Translate

kıpçak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kıpçak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ocak 2016 Perşembe

Türklerde Budizm ve Maniheizm





Göktaşından yapılmış Budist 
Heykel en az 1000 yıllık. / haber linki


1938 yılında Tibet'te "köklerini" arayan Naziler tarafından bulundu. Nasıl bulunduğu ayrıntılı olarak verilmiyor, ama göğsüne kazınmış gamalı haç yüzünden, araştırma görevlilerin etkilendiği ve bu yüzden Almanya'ya getirildiği varsayılıyor. Münih'te özel bir kolleksiyona ait iken, ilk kez 2009 yılında bir müzayede ortaya çıkarılmış.


"Demir Adam" adını verdikleri heykelin ağırlığı 10 kilo. 15 bin yıl önce Dünya'ya çarpan nikel-demir yüklü meteordan yapılmış. Başlığına, oturuşuna, elindeki "and kadehine" bakarak kimlerin yaptığını tahmin edebilirsiniz.;)







Ek bilgi:

Öte taraftan Tibet bölgesindeki manastırlarda ele geçen 5 Anadolu Selçuklu halısı da, dönemin kayıtlarındaki bilgilerin doğruluğunu pekiştirmektedir.(Aslanapa 2005:58-59/96-106;İnalcık 2008:37-38; Yetkin 1991:33)




Demir Göktaşları :

Bunların büyük çoğunluğu demir ve bir miktar nikel karışımından meydana gelir.Bir demir-nikel göktaşı örneği Şekil 5’te verilmiştir. Tümüyle demir ve nikelden yapılmış olduklarından, düşüşleri ve yeryüzüne karışmaları sonrasında da keşfedilme olasılıkları çok yüksektir. 


İlk Çağ döneminde, saf demirin en önemli kaynağı demir göktaşları olmuştur. Tarihsel olarak düştüğü kaydedilen bazı meteoritlerin günümüze ulaşmamasında, bunların silah ve diğer malzeme yapımında kullanılışının önemli katkısı vardır. Bu göktaşlarındaki nikelin demire oranı her zaman yaklaşık %12 civarında olduğu için, bir demir malzemenin göktaşından yapılma olup olmadığı, bu orana bakılarak kolayca anlaşılmaktadır.

Türkiye'de Meteor Bilimi Çalışmaları
M. E. Özel
Çağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi,Tarsus/Mersin / link






Buddha - Buddhism

There were many Buddas , but the name specially recalls the greatest of philosophic and pious teachers, Gotama the Tathagata or "saint" the Sakya-muni or monk of the Sakya clan, Siddartha, who when he quitted the sacred grove of Buddha-gaya received the name of Buddha - "the wise teacher".

Enter the path! there are no woes like hates,
No pains like passions, no deceits like sense,
Enter the path! Far has he gone whose foot,
Treads down one fond offence.

Enter the path! There spring the healing streams,
Enter the path! There grow the immortal flowers,
Carpeting all the way with joy-there throng,
Sweetest and swiftest hours.

Right Life
Bhikshu Ananda-Maitriya

Buddihst sculpture then represented angels and gods, demons, paradises, and hells ; though Gotama Buddha had confessed that he knew nothing as to any spirit, god or soul.

The Sakya-muni is represented as a Kol or Dravid rather than an Aryan, and with the curling hair of the aborginal Negrito. He is pictured with the long ear-lobes said to denote goodness, but which belong to non-Aryans. 

Mr.R.Carnac speaks of a Manipuri whose ear-lobes extended two inches beyond his cheeks. Prof.Beal speaks of the Sakyas as Scythian Aryans (! Scythians are non Aryans, but Turanian, and there is no Aryan race, that does not exist. -SB); but the top-knot of Buddha's coiled locks - said to reach to heaven - recalls the conical head-dresses of Turanians from Central Asia : it becomes a pillar of glory in the Amravati sculptures, but proceeds from the throne of the Hindu Bhagavat, thus belonging to lingam worship, not to Buddha. the deified Buddha is in fact Turanian, not aryan at all.

Gotama the Buddha, Siddartha, the Sakya-muni, the "lion (Simha) of the Sakya tribe" was borne to King suddho-dana, "Lord of the Sakyas" , by Maya his queen, at his capital of Kapila-vastu in Oudh in the year 623 BC. according to the historians of Ceylon and Kashmir, and he died in 543 BC at age of eighty.




Yani Buda-Budha bir Saka-Türk prensi...












Tüm "büyük dinler" arasında sadece Budizm, Birinci Türk Hakanlığı'nın aristokrat kesimi arasında popüler olmuştur. Bügüt kitabesine göre (6.yy), Taspar-han Budizmi devlet dini yapmaya çalışmıştır. Hindistanlı misyoner Çinagupta'yı ülkesine davet eden Taspar-han, bir tapınak kurarak, Budist bir cemaat ihdas etmişti.


Onun sarayında Budist-Soğdiyanlar da vardı. Hatta bizzat Bügüt kitabesi, Budist sutralarının belirgin özelliğini teşkil eden Soğd alfabesiyle yazılmıştır. Türk hakanları, Budizmi, gerek Orta Asya ve gerekse Uzak Doğu'daki farklı etniklere mensup tebaalarını ideolojik yönden birleştirebilecek cihanşümül bir din olarak görüyorlardı.


Ne var ki 581 yılında ortaya çıkan sosyo-politik kriz ve akabinde devletin çökmeye başlaması, bu süreci durdurmuştur. Bununla birlikte Budizm, hakanlığın doğu ve batı kesimlerinde daha fazla yaşayarak, Yenisey Kırgızları ile Kimaklar arasında etkinliğini sürdürmüştür. Hatta Kırgız prenslerinden birisi Budist rahibiydi ve Doğu Türkistan'daki bir manastıra yerleşerek kutsal metinleri Tibetçeden Türkçeye çevirmiştir.


Doğu Kazakistan'da ortaya çıkarılan ve soylu bir Kimak kadına ait olan mezardaki ayna, Türkçe yazılı bir Budist öz deyişiyle süslenmiştir. Ne var ki, sadece Doğu Türkistan Uygurları Budizmi devlet dini olarak kabul etmiş ve Hindistan, Tibet ve Doğu Türkistan'da yazılmış olan Budist metinlerini Türkçeye çevirerek zengin bir kolleksiyon oluşturmuşlardır.


Türkler arasında yayılan ikinic din, İran'da 216-277 yılları arasında yaşayan "Aydınlık rehberi" Mani'nin kurduğu Maniheizm idi. Tüm kainatta ışıkla karanlık arasında ezeli bir savaş oluğunu, kurtuluşun başka bir alemde bulunduğunu, insanın ruhundaki kısmi aydınlığın ibadet ve dualarla kurtulabileceğini savunan Maniheizm, aşağı yukarı bu öğretilerin tamamını Zerdüştizm, Budizm, Hıristiyanlı kve bazı felsefi akımlardan almış, ancak onları manitken birbirine tezat teşkil etmeyen bir sistem içinde bütünleştirmişti.


Hiyerarşik bir yapıya sahip olan Maniheizm, yoğun misyonerlik faaliyetleri sonucunda özellikle Orta Asya, Merkezi Asya ve Çin'de yayılmayı başarmıştır.


Maniheist ve Hıristiyan (Nesturi ve Yakubi) cemaatlar, 6.yy-9.yüzyıllar arasında Taraz'da varlıklarını sürdürmüşlerdir. 7.yüzyıl Hıristiyan cemaatinden geriye sadece Süryanice yazılı kısa bir metin kalmış olmasına rağmen, Maniheist cemaatin daha güçlü olduğu ve Taraz'da manastırlara sahip bulunduğu muhakkak.


"On Ok ülkesinde (yani Batı Türk Hakanlığı'nda) dini yaymak" amacıyla yazılan "İki Esasın Kutsal Kitabı" adlı Mani kitabında (8.yüzyıl), Maniheist manastırların bulunduğu "altın şehir Argu-Talas" (Taraz) ile Yedisu'daki dört şehrin adları geçmektedir. Bir kısım Taraz'lı Soğdiyan'ın Zerdüştizme bağlı olduğu, Kazak arkeologların çalışmaları sonucunda ortaya çıkarılan mezarlıktan anlaşılmaktadır. Çok dinlilik, Yedisu'daki Erken Orta Çağ şehirlerinin karekteristik bir özelliğiydi.


Türkün Üç Bin Yılı
S.G.Klyashtorny / T.İ.Sultanov
Selenge yayınları,2013







İki adam Budist manastırına para yardımı yaparken.
Biri mavi gözlü ve kızıl (Kıpçak?),MS.900
20 nolu mağara, Bezeklik Bin Buda Mağaraları

İpek üzerinde Budistler, MS.864
Çift başlı Kartal ve Türkçe dahil bulunan yazıtlar:
2 nolu rulo Maniheist - "Günahların itirafı" eski Türkçe
3 nolu rulo Runik (Orhun) Türkçe
4-6 nolu rulo Uygur Türkçesi
Bezeklik Bin Buda Mağaraları - Turfan















Aslında Uygur yazısı, aynı işaretlerden ibaret rünik yazıya uygun Türk yazısı olmayıp, bitişik harflerle akıcı yazı sistemine dayanan Sir-Sogd menşeli yazı idi. Bu yazıyı daha sonra Moğol ve Mançu’lar da almışlardır. Zamanımıza pek çok Uygur arşiv malzemesi de kalmıştır. Bunlar arasında bir küçük bahçenin kiraya verilişi gibi az önemli olanlar da vardır. 


Yazıya geniş kitleler vakıf oldukları gibi, kullanılan hukukî tabirlerden de çoğunluk haberdar idi. Von Le Coq’a göre, "O zamanki Avrupa’ya kıyasla Uygur’lar bu sahada da üstün idiler. Acaba o zamanki kaç Avrupa’lı kale beyi, elyazısı ve uygun hukukî ifadelerle bir mukavele tertip edebilirdi? Halbuki Uygur’larda bir köylü, esnaf buna muktedirdi. Hukukî formüller ve kânunlar ise yüksek derecede gelişmiş, iyi tanzim edilmiş hukuk tatbikatına tanıklık ederler” (Turan, 1918, 452).


Arşiv için kullanılan yazı malzemesi umumî olarak kâğıt'tır. Çinde M.S. ilk yüzyılda kâğıdın, sellülozdan paçavra cinsi ince perdahlı kâğıttan tuvalet kâğıdına ve kâğıt peçeteye kadar her çeşidi kullanılmakta idi. Bundan ötürü tabiatiyle Uygur’lar Avrupadan yüzyıllar önce kâğıdı biliyorlardı. 


751. yılındaki Atlah savaşında ele geçen esirlerden Araplar, kâğıdın ne olduğunu öğrendiler ve Semarkant'da kâğıt değirmeni (imalâthanesi) kurdular. Buradan Arap’ların batıdaki kutbu Sicilya ve İspanyada, daha sonra XI. yüzyılda Avrupa Hıristiyan âleminde kâğıt imâli başladı.


Kültür yayılışının ikinci yüce aracı olan kitap basma az bir gecikme ile aynı yolu takip etti. Matbaanın mucidi Gutenberg veya Conter olmayıp onlar ancak geliştiricilerdir.  Matbaa yüzyıllar önce Çin’de, Kore’de ve bizim için önemlisi Uygur’larda bilinmekte idi. Blok baskısının batıya yayılmasında Uygur’ların büyük rolü vardır, en eski müteharrik tipte harfler Türkçe için kullanılmıştır.


Moğol’ları medenileştiren de Uygur’lar olmuştur. Moğol fâtihleri. Uygur yazısını aldılar, diplomatik dil uzun müddet Uygurca idi. Güyük han (ölümü 1248) papa ile Uygurca muhabere etti. Moğolların diplomatları da Uygur’lardan, kısmen Kereiflerden ve Öngüt’lerden idi.


Uygur’lardan elçiler Roma’da, valiler Çin’de ve Bağdad’da, mürebbîler Çingiz ailesi içinde, bilginler Tebriz’deki Moğol sarayında ve mühendisler Moğol ordularında (Meselâ; Kubilây ordusunda 1268’de güney Çin’de) vazife gördüler. Doğu ve batı kültür unsurlarının birlikte yaşadığı ondan sonra aslâ görülmedi. Kültürlerin yayılışında aracılık yapan Uygur’lar, Türklük camiası içinde umumî medenî tekâmül bakımından mümtaz bir unsur idi.



TÜRK DEVLETİNİ DOĞUDA YAŞATANLAR: UYGURLAR
TARİHTE TÜRKLER - LASZLO RASONYİ

























18 Aralık 2015 Cuma

Tarihin Yanıltılması







Tarihi kimler yanıltırlar? Siyasîler, Egemen güçler, her şeyden bir çıkar sağlama peşinde olan odaklar... Bize de saf saf okuyup öğrenmek düşer daima. Tabii ne öğretirlerse!... Bu durum asırlardır böyle devam edegelmektedir ne yazık ki; gerek insanların öz vatanında, gerekse Batı olsun Doğu olsun egemen imparatorluklarda. Günümüzde de, eski alışkanlık diyelim, aynı yanıltmalar, aynı düzende devam etmekte.







BATI

Batı bu işe 17.yy sonlarında başladı. İngiltere’de deri rengine dayalı ırkçılık gelişirken, Amerika yerlilerinin kökünü kazıma ve Afrikalı siyahları köleleştirme amaçlı ikiz politika yürütmeye kondu. 1734 yılında, Hannover Elektörü ve İngiltere Kralı olan II.George tarafından kurulan Göttingen Üniversitesi, Britanya ile Almanya arasında bir kültür köprüsü oluşturmuştu. İnsanların Irk Sınıflandırması üzerine ilk “akademik” çalışma, 1770’de Prof. Johann Friedrich Blumenbach tarafından kaleme alındı. Bu sınıflandırmada, doğal olarak Beyaz Irk (Kafkas Tipliler) hiyerarşinin en başına getirildi.


18.yy Romantizmi, sadece duyguların üstünlüğüne ve aklın yetersizliğine duyulan inançtan ibaret değildi. Bunların etrafında bir de, kırsal alanlara – özellikle vahşi, uzak ve soğuk olanlarına – beslenen duygular, bu alanların nasılsa şekillendirdiği, güçlü, erdemli ve ilkel halklara duyulan hayranlık oluşuyordu. Bu duygular, Avrupa topraklarının ve ikliminin öteki kıtalarınkinden daha iyi olduğu, onun için Avrupalıların üstün olması gerektiği inancıyla birleşiyordu. Bu fikirler Montesquieu ve Rousseau tarafından da savunuluyordu, fakat en sağlam köklerini Britanya’da ve Almanya’da saldılar.


Irkçılık konusuna geri dönmek gerekirse: Eskiçağ Yunanistan’ında birçok kişi, şimdi milliyetçilik olarak adlandırılabilecek olan şeye çok benzeyen bir duyguyu paylaşıyordu. Öteki halkları hor görüyor ve hatta Aristoteles gibi bazıları, Yunanistan’ın coğrafî durumu nedeniyle Yunanların üstün olduklarını iddia ederek, teorik bir düzleme yerleştiriyordu. Bu duygunun bir istisnasını, birçok Yunan yazarın yabancı kültürlere, özellikle Mısır, Fenike ve Mezopotamya kültürlerine duyduğu gerçek saygı oluşturuyordu. 18.yy sonunda ise, romantik hareket ile birlikte, Kuzey Avrupa’yı, Hıristiyan Avrupa ve Kuzey kültleri ile bağlantılı bir etnik köken saplantısı ve ırkçı önyargı dalgası sarıyordu. Artık ırkların karışması, felâketle özdeş olmasa bile, istenmeyen bir şey olarak görülüyordu. Bir uygarlığın yaratıcı olması için “ırk bakımından saf” olması gerekiyordu.


Avrupa’nın öteki kıtalara gittikçe daha fazla yayılmasını ve buralardaki yerli halklara kötü davranılmasını haklı gösterme ihtiyacının benzer etkilerinden, 18.yy’da Çin ile çok yakın bir paralellik oluşturduğu düşünülen Eski Mısır da zarar gördü. Mısırlılar artık, Afrikalılar hakkında Avrupalıların o gün sahip olduğu görüşe uygun düşecek şekilde görülüyordu: Şen şakrak, zevk düşkünü, çocukça övünen ve esasen maddiyatçı.


Yunan tarihine bakarsak, iki model karşımıza çıkar: Birinci model Yunanistan’ı özünde Avrupalı ya da Arî saymakta (Arî Modeli), öteki ise Levantlı olarak, Mısır ve Samî kültür alanının periferisinde (dış,çevre) görmektedir (Eskiçağ Modeli). Klasik ve Helenistik Çağdaki Yunanlar arasında kabul edilen görüş “Eskiçağ Modeli” idi. Bu modele göre, Yunan kültürü, Mısırlılar ve Fenikelilerin MÖ 1500 civarında yaptığı kolonileştirme ve yerli halkı uygarlaştırması sonucunda ortaya çıkmıştır.


Karaderililerin köleleştirilmesinden ve ırkçılığın ortaya çıkmasından sonra, Avrupalı düşünürler, Afrikalı karaderilileri Avrupa uygarlığından mümkün olduğu kadar uzağa yerleştirme kaygısına kapıldı. 19.yy başı Helen tutkunları, Mısırlıların beyazlığından kuşku duymaya ve uygarlaşmış olduklarını reddetmeye başladı. Mısır’ın Afrika ile yakın ilişkileri olduğu, ancak 19.yy’ın sonunda, ancak Mısır felsefî ününden tümüyle yoksun bırakıldığı zaman yeniden kabul edildi.


18. ve 19.yy’larda Mısır dini ya da “bilgeliği”nin oluşturduğu tehditten korkuya kapılan Hıristiyanların Mısır’ın önemine yönelttikleri saldırı, ırkçılığa eşlik etmiştir. Bu Hıristiyan saldırıları, Yunanların Mısır’ın önemi hakkında söylediği sözleri kabul etmiyor ve Mısır’ın yaratıcılığını küçük göstermek için Yunanistan’ın bağımsız yaratıcılığını övüyordu.


Yunanistan üzerindeki Fenike etkisinin nihai tasfiyesi ve “hayal” diyerek tamamen reddedilmesi, ancak 1920’lerde, antisemitizmin giderek şiddetlenmesi ile gerçekleşti. 1920’ler ve 1930’larda, tıpkı Yunanistan’ın Fenikeliler tarafından kolonileştirilmesine ilişkin bütün efsaneler gibi, Fenikelilerin MÖ 9. ve 8.yy’larda Ege ve İtalya’daki varlığı hakkındaki bilgiler de karalandı. Birçok Yunanca ismin ve sözcüğün Sami kökenli olabileceği yolundaki pek çok eski varsayım tümden reddedildi.


Sami kültüründen yapılan tek hasıraltı edilemez alımlamanın, yani alfabenin önemini sınırlı göstermek için artık her türlü çaba gösteriliyordu. İlk olarak, sesli harflerin Yunanlarca icat edildiği varsayımına büyük bir vurgu yapılarak, bunların gerçek bir alfabe için zorunlu olduğu öne sürüldü. İkinci olarak, alımlamanın yapıldığı yer Rodos’tan Kıbrıs’a ve nihayet Suriye kıyısında var olduğu iddia edilen bir Yunan kolonisine kaydırıldı. Bunun nedeni kısmen, efsanelerin belirttiği gibi Samilerden pasif olarak almaktansa, kendilerinin Ortadoğu’dan getirmiş olmalarının “dinamik” Yunanların karakterlerine artık daha uygun görülmesi idi. Üçüncü olarak, aktarmanın tarihi yaklaşık olarak MÖ 750’ye, yani, açık vermeyecek şekilde, “polis”in yaratılışı ve arkaik Yunan kültürünün oluşum dönemi sonrasına kadar yakına çekildi. Bu sayede, Yunanların kendi tarihlerinin ilk dönemleri hakkında sonradan yazdıkları yazılar ve Eskiçağ Modeli daha fazla karalanmış oluyordu.


Yunanistan’daki Thebai kentinin hemen kuzeyinde, geleneksel olarak Amphion ve Zethos’un mezarı olarak adlandırılan büyük bir höyük bulunmaktadır. Bu höyükte en son kazılardan birini yapan seçkin arkeolog T. Spyropoulos burayı, tuğladan yapılmış olan tepesinde – soyulmuş olmakla birlikte – anıtsal bir mezar bulunan, topraktan yapılmış, basamaklı bir piramit olarak tanımlamaktadır. Spyropoulos civarda bulunan çömlekleri ve birkaç parça mücevheri Erken Helladik III seramik dönemine tarihlemektedir; bu dönemin ise, genellikle MÖ 21.yy civarında olduğu kabul edilmektedir; bu dönemde bu bölgede bir Mısır kolonisinin bulunduğu varsayımını ortaya atmaktadır.


Dr.Spyropoulos’un MÖ 21.yy’da Thebai’de Mısır kolonisi hakkındaki varsayımı, kibarca unutulmaya terk edilmiştir.


Antikçağda Athena hep Mısır tanrısı Nt ya da Neit ile özdeşleştiriliyordu. Her ikisi de bakire olup, savaş, dokuma ve bilgelik tanrıları idi. Neit kültünün merkezi, deltanın batısında Mısır ile Libya arasındaki sınırda bulunan Sais kenti idi ve bu kentin sakinleri Atinalılara karşı özel bir yakınlık duyuyordu. Sais, dinsel olmayan bir isimdi. Kentin dinsel ismi Ht Nt (Neit Tapınağı ya da Neit Evi) idi. Antikçağda yaşayanlar Neit ile Athena’yı aynı tanrının iki ismi olarak görüyordu. Mısır’da bir Tanrının, oturduğu yerin ismiyle adlandırılması normaldi; bu da Yunanların, Tanrının ismi ile oturduğu kentin ismini karıştırmalarını açıklamaktadır.



Herodot, Athena’nın Libya ile bağlarını ayrıntılı bir şekilde anlatır; bu en eski tarihçinin, Mısırlıların ve bazı Libyalıların karaderili olduklarını düşündüğü kesindir. Gene Herodot şöyle diyor: “Bu sözünü ettiğim Fenikeliler, Kadmos’un yol arkadaşları, bu ülkeye yerleştikten sonra Yunanistan’a pek çok bilgi getirmişler ve özellikle yazıyı sokmuşlardır ki, ben Yunanların bunu daha önce tanıdıklarını sanmıyorum.” (Herodotos,Tarih, V.58.)


Mısır ana Tanrıçası İsis’e Atinalılar 5.yy’dan beri tapıyordu. Tapanlar sadece Atina’da oturan Mısırlılar değil, Atina’nın yerlileriydi de. MÖ 2.yy’da artık Akropolis yakınlarında bir İsis tapınağı vardı ve Atina kendisine bağımlı olan ülkelerde Mısır kültlerinin kabul edilmesini teşvik ediyordu.


Eskiçağ Modeli’nin 1820’lerdeki yıkılışını biraz olsun anlayabilmek için, o dönemin genel politik ve ideolojik ortamına bakmak gerekir. Bu ortamda en önemli yeri, 19.yy’da romantik hareketin “radikal kanadı” olarak adlandırılabilecek kesimi çok meşgul eden Helenseverlik hareketi alıyordu. Helenseverlik, romantiklerin kentlerdeki sanayileşmeye karşı çıkışını, Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin evrensel değerlerini ve akılcılığını paylaşma eğilimi gösteriyordu. Özgürlük sevgisi, 1821 Yunan Bağımsızlık Savaşı’nın patlak vermesiyle yeniden canlandı; bu işe en çabuk ve derin bulaşan ulus Almanlar oldu. 300 Alman, savaşmak için Yunanistan’a gitti. Sayısı belirsiz Helensever komitenin desteklediği birçok Fransız ve İtalyan da gitmişti; hatta bu hareket ABD’de bile güçlüydü. Gerçi Yunanistan’a sadece 16 Kuzey Amerikalı ulaşabilmişti, ama savaştan kaynaklanan yaygın Helensever duygular ABD’de, ismini Yunan harflerinden alan, Alfa Kardeşler, Beta Kardeşler, Sigma Kardeşler gibi “Helen” kardeşlik gruplarının mantar gibi birbiri ardınca kurulmasını sağladı.


Yunan davasına Britanyalılar da iyice bulaşmıştı. Romantik Çağın en önemli şairlerinden Percy Shelley, Yunanistan’a savaşmaya gitmek üzereyken, İtalya’da dramatik bir şekilde boğularak ölmüştü. Shelley’in yakın arkadaşı, en ünlü Helensever şair Lord Byron, Yunanistan’ın bağımsızlığını ayaklanma patlak vermeden on yıl önce talep etmiş ve bütün bunları taçlandırmak için - karışık, fakat özünde romantik dürtülerle – içinde ölmek için savaşa katılmıştı. Avrupa’nın dört bir köşesinde, Yunan Bağımsızlık Savaşı, gençlik gücünü temsil eden Avrupa ile; çöküşü, yozluğu ve vahşeti temsil eden Asya ve Afrika arasındaki mücadele olarak görülüyordu.


“Cengiz Han’ın ve Timurlenk’in barbarları 19.yy’da yeniden canlandılar. Avrupa dinine ve uygarlığına, ölümüne kadar bir savaş ilan edildi.” (Courrier Français, 7 Haziran 1821,s.2b, aktaran Dimakis,1968,s.123).



DOĞU
Bir de Doğu cephesine göz atalım.


“Rus” kimdir? Sovyetler Birliği Rusyası’nda kanunlaşmış resmî görüşe göre, “Doğu Slav milliyeti şuuru, Kiev* devletinin toparlanma döneminde, eski Slav kavminin derebeylik sürecinin başlangıcında oluşmuştur”.


Sibirya’da binlerce, hatta on binlerce, hiçbir Slav izi taşımayan çekik gözlü, fakat kendilerini Rus olarak sayan ve Rus isimleri taşıyan insanları görmekteyiz. Asyalılar bile nasıl ve ne zaman Slav olmuşlar? Rusya’da 1917 birinci nüfus sayımına kadar 196 ulus mevcuttu. Sovyet idaresinden sonra bu ulusların sayısı 100’e inmiştir. Bunun anlamı, bazı uluslar kayıtlar üzerinde yok farzedilip silinmiş, ya Ruslara, veya diğer başka milletlere eklenmiştir.


Sovyet idaresi döneminde kendi adını ve şahsiyetini kaybeden milletlerden biri Kozaklar idi. Kıpçakların sonraki nesli olan Kozaklar’ı resmen Rus olarak kayıt ettirmişlerdir.


Kiev Rusyası’ndan önce neler olmuş? Kiev Rusyası’ndan önce de bu topraklar elbette boş değildi. Kiev Rusyası aniden kendiliğinden ortaya çıkmamıştır tabii. IX. asırda Özü Nehri (Dinyeper) kıyısına gelenler kimlerdir? Niye IX. asırda geldiler? Üç asır geçmeden yeni bir ulusun oluşması için Kiev Devleti o kadar kudrete ve birliğe sahip olmuş mudur? Buna inanmak zordur.


Öyle ise neden Kiev sakinlerini Rus değil Ukraynalı olarak tanıyoruz? O zamanlar Rus Devleti dediğimiz Kiev Devleti değil miydi? Nihayet, neden Ruslar ile Ukraynalıların kültürü farklıdır? Bir kökten sayıldığına göre, kültürlerinin aynı olması veya en azından benzemesi gerekmez miydi? Olmadığına gör, acaba kökleri tamamen farklı mıdır?


Maalesef, bu sorulara karşı Rusya susmayı tercih ediyor. Fakat o eski zamanların vesikaları muhafaza edilmiştir. Meselâ, kadim Doğu Avrupa’ya dair araştırmalarda söz sahibi olan Alman tarihçisi L.Müller’in çalışmalarında ilk defa Rus ulusuna ait eski belgeler incelenmiştir; bunların içinde, İskandinavların (Varyaglar = Varegler) Rus olarak adlandırıldığına dair bilgiler sunulmaktadır.


IX.-XII. asırlarda Kiev Rusyası Devleti’ni kuranlar, o dönemde Rus diye adlandırılan İskandinavlardır; daha başka ifadeyle İsveçli Normanlardır. Rusya’nın kurucusu olarak Slavları göstermenin hiçbir haklı sebebi olamaz.


Kuzey Avrupa’da bir Normanlar devri olmuştur. Onlar birinci bin yılın sonunda sadece Kiev Rusyası’nı değil, ayrıca 1066 yılında İngiltere’yi de fethedip kendi hanedanlarını kurmuşlardı. Geleneklerine bağlı İngilizler bu vakayı gizlemiyorlar ve reddetmiyorlar.


Ruslar (İskandinavyalılar) kendilerine hürmet ettiren güçlü bir milletti. Onlar bütün Kuzey Avrupa’yı kontrol eden mükemmel denizciler ve cesaretli savaşçılardı. Onlarla sahilde ve denizde boy ölçüşebilecek birileri hemen hemen bilinmiyordu. “Rus” kelimesi kadim Varyag (Vareg) dilinde “kürekçi, kürek çeken; gemici, denizci” anlamlarına gelmektedir.


Bazı şüpheler olsa bile, bunlar da İsveç’e komşu olan Finliler ve Estonyalılar tarafından ortadan kaldırılmaktadır: Finliler ve Estonyalılar eski alışkanlıklarıyla, şimdi de Kuzey komşuları olan İsveç’e “Rousiya” ve Güney komşuları olan bugünkü Rusya’ya ise, “Veniya” demektedirler. “Veniya” kelimesi: Venedi yani Slavlar manasına gelmektedir. Varegler, hayatlarını denizcilik ve savaş ganimetleri üzerine kurmuştu; halbuki Slavlar önce göçebe hayvancılık ile uğraşıyorlarken, daha sonraları yerleşik ziraate geçmişlerdi.


X.asırda Ruslar (İskandinavlar), Slavları “canlı mal” olarak görmüş ve onları önemli bir gelir kaynağı olarak değerlendirmişti. Ruslar (İskandinavlar), Bizans’ta ve diğer doğu esir pazarlarında Slav esir ticareti yapmışlardı.


XI.asırda herkes, Kiev’lilerin eski Türk dilinde konuştuklarını biliyordu; çünkü, kendileri Türk, yani Kıpçaklar idi. Kiev kelimesinin anlamı Türkçe “güvey” demektir. Belki de ilk yerleşim V.asırda başlamış olabilir. Bu şehir, Ukrayna (¹) Kağanlığının başkenti ve serhat şehri olarak tanınmıştır. Hükümdarları ise, “kağan” olarak adlandırılmıştır. Aynı unvanı Avar, Büyük Bulgar ve Hazarlar gibi diğer komşu kağanlıkların hükümdarları da taşımaktadır. Bütün bu kağanlıklar hep birlikte DEŞT-İ KIPÇAK (Kıpçak ovası veya bozkırı, Polovets stepi) devletini oluşturur.



Kiril ve Metodiy Kimdir?

Anısına Rusya’da anıtlar dikilen, şerefine bayramlar yapılan bu iki kardeşin Slav olduğunu kim, nerede ve ne zaman ispat etmiştir? Kiril ve Metodiy kardeşler, Slav topraklarından çok uzaklardaki bozkırlarda, Büyük Bulgaristan kağanlığının başkenti olan Fanagoriya’da dünyaya gelmişlerdir. Onlar bütün Deşti Kıpçak’ı kaplayan Türk dilinde konuşup yazıyorlardı. Onlar yeni alfabeyi, kendi anadilleri olan Türk dili için, eski Orhun alfabesi yerine koymak üzere icat etmişlerdir. Slav alfabesi, yani “Kirilitsa” diye bilinen alfabeyi icat eden Kiril değildir. 


Kiril’in icat ettiği alfabe “Glagolitik” diye bilinen alfabedir. Glagolitik alfabede, Türk fonetik sistemine uygun 40 harf vardır. Slav dilinde bu kadar çok ses yoktur. Slavların özel alfabesi sayılan Kirilitsa (Kiril alfabesi) aziz Kiril’in ölümünden sonra ortaya çıkmıştır. Ondan önce olması mümkün değildi. Çünkü o, Kiril ismini hastalandığı zaman, ölümüne birkaç gün kala Aziz Kiril gününde almıştır. O güne kadar adı Konstantin idi ve hayatının son gününe kadar da Konstantin olarak tanınmıştır.


Orhun yazısının değiştirilmesiyle meydana getirilen Glagolitik alfabe, Büyük Kavimler Göçünden sonra Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Orhun yazısını Avrupa’ya ilk olarak Atilla’nın akıncıları ve onların selefleri getirmişlerdi. (aslında İskit Türkleri getirmiştir, bakınız Issık Kurganından çıkan yazı/Elşad Alili-SB)



İskitler (Skif) Kimdir?

XVII. asrın ikinci yarısında eski Yunan kaynaklarıyla Rus âlimleri de ilgilenmeye başlar. "Tarihin atası" denen Herodot'un yazdıklarını önce Almanca'dan Rusça'ya çevirenler ve daha sonra doğrudan Yunanca'dan tercüme edenler görülür. Herodot'un kayıtlarıyla Andrey Lizlov ilgilenir. O Rus ve batılı tarih kaynaklarını okumakla beraber, doğuyu da yakından bilir, Türk dünyasını iyi tanır, çünkü S.Starovolskiy tarafından 1649'da Krakov'da Lehçe olarak çıkmış "Dvor tsesarya turetskogo" adlı kitabı Rusça'ya tercüme etmiştir. Dünya tarihini de iyi bilen Andrey Lizlov 1692'de "Skifskaya istoriya" adlı eserini tamamlar, bu kitap önce el yazması şeklinde çoğaltılır, daha sonra meşhur Rus yazarı N.İ. Novikov tarafından 1776'da kısmen ve 1787'de tamamen kitap halinde basılır.


A.Lizlov, bu kitabında Skifleri araştırarak Tatar-Türklere dayandırır. Eserin ilk bölümünde Tatar-Türklerini doğrudan doğruya Skiflerden çıkmış olarak değerlendirir. Diğer bölümlerde ise Skif sözünü az kullanır, onları Tatar-Türki (Tatarı-Türki) diye adlandırır (Lizlov, A, 1787). 


Daha sonra resmî tarih bilimi ehilleri (!) bunu da kendilerine uydururlar. Herodot'un tarihini hususî olarak araştırmış A.A.Neyhardt şöyle diyor: "A.Lizlov, kitabının son kısımlarında Skifleri Türk-Tatar diye adlandırdığında onun "Skifskaya istoriya = Skif Tarihi" adlı kitabı Skifler hakkında değil Türk-Tatarlar hakkında bir kitap olmuştur" (Neyhardt A.A., 1982). 


A.Lizlov’u bugün "Lizlov diye biri" şeklinde aşağılayarak anıyorlar. Yine de objektif ve gerçek âlim olan tarihçiler, mesela S.A. Semenov-Zuser ona saygıyla bakıp "Skifskaya istoriya" kitabını Skifler hakkında yazılmış büyük eserlerden biri sayıyor (Semenov-Zuser S.A.,1947,11).


Azak Savaşı’ndan sonra Büyük Bozkırı istilâ eden, özgür Türk halkını Rusya’nın bir sömürge halkı haline getiren ve tarihte Türk halkına karşı düşmanlığı ile tanınan I.Petro (1682-1725), Lizlov’un ifade ettiği bu düşünceyi hiç beğenmedi. Rusya’ da çok uzun zamanlardan beri var olan Rusya ve Ukrayna halkının, Türk soylu halklardan olduğunu daima gizlemeye çalıştı. Türk milletine ait bir vatanın ve bir kültür dokusunun mevcut olmadığını iddia ediyordu. Rusya tarihinde Türk yerine “yabanî göçmen” ve “çirkin Tatar” ifadeleri yer alıyordu.


Meşhur arkeolog Prof. Sergey İvanoviç Rudenko (1885-1969), Kadim Altay tarihindeki bu dönemi ciddî olarak araştırmıştı. Altaylılar, o dönemde demir ocaklarını keşfetmişlerdi, şehirler ve kasabalar kurmaya başlamışlardı. Gök Tanrı’yı biliyorlardı ve inanıyorlardı. Gerçi profesör kendi kitaplarında hiçbir zaman doğrudan Türklerden bahsetmemiştir. Çünkü profesör, Altaylıları Skif (İskit) olarak adlandırıyordu. Bu bir rastlantı değildi. Bunu bilinçli olarak yapıyordu.


Prof. Rudenko’nun kazı çalışmalarını sürdürdüğü sıralarda Türk kültürü hakkında konuşmak ve yazmak kesin olarak yasaktı. Çarlık Rusya’sında ve daha sonra Sovyetler Birliği döneminde bu konuyu gündeme getirdikleri için, bilim adamları hapse atılıyor, sürgün ediliyor ve hatta öldürülüyordu. (ayrıntı için Kurşunlanan Türkoloji-SB)


Ancak İskitler ile ilgili konularda konuşmaya ve yazmaya izin veriliyordu. İskitlerin yerleşim bölgelerindeki mezarlıklarının araştırılmasına müsaade ediliyordu. İskitlerin kendi aralarında hangi dilde konuştukları, hangi soydan geldikleri ve en önemlisi de İskitlerin kim oldukları gibi konularda araştırma yapmak ve bunları açıklamak yine de yasaktı. Bu mevzu, mühürlü yedi kapı arkasında gizlenmiş esrarengiz bir sır gibi idi. Bunun tabii sonucu olarak da, İskitler gökten “inmiş” ve “uzay” dilinde konuşan esrarengiz bir millet sınıfına girmiş oluyordu.


Tarihe ilgi günümüz Türkiye’sinde, belki yazılı ve görsel basının da etkisiyle, oldukça artış kaydetti. Bilimle uğraşan insanın kuşkucu – sceptic olması elzemdir. Verilen her bilginin doğru olup olmadığını, mantık süzgecinden geçirerek tartmak, kaynakları irdelemek ve sonra kabul etmek, günümüz insanı için daha da önemli hale geldiğine inanıyorum.



Dr.Güven BEKER
Çeşmealtı,12.10.2011
Fr.İng Profesyonel Turist Rehberi.

*(¹) Şehrin adı “kıya” veya “kiya” sözlerinden kaynaklanmış olabilir. Türk dilinde bu kelimenin anlamı, “sınırlandırılmış” ve “hudutta bulunan” demektir. Belki de bu anlam V.asırda nehir kıyısında kurulmuş ve hudut şehri vazifesini sürdüren bir şehir için çok uygundur. Deşti Kıpçak devletinin kağanlıklarından biri olan Ukrayna’nın kenarında ve uçta bulunan Kiev şehri, Türk devletinin Kuzey kapısı olmuştur. (M.A.)

Kaynakça :
* BERNAL, M. Black Athena - The Fabrication of Ancient Greece 1785-1985, Free Association Books,London, 1987.
* Kara Atena – Eski Yunanistan Uydurmacası Nasıl İmal Edildi? 1785-1985, Kaynak Yayınları,(1998).
* BLACK ATHENA by Bernal Martin
VOLUME I: THE FABRICATION OF ANCIENT GREECE 1785-1985; 
VOLUME II: THE ARCHEOLOGICAL AND DOCUMENTARY EVIDENCE 
* ADJİ, M. Kaybolan Millet – Deşti Kıpçak Medeniyeti, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları,(2001).
* ADJİ, M. Kıpçaklar - Türklerin ve Büyük Bozkırın Kadim Tarihi, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı
Yayınları,(2002).
* ÖNER M. İdil Tatarları – Mustafa ÖNER Türkçesiyle (e-kitap).














... Kafkas sıradağları güneyinde, önce Kıpçaklar kolundan Kimmerler ve onlardan 40 yıl sonra da Türkmen/Oğuz kolundan Sakalar, kuzeyden gelerek yerleşmişler; Horasan’dan çıkıp, fetihle İran yoluyla gelen Sakalar’ın Horasan “Dahalar” kolundan çıkan Partlılar da denilen “Arşaklılar” gelip, MÖ.120-35 ve MS.51-428 arasında, Doğu-Anadolu’yla birlikte, buralara da hakim olmuşlardır. 


“Türk” diyebileceğimiz ilk gelenler, MÖ.721 de “Kimmerler”, 680 ve sonrasında da gittikçe çoğalan kalabalıkla da Sakalar idi. Kimmer ve Sakalar’dan önceleri, Hazar-Denizi ile Kızılırmak ve Seyhan başları arasındaki Kür-Aras, Faş Riyon, Çoruk, Yukarı-Fırat Murat boyları ve Van ile Urmiye Gölleri çevresinde ise MÖ.4500 lerden beri bu yaylalar kesiminde yaşayıp, yüksek bir medeniyet kurmuş bulunan – dilleri Türkçe’ye benzeyen- “Asyanikler”den sayılan Hurriler ve onların bir kolu olan Urartulular (Khaldililer), hakim kavim olarak bulunuyordu. 


Ne yazık ki, Türkiyemiz’de hala, ilmi anlamda kurulup çalışan bir “Bilimler Akademisi” bulunmayışından, eserlerinde: Hurriler’i ve kollarını “Proto-Türk”, Kimmer’i “Kıpçak” ve Sakalar ile Partlı/Arşaklıları da “Türkmen” gösteren delilleri belirten rahmetli Hocamız Ord.Prof.Dr.A.Zeki Velidi Togan gibi, eşsiz bir “Umumi Türk Tarihi” Alim-Uzmanımıza rağmen, bu gerçeklerden habersizcesine, yerimizde sayıyoruz! Okul kitaplarında, TRT’de, hatta BMM’mizdeki resmi konuşmalarda, 11.Asırda Selçuklu Fetihleri ile Türkler Anadolu’ya geldiler; Destanlarımızdaki “Oğuz-Han” da Büyük-Hun Yagbusu Maodun/Mete (MÖ.209-175) diye gösterilmeğe devam ediliyor!..


Rahmetli Togan Hocamız’ın bir öğrencisi olarak, “Dede-Korkut Oğuznameleri I.Kitap (İst.1952) ve “Kars Tarihi I.Cilt” (İst.1953) basılalıdan beri kırk yılı aşkındır ki çıkan kitaplarımda Milli ve Milletlerarası Türkoloji ve Tarih Kongreleri ile Sempozyumları’nda ve “serbest münakaşalı Konferanslar”ında, bugüne kadar hiçbir ciddi “tenkid” görmeden, aşağıdaki gerçeklerin bilinmesine çalıştım:


a.Suları Kür, Aras, Çoruh, Fırat ve Dicle hatta Kızılözen ile, üç ayrı denize karışan yüksek yaylaklar ülkesine, güneyindeki Kuzey-Irak’ta yaşamış olan Sami melezi Asurlular, MÖ.1274 yılından başlayıp, kuzeydeki yaman rakiplerinin de ülkesi olan buralara, “Ur/Uru (Yukarı/Yüksek)-Atri/Artu” (El/Ülke) diyorlardı. “Tevrat-ı Şerif’te de, bu deyimden bozma olarak, aynı ülkeye ve Nuh-Nebi’nin Gemisi’nin tepesinde konup kaldığı dağa “Ararat” deniyor. Yine bu Mukaddes-Kitap’ta, yukarıda görüldüğü gibi (Kimmerler’in ve Sakalar’ın gelişinden sonrası için, aynı Yukarı-El/Ülke/Urartu’ya, kavmi anlamda (Türk deyimi karşılığı olarak) “Togarma/Thorgama Ülkesi” deniyor. Yukarıda işaret edilen, KDK’daki “Beğlerbaşı Yaganak” hanedanı uluatası’nın eşsiz güçte bir yiğit olarak tanınan “Tork”un (Khorenli, II,8;1980 İngilizce tercümesinde, bu ad, “Turk” okunmuş, Togan-Giriş,s.159-469) hatırasına uymaktadır. Adı da doğru bilinip, Tevrat, hatta K.ÇKH’daki (I.26-27) Makedonyalı İskender’den önce Kür ve Çoruh başlarına yerleşmiş gösterilen Turk ve Bun-Turki kavim adları da, bu milli varlığın, buralardaki eskiliğini göstermektedir.


Kuzey-Suriye’deki Sami-Aramiler, MÖ.1000 yıllarında, kuzeylerindeki yaylaklar ülkesi ve Fırat boylarına, “Yukarı-El/Ülke” anlamında “Har-mini-yap” diyorlardı. Urartulular’dan sonra yaygınlaşan bu deyim, Arami-Yazısı’nı (Katipleri) dahi kullanan Pers Şahenşahı I.Dareyoş’un, MÖ.518’den kalma Bihsütun Yazıtı’nda “Arami-na” (Yukarı-El’i) biçiminden hafiflemiş olarak, şimdiki Elazız-Tunceli kesimi “Armina” diye anılmıştır. Bu sonuncu coğrafya adı, Persler’den Yunanlılar’a “Armenya” diye geçti (ilk defa MÖ.510 larda coğrafyasını yazan Miletli Hekatheos’ta). Yunanlılar’dan Romalılar’a da geçen bu coğrafya adı, Herodot’ta, Fırat doğusu için kullanılmıştır. Bu yüzdendir ki, MÖ.401-400 yıllarında, Onbin Helenli Asker ile, Musul kesiminden kuzeye, Murat ve Aras başları ile İspir-Bayburt bölgesinden Trabzon’a varan Ksenofon, bu gezilerinin geçtiği ülkeyi anarken, “Armenya”da demeyip, kitabına, yunanca “Anabasis” (=Yukarı-El/Ülke’de) adını vermiştir.


1280 de biten bir “Anonim Selçukname”de ve o çağda hayatta olan Yunus Emre’de (“Dolaşdım Urum’u (Anadolu’yu), Şam’ı (Suriye’yi) + Yukaru-Elleri kamu”) Fırat doğusuna ve Azerbaycan’a “Yukarı-El-Yukaru-Eller” denilerek, Anadolu-Selçuklu çağımızın bilgisi aktarılmıştır. (Bilindiği gibi, 1514 ten beri, Osmanlı belgelerinde de, buralara, “Yukaru-Canib” denir. Öteden beri Trabzonlular ile Tebrizliler de, aynı ülkeye “Yukarı” demektedirler. Ne gariptir ki, eskiden beri kendilerine “Hay” ve oturdukları ülkeye “Hayasdan” diyen malum Hıristiyan kavim, tarihte olduğu gibi, 1918 Mayısından beri, Erivan/İrevan’da kurdukları Devlete ve müstakil ahalisine, asla “Armenyan/Ermeni” ve “Armenya/Ermenistan” deyimlerini, milli bir ad olarak benimsememişlerdir; hep Hay ve Hayasdan diyip yazarak, ancak yabancı dillerdeki yayınlarda, bu yabancı coğrafya deyimleri kullanmayı tercih ederler!... 


“Armenist” Prof.Nikola Marr’ın belirttiği gibi, MS.450 Kalkedon/Kadıköy Konsili’ninden beri, “Armen/Ermen/Ermeni” deyimi, Ortodoks, Süryani, Keldani gibi komşu Hıristiyanlar’dan ayırt edilmek için, “Grigoryan” olanlara denilegelmiştir. Ancak, Mezhebi anlamdaki bu deyimi, son 200 yıldan beri açıkgöz ve “Tarihi tahrifle uğraşanlar”, şöyle istismar edegelmişler: Yukarı-Eller’de Urartulular’dan beriki medeniyet eserleri ile Hıristiyanlık yapı kalıntılarına sahip çıkarak, “Melikyan” ve “Gülbenkian” gibi çok zengin vakıfların paraları ile, dünya Ansiklopedileri’ne ve umumi eserlere de , bu uğurda kendi propagandaları doğrultusunda ödüllerle ısmarlama yazı yazdırıp, ünlü kişilere de kitap bastırdılar!...


Şu “Armenya” ve Ermeni coğrafya adını, aşağıda anacağımız üzere, kendilerine “Hay” diyenlerin kullanmayışı gibi, 84’ten çok coğrafya ve kavim adının geçtiği KDK’da da, asla bulamıyoruz. Bu deyimi, Selçuklu Fetihleri’nden beri, “Anadolu” anlamında bir coğrafya adı olarak bilinen “Rum/Urum” ve “Anadolulu” anlamındaki “Rumi” deyimine benzetebiliriz. Mevlana Celaleddin’in yerleştiği Konya’ya göre “Rumi” nisbetiyle anılması ve Osmanlı Padişahlarımız’ın “Sultan-i Rum…” sayılmaları gibi.


b.Yukarıda MÖ.680 yılından başlayıp geldiklerine işaret edilen Eski Sakalar’ın kalıntıları ile, Horasan’dan İran üzerinden gelen “Balkhlı” Türkmen/Oğuz kolundan “Partlılar/Parthian” da denen “Arşaklılar/Arsakid” çağı (MÖ.120-30, MS.51-428) ve halefleri “Tarih-Destanları”nın, “Dede-Korkut Oğuznameleri” olduğu, her yönüyle tarafımızdan tesbit edilmiştir. Bunların en büyüğü “Boy” adlı oniki Destanı içine alan, ve bize göre, Temür’ün 1386 güzünde ordusuyla Tebriz yoluyla gelip Aras’ın soluna geçerek, Karakoyunlular’dan şimdiki Revan, “Surmalu” (Iğdır) ve Kars’ı zaptı sırasında buralardan, en yakın Osmanlı toprağı Amasya’ya kaçabilen Türkmenler’in elindeki yazmadan istinsah edilmiş bulunan “Kitab-i Dedem Korkud”dur. İşte bunda “Ağca-Kala(k)” (Erovantaşat) ve “Sürmelü” (Artakşat) ile “Altun-Takht” (Düwin/Tübin) gibi yerlerin başkent olduğu “Oğuz-Elleri”nin (yani, Küçük-Arşaklılar/Arşakunik çağı (MS.51-428) Devleti şehir ve kalelerinin adları anılıyor; “Kalın (yoğun)-Oğuz” da denen “Oğuz-Elleri”nin ahalisi, hep “Oğuz, türkmen” (yalnız 11.Boy’da, Tomanın/Tumanıs Kalesindeki Kafir Beğ’in ağzından, “Tatar”) gösteriliyor.


Yine KDK’da ve onun benzeri “Dede-Korkut Oğuznameleri” sayılacak onikiden çok destan parçalarında, “Oğuz” ve “Oğuz-Elleri”ne komşu sınırdaş bölgeler anılıyor: Turabozan Takkavoru (Takvuru, Oğuz’a armağan veren ve kızını “ağır-kalınğlık” ile Oğuz Beği’ne nikah ettiren), Tokuz Tümen Gürcistan, Başıaçuk (İmeret/Kutayıs) Kan-Apkaza-Eli, Çerkes, Tatvan (Suvanet), Kapulu-Karadervend (Darval-Geçidi), Çılban-Tağı (Kazbek), “Küre Kafir-Elleri” (Dağıstan güneyinde Samur-Özen solunda), Tebriz, Şam (Suriye), Rum (Anadolu) gibi coğrafya adları ve komşular anıldığı halde, asla ne “Armen/Ermen”, ne de “Hay” ve “Hayasdan” adları geçiyor. Oğuz-Elleri içindeki yerler de şöyle anılıyor: Demürkapu-Derbend, Aygır-Gözler (Ögüzler) Suyu (Kür-Aras’ın birleşik ağız kolu), Arslan-Yatağı (Muğan’da sağdan Karasu’yun Aras’a karıştığı yer), Mardin, Hamıd (Diyarbekir), Ak-Hisar Kal’ası (Erzincan batısındaki Kamak), “Parasar’unğ (Strabon, XI,14,14’da, Arşaklılar’ın Roma hududuna koruyucu olarak yerleştirdiği Guranlı Türkleri’nden “Saraparae”=Başkesen lakaplı boyun) Bayburt-Hisan, Ban-Hisan (Oltu kuzeyinde Banak/Penek Kalesi)


Aslında dikkatlerden kaçan bir husus da “Yukaru-Eller/Oğuz-Elleri”nde, 1064 yılında başlayan Selçuklu Fetihleri’nden önceki kaynaklarda da, hiçbir “Hay/Hayk” sülalesinin, müsbet hakimiyetinin anılmayışıdır. Yunan, Süryani ve yerli “Grabar” (ölü-kilise Ermenicesi) dilleriyle yazılı kronik ve tarihçelerde, bu ülkenin ahalisi “Torkom, Torkomyan” (Türkmen) ve “Aşkenaz” (Sakalı) neslinden gösteriliyor.


c.“Armenya/Ermeni” deyimleri gibi, Ruslar’ın bugün bile Çin’e “Kitay” demelerine benzeyen “Gürci/Gürcü” ve “Gürcistan” adlarının; kendilerine öteden beri “Kartvel”, dillerine “Kartuli” ve ülkelerine “Sa-Kartvelo” diyen Tiflis Vilayeti Yerli-Hıristiyanları (ki, çoğu Müstakil Ortodoks-Kilisesine bağlıdır) tarafından benimsenmeyişi ve resmen kullanılmamasıdır. Ancak komşuları, Çoruk boyundan çıkma Sakalı kökünden “Bagrat/Bagarat-Sülalesi”nin, 575-181 arasında 1100 yıldan çok Kartel’de kısmen veya tam hakim oluşunun hatırasıyla, bu Gürci ve Gürcistan deyimleri, Yukarı-Kür boyu’na da teşmil edilmiş olup; ancak komşuları tarafından kullanılmış; K-ÇKH’da ise anılmamıştır.


"Azerbaycan ve Anadolu'da Türkistan'dan gelen eski Milli-Gelenek: Kabirtaşı olarak kullanılan Koyun ve At Heykelleri" makalesinden bir bölüm
Prof.Dr.F.Kırzıoğlu









* Türk Tarihi ile ilgili propaganda amaçlı yalan yanlış "batılılar"ın "akademik" çalışmalarına sesini çıkarmayan "bazılarımız", "doğulular"ın akademik çalışmalarına pek bir geveze! Batılıları "gerçek bilim" sunan, "Doğuluları" ise "ırkçı" kategorisine koyan bu kişiler, "Batılıların onaylamadıklarını "onaylamama"" kompleksi içindeler. Hala daha Türk tarihini karalayan "batılı akademisyenler" var, hatta içimizden bile çıkıyor, ama net ve sosyal ağ sayesinde artık Gizlenen Türk Tarihi'nin önüne geçemiyorlar. Dilerim o "bazılarımız" da akıl tutulmasından kurtulur ve gerçekleri görür, tıpkı milattan önceki dönemde Türklerin Anadolu'daki varlığını kanıtlayabildiğimiz gibi... 

Gerçek Anadolular,
SB.




ekler:
* KARS-ÖNGÖT ve TALAS resimleri için:
ÖNGÖT MEZAR KÜLLİYESİ VE KÜLLİYEDE BULUNAN DAMGALAR








__________________________________
__________________________________


















20 Ocak 2014 Pazartesi

KUMAN-KIPÇAK TAŞBABA / TAŞNİNE











TAŞNİNE - KUMAN-KIPÇAK...Şapkaya dikkat!



Otacı olan şaman kadınların elinden "doktorluğu""bilgiyi" almak için; kadınları aşağılamak için; erkek egemen toplumun baskısı ile üretilen cadılık...(ilgili yazı)

Kazak - Amazon/Taşkadın Heykeli






















"Osmanlı döneminden sonra, Türkler Balbalların şeklini , Baştaşı /Ayaktaşı olarak müslümanlığın etkisinde kalarak değiştirmişlerdir. Aynı zamanda Baştaşı türbanla taçlandırılmıştır. İslamın, balbalları mutasyona uğrattığını düşünüyorum."

"Biz bu heykellerin, şaman inançları sırasında Türk halkına ait olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz...."



"Taş broads" veya bugünkü durumu "Balballar."
/ / Zap. İth. Tarihi ve Eski Eserler Derneği, Cilt XXXII Odessa. Odessa: 1915.




*Rusça kitaptan (google) çeviridir....

*Н.И. Веселовский
Современное состояние вопроса о «Каменных бабах» или «Балбалах».
// Зап. Имп. Одесского Об-ва Истории и Древностей, т. XXXII. Одесса: 1915. Отд. оттиск: 40 с. + 14 табл.







________________________