmuştur. Aslında meselenin esasını anlamak için şu noktaların iyi bilinmesi gerekir; her şeyden önce Bizans tarihçisi Priskos (5. yy. ortaları), daha Orta Asya’da Juan-Juan hakimiyeti çökmeden 100 yıl önce (461-465 hadiseleri), Batı Sibirya’da Avar kavminde bahsetmektedir. Diğer bir kaynak olan Zakharias Rhetor (550’lilerde) yine Moğolistan hadiselerinden önce batıda bir Abar topluluğundan bahsetmektedir. 


Ayrıca Grek coğrafyacısı “Strabon” M. 1. yy.’daki eserlerinde “Abar-Noi” lardan bahsetmekte ve eski Grek efsanelerinde karışık olarak “Abaris” adının geçtiği bilinmektedir. 


Bu izahatlardan anlaşılacağı üzere Avrupa’da devlet kuran Türk-Avar (Abar)’ların 555 yılında tamamen yıkılan Moğolistan Juan-Juan’ları ile ilgisi olmadığı açıktır (3). Aslında dikkate değer bir husus da yukarıda adını bahsettiğimiz Simokattes’in eserinde Hakiki Avar ve sahte Avar diye ayırım yapmış olmasıdır. Bu kayıttaki incelemelere göre Sahte Avarlar aslında Batı Türkistan Kuzey Kafkasya arası ve Don-İtil (Volga) nehirleri dolaylarındaki Ogurlar’a komşu olarak yaşayan ve Bizans kaynaklarında (Menandros 6. yy. sonlarında) Avar adı ile anılan War-Khon (yani Var ve Hun adlı iki kabile)’lardır ki Gök-Türkler, Hunlar gibi Y’li Türk lehçesini konuşan bu iki Türk grubu önce 350 yılını takiben bağlı oldukları Juan-Juan idaresini terk edip batıya yöneldiler. Türkistan-Afganistan’da Akhun devletinin kuruluşuna katıldıktan sonra da; Juan-Juanlar’ın 458-459 yılındaki Tabgaç orduları karşısında yenilgileri üzerine Moğolistan’daki yabancı hakimiyetten koparak Hazar ile Aral’ın Kuzey sahasına gelen War ve Hun adlı kabileler birliği idiler ve yaptıkları işe uygun olarak Abar (Avar) adını aldılar (4)


Ayrıca Sabar, Hazar adları gibi Orhun kitabelerinde kavim adı olarak geçen Apar (5) sözü bu tarihlerde Juan-Juanlar olmadığı için batıdaki Avarları göstermektedir (6). Avarlar’ın ünvanlarına bakıldığında bunların hepsinin Türkçe olduğu ve diğer Türk devletlerince de kullanıldığı görülür (7). 



Bayan kelimesinin de iddia edildiği gibi Moğolca olmayıp, Türkçe Bay (zengin) kökünden türemiş olduğu ve sadece Moğollar tarafından değil, Bulgar Türkleri tarafından da kullanıldığı ortaya çıkmıştır. Ayrıca Avarlar devrine ait Avusturya, Macaristan, Arnavutluk, Çekoslovakya ve Güney Almanya vb. yerlerde yapılan kazılarda Türk tipine (8) diğer tiplerin (9) yanında dikkati çekecek oranda (%10-15) rastlanmıştır. 



Avarlar’ın Göçü:

Avrupa’ya göçlerinden önce Avarları Priskos’un eserinde kayıtlı olarak 465 yılı civarında Barköl havalisinde olduğunu görmekteyiz (10). Bu sırada Avarlar Ogurlar’a komşu idiler ve onların doğusunda bulunuyorlardı. Bundan az önce yani 461 yılında Sabarlar Avarlar karşısında yerlerini terk ederek batıdaki Ogurları da yerlerinden itmişler ve Kafkaslar’a doğru ilerlemişlerdir.


Avarlar önce Sabarları dağıtarak Kafkaslara doğru ilerlediler. Daha sonra da İranlı Alanları ve Ogurları hakimiyetlerine aldılar. Bu sırada Kafkaslar’da asker toplamakta olan Bizans kumandanı Justin’e haber göndererek, onunla temasa geçtiler ve daha sonra Kandik adlı elçiyi İstanbul’a gönderdiler (558). İstanbul’a gelen Kandik, burada Avarlar’ın kudretinden ve hiçbir kavmin onlara karşı duramayacağından uzun uzun bahsetti. O sıralarda Balkanlar’da ve Dalmaçya’da ansızın harekata girişen Ogurlar ile meşgul olan imparator Justinianos Avarlar’dan istifade etmek istedi. Silahdarı Valentinos’u elçi olarak Avarlar’a gönderdi. Valentinos Avarlar ile bir anlaşma yaptı. Bu antlaşmaya göre Bizans her yıl Avarlara “Hediye” (vergi) gönderecek, bunun karşılığında Avarlar Bizans’ın düşmanlarına karşı savaşacaklardı (11). 


Bizans yine de Avarlara güvenmediğinden, her ihtimale karşı Avar akınlarını durdurmak için kalabalık Slav kütlelerinden ve Ant’lardan bir set kurdular. Fakat Avarlar bu seti 562 yılında dağıtarak Tuna bölgesine geldiler. Bu sırada Antlar ve Slavlar Avar hakimiyetine girmişlerdi.Avarlar Orta Avrupa ve Balkanlar’da: Tuna bölgesine yerleşen Avarlar, bu bölgeden Avrupa içlerine, Galia’a kadar uzanan akınlar yaptılar. Söz konusu akınların başarılı olmasında hiç şüphesiz başta bulunan Bayan Hakan’ın rolü büyüktür (12).


562 yılında Bayan Hakan İstanbul’a elçi göndererek, Avarlar’ın Bizans arazisine yerleşmelerini istemişti. Fakat daha evvel (13) başından böyle bir olay geçtiği için Bizans bu teklifi geri çevirdi. Rivayete göre Bizans hükümeti Okunim adlı Avar elçisinden onların esas niyetinin Bizans’a taarruz etmek olduğunu öğrenmişti. 565 yılında Bizans tahtında değişiklik meydana geldi. Justinianos’un yerine Justinos geçti. 


Yeni imparator Avarlara vergi ödemek istemiyordu. Hatta bir ara vergiyi göndermedi. Bunun üzerine Hakan Bayan idaresinde Bizans’a hücum eden Avarlar hızla ilerleyerek Karpatlar’ın orta taraflarını da ele geçirdiler (14).


Avarlar, daha sonra Tuna’nın batısındaki Germen kavimlerinden Longobard’lar ile anlaşarak Gepid kavmini Doğu Macaristan’daki yurtlarından çıkardılar. Daha sonra Longobard’lar Avarlar’dan hoşlanmayıp 568’de Pannonia’a gidince boş kalan Macaristan ovalarına Avarlar hakim oldu. Avarlar bu sırada kendilerine karşı savaş açan Frank kralı Siegebert’i de yendiler. Avarlar daha sonraki yıllarda yayılma hareketlerine devam ederk, zuun muhasaralardan sonra Sirmium (oszek) ve Signidiunum (Belgrad) gibi şehirleri ele geçirdiler. Böylece Balkanlar’ın yolu artık Avarlar’a açılmıştı. 592 yılında (15) Bayan Hakan İstanbul’a yürümek maksadıyla Çorlu’ya kadar geldi. Bu sırada Avarlar’dan korkan İstanbul halkı dehşete düşmüştü. 


Avar ülkesinin sınırları artık Don nehrinden Galia’a kadar uzanıyordu. Avar Hakanlığı Avrupa’nın en kuvvetli devleti haline gelmişti. Bu duruma gelmesinin en büyük sebebi hiç şüphesiz Avar ordusu idi. Orduda asıl çekirdek Türk olmakla beraber yardımcı İslav ve Germen kütleleri de vardı. Yine bu ordu sayesinde Avarlar Pazar şehirlerini ve ticaret yollarını daima elde ve emniyette tutuyorlardı. Bayan Hakanın ömrünün sonlarına doğru Avarlar’ın kısa bir müddet kudretten düştükleri görülmektedir. Özellikle Bizans’ın Sasani savaşlarına ayırdığı kuvvet savaş bitince Trakya’ya geçirildi. Bu suretle kuvvetlenen Bizans ordusu Priskos’un kumandasında 601 yılında Tuna’yı aştı ve Tissa nehri boyunda Avarlar’ı mağlup etti. Savaşta Bayan Hakan’ın dört oğlu birden ölmüştür (16).


L. Rasonyi, Bayan Hakan hakkında; “Bayan Etil (Atilla) ayarında bir şahsiyet değildi. Attilla gibi büyük çapta siyasi hedefi olmadığı gibi alelade kusur sayılacak, iki yüzlülük ve kurnazlık vardı” demektedir (17).


Bayan’dan sonra Avar tahtına geçen yeni hakan önce İtalya’ya yürüdü, burada bulunan Longobard’ları yendi. Zaten Avarlar onların göçlerinden faydalanarak daha önce Pannonya’yı almıştı. Daha da ilerleyen Avar Hakanı 616 yılında Friul şehrini aldı ve yağmaladı. Aynı hakan 613 yılında Bizans imparatoru Heraklius’a tuzak kurmuştu fakat Heraklius bu tuzaktan kurtulmuştu.
626 yılında Avarlar Sasaniler ile anlaşarak İstanbul’u kuşattı. Bu arada Sasani generali Şahvaraz, Anadolu’yu baştan başa geçtikten sonra Kadıköy’e kadar geldi ve karargahını oraya kurdu. İstanbul halkı dehşete düşmüştü. 


Çaresiz kalan imparator Heraklius, Kartaca’ya kaçmayı düşündü. Fakat daha sonra Kafkaslar’a Hazarlar’ın yanına yardım istemeye gitti. İstanbul’un savunması Patrik Sergios ile Patricuis Bonos’a kalmıştı. 


Bu arada Bizans deniz filosu Boğaziçinde dolaşıyor ve Avarlar ile Sasanilerin ortak hareket etmelerini engelliyordu. Bu yüzden kuşatma başarıya ulaşamadı. Avarlar çok zor şartlar altında çekilmek zorunda kaldılar. Bu başarısız çekilme Avar Hakanlığını nüfuz ve itibarını kaybetmesine yol açtı. Az sonra 630’da Avar Hakanı öldü.


Bu hakanın ölümünden sonra Avarlar’a bağlı olan Bulgarlar Hakanlığa kendi reisleri Kubrat (Kourt, Kurt)’ın geçmesi gerektiğini ileri sürerek ayaklandılar. Avarlar bu isyanı bastırdılarsa da Balkanlar’ın kuzeyi Bulgarlar’a geçti. Avarlar’ın bu düşüşü diğer yabancı kabilelere bazı yerlerin terk edilmesi takip etti. Atalarına bırakılmıştı. Bundan sonra Macar ovasında rakip çemberi içine sıkışan Avarlar, 7. ve 8. yüzyıllar boyunca varlıklarını devam ettirdiler.


791 yılında Frank imparatoru Charlemagne Avarlar üzerine tertiplediği seferde, Tuna ile Raab suyunun birleştiği yere kadar ilerledi. 796’da ise oğlu Pepin, Orta Macaristan’daki Avar başkentini ele geçirdi. Artık hızla tarihten silinmeye başlayan Avarlar’ın başında, 805 yılında Hıristiyan olmuş, Teodor adlı bir hükümdar görülmektedir. 


Bu son Avarlar Teodor’un önderliğinde Carnantum ile Sabarlaria arasına yerleşerek tarihten silindiler. 795 yılında Aix-la Chapelle’de vaftiz olan Tudun ünvanlı bir Avar başbuğu daha sonra 799 yılında Frank hakimiyetine karşı isyan etmişler, fakat başarılı olamamışlar, onun arkasından yeni bir Avar başbuğu Zodan’da isyan etmiş, başarılı olamayınca 803’te teslim olmuştur.



Avarlar’ın Doğu Avrupa Tarihindeki Yeri: 


Avarlar 558-805 yılları arasında yaklaşık olarak 250 yıl kadar Orta Avrupa’ya ve Balkanlara hakim oldular, Doğu’da İstanbul önlerinden Batıda Germen ve Frank diyarlarına kadar akınlar yaptılar. Görüldüğü gibi bu kadar geniş bir sahaya hükmeden Avarlar’ın bu bölgede büyük tesir yapması tabii bir hadisedir.


Avarlar sayesinde Doğu Avrupa’nın etnik yapısı değişmiş, Longobardlar İtalya’ya göç etmişler, İslavlar ise Avarlar tarafından kuzeyden getirilerek Vistül, Tuna ve Bohemya havalisine yerleştirilmişlerdir. Aslında İslavların göç ettirilmesinin sebebi Avarlar’ın mahsul ihtiyacını karşılamak için idi. Bu sayede Slavlar Tuna, Vistül ve Bohemya ovalarına yerleşirken gelecekteki Slav devletlerinin etnik temeli Avarlar tarafından atılmış oluyordu. Suriyeli Piskopos Johannes’in tabiri ile “eskiden ormanlardan dışarı çıkamayan Slavlar Avarlar sayesinde disiplinli savaşa alıştılar ve at sürü, gümüş ve altın sahibi sahibi oldular” (18).


Kısacası Avarlar tarafından sistemli bir şekilde göç ettirilmeleri neticesinde, bugünkü Yugoslavya, Çekoslovakya ve Polonya’nın etnik yönden temeli atılmıştır.  Avar ordusunun esasını Türkler teşkil etmesine rağmen yabancı kavimlerden yardımcı kuvvetlerde kullanılmakta idi. Söz gelişi 600 yılında Bizanslılar tarafından esir alınan 17200 Avar askerinden ancak 3000’i Avar Türklerinden, geri kalanların 4000’i Gepid, 8000’i de İslavlar’dan idi (19).


603 yılında Longobard kralı Agilulf, Kremona ve Mantua’nın işgalleri için Avarlar’dan yardım istediği zaman Avar Hakanı Avar kumandanların idaresinde İslav birliklerini göndermişti. Avarlar’ın İslavlar’a askeri bakımdan hocalık yaptığını söyleyebiliriz. Ayrıca Avarlar İslavlar’ı piyade kuvveti olarak ordularında kullanmışlardır. Bütün İslav dillerinde Avar kelimesinin “Obor” şekliyle dev manasına gelmesi, bütün bu söylediklerimizi teyid etmektedir. İslavca’da siyasi teşkilata ait bazı sözler Türkçe’den geçmiştir (Mesela Boyar). 


L. Rasonyi’e göre Eski Türk dini tesirleri de İslav akidelerine geçmiştir. Yine İslavlar’ın VII ve VIII yy.’larda Almanlar’a nazaran daha zayıf olmalarına rağmen Elbe nehrine kadar ilerlemelerinin sebebinin Avarlar’ın desteği olduğu kabul edilmektedir.  Diğer kabilelerden Hırvatlar’da da Avar tesiri görülür. Bunların askeri ünvanlarından “Ban” (20), “Boyar” (21) v.b. ünvanlar Avarlar’dan geçmiştir. Ayrıca Yunanistan’daki Navorino (22) ve Arnavutluk’taki Antivari (23) şehir adları da onların izleridir. 


Avarlar’ın altın açısından çok zengin olduklarını görmekteyiz Felsö Küküllü çevresindeki Firtos buluntusunda diğer takımlar ile birlikte 3000 adet imale hazır Bizans altını vardı. O zamanın tarihçileri 796 yılında Frank kralı Peoin tarafından Avar başkenti ele geçtiği zaman Franklar’ın batıya çok zengin hediyeler götürdüğünü yazmaktadırlar. Arnavutluk’taki Prostovats altın hazinesi Avarlar’a aittir. Ayrıca Nagy Szert Miklos’taki altın hazinenin Avarlar’a ait olduğu ileri sürülmüş ise de Nemeth Gy. Tarafından bu hazinedeki yazının Peçenekler’e ait olduğu ispatlanmıştır. Bu eserlerdeki uslub ve teknik Avarlar’a, Damgalar ise Türk-Bulgarlar’a aittir.


Avarlar’dan günümüze kalan en önemli eserlerden biri de Avar çifte kalıdırki; bu kaval kavimler göçünden ve Doğu Avrupa tarihinden günümüze kalan tek musiki aletidir (24)Avrupa Hunlar’ının silahları ve savaş taktikleri nasıl, o devir Avrupa ordularına misal teşkil ettiyse; Avarlar’ın silah ve savaş taktikleri ve kendi zamanlarında Avrupalılar tarafından misal kabul edilip, benimsemiştir. Avarlar, oklarını muhafaza eden okluklarını bel kemerlerinin sağ tarafına, yayı ise diğer bir muhafaza içinde sol taraflarına asarlardı. Avar yayı birkaç parçadan mürekkep idi. İç tarafa takdim edilen kemik safihalara, Hunlar’a ait mezarlarda da rastlanmıştır. Avar kılıcı ise düz veya eğridir. 


Üzengiyi de Avrupa’ya getiren Avarlardır. Bu üzengiler, daire biçimindedir. Avar harp sanat, Bizanslılar’a da tesir etmiştir. Bizans imparatoru Heraklios ordusunu yeniden Avar usulüne göre teşkilatlandırıldığı zaman Sasaniler’e karşı galip gelmiştir. Bu devirde Bizans ordusu giyim ve silah bakımından tamamen Avarlar’a benzemekte idi. Ayrıca imparator Tactica adlı eserinde açıkça Avar ordusunun taktiklerinden ve giyiminden bahseder.


Avarlar, ölülerini mezara yüzü doğuya bakar şekilde yerleştirirlerdi. Mezar zemini, baştan ayak istikametine doğru meyillidir. Nüfuzlu şahısların cesetlerini, önce deriye sararlar ve bir lahit içine koyarak gömerlerdi. Mezarlara ahiret yolculuğu için kaplar içinde yemek de koyarlardı. Süvari ölünce kendisiyle birlikte atını da gömerlerdi.


PROF.DR.AHMET TAŞAĞIL
Mimar Sinan güzel Sanatlar Üniv.
Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Başkanı
kendi sitesinden alıntıdır.



1)Sahte Avarlar=Pseudo Avarlar.
2)J. Marquart, 1914; Gy. Nemeth, 1930; O. Franke, 1936; W. Eberhard, 1947; bu görüşü kabul etmişlerdir.
3)İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.151 v.d.
4)Büyük Türkologlar’dan Gy. Nemeth’e göre Abar veya Apar kelimesi Aba+r karşı koyan direnen manası taşır.
5)Ktb I doğu 4; II. Ktb doğu 5.
6)İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.154.
7)Bo-Kalabur din adamı-Tudun, Kagan, Tarkan, Bagan, Apsyk, Yuğruş, Bayan= zengin, Kansavci=prens, Kök-elçi, Solak-elçi, Mergen, Kandik gibi…
8)Brakisefal.
9)Fin-Ugor, Germen, İslav, İranlı.
10)A.N. Kurat, Kuzey Karadeniz’deki Türk Kavimleri, s.25.
11)A.N. Kurat, Kuzey Karadeniz’deki Türk Kavimleri, s.26.
12)L.Rasonyi, Tarihte Türklük, s. 79.
13)378’de Vizigotlarla.
14)L.Rasonyi, Tarihte Türklük, s. 80.
15)Rasonyi’e göre 597.
16)R. Grousset, Bozkır İmparatorluğu (terc. Reşat Uzmen), s. 174, İstanbul, 1980.
17)L.Rasonyi, Tarihte Türklük, s. 80.
18)İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.156.
19)L.Rasonyi, Tarihte Türklük, s. 80.
20)Gök-Türkçe Baga-Avar dilinde Bağan, Bulgarlar ile Macarlar’da da mevcut.
21)Boyla Tuna Bulgar devleti.
22)Pylos, aslı Avorino.
23)Bar eskiden Civi Avarorum.
24)L.Rasonyi, Tarihte Türklük, s. 87.
KAYNAKLAR:
1. Strabon
2. Priskos
3. Th. Simokattes
4. Heraklius “Tactica”
5. Zakharias Rhetor
6. Menandros
BİBLİYOGRAFYA:
1. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü.
2. R. Grousset, Bozkır İmparatorluğu.
3. L. Rasonyi, Tarihte Türklük.
4. Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihi.
5. Akdes Nimet Kurat, Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri.








EK:

- Göktürk yazıtlarında Apar olarak geçen Avarlar....(dile göre 'p' 'b' değişimi)
- Avarlar bir bakıma Attila’nın Hunlarıyla aynı kaynaktan geliyorlardı ve belki bu yüzden eski kaynaklar onları 
Hunlardan pek ayırmaz....
- Avarlar da 558 yılında İstanbul'a (Doğu Roma-Constantinople) bir elçilik heyeti göndermişler, bu heyet şehirde çok ilgi çekmiştir. Halk sokaklara birikmiş, bu tuhaf kılıklı, saçları uzun ve örgülü kimseleri görmeye çalışmıştır.
- Devletlerini kaybeden Avarlar zaman içinde bölgedeki halklar (Alman, Slav, Bulgar, Macar, vb.) arasında eridiler. 
Ancak bunun aniden olmadığı kesindir. 10. yy ortalarında Dalmaçya’da bile hâlâ Avarlar vardı.
- Ortaçağ boyunca ülkeyi yöneten ve Bosna ile özdeşleşen Kotroman sülalesinin aslı da, böylece Türklere dayanmaktadır.


Osman Karatay 






Hyperboreanlı Abaris : İskit Efsanesi


Seuthes'ın oğlu olan Hyperborealı Abaris bir şifacı (şaman!) ve Apollo rahiplerindendir. Eğitimini Kafkas yakınındaki Hyperborea'da aldığı, bir salgın yüzünden ülkesini terkettiği anlatılır. Bir aziz, peygamber, filozof gibi konuşması, şifacılığı, İskitli giyimi ve dürüstlüğü ile Yunanlılar arasında saygınlık kazanır.

İskit'in oğlu Seuthes'in oğlu Abaris'in İskit Efsanelerini yazdığı söylenir. Dünyayı efsaneleşmiş oku ile yemeden içmeden dolaşabilir, ok ona Apollo tarafından, ülkesi Hyperboreans'tan Yunaninstan'a giderken verilmiş.



HEREDOT TARİHİ:
Hyperboreliler, IV. Kitap

32 
Hyperboreliler üzerine , ne Skythler, ne de bu bölgelerde oturanlar bir şey söylemektedirler. Belki İssedon'lar bir şeyler söylemişlerdir, ama bence onlar da bir şey söylememişlerdir. Söyleselerdi, Skythler de bunlar hakkında bir şey söylerlerdi, nitekim tek gözlüler için söylemişlerdir. Ama Hesiodos; Hyperborelilerden söz etmiştir. Homeros'un Epigonoslarda yaptığı gibi, tabii sahiden bu destanı Homeros yazdıysa.

( burada itiraf mı var? Homeros'un yazıp yazmadığı, değişime uğramış olması, İliyada'nın Yunanlılaştırılması hala tartışma konusu- SB :))

33:
Bunlar hakkındaki bilgi bize asıl Deloslulardan gelmektedir. Skythiaya buğday saplarıyla bağlanmış kutsal sungular Hyperborelilerin oralardan gelir derler; oradan da uzak, Adriyatik bölgelerine kadar, bir ülkeden öbürüne elden ele verilerek gider; oradan güneye yönelen sungular, önce Yunanistanda Dodonalıların eline varır; oradan Malia körfezine iner ve Euboia boğazından geçer; bir ilden öbürüne Karystos'a yollanırlar; oradan çıktıktan sonra Androsa geçmezler; Karystosdan dosdoğru Tenosa ve Tenosdan da Delosa taşınırlar.

İşte Deloslular bu sungurların adalarına böyle geldiğini söylerler. Ama ilk seferinde Hyberboreliler bunları iki kızoğlan kıza taşıttırmışlar, ki Deloslular bunlara Hyperokhe ve Laodike adlarını verirler ; kendi yurttaşlarından beş kişiyi de yanlarına katmışlar, ki bugün bunlar Delos da büyük saygı görürler ve Taşıyıcılar diye anılırlar.

Ama Hyperboreliler gönderdikleri adamların geri dönmediklerini görmüşler. Acaba sonradan gidecek olan elçilerimiz de dönmeyecekler mi, diye telaş etmişler; bundan sonra buğday saplarına sarılıp komşularına olan sungularını getirip komşularına vermişler ve onların da öbür komşularına vermelerini istemişler. Böylece elden ele Delos'a kadar gelir derler. Ben kendi hesabıma, Thrak ve Paionia kadınlarında da bu sungular için yapılanlara benzer bir görenek olduğunu biliyorum: Kraliçe Artemis adına kurban kestikleri zaman, töreni buğday sapı olmadan yapmazlar.

34:
Bu kadınların saygı gösterdikleri görenek işte budur. - Hyperborelilerden gelen genç kızlar, Delos'da ölmüşlerdir, bunlara saygı olmak üzere bu adada kızlar ve oğlan saçlarını dibinden keserler. Kızlar evlenmeden önce saçlarını keserler; bir çubuğa dolayıp iki bakirenin mezarı üzerine koyarlar. (Türklerde yas ifadesi ve kansız kurban "saçı" !-SB) Bu anıt, Artemis duvarları içersindedir, girişte sola düşer; bir zeytin ağacı gölgeler. Delos delikanlıları da saçlarını bir tutam ota sarar , öbürleri gibi mezarın üzerine bırakırlar. Bu genç kızlara Delos'ta böyle saygı gösterilir.

35:
Gene aynı kaynaktan öğrendiğimize göre, iki Hyperboreli kız, Arge ve Opis de aynı yerlerden geçerek, hem de Hyperokhe ve Laodike'den önce, Delosa gelmişlerdir. Çabuk doğurmak için Eileithyia'ya haraç verirlerdi. töreler böyle geektiriyordu, onlar da bunu yerine getirmek üzere gelmişlerdi; bu Arge ile Opis adaya tanrılarla aynı zamanda gelmişler, öyle diyorlar ve Deloslular onlara saygılarını değişik bir biçimde gösterirler: Kadınlar sıra olurlar, Likyalı Olen'in kızları övmek için düzenlediği ilahiyi okuyarak adlarını anarlar.

Ayrıca opis ve Arge ilasını onların adlarını anarak söyleyen ve onlar adına yardım toplayan İonialılarla adalarda yaşayanların bu adları kendilerinden öğrendiklerini söylerler. (Delos'da okunan eski ilahileri düzenleyen gene de Olen'dir. Olen Likya'dan gelmiştir.)
Sunak üzerinde kurbanın butları yakıldığı zaman külleri Opis ve Arge'nin mezarları üzerine serpilir. Bu mezar Artemis tapınağının arkasına konmuştur; yüzü güneşin doğduğu yöne bakar ve Kea'lıların şölen salonunun hemen yanına düşer.

36:
Hyperboreliler hakkında daha fazla bir şey söylemeyeceğiz. Güya Hyperboreli olan ve elindeki okla hiçbir şey yemeden dünyayı dolaştığı söylenen Abaris söylentisi için bir şey demek istemiyorum. - Eğer Hyperbore'de, yani yeryüzünün en kuzeyindeki ucunda yaşayanlar varsa, şüphesiz en güney ucunda da yaşayanlar vardır. Ve ben bu, "Dünya çevresinde yolculuk"lara bakıp gülüyorum, bunlardan bizde epeyce var ve aklın alabileceği bir bilgi vermiyorlar.....






ilgili: