Translate

parthians etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
parthians etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Şubat 2015 Pazar

TÜRK TARİHİ VE AÇIK MEKTUP






Müəllimim türkoloji müəmmalara açar saldı. Prof.Qəzənfər Kazımovun prof.Ahmet Bican Ercilasuna açıq məktubu.
PROF.DR. AHMET BİCAN ERCİLASUN’A 
AÇIK MEKTUP (aktaran Minexanım Nuriyeva-Tekleli/Türkolog,Azerbaycan)

Saygıdeğer Ahmet bey!

Sizlerle arkadaşımız, değerli тürkolog Ramiz Asker’in doktora tezi savunmasında görüşmüştük. Görüşmemizden sonra eve geldiğimde, kitaplarımın arasında sizin “Türk dili tarihi” kitabınızı aradım. Bu kitabı Türk Dil Kurumunun 5. kongresi nedeniyle Ankara’da bulunurken almıştım. Zaman zaman kitabın sayfalarını bir kaç kez çevirsem de, bir türlü vakit bulup da tam okuma fırsatı bulamamıştım. Fakat görüşmemizden sonra hoş sohbetlerinizden etkilenerek bu kitabı dikkatle, yeni başdan okumaya karar verdim.

İlk olarak onu söylemeliyim ki, kitaba çok büyük emek ve gayret harcanmış. Kendinizin de söylediğiniz gibi, bu eser yalnız Türkiye Türkçesinin dil tarihi değil, aynı zamanda Türküstan, Anadolu, Azerbaycan ve tüm Avrasya ülkelerinde yaşayan Türk halklarının dillerinin tarihidir. Çoksaylı Türk halklarının dil tarihini kapsayan böyle bir çalışma için büyük gayretle Avrupa, Rusya ve tüm Türkoloji alanında mevcut araştırmaları, sayısız Türk metinleri okumuş, incelemiş bulunuyorsunuz. Rusça’dan Çin ve Japon dillerine kadar çok çeşitli dillerdeki bilimsel kaynaklardan yararlandığınız görülmektedir. Bununla da, zamanında A.Caferoğlu’nun cesaretle ilk adım attığı bir alana sizde girmiş, bu bilim dalını daha da zenginleştirmiş, sırayı genişletmiş bulunuyorsunuz. 

Birçok araştırmacılardan farklı olarak oldukça doğru bir fikir söylüyorsunuz ki, “tarihsiz Türk dili tarihi düşünülemez.” Bu gerçekten de öyle. Tarihi öğrenmeden hiçbir halkın dil tarihi konusunda doğru, gerçek fikir söylemek imkansız. Bu açıdan baktığımızda, tarihi, özellikle, araştırma konusu olan tüm Türk halklarının (ister büyük, ister küçük) tarihini öğrenmekte ne kadar gayret sarf ettiğinizi her okur anlayabilir. Hem de öyle böyle tarihi değil, “daha çok karanlık dönemleri ve kökenleri aydınlatmayı gerektiren tarihi. Dahası Türk halkları tarihinin hâlâ tam gün yüzüne çıkmadığı da her kese belli. Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türk halklarının tarihi ise günümüze kadar doğru şekilde değil de, sap-tırılarak öğrenilmektedir. Bu konuda Türk halklarının içlerindeki bir sıra “kendi” araştırmacılarının da negatif etkisi ve rolü de az değildir. 

Türk dillerinin ortak ve benzerliğini değil de, farklılığını yansıtan özelliklerinin araştırılmasına daha çok önem vermeniz de takdire değer. Çünkü, günümüzde hala Türk halklarının tarihini inkar edenler, onların ve dillerinin çok yakın zamanlarda geliştiğini ve dillerinin yalnız lehçe ve ağızlardan ibaret olduğunu iddia edenler de mevcut.

Çok haklı olarak XIII yüzyıldan önceki zamanın dil manzarası ile ilgili araştırmaların oldukça az olduğunu vurgulamaktasınız. Zaten bu yüzden de çokları Türk halklarının büyük bir kısmının dillerinin aniden bu yüzyıldan sonra meydana çıktığını düşünmekteler. Bu yüzden sizin daha ileri zamana, önceki tarihlere yer vermeniz çok güzel. Doğru, sizde bu bakımdan Köprülü’nün de emeği az değil. Ama onun Türkiye’de yaptığını Azerbaycan’da Prof. Dr. Y.Yusifov, Prof. Dr. T.Hacıyev, Prof. Dr. G.Geybullayev gerçekleştirmişler. Onlar da daha derinlere giderek çok değerli bilgi ve belgelere ulaşmış, böylece ister halk, isterse de dil tarihi ile ilgili belli düşünceleri oldukça zenginleştirmişler.

Kitabınız bilimsel esaslara dayanan çok değerli bir eser. Hiçbir abartıya yol vermeden yalnız sözkonusu eserin Türkiye’de değil, diğer Türk halklarında da bu eğitim ve öğrenimde en yararlı öğretim kitaplarından biri olacağını söyleye biliriz.
Ahmet bey, halkın ve dilin tarihini yazan insanda vatanseverlik, kendi halkının tarihine sevgi gibi duygular olmalı. Fakat “en fazla objektif olunması gereken alanda da duygular daima işe karışabilir.”- dediğinizde de çok haklısınız. Bizce karışmalıdır da. Kendi halkının tarihine düşmanca bakmaktansa, o tarihi tahriflere yol versek bile sevgi ile araştırmak daha güzel. Ben sizde genel Türk tarihine böyle sevgiyi gördüm. 

Mütevazı bir tavırla, “bu kitabı esas itibariyle bir müracaat eseri olarak hazırlamakla beraber bazı sorunları tartışmayı ve kendi görüşlerimi ortaya koymayı da gerek bildim... Eğer bazı görüş ve yaklaşım-larım tartışmalara yol açabilirse bunun, bilim dalımıza bir kazanç getireceğini düşünüyorum.” - diye samimi itirafta bulunuyorsunuz.

Bu sözlerinizi esas alarak, sizinle “tartışmak” değil de, (tartışmag-bizim dilde bir az kaba bir tâbir) düşünce munazarası yapmak, bir fikir alış verişinde bulunmak istiyorum.

Ama önce sizin yazması ne kadar zor olduğunu bildiğim geniş ve kapsamlı eseriniz konusunda Azerbaycan okurlarını bilgilendirmek isterim.

488 sayfalık bu kitap (Prof.Dr. A.B. Ercilasun. Türk dili tarihi. Başlangıçtan XX yüzyıla. Akçağ. Ankara 2004.) on beş bölümden oluşan, “Bilgeye... Gün ışığı niyetine...” gibi güzel sözlerle başlayan değerli bir eser. Kitaba yazılan “Söz başı”nın da oldukça samimi duygularla kaleme alındığı belli. 32 sayfalık “Giriş”de “Türk dilinin dünya dilleri arasındakı yeri” konusu genişçe işlenmiş. Altay dil teorisi, Nostratik teori ve Avrasyatik teorisine yer ayırdığınız bu bölüm Türk dillerinin sınıflandırılması konusunu da içermektedir. 

Tırnakta verdiğimiz konu ismindeki “Türk dili” kelimesi tartışmaya açık bir mesele. Bu yerde “Türk dili” denildiğinde, Türk dillerinin hepsini bir dil gibi kabul edilmemesi gerek-tiğini, genel olarak Türk dilleri ailesinden bahs edildiğini her okur anlayabilir. Yani, bizce, burada “Türk dili” adı altında esasında “Türk dilleri ailesi” göz önünde bulunmaktadır. Burada Altay teorisi - Türk, Moğol, Tungus, Kore, Japon dillerinin aynı bir kökenden olması ve bu dillerin akrabalılığı konusunda verdiğiniz bilgiler oldukça değerli. Girişte aynı zamanda teorinin sonralar Ural-Altay teorisi gibi genişlemesi, onun bir teori olarak meydana çıkması, gelişimi, Johann Philipp Tabbert fon Strahlenberg, Rasmus Rask, A.Miller, W.Schott, Gustaf John Ramstedt, Aleksanteri Castrén, Nicolas Poppe, B.Vladimirtsov ve diğerlerinin bu süreçteki rolü ve onların bu konudakı fikirleri de güzel bir şekilde özetlenmiş. 

Dahası Türkiye’de Altayistik üzerine kapsamlı ve başarılı çalışmalar yaptığını söylediğiniz Ahmet Temir, Talat Tekin, Osman Nedim Tuna, Tuncer Gülensoy gibi bilim adamlarının isimlerini saymış, Sergei Starostin, Anna Dybo ve Oleg Mudrak’ın ise bu dalda en son araştırmaları yaptığını hatırlatmışsınız. Sözkonusu bölümde Strahlenberg, Vladimirtsov, Poppe, Miller gibi araştırmacıların “Ana Altayca” teorilerini şema halinde sunmanız da konu ile ilgili hassasiyetinizi yansıtmaktadır. Bu şemalar içinde yalnız Street’in şeması “Ana kuzey Asya dili” ismini taşımasıyla farklılık ifade etmektedir.

Strahlenberg Ana Altayca’nı “Moğol-Türk” şeklinde iki gruba ayırmış. Hatta, “Türk-Moğol” dememiş, Balkanlardan Mancur topraklarına kadar yayılan Türkleri ikinci, Moğollarıysa ön planda vermiş. Vladimirtsov’un şeması da Strahlenberg ile aynı. Poppe de ana Altayca’nı 2 grup halinde sınıflandırmaktadır: Çuvaş – Türk – Moğol – Mancur – Tungus birliği ve Ana Kore.
Poppe’ye göre birinci daldan Çuvaş –Türk grubu gelişmiş, ondan ise Ana Türkçe, Ana Türkçeden ise Türk lehçeleri ayrılmış. Buradan elde ettiğimiz sonuca göre, güney-batı grubu Türk dilleri Çuvaş-Türk birliğinden yaranmış, dahası Türkler Anadolu’ya ve Kafkasya’ya Kuzeyden gelmişler.

Ana Altayca’yı Ana Batı Altayca ve Ana Doğu Altayca’ya ayıran Miller ise Ana Batı Altayca’dan eski Türkçe ve eski Bulgarca’nın yarandığı kanaatindedir. 

Street’in sınıflandırmasıysa biraz farklı. “Ana Kuzey Asya dili” ismini koyduğu aileni 2 gruba ayıran Street birinci grubu “Ana Altayca” gibi vermiş. Kore, Japon ve Aynu dillerini içeren ikinci grubun ise ismi yoktur. Ana Altayca’nı Miller gibi Ana Batı Altayca ve Ana doğu Altayca gibi gruplara bölen Street’in fikrince, ana Batı Altayca’dan ana Türkçe, ondan da Türk lehçeleri gelişmiş.

Böylece, tüm bu mantıksız bölgülerin hepsinin esası Altay teorisine dayanmaktadır. Bu o demek ki, Türklerin ilk beşiği Altay’dır. Türkler orada doğmuş, çoğalmış ve o topraklardan tüm dünyaya yayılmışlar. 

Bu konuda nasıl derler, kuyuya ilk taş atan Strahlenberg olmuş. Ünlü yazarlarımızdan olan A.Hakverdiyev’in diliyle söylesek, “o yerlerde avare dolaşan” bu İsveç asıllı esir subay ilk kez o topraklardaki yazılı balballara- taş yazıtlara rastlamış, onları kağıta aktarmış, sonra da bilim dünyasında yeni bir başlangıcın esasını koymuş. XIX yüzyılın sonlarında V.Tomsen tarafından bu yazıtların okunması Türk halkları ve Türk dilleri tarihi için çok büyük bir buluştu. 

Daha sonra da V.V. Radlov’un metinleri çözmesi Türk kültürü tarihini en azından 5-6 yüzyıl eskiye götürdü. Orhun-Yenisey yazıtları gibi bilinen bu anıtlar tarihçi, dilbilimci, etnografi ve arkeoloji uzmanlarının Orhun-Yenisey nehirleri kıyısında bulunan söz konusu toprakların ve genel olarak Altayların Türk’ün beşiği olduğu kanaatine varmasına neden oldu. Bu kez de uzmanlar Türklerin bir mucize gibi bu yerlerde yaranmış olduğunu ve dünyaya buradan yayıldığını ileri sürdü. 

Fakat, insanlık tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Dünya dillerinin oluşum tarihini de dikkate alırsak, 1500 yıllık yolun bir şimşek çakmasından farksız olduğunu, dahası bu kadar büyük bir arazide yaşamış halkların aniden oluşmasının da imkansız olduğunu düşünememişler.

Girişde, nostratik teori ve onun oluşumunda Pedersen ve İlliç-Svitıç’ın rolü konusunda detaylı bilgi bulabiliriz. Dünya dillerinin sınıflandırılmasını, özellikle, Merritt Ruhlen’in ilgili şemasını ince ayrıntılarıyla özetlemeniz çok güzel. Bu yerde en kayda değer an ise bu bilgilerde çoğunlukla ilk kaynaktan yararlanmanızdır. 

Kitapta “Türklerin ana yurdu ve en eski komşuları” adlandırdığınız birinci bölümü bir sayfadan da az. Fakat bizi ilgilendiren en önemli konu da burada açıklanmıştı. Yazıyorsunuz ki, “Türklerin ataları, m.ö. 2000-1000 yılları arasında Ural dağları ile Sayan, Altay ve Tanrı dağları arasında yaşıyorlardı. Hazar denizinin kuzey doğusundan başlayıp Aral ve Balkaş göllerini de içine alarak Tanrı, Altay ve Sayan dağlarına dek uzanan bu coğrafya Avrasya’nın orta bölgesi idi. Doğu’da Moğol, Tungus ve Korelilerin ataları bulunuyordu. Batı’da ise Kuzey bölgelerinde Fin ve Macarların ataları; güney bölgelerinde Ari kavimler vardı. Avrasya’nın güneyinde, doğudan batıya doğru Çinliler ile Hint-İran kavimlerinin ataları yaşıyordu. Moğol, Fin-Ugor, Hint-Avrupa ve Çin dilleriyle Türkçede görülen bazı ortaklıklar, alış verişler işte bu uzak geçmişteki komşuluğun izleridir.”(s.33)

Ahmet bey, biliyorsunuz mu, en büyük hata nedir? Ister tarihçi, ister dilbilimci olsun, uzmanlar tarafından halkların tarihi, tarihin bize belli devirlerinde bile bir bütün halinde değil, kareler, parçalar şeklinde öğrenilmektedir. 1000-2000 yıllık tarih söz konusu olsa bile. İşte tüm yanlışlar buradan kaynaklanmaktadır. Peki, ama, Türkler Sayan ve Altay’a nereden gitmişler, nasıl orada toplanmışlar?

Bu soruya yalnız insanlık tarihini bir bütün olarak ele alırsak cevap bulabiliriz. Girişte siz de monogenez teorisinden söz açmışsınız. Ama, maalesef sizin bu konuyla ilgili fikriniz o kadar açık şekilde anlaşılmıyor. Ben ise bu teorinin taraftarlarındanım. Size vermiş olduğum “Azerbaycan dilinin tarihi” isimli kitabımda da bu konuya bir bölüm ayırmıştım. Basında da tek ulu dil konusunda çok yazdığım için fazla ayrıntıya girmek istemiyorum. Ana fikir o ki, Yer yüzünde varolmuş ulu dil m.ö.12. binyılda protodillere parçalanmış, 12-6.binyıllarda ise bu protodillerden dil aileleri (Hint-Avrupa, Hami- Sami, Türk dilleri ve s.) oluşmuştur. Sonuç olarak artık m.ö. 6. binyılda Batı ve Doğu Türk dilleri ayrı ayrılıkta farklılık kazanmaktaydı. 

Burada ikinci bir önemli konu daha var: Bu ulu dil nerede oluşmuş, gelişmiş ve parçalanmıştır?

Dünya biliminin bu konudaki kanaati ise böyle değerlendirilebilir: Yer yüzündeki Ulu dil Afrika’nın kuzeyi, Asya’nın batısı, Avrupa’nın güney doğusunu içine alan bir arazide yaranmıştır. Dilin bölünmesi de bu topraklarda, yani Ön Asya ve Akdeniz sınırları içerisinde gerçekleşmiştir. Orta taş çağında (Mezolitik devir.X-VIII binyıllar) doğuya, batıya, kuzeye, güneye doğru olan ilk göçler bu topraklardan başlamıştır. M.ö.3-1. binyılların dil verilerinin- yer, insan ve kavim adlarının araştırılması köklü ve ana kavimlerin daima doğdukları topraklarda kaldığını, yeni doğulanların, toprakları az olanların taşınmaya mecbur olduğunu açığa çıkarmıştır.(bak:1) 

Ben mümkün olursa, size bir harita yollayacağım. Ruslar onu okulda tarih dersi sırasında kullanmaktadırlar. Haritadan görünen o ki, 8000 yıl önce (yani, m.ö. 6. binyılda) Altay’da hiçbir insanoğlu yaşamamıştır. Bu çağda insanın yaşadığı yerler olarak Anadolu’nun güneyi, Mezopotomya toprakları, İran yaylası adlandırdığımız topraklar ve Türkmenistan bozkırlarının batısı gösterilmektedir. 

Bugün Türk yurdu gibi sunulan yerlerdeyse yerleşim çok sonralar- 5000 yıl önce başlamıştır. Avrupa bilimadamlarının sözkonusu teorisinde Türklerin yerleşim yeri olarak Sayan-Altay’ın gösterilmesi kasıtlıdır ve eski Azerbaycan ve Anadolu topraklarına Türklerin sonradan gelme olduğunu kanıtlamak amacını taşımaktadır. Bu tarihi doğru bilmemekten doğan bir konu. Altay Türk’ün beşiği değil. Türk’ün beşiği Anadolu’nun güneyi, Azerbaycan ve özellikle, Mezopotomya topraklarıdır. Bizde artık Altay’ın isminin Türkler tarafından Azerbaycan’dan götürüldüğü, m.ö. Azerbaycan Aratta devletinin isminden doğduğu kanıtlanmıştır. Y.B.Yusifov Azerbaycan Aratta devletinden (m.ö.28.yüzyıl) bahs ederken bu kelimenin nasıl Alatey şeklini aldığını açıklamıştır: “Alatey’i Türk dille-rinde kullanılan Alatay, Altay, Alatey ve Alatau “dağ, sıra dağlar” bildiren kelimelerin ilk şekli gibi kabul edebiliriz. Bu kelimelerin ProtoTürk (Erken Türk) diline ait olması şüphesizdir.(2,78,115;3,167)

Sizin verdiğiniz sınıflandırmaya göre milattan 2000 yıl önce ne Anadolu’da , ne de Azerbaycan topraklarında Türk gözükmektedir. 

Geçmiş SSCB’de Doğu’yu güzel bilen üç bilimadamından (İ.M.Dyakonov, V.A.Belyavski, Y.B.Yusifov) biri olan Y.Yusifov m.ö.28. yüzyılda Azerbaycan Aratta devletini kuranların Türkler olduğunu kanıtlamıştır. Bilimadamı üniversiteler için ders kitabı olarak yazdığı bu eserde birkaç delil ve olgular sunduktan sonra şöyle bir yorum yapıyor: “ Bu kanıtlar m.ö. III-II binyıllarda Azerbaycan topraklarında Türk etnosları (halkları) yaşadığını ve o çağın politik olaylarında katılımcı olduklarını göstermektedir. Böylelikle, ProtoTürkler Azerbaycan’ın en eski sahiplerinden biri olmuş ve onlar daha birbirinden sesbilimsel bakımından farklılık kazanmamış genel Türk dilinde konuşmuşlar. Fakat artık bu çağda batı ve doğu Türk dillerini nitelendiren bir sıra sesbilimsel değişimler oluşmuştu. Diye biliriz ki, ProtoTürkler bu çağda yalnız Azerbaycan’da değil, aynı zamanda Anadolu yarımadası ve Orta Asya’da yaşamış ve tedricen kuzeye doğru hareket etmişler." (2,78) (Bu kitap iyi bir kitap, onunla tanışmanızı isterim.) 

Eski Azerbaycan kavimleri Gutiler, Lulular, Kassitler, Turukkiler, Sular Türk kavimleriydi.(Yine orada s.77-86) Daha m.ö. 6. binyılın ortalarında Azerbaycan topraklarından Mezopotomya’ya inen Sümerleri, tipolojik bakımdan eklemeli dilli Elamları, Hurrileri söylemedim. Onların da tartışmalı olduğunu söylerler.

Zamanında “Kitabı Dede-Korkut”u Homeros’un meşhur “İlyada” ve “Odysseia” destanları ile karşılaştırmalı şeklinde araştırmıştık. Bu zaman elde ettiğimiz sonuç oldukça ilginçtir: 

Bu eser (“Korkut ata destanları”) Yunanların komşusu olan Türkler tarafından yaratılmış ve tarihi bakımdan oldukça eskilere dayanmaktadır.- azından Homerosla, onun anlattığı devirle yaşıttır. Her iki eser arasında sayısız ortak özelliklere, benzer olgulara rastlanmaktadır. Sayan-Altay topraklarındaki Türkler böyle bir destan yazamazlardı. Bu destan Selçuk Türklerine de ait değil. Destanın tarihi 1500 değil, en azından 3500 yıla dayanıyor. Onun sonrakı gelişim evrelerini söylemiyoruz daha.( bak:7,321-362) 

Truva savaşının (m.ö.1250 yılı) kahramanları-Priamos’un nesli, Hector, Alneas kimlerdi? 

O savaş Helen-Türk savaşıydı. İşte o Priamos’un yeğeni Aeneas ve adamları Truva düştükten sonra denize açılarak İtalya topraklarına gelmiş, önce Latin devleti, sonralarsa Roma’yı kurmuşlar. O topraklardaki Etrüsklerin-Tursakaların Türk olduğunu sizlerden Adile Ayda uzunsüreli araştırmalar sonucunda güzel bir şekilde kanıtlamıştı. Hint- Avrupalıların “İran’a ulaşması” 1500 değil, m.ö. 800 yıl olarak kabul edimektedir.- m.ö. 8. yüzyıla ait edilen bu tarihi E.A.Grantovski her ne kadar çalışsa da, m.ö. 9. yüzyıla bağlayamadı. 

Tüm bunlar Türk tarihine yeniden bakılması gerektiğini göstermektedir. Orhon-Yenisey toprakları bir mezarlıktır. Bu yerlerde Türkler yaşamış, artmış, büyümüş, vefat etmişler. Fakat orada doğmamışlar. Oraya Batı’dan gelmişler. 

Azerbaycanla Anadolu’nun kaderinde büyük farklılıklar mevcuttur. Bir çok tarihi bilmeyenler bir yana, kendi dilbilim ve tarih uzmanlarımızın bazıları da XI yüzyılda Selçukların gelmesiyle Azerbaycan ve Anadolu topraklarının Türkleştiği kanaatindedirler. Böyle bir fikir bilgisizlik ve cahillik örneğidir. Urmiya gölü havzası topraklar, kuzeyli-güneyli Azerbaycan (Irak’ta Kerkük-Erbil toprakları da) eski Türk yurdudur. Hiçbir zaman, hiçbir tarihi olay bu yerlerden Türkleri uzak tutamaz. 
Bugün nasılsa beş bin yıl öncede aynı şekilde olmuştur. (küçük değişimler ve göçler fonunda) Fakat, Anadolu topraklarında ise durum ve tarihi “kader” başka türlüdür. Anadolu da eski Türk yurdudur. Fakat zaman zaman Bizanslar çoğunluk oluşturmaktadır. Anadolu Selçuklular zamanında, özellikle, Ertuğrul oğlu Osman’ın zamanında yeniden asıl Türk yurduna dönüştü. Sizde bir “Kuruluş” dizisi var-18 bölümlük. Ben onu 1991 yılında sanatoryumda olarken seyretmiştim. 

Padişah Osman ölüm yatağındayken, oğlu yanına gelir ve onun dileğini sorar. Padişah Osman Bursa’da toprağa verilmesini ister. Bir süre sonra savaş başlar ve oğlu Bursa’nın alındığı haberi ile geri döner. İşte, Anadolu böyle adım adım alındı ve tarihi Türk yurdu yeniden kuruldu. Bunun için de ustamız A.Demirçizade Azerbaycan Oğuzlarının Selçuk Oğuzları olmadığını, “Kitabi-Dede-Korkut”un da Selçuk Oğuzlarının değil de, yerli eski Azerbaycan Oğuzlarının eseri olduğunu defalarca hatırlatır dururdu. Dahası, o, Azerbaycan dilinin Selçukların dili norm halini almadığı XIV yüzyıla kadar onlara hizmet ettiğini de eklerdi. Bizim bazı bilimadamlarıysa XVIII yüzyıla kadar Azerbaycan ve genellikle, Türk dillerinin olmadığını ve dil gibi farklılık kazanmadığını ispat etmeğe çalışıyorlar. 

Ahmet bey, görüyor musunuz işimiz ne kadar zor ? 

Kitabınızın ikinci bölümü “Sümerce-Türkçe ilişkisi” adını taşımaktadır. Osman Nedim Tuna’ya dayanarak Sümer ve Türk dillerine ait çok sayıda ortak kelimeleri örnek olarak sıralamışsınız. 

Verdiğiniz bilgiye göre, Tuna Sümer yazıtlarında Türk dillerine ait 168 kelimeyi tespit etmiş. Bizde de bu konu ile ilgili böyle yazılar yazılmaktadır. O da bilinen bir fikir ki, böyle kelimelerin olması ya köken bağlılığından, ya da ilişki sonucunda bir dilin diğerinden kelime almasından doğan bir olaydır. 

Sizin yazınızdan da anlaşılan o ki, Tuna Sümer dilindeki böyle kelimeleri yabancı-alınma gibi kabul ediyor. Bu alanın ilk araştırmacısı gibi Oljas Süleymenov da, bizim dilbilimciler de aynı fikri paylaşmaktadırlar. Zaten araştırmanın başarısı da Sümer dilinde Türk sözlerinin varlığının ispat edilmesindedir. Sözkonusu deliller de Sümerlerle aynı zamanda bir Türk halkının varlığını gösteren en iyi örnek. 

Böylece Türklerin tarihi en azından 550 yıl daha eskilere varmaktadır. Bu bile kendi kendiliyinde Türklerin Sayan-Altay topraklarına Ön Asya’dan gittiğini göstermektedir. Fakat ben bu ilişkiye de karşıyım.

Ben de Sümer dilinin yalnız sözvarlığını değil, aynı zamanda sesbilimini, biçimbilimini ve sözdizimini de belgeler, olgular esasında incelemiş bulunuyorum. Bu konu ile ilgili araştırma yapanlardan biri olan İ.M.Dyakonov Sümer dilinde önek olduğunu belirtir. Ben de sözkonusu ekleri inceledim. Aslında onların hiçbiri önek değil, birer çekim eki ve ya bağlaçtır. 
Örneğin, Dyakonov fiilden önce “ne” önekinin kullanıldığını ve olumsuzluk bildirdiğini yazar. Bu bizim dilimizde şimdi de kullandığımız “ne” bağlacıdır: Ne görür, ne duyar.(bak: 3,112-126) Bunun nesi önek? 

İsterseniz, önek olduğunu da farzedelim. Ama diller kök dilden ayrıldığında kök dilin tüm özelliklerini hemen ani olarak kaybetmez. Bizim tipoloji bakımdan farklı diller gibi bildiyimiz dil ailelerinde de o kadar ortak özelliklere rastlayabiliriz. 
Örneğin, bizim dilimizde tamlayan tamlanandan önce kullanıldığı halde, Fars dilinde tam tersi yapılır: perişan zülf - zülfi-perişan. Ama bizde tamlayanın tamlanandan sonra kullanıldığını iddia edemeyiz. Şah İsmayıl- İsmayıl şah, Hanım Emine- Emine hanım, Doktor Hamit-Hamit doktor. Bu örnekleri istediğimiz kadar artırabiliriz. 

O önekleri Hint-Avrupalılar Sümer dilinin Türk dili olmadığını kanıtlamak için uydurmuşlar. 5000 yıldan artık bir zaman geçti. Fakat, Sümer dilindeki tüm çekim ekleri küçük sesbilimsel farklılıklarla modern Türk dillerinde kalmış bulunmaktadır. 

“Gim” (kimi/gibi) sontakısı- hiç sontakıyı da başka bir dilden almak mümkün mü? Onun günümüzde kullanılan “Gimi” şekli de her şeyi açıklar. Fakat bu halk kimlerinse ataları olmalı. Günümüzde kimlerse o halkın evlatları olmalı. 

Hint-Avrupalılar onların kendilerinin ataları olmadığını itiraf ediyorlar. Bizlerse bu kadar Sümer –Türk benzerliği, yakınlığı olmasına rağmen gerçekleri kabullenmekten korkuyoruz. 

Kendileri Sümerlerin m.ö.6. binyılın ortalarında Azerbaycan’dan-Zagros topraklarından Mezopotomya’ya indiklerini yazıyor. Sonralar da Akkadlarla karşı karşıya geldikleri için bir çoğu yeniden kendi yurtlarına dönmüş. Yakın zamanlarda bizde bu konuda doktora tez hazırlayan Rahman Purekber Hayavi de tezinde güney Azerbaycan arazisinde Sümerlere ait çok sayda anıtlar, özellikler olduğunu kanıtlar.

Avrupalı bilginler anlamak istemiyorlar ki, Türkler dünyanın ilk ve eski halklarından olmasaydılar Yer yüzünün ekvator boyu en güzel topraklarına sahip olamazlardı. 

Etrüsklerin de Türk olduğunu görmek istemezler. Zaten Moğolların, Japonların, Korelilerin Türklerden tecrit edildiğini de tartışmalı şekilde itiraf ediyorlar. 

Kitabınızın “Eski kültürler ve Türkler” bölümünde eski Doğu medeniyetlerinin oluşumunda Türklerin rolünü araştırmışsınız. “Bozkır kültürü” konusunda, dahası, hayvanların, özellikle atların ilk defa ehlîleştirilmesinde, demirin işlenmesinde bozkır Türklerinin (Terekemelerin) rolünü geniş incelemiş bulunmanız dikkat çekici. 

O.Menghin’in fikirlerine dayanarak yazıyorsunuz: “Menghin de “atı ehlîleştirilmesi ve umumiyetle hayvan yetiştirmek gibi medeniyet tarihindeki çok mühim bir safhanın Türklerin ataları ile yakından ilgili” olduğunu belirtir. Ona göre “Türk kültürünün dünya tarihinde iki bakımdan kesin tesiri olmuştur. Bunlardan biri, hayvan besleyiciliği geliştirmek ve yaymak suretiyle ekonomik; öteki, yüksek teşkilâtçılık yolu ile sosyaldir.”

Bunlar değerli sözler. Demek ki, Batı’nın kendisi de insanlığın hem ekonomik, hem de sosyal gelişiminde en önemli rolü Türklerin üstlenmiş olduğunu onaylıyor. 

Onlar zaten her zaman böyle: önce mecburen hakikati, gerçeği itiraf eder, sonra da oyunbazlık yapmaya başlarlar. Zaten Sümerlerin de Türk olduğunu ilk önce onlar itiraf etmişler.

Sakalarla ilgili verdiyiniz bilgi de (IV bölüm) tarihi gerçeklere uygun 7 çeşitli çevirmenle konuşan Sakalar çeşitli kavimlerden oluşurmuş. Bazıları, özellikle çar İskitleri (Bak:5) ismini taşıyanlar, Azerbaycan topraklarında çarlık kuran (m.ö.653-625) Türklerden oluşmuş. 

Burada en dikkat çeken ise “Firdevsi “Şahname”sinde “Med ve Perslerle Sakaların mücadilelerini İranlılarla Turanlıların mücadelesi olarak anlatılır” kelimeleridir. Buradan anlaşılan o ki, Medlerle (Midiyalılar) Persler birleşmiş (ve ya belki de bir halk olmuş) ve Sakalara karşı mücadele etmişler. Midiya (Medeya/Medya) devleti ile ilgili Asur kaynaklarında m.ö.834 yılında bilgi verilmektedir. 

Farslar ise İran yaylasına 8. yüzyılın ortalarında gelmişler. Medeya/Medya aslında ilk kurulduğunda bir Fars devleti değildi. 
Bizim dilbilim ve tarih uzmanları Medeya/Medyalıların Türk olmaları konusunda hemfikir. (akademik “Tarih” birer istisna) 
Farslar 550 yılında ihanet yolu ile Medeya’da hakimiyeti (Harpak’ın ihaneti) ele geçirmişler. Meşhur “Astiages efsanesi” de bununla ilgilidir. Doğru, Saka liderleri Kiaksar tarafından aldatılarak öldürtülmüş. Fakat, Bu Sakaların ve Medeyalıların ayrı dillerde konuştuğu anlamına gelmez. Nasıl olsa, onlar akraba kavimlerdi ve birlikte güç kazanarak Azerbaycan’da Medeya-Saka devleti kurmuşlar. Onun için de bu süreçte Turan adı altında Medeya-Saka hakimiyeti bir bütün gibi kabul edilmektedir. M.ö.550 yılında Medeya düşer ve Fars Ahamenişler devletine birleşir. (2, 122)

Sakalar aslında güney Kafkasya ve Anadolu’da tam olarak sonradan gelme sayılmazlar. Herodot onların bir kısmının Kimmerleri kovalama sırasında bu yerlere geldiyini yazmaktadır. Fakat, Sakalar Ön Asya'nın, Azerbaycan'ın ve Batı Anadolu'nun en eski kavimleridir. 

Sizin tâbirinizle desek, onların ataları Kassitler olmuşlar. Azerbaycanda Kassit medeniyetinin çok eskilere dayanan (bazılarına göre, hatta 10000 yıllık) tarihi vardır. Sakalar Kassitlerin (Kasların) sonrakı nesilleridir. Kas ve Sak kelimeleri de yalnız ses yer değişimi ile seçilmektedir. Sizin topraklardakı Truva’nın karşısından geçen büyük nehrin zamanında 2 ismi olmuştur: denize kavuşan yerde Ksanf, başladığı yerde Skamandr.

Bu kelimelerde Kas (KSanf) ve Sak (Skamandır) kelimelerini bulmak mümkün Hоmeros’un destanında Skamandr bozkırı, Skamandr vadisi, Skamandr kahini gibi ifadeler Sakalara ait. Homeros yazıyor:

Hefestle de düşman oldu bol dalgalı derin bir nehir.
Ki, Tanrılar Ksanf diyor ona, insan-Skamandr(6,300)

Bu Homeros`un m.ö.1250 yılı olaylarını anlatırken çok eskilere dayanan Ksanf kelimesinin anlamını bilmediğini gösteriyor. Işte bu nedenle onu Tanrılara, Skamandr`ı ise onunla aynı çağda yaşayan Saka`ların ismile bağlı olduğu için insanlara bağlıyor. (Konu ile ilgili Homeros`un destanları ve “Kitabı-Dede-Korkut” makalemize bakabilirsiniz. 7, 321-352) 

Bu aynı zamanda Saka`nın Yaka (kıyı, kenar) kelimesinin İran dillerinden alınan şekli almadığını göstermektedir. Farslar kelimeyi olduğu gibi de kullanabilirlerdi.

Bu yerde Massagetlerin Hazar`ın doğusunda aranması (tarih kitaplarında böyle fikirler mevcut) doğru değil. Massagetler-baş Sakalar ve onların lideri Tomiris Azerbaycan Sakalarındandır. Size göre ise Alp er Tunga Saka hükümdarı Midias`dır.

Bizim kaynaklarımızda ise Alp er Tunga `nın son Medya kralı Astiages olması ile ilgili önemli fikir hakim. (Bak: 8) Alp er Tunga`nın şerefine ağıtlar XI yüzyılda yazıya alınsa da, aslında 1500-2000 yıl daha önce söylendiği, eski dil olguları olduğu kabul edilmektedir.(9, 172)

Hunların tarihine de eserinizde geniş yer ayırmışsınız. M.ö.1700 yılından belli olan Hunların tarihini ilginç belge ve delillerle izlemişsiniz. Hunlarla Çinlilerin uzun süreli mücadeleleri de kitapta güzelce yansıtılmış. Hunların kökeni konusunda üç fikre yer vermiş bulunmanız eserin geniş araştırmaların sonucu olduğunu göstermektedir. 

Çoğu uzmanlar onları Türk-Moğol kökenli sayıyor, bazıları ise daha ileri giderek onların ne Türk, ne de Moğol kökenli olduklarını iddia ediyorlar. Sonuncu oldukça anlamsız bir fikir bizce. Çoğunluk onların Türk olmasını iddia etse de, biz A.Gaben gibi Hunların Türk ve Moğollardan ibaret olduğu kanaatindeyiz. 

Bu arada sözkonusu bölümde Asya Türklerinin yadigarı Oğuz Kağan destanı ve Mete`nin (Mao Tu`nun) devlet politikası konusunda yazdıklarınız da ilgi ile okunmaktadır. 

Sonrakı bölümlerde Türklerin Türküstan, Afganistan ve Hindistan topraklarına yayılması, Avrupa Hunları ve Atilla`nın faaliyeti konusu ele alınmış.

Kitabınızın büyük bir bölümünü (s.79-197) Göktürk Kağanlığının/Hakanlığının tarihi ve dili konusuna ayırmışsınız. Türklerin bu büyük tarihi konusunda çok güzel ve kapsamlı bilgi vermeniz de dikkat çekici. Kağanlar, anıtlar ve onların dili konusunda bir kitap kadar bilgi almak mümkün. Ben de tüm bunları açıklamaya, incelemeye kalkışsam kitabın büyük bir bölümünü buraya yazmam gerekecek. Fakat bu yerde beni ilgilendiren önemli bir konuyu sizinle paylaşmak isterim.

Bizlerde bu devrin Türk tarihi konusunda Lev Gumilev`in “Eski Türkler” kitabı oldukça meşhur. Lev Gumilev Kağanlık devrinin tarihini ayrı ayrı evrelerle genişçe incelemişti. Fakat eserinde dil konuları, metin incelemesi ve açıklamasına sizin kitabınızdakı gibi geniş yer vermemiş, tarihi-toplusal tarihi araştırmıştı. L.Gumilev Çin kaynaklarını da kullanmış, dişi kurt efsanesini Aşinalılarla ilişkilendirmişti.

Siz de bu efsanenin tarihinin milattan önceye gittiğini, fakat bazı tarihçilerinin 500 evlik Aşina ailesine bağlandığını söylüyorsunuz.

Çin`in kuzeyinde yerleşen Şensi vilayetinin batısındakı Hesi`de yerleşen Aşina ailesi Taba`ların (Çinlilerin) işgalleri sırasında оnların idaresi altına girmemiş, Altaylara göç etmişler. Orada ise Juan-juanlar`a sığınmış ve demir üretimi ile uğraşmışlar. Siz de böyle yazıyorsunuz, biz de böyle biliyoruz. Çünkü, bunlar tarihi gerçeklerin ta kendisi. Sonrası da zaten belli: Aşina yeniden kuvvetlenmiş, Bumın ve İstemi devrinde Juan-juanların hakimiyetine son koymuştur. Zaman geçtikçe de büyüyerek imparatorluk şeklini aldılar. Bunlar herkese belli. 

Beni en çok ilgilendiren sizin kelimelere verdiğiniz açıklamalar oldu: “Göktürk anıtlarında Bumın olarak geçen kurucu kağanın adı Çin kaynaklarında Tumen şeklindedir. Bu büyük ihtimalle Türkçe Tuman (duman) kelimesidir. Tuman Kağan`ın oğlu Mukan/Muhan ise Türkçe Buka+n (Boğa) olmalıdır.(8) Burada benim dikkatimi çeken Mukan kelimesinin Bukan (Boğa) gibi açıklanmasıdır.

Biz bu kelimeyi - Mukan/Muhan (Gumilev`de Muğan) kelimesini sıradan bir kelime-isim gibi değil de, çok önemli ve gerekli bir tarihi olayın izi gibi kabul ediyoruz. “Aşina ve Azerbaycan” adlı makalemizde (7;295-313) bu konuyu daha da geniş bir şekilde incelemiş bulunuyoruz. 

Araştırmalar sonunda 500 evlik Aşina ailesinin bağlı olduğu kavimin zamanında (m.ö.birinci binyılın sonlarında, ya da m.s. ilk yüzyıllarda) Azerbaycan`dan Hesi`ye gittiği anlaşılıyor. Bunlar Hesi`de de, Altay`da da “mülteci”, “göçebe” gibi yaşamışlar. Altay`da “Türk denizinde bir damla” sayılan bu kavim gittikçe artmış ve güç toplamıştır. Bunlar da herkese açık. Onların Hazar`ın batısından-Azerbaycan topraklarından göçtüğünü kanıtlayan bir çok ciddi kanıtlar var. Bu kanıtları kısaca anlatmak isterim. (sözkonusu makalede geniş açıklama verilmişti)

Sizin de söylediğiniz gibi (s.770 m.s. 48 yılında Asya Hunları Batı ve Doğu Hunlar olmakla 2 gruba bölünmüşler. Gumilev ise 2 efsanede de Aşina ailesinin Hesi`den göçmesi ile ilgili hiçbir işaret olmadığını söylüyor. Bunun için de bunun Aşinalılar tarafından Altay`a muhaceret ettikten sonra yarandığını ihtimal ediyor. Fakat bu oldukça esassız bir fikir. Çünkü bu efsane daha eski tarihleri andırmaktadır. (Siz de daha eski olduğunu not etmişsiniz.) 

Zaten birinci efsanenin ilk cümlelerinden birine de onların (Aşinalıların) köken itibarile nereli oldukları konusunda oldukça açık bir fikir sezilmektedir. Efsanede onlar “Batı ülkesinden batıda yerleşmiş Hunlar evinin nesli” gibi nitelendirilmiş. Buradakı “Batı ülkesi” ifadesi Batı Hunları anlamını taşımaktadır. “Batı ülkesinin batısı” ise Hazar`dan batıya doğru olan toprakları kapsar. Demek ki, köken Azerbaycan topraklarına dayanıyor.(1)

Çinlilerin gücü ile Aşinalıların bırakıp gittiği Hesi`nin o Hun hakimi Muğan han ismini taşıyor. Gumilev de “Aşina Hun knyazı Muğan`ın hakimiyetine bağlı idi.”- diye yazıyor. Aşina`yı da kapsayan bu knyazlığın hakimleri “Muğan” unvanı taşırlardı. Bu knyazlıktan ayrıldıktan sonra da Aşina hakimleri de aynı unvanı almışlar. Demek ki, knyaz Muğan`ın hakimiyeti altında birleşen kavimler akraba kavimlerdir. Eğer Aşina kavimi sözkonusu knyazlıkta diğer kavimlerle raslantı sonucunda birleşmişse, Aşina hakimleri Muğan/Mukan unvanını taşıyamazdı. Ya da tam tersi Hesi`nin Hun hakiminin bu unvanı almaması gerekirdi.

Aşinalılar bu unvanı aralıksız olarak kabul etmişler. 552 yılında Bumın Kağan öldükten sonra yerine oğlu Kara Issık han/ Kara Kağan geçti. O da çabuk vefat etti. Tahta Kara Kağan`ın kardeşi (Bumın`ın küçük oğlu) Guşu çıktı. Guşu Mukan han ünvanını kabul etti. Gumilev eserinde bu hükümdardan bahs ederken, “Bu hanın aşağıdakı isimleri bellidir: yabani (vahşi) hayvan ismi-Tszuşu (yani, Guşu/Kuşu-Guş), nesil ismi - Sıgın (yani, torun, kardeş oğlu/ yeğen), lâkabı-Yandı (yani, galip), ün-vanı- Muyuy, yani Mukan/Muğan. Biz bilimsel kaynaklarda daha çok kullanılan sonuncu ismi tercih ediyoruz.”(10, 38)- diye açıklama vermektedir.

Aşinalıların eskiden bağlı oldukları knyazlık hakimleri de, Aşina hükümdarları da bu unvanı taşımışlar. Muğan/Mukan kelimesi nasıl ve nerede meydana çıkmış? Bu konuda da düşünmek gerek.(2)

Yukarıdaki yazıda L.Gumilev yandı kelimesinin anlamını “galip” gibi vermiş. Doğru değil. Bu kelimenin Ön Asya`da büyük tarihi vardır. Bu kelime m.ö. III binyılda Sumerlerin kullandığı ensi (kahin-hükümdar) ve bu kelimenin bir sesbilimsel şekli gibi Mannalıların kullandığı yanzı ile aynı kökdendir.(11,72-76;2,61) 

Örneğin, Manna`dakı bir il hakiminin ismi de Yanzı-Buriaş olmuş. (m.ö.843) Z~d geçiti ile Aşinalılarda bu kelime yandı şeklini almış ve hakim, hükümdar anlamını taşımaktadır.

Aşina hükümdarlarının isimlerinde Baga kelimesine de rastlıyoruz: İligyuylu Şe Mokhe Şabolo-İl Külüg-şad Baga İşbara ismini Gumilev “Ülkenin şerefli şadı, ilahi küdretli hanı” şeklinde açıklamıştı.

Bag - eski Azerbaycan kavimlerinin dilinde çok kullanılan Tanrı ismidir. Gumilev de “ilahi kudretli” derken anlamı doğru kavramış. Çünkü sözkonusu ifade Baga kelimesinin açıklamasıdır. Mada`nın –Medeya`nın batısında olan Musasir hakimlerinden Bagmaştu, Bagbartu isimlerini hatırlayalım.(3, 266) Azerbaycan`da Bağastan isimli tarihi vilayet olmuştur ve Makedonyalı İskender`in de oraya gittiği malumdur.(4)

Aşinalılar irken kelimesini kullanmışlar. Bu kelime “erkeklerin toplantısı” anlamını taşıyan eski ali şuranın ismidir. Sümerce`deki aynı anlama gelen ugken kelimesindendir. (ugu/ug- nesil, aile anlamındadır, ken-gen ise geneşmek (bir konu hakkında birinin düşüncesini öğrenmek için onunla konuşmak) kelimesi ile ilgilidir.) (5)

Orhun yazıtlarında sema inancı-Tengri esasdır. Tengri ismi Ön Asya`da en az m.ö.2000 yıl önceden biliniyor. M.ö. 1700 yılına ait 2 Sümer elegiyasında dingir kelimesi bir kaç defa kullanılmış: 98.dingir-kur-ke, sud(=KAXSU)-de mu-ra [ ah(?)-(7)]-Bogi zagrobnogo mira budet[proiznosit(7)] molitvı za tebe [Kramer 18,G.Kaz.Dil.t.446] (6)

Gumilev yerli Türklerle sonradan gelenleri –Aşinalıları giyimine göre de ayırmıştı. Yazar mezarüstü anıtları - balbalları inceleyerek aşağıdaki sonuca varmış: 

“Burada en önemli etnografik nitelik- baş giyimi yansıtılmıştı. Bozkırlarda yaşayanlar sivri uçlu, Altaylılar ise yassı, yuvarlak başlık kullanıyor.”(10;307). 

Bozkırlarda yaşayan Aşinalılar-göçebelerdir. Tarihçi dürüstçe yaptığı incelemeler sonucunda bulmuş ki, “bizim öğrendiğimiz 486 balbaldan 329`u sivri uçlu, 157`i yassıbaşlı.

” M.ö.I binyılın başlangıcında (VII Yüzyıl) Azerbaycan topraklarındaki göçebe Sakaların bir kısmı sivri uçlu Sakalar diye biliniyor: Minge-çevir`de bulunan yüzük mühürlerin üzerindeki tasvirler de toprak mezarlarda uyuyanların Saka-İskit olduğunu kanıtlıyor. Yüzük-mühürlerin birinde sivri uçlu başlık giyen ve üzerinde geleneksel Saka giyimi olan Saka-Tigrahauda (tigrah-dik, sivri olan-G.K.) tasvir edilmişti.”(12,213-214.) Bu delil de göçebelerin Orta Asya`ya en azından m.ö. I binyılın sonlarında gittiğini onaylıyor.(7)

Kısaca anlattığımız bu faktörlere dayanarak Aşinalıların Ön Asya migrantları olduğunu söyleyebiliriz. Bu aynı zamanda Orta Asya`daki tüm Türklerin Ön Asya migrantları olduğunu da göstermektedir. Aşinalıların Muğan/Mukan unvanı da onların hangi topraklardan göçüp gittiklerini açıklayan bir kanıt. Muğan - güneyli-kuzeyli Azerbaycan`nın büyük bir parçasıdır. Bu yerin migrantları da yeni topraklarda kendi yurtlarını unutmamış, ismini korumuşlar. Bunun için de bu kelimeyi Boğa şeklinde açıklamaya gerek yok. Muğan/Mukan Azerbaycan`ın en eski ve en kudretli kavmi olan Mağların yurdudur. Aşinalıların Muğan/Mukan unvanı tesadüf değil.

Burada bu konu ile ilgili çok önemli bir diğer delil daha: Turukki kelimesi.

Azerbaycan Topraklarında ismi ilk defa m.ö. 24. yüzyılda Asur kaynaklarında geçen güçlü Turukki kavmi yaşamıştır. 

Turukkiler (çift k seslerinden biri Asur elementi sayılmaktadır.) çok cesur bir kavim olmuşlar. Hatta uzun süre Asur devletini bile korku altında bırakmışlar. Bu kelime Sumer-Akkad yazılarında da defalarca hatırlanmış. Tarihçiler Turukki kelimesinde Türk kelimesinin ilk şeklini görüyorlar: “Turukki adı “Türk” isminin ilk şekli olmuş.” Ve ya “Bununla ilgili (Altay kelimesinin açıklaması ile-G.K.) 

Turukku, yahut Turuk isminin kökeni belli oluyor. Sözkonusu isim “Türk” kavim isminin ilk şekli olmuştur. Genelde “Türk” isminin eski şeklini “Turuk, Turuku” gibi kabullenmiş bulunmaktadır. Ilk Orta çağ yabancı dilli kaynaklarında “Türk” ismi ile beraber “Turukka” (Hint kaynakları), “Ttrruki”( Hoten metinleri), drug/drugu (Tibet kaynakları) varyantları kullanılmış. M.ö. 2.binyılda Akkad çivi yazılarında sözkonusu halk isminin ilk “Turukki/Turuki şekli korunmuş-tu.”(2,78,115) 

Demek ki, “göçebeler” Hesi`ye, sonra da Altay`a Türk ismini Azerbaycan`dan götürmüşler.(8)

Tüm diğer Türk halklarından farklı olarak yalnız Azerbaycan insanı geçen binyıllar sürecinde “Türk” ismini korumayı başarmış, Azerbaycan dili “Türk dili” gibi bilinmiştir. Hatta, Orta Asya`ya göç eden, orada büyük devlet kurarak onu “Türk” adı ile tanıtan halklar da bu adı koruyamamış. 

Fakat, Azerbaycan insanı XX yüzyılın başlangıcında Atatürk`ün Türk Cumhuriyeti kurarak Osmanlı dilini Türk dili ilan edene kadar “Türk” ismini yaşatmayı becermiş.

Göktürklerin hakimiyeti, Doğu Göktürklerde 52 (630-682), Batı Göktürklerde 31 yıllık (659-690) tutsaklık (fetret) zamanı, bağımsızlık yılları, II hakimiyet dönemi (tarih, yazıtlar, anıtlar ve dil konuları) ve onlardan kalan anıtlar - Uygur, Yenisey yazıtları, Moğolistan, Kırgızistan, Dağlık Altay, Türküstan, Kuzey Kafkasya, Kırım, Balkan, Macaristan`da bulunan yazıtlar... 
Tüm bunları incelemek için o kadar büyük sabır sahibi olmak gerekir ki... Göktürk yazıtlarının bulunması, çözülmesi, okunması, araştırılması tarihi gibi geniş kapsamlı kaynakların bulunduğu alanda çalışmak da oldukça zor. Göktürk yazısı ve alfabesinin kökeni, Göktürkçe`nin sesbilimsel, grammatikal özellikleri, yapım ekleri, kelime öbekleri ve onlarla ilgili kategoriler (çekim, nitelik, iyelik, zaman ve s.) dahası, söz varlığını oluşturan kelimeler ve onların anlamları gibi dilbilimsel nitelikli bilgileri genişçe araştırmak yıllarca yorulmak ve sabır sarfetmek isteyen bir şey. Bu oldukça zahmetli bir iş, Ahmet bey! Ama tüm bunlar kitabı sizin ömür kitabınıza dönüştürmüş.

Ogur ve Bulgar Türkleri ve onların dil özellikleri konusunda da çok ilgi çeken bilgilere yer vermişsiniz. Bu konuda bizim kaynaklarda bilgiler yok denecek kadar az. Tuna (Don), ve İdil (Volga) Türklerinden kalan metinler hakkında da kitabınızdan iyi bilgi alabildim.

Eserinizin önemli bir bölümündeyse “Uygur Türkleri” konusuna değinmişsiniz. Uygur Türklerinin tarihi Orhun-Uygur Hakanlığı (Kağanlığı), Kansu Uygur devleti, Uygur metinleri (Maniheyist, Budist, Hristiyan ve Müslüman metinleri) ve onların dil özellikleri,”Falname”(fal kitabı), Budist nazım ve mensur eserleri, Uygur metinlerinin bulunması ve incelenmesi tarihi, Uygur Türkçesinin dil özellikleri- ses yapısı, kelime üretimi, söz varlığı... tek kelimeyle Uygurlarla ilgili her şeyi mercek altına almanız dikkate değer. 

Karahanlılar devri “Kutadgu bilig”, “Divanü-luğat-it-Türk”, “Atabetül-hakaik”, Kuran`ın çevirileri, “Divani-hikmet”, Karahaniler devri edebiyatının bulunması ve basım tarihi, Karahanlı Türk-çesinin ses, kelime, biçimbilimsel özellikleri konusunda yazdıklarınız da (s.289-358) bir ömrün meyvasıdır. Bunları içeren 11. ve 12. bölümler ve “Kuzey-doğu ve Batı Türkçelerini hazırlayan tarihi zemin”ile ilgili ayırdığınız özel bölüm de çok değerli bilgi kaynağıdır.

Kitabın 14. bölümünde Kuzey-doğu, yani, Harezm-Kıpçak Türkçesini ve bu Türkçeye ait eserleri incelemişsiniz. Burada “Mukaddimetü`l-Edeb” konusunda yazdığınız bilgiler bende büyük merak uyandırdı. Zemahşari`ye ait edilen bu eser bilindiği gibi Arapçayı öğrenmek için yazılmış bir kitaptır. Eserin Harezmşahlardan Sultan Atsız`a ithaf edildiyini ve 1128-1144 yılları arasında yazıldığını hatırlatarak yazıyorsunuz ki, “Mukaddimetü`l- edeb” aslında Arapçayı öğretmek üzere yazılmış kelime ve kısa cümlelerden ibaret bir eserdir. 

Arapça kelime ve ifadelerin altında Harezm Türkçesi, Farsça, Harezmce (bir İran dili), Moğolca, Çağatayca, Osmanlıca gibi dillerde anlamları yazılmıştır.”(s.373). Ha-rezmce, Farsça, Moğolca, yine bir İran lehçesi ile Çağataycayı anladık. XII yüzyılın I yarısında Оsmanlıca anlam meselesi garip biraz. Bir de, Osmanlıca ile Harezm dilleri arasındakı bu kadar büyük Azerbaycan gözükmüyor. En kötüsüyse, bizim bilim araştırmacılarımız bu eseri incelememişler. 

Azerbaycan dili XIV yüzyılın ortalarına kadar etraf bölgelerde hakim olmasına rağmen, Zemahşari`nin Azerbaycan`dan geçip de Arap kelimelerinin Osmanlıca karşılığını vermesi benim için karanlık kaldı. Bu eser dikkatle öğrenilmeli.

Eserinizin bu yerinde “Codex Cumanicus” da dahil olmakla yirmiye yakın kaynak ve o kaynakların dil özellikleri konusunda bilgi almak mümkün. Çağatayca`nın dil özelliklerinin açıklanması eserinizde geniş yer almaktadır.

Kitabınızın son-15. bölümünde Batı Türkçesine yer ayırmışsınız. Bölümün ilk cümlesinde yazıyorsunuz: “Batı Türkçesi 11. yüzyıl ile 21. yüzyıl arasında kuzey ve güney Azerbaycan, kuzey Irak ve kuzey Suriye, Anadolu, Kıbrıs, Ege adaları, Balkanlar, Kırım Hanlığı ve kuzey Afrika`da kullanılan dildir.(s.433) 

Devamında ise “Önceleri konuşma dili olarak kullanılan Oğuz ağzı XIII yüzyılda Azerbaycan ve Anadolu`da yazı dili haline gelmiştir. Batı Türkçesi yazı dili 13. yüzyıldan 15.yüzyıl sonlarına dek Azerbaycan, Anadolu, Irak, Suriye ve Balkanlarda tek yazı dili olarak kullanıldı. Bu döneme araştırmacılar çeşitli adlar vermektedirler... Biz... Eski Oğuz Türkçesi terimini teklif ediyoruz. Oğuz Türkçesinin yazı dili olmadan önceki dönemine de Ana Oğuz Türkçesi demek yerinde olacaktır.”(s.433),– diye anlatıyorsunuz. 

“Eski Oğuz Türkçesi, Azerbaycan ve Anadolu`nun (14.yüzyılın ortalarından aynı zamanda Balkanların) ortak yazı dili idi. Ancak 13, 14 ve nispeten 15. yüzyıllardaki Batı Türk yazı dili oturmuş bir yazı dili değildi...Eski Oğuz Türkçesini Azerbaycan yazı diliyle Osmanlı yazı dilinin ortak ortak atası kabul ediyoruz.”(s.434) “Eski Oğuz Türkçesi 16. yüzyıl başında Safevi Dev-letinin kuruluşuyla Azerbaycan ve Osmanlı yazı dilleri ayrıldı. Batı Türkçesi, aralarındaki çok küçük farklılıklarla 16. yüzyıldan bugüne iki yazı dili hâlinde ulaştı.”(s.434)

Böylelikle, sonuç olarak söylüyorsunuz ki, Batı Türkçesi 11-12. yüzyıllar arasında Azerbaycan`da (güneyli-kuzeyli), Irak`ta, Suriye`de, Anadolu`da, Kıbris`ta, Kırım`da Balkanlar`da, Ege adalarında ve Kuzey Afrika`da kullanılan dildir. (bir az sonra da listeye doğru olarak Gagavuzları da eklemişsiniz.) Bu arazilerin hiçbirini bir birinden ayırmıyorsunuz. 

Demek ki, bunların hepsinde Türk`ün meydana çıkması XI yüzyılda Selçukların bu yerlere doğru hareket etmesile bağlıdır. Bundan- bu devirden önce bu topraklarda Türk anlamı yokmuş. Bazı bilginler de böyle düşünmüş. Diyorsunuz ki, XV yüzyılın sonlarına kadar bunların hepsi neredeyse aynı dilde konuşmuşlar. Hepsinin dilini de genel olarak Eski Oğuz Türkçesi adlandırmak mümkün,- diye devam ediyorsunuz. Eski Oğuz Türkçesinden önceki devri Ana Oğuz Türkçesi devri (11-12. yüzyıllar) gibi kabul ediyorsunuz. 

Osmanlı ve Azerbaycan dilleri arasındakı fark ise Sefeviler devrinden başlanmıştır. Ama 14. yüzyıldakı Gazi Burhaneddin dili ile Erzurumlu Dariri`nin dilinde Azerbaycan ve Osmanlı dilinin başlangıcına ait elementler olduğunu itiraf ediyorsunuz. Ve nihayet Eski Oğuz dilini “Azerbaycan yazı dili ile Osmanlı yazı dilinin ortak atası” sayıyorsunuz. 

Ahmet bey! Bizim tarihçi ve dilbilimcilerimizin büyük bir kısmı da daima böyle düşünmüş ve böyle yazmışlar. Fakat şimdi bu gibi fikirler artık bizde eskilmiş, tarihe karışmış bulunuyor. 

Önceden söylediğim gibi Azerbaycan Türkçesi ile Anadolu Türkçesinin tarihi kaderi tamamile farklı. Azerbaycan çok eskiden Türk ülkesidir. Anadolu da çok eski zamanlarda Türk yurdu olmuş. Fakat Azerbaycan`da olduğu gibi Türkleri sonuna kadar koruyup sahiplenememiş. 

Gerçekten de, Anadolu Selçuklar tarafından Türkleşdirilmiş. Azerbaycan`da ise Selçukların öyle bir önemli rolü olmamıştır. İstiyorsanız, bizim asıl tarihçilerimizden bir-iki örnek vereyim. 

Azerbaycan Ulusal Bilimler Akademisinin aday üyesi Mahmut İsmayılov yazıyor: “V yüzyılın sonları ,VI yüzyılın başlangıcında Azerbaycan`ın neredeyse her yerinde dilleri bizim Azerbaycan dilinin köküne dayanan soylar yaşıyorlardı... Verdiğimiz çoksaylı belge ve fikirler ilk Orta Çağ`da İslam dininin bu yerlerde yaygınlaşmasından önce, dahası, belki de çok daha önceler Azerbaycan arazisi nüfusunun büyük çoğunluğunun Türk dilli olduğunu gösteriyor.”(13,95-96) 

Diğer araştırmacı – eski Sümer –Türk adlarını büyük bir hazine gibi işleyen ve gün yüzüne çıkaran tarihçi, Prof. Dr. G.Geybullayev de aynı fikri paylaşmaktadır.: “Oğuzların kaynaklarda verilen 24 kavminden bazılarının (Avşar/Afşar, Bayandur, Beydili/Begdili, Kayı, Bayat, Eymur, Çepni, Halaç ve b.) adlarını yansıtan yer adlarına Azerbaycan`ın her iki tarafında da rastlayabiliriz. Fakat onlar (Selçuk Oğuzları - G.K.) geldiğinde Azerbaycan halkı ve onun Türk dili zaten mevcuttu. Selçuk Oğuzları Azerbaycan halkının etnokökeninde önemli rol oynamamışlar. Bu rol onlardan önceki yerel Türk halklarına(etnos) ait.” (1,205)

Selçukların Azerbaycan`ı Türkleştirmesi fikri bizde artık kendi önemini tamamen kaybetmiş bulunuyor. Fakat Sümer-Türk paralelliği ile ilgili tartışma hâlâ devam etmektedir. Y.B.Yusifov m.ö.28. yüzyılın Aratta Azerbaycan devletinin ve Manna kurucularının Türk olduğunu ortaya koymasıyla m.ö. Azerbaycan nüfusunun Türk kavimlerinden oluştuğu konusundaki tartışmalara son verildi. 

Fakat, demin söylediğim gibi, Sümer-Türk paralelliği tartışmalı olarak kalmaktadır. Yazıyorsunuz ki, “Batı Türkçesi yazı dili 13. yüzyıldan 15. yüzyıl sonlarına dek Azerbaycan, Anadolu, Irak, Suriye ve Balkanlarda tek yazı dili olarak kullanıldı.” (s.433) 

Bu, Batı Türk dili değil, Azerbaycan dilidir ve Osmanlı dili tam oluşana kadar onlara da hizmet etmiştir. Çünkü, Selçuklar geldiğinde Azerbaycan Türk dili artık mevcuttu. “Dede Korkut” Azerbaycan dilinin 6.-8. yüzyıllara ait sözlü edebiyat örneği sayılmaktadır. Bu yerde sizin de bazen “Dede Korkut”un dilini sonrakı yüzyıllara bağladığınızı hatırlatmak isterim. 

Fakat artık bizim bazı bilimadamlarımız - T.Hacıyev, Ş.Cemşidov birbirilerinden habersiz “Dede Korkut”un 16. yüzyıl nüshasının 11. yüzyıl elyazmasından yazıldığını kanıtlamışlar. Ömrünü dil tarihine adamış Büyük hocamız A.Demirçizade de bu konu ile ilgili yorum yapmış bulunuyor: 

“Vahit Azerbaycan dili bu kavim dillerinin bir kaçının, özellikle, Oğuz, Kıpçak kavim dillerinin temelinde yaklaşık VII-X yüzyıllarda oluşmuş bir dildir.”14,15) Devamında bilgin açıklıyor ki, “Türk dilleri ailesinin temel kaynakları ise m.ö. ve miladın ilk bin yıllık döneminde Hazar denizinin doğusunda, kuzeyinde, batısında, güneyinde, genellikle, Kafkasya`da yurt salmış Sak-Skif (Saka-İskit), Gas- Gassit-Gaspi-Hazar, Sabir-Suvar, Hun-Gunn, Türk-Törek, Guz-Oğuz, Gıpçag-Gıfçag (Kıpçak) adları ile bilinen kavim ve kabile dilleri olmuş-tur.” (14,48) 

“Azerbaycan tarihinde son zamanlar yapılan araştırmalar sonucunda m.ö. Azerbaycan arazisinde Medeya kavimleri- Bus, Paratak, Strukhat, Arizant, Budi, Mağ ve Azerbaycan`ın kuzeyinde Alban ve ya Ağvan arazisinde 26 çeşitli dilde konuşan kavimlerle beraber Gas, Gassit, Hazar, Sak (Saka), Skif (İskit) isimli kavimlerin yaşadığı belli olmuştur. Miladın başlangıcında ise Hun, Sabir-Suvar, Oğuz, Gıpçag adlı kavimler bu arazilerde yerleşmişler. Bunların hepsi de bilim dünyasında bilindiği gibi, Türkdilli kavimlerdir.”(14,49) 

A.Demirçizade devam ederek “Oğuz, Gıpçag kavimlerinin Kafkaslara ve İran`a toplu şekilde gelmeleri ve bu topraklarda yüzyıllar boyunca yaşayan Türkdilli kavimlerle kaynayıp karışmaları V-VI yüzyıllarda vahit Azerbaycan dilinin gelişimini hızlandırdı ve dahası süreci tamamlamış oldu.”(14,49-50)- diye olayı özetliyor. 

XI-XII yüzyılları göz önünde bulunduran müellif yazıyor: “Bu çağda hatta Derbent-Tehran-Bağdat ve Doğu Anadolu dairesinde genel olarak kullanılan dil, neredeyse vahit Azerbaycan dili idi.” (14,73) “Böylece, Azerbaycan yazı dilinin sözlü-konuşma kolu yazılı dilden önce, yaklaşık VIII-X yüzyıllarda gelişmişti.”(14,75) 

Profesör, Hasanoğlu`nun (XIII yüzyıl) meşhur gazelini inceleyerek, “... böyle akıcı, irtibatlı ve uyumlu bir şiir dilini ilk yazı dili örneği saymak doğru değil, dahası imkansız”(14,88) olduğu sonucuna varıyor. “Azerbaycan yazı dilinin (edebi dil) yazılı kolu bir bütün halinde tam gelişmemiş olsaydı, çevreye böyle hızla nüfuz edemez, Hasanoğlu`nun şiirine de nazire yazılamazdı. 
Dahası tüm Azerbaycan`a, Anadolu ve Mısır`a kadar topraklarda Hasanoğlu şiiri böyle geniş etki gücüne sahip olmazdı. Fakat Azerbaycan yazı dili XIII yüzyılın sonlarında ve XIV yüzyılda Doğu Anadolu`da yaşamış bir çok şair tarafından şiir dili gibi kullanılmış bulunuyor. Dahası bu dilde yazıya alınan sözkonusu şiirler Osmanlı Türk yazı dili için ilk örnekleri teşkil etmektedir.(14, 88-89) 

Köprülüzade de “aslında Selçuk-Osmanlı lehçesinin eski ve ilk şekli ile Azerbaycan lehçesi arasında hiçbir fark yok.” - diyerek, bu fikri destekler. “Dikkatle incelendiğinde bu dilin sözkonusu zamanda Anadolu`da kullanılan ve Türk ismi ile bilinen Azerbaycan dili olduğu apaçık görünmektedir.”(14,89) 

Fakat tüm bunları bazı insanlara anlatmak kolay değil. Kör tuttuğunu bırakmadığı gibi, onlar da Azerbaycan ve Osmanlı dilinin daha dün ayrılmaya, farklılık kazanmaya başladığını iddia ediyorlar. Fakat neden XIII yüzyıl şairlerinden Hasanoğlu`ya Osmanlı şairi, Yunus Emre`ye Azerbaycan şairi diyemediğimizi açıklayamıyorlar.

Tüm bu anlatılanlardan sonra Azerbaycan yazı dilinin kurucularının Selçuk Oğuzları olmadığını ve “Kitabı-Dede-Korkut”u Selçukluların getirmediğini yeniden söylemeye gerek duymuyoruz. Bunlar Azerbaycan`ın yerli Oğuzlarına aittir ve bu Azerbaycan dili ile Osmanlı dili XVI yüzyıldan değil, ta başından farklı dillerdir. 

Bu bakımdan sizin söylediğiniz “Eski Oğuz Türkçesinin kullanıldığı coğrafi alan sadece Anadolu değildir. Kuzey ve Güney Azerbaycan ile Irak ve Suriye de eski Oğuz Türkçesinin kullanıldığı alanlardır” - fikri bizim dilin tarihini tahrif etmektedir. 
Böyle düşünüldüğünde dilimizin objektif tarihi 1000 yıllarla geri atılmış bulunuyor. Bu ulusal yazı dili için Nesimi dilinden de yüce yazı dili düşünülemez.

Evet, değerli Ahmet bey, işte durum böyle. Siz elinizdeki delillere, bilgi ve belgelere dayanarak çok büyük bir kitap yazmışsınız. Bu eser gerçekten de Türkoloji için büyük ve çok değerli bir eser. Fakat Azerbaycan-Türkiye ilişkilerinin uzun süre kapalı ve zayıf olması nedeniyle Azerbaycan dilinin tarihi konusunda gerçekleri yansıtan eserlere ulaşamadığınız belli. 
Bulabildikleriniz ise Azerbaycan halkının ve dilinin tarihi konusunda zararlı ve muhafazakar fikir sahiplerinin yazılarıdır. Bizde artık bu tez tamamen iflas etmiş durumdadır. Hiç kimse kendi halkının gerçek tarihini basitleştirmek, 1000 yıl geriye götürmek istemez. Eski çağın (m.ö. ve m.s. binyıllın) yadigârı (mirası) olan yer ve şahıs adları, etnonimler Azerbaycan topraklarında çok eski zamanlardan Türk`ün üstün varlığının açık kanıtıdır. 

Yalnız onu göz önünde bulundurmak yeter ki, Orta Asya`da m.s. I binyıldan izlenilen Türk etnonimlerinin, halk, kavim adlarının hepsi m.ö. 3.-1. binyıllarda Azerbaycan`da mevcut olmuştur. Bu bilgiler G.Geybullayev ve Y.Yusifov tarafından esaslı şekilde araştırılmış ve gün yüzüne çıkarılmış bulunuyor.

Ben de anlatılan konuları biraz geniş yorumlamaya çalıştım. İtiraf etmek isterim ki, tüm bu inceleme zamanı sizin dil ve tarih uzmanlarınızla beraber, kendi bilimadamlarımızın da halkımızın geçmişini yeniden hatırlamalarının gerekli olduğuna bir daha inandım. Büyük imparatorluklar kuran halkın tarihi de, dili de, edebiyatı da, devleti de eski ve büyük olur her zaman. Bunların doğru öğrenilmesinin, dürüstçe araştırılmasının hiç kimseye zararı yok.

Saygılarımla
Prof.Dr. Gazanfer Kazımov
Тürk diline çevireni: Hasanlı Şebnem Rasim kızı


ƏDƏBİYYAT
1. Q.A.Qeybullayev. Azərbaycan тürklərinin тəşəkkülü тariхindən. Azərbaycan Dövləт Nəşriyyaтı, Bakı, 1994.
2.Azərbaycan тariхi, 1-ci cild (Z.M.Bünyadоv və Y.B.Ysifоvun redakтəsi ilə). Ali məkтəblər üçün dərslik, Azərbaycan Dövləт Nəşriyyaтı, Bakı, 1994.
3.Q.Kazımоv. Azərbaycan dilinin тariхi (ən qədim dövrlərdən XIII əsrə qədər). Bakı, «Тəhsil» nəşriyyaтı, 2003.
4.Q.Kazımоv. Seçilmiş əsərləri, VI cild, Bakı, «Nurlan», 2009.
5.Zaur Qasanоv. Üarskie skifı, Liberтu, New York? 2002.
6.Hоmer. «Iliada», «Оdisseya» (Тərcümə edənlər: Mikayıl Rzaquluzadə, Ələkbər Ziyaтay), Bakı, «Yazıçı», 1986.
7.Q.Kazımоv. Seçilmiş əsərləri, I cild, Bakı, «Nurlan», 2008.
8.H.Israfilоv. Alp Ər Тоnqa (Asтiaq, Əfrasiyab…) тariхdə və bədii ədəbiyyaтda, Bakı, 2007.
9.E.Əlibəyzadə. Azərbaycan dilinin тariхi. 1-ci cild, Azərbaycan Тərcümə Mərkəzi, Bakı, 2007.
10.L.Qumilyоv. Qədim тürklər, Bakı, Эənclik, 1993.
11.Y.B.Yusifоv. Qədim Şərq тariхi, Bakı Universiтeтi Nəşriyyaтı, 1993.
12.Azərbaycan тariхi, 1-ci cild, Bakı, «Elm», 1998.
13.Mahmud Ismayıl. Azərbaycan тariхi, Bakı, 1997.
14.Ə.Dəmirçizadə. Azərbaycan ədəbi dili тariхi, Bakı, «Maarif», 1979.




___________________













"While considering all the cultural components it becomes obvious that the Turks have been existing on earth for 15 thousand years with magnificent culture." 
Prof.Necati Demir

















25 Ocak 2015 Pazar

Massagetler





Scythians = Saka = Massagetae (Big Scythian)






Asya dünyanın en eski kıtalarından birisidir. Coğrafi olarak Kuzey Asya, Doğu Asya, Güney Asya, Ön Asya ve Orta Asya olmak üzere beş bölümde incelenmektedir (LİGETİ 1986:14-15).

Adı geçen coğrafyalarda tarih öncesi devirlerden başlamak üzere çok sayıda kültür ortaya çıkmış ve gelişimini sürdürmüştür. Özellikle, İç Asya ya da Merkezi Asya olarak da bilinen Orta Asya çeşitli kültürlerin beşiği olmuştur. Burası, doğuda Kadırgan dağlarından, batıda Ural dağları ve Hazar denizine, kuzeyde Sibirya'dan güneyde Çin, Tibet ve İran ülkelerine kadar uzanan geniş sahadır (ARSAL 1933:3). Burada ortaya çıkan kültürler daha geniş sahalara yayılmıştır. Böylece, kültürler Çin Seddinden Tuna nehrine kadar uzanan bozkırlarda varlığım hissettirmiştir.

Coğrafi şartlardan dolayı hareketli hayat tarzları olan bozkır kavimleri Asya'nın ortası merkez olmak üzere doğu-batı yönünde hareket ederek, çeşitli kültürlerin oluşumu ve gelişiminde birinci derecede rol oynamışlardır.

Bozkır kavimlerinin yayıldığı coğrafya çok geniş düzlüklerle kaplı doğal bir otlak görünümündedir (MEMİŞ 1987:15). Altayların eteklerinden başlayan bozkırlar, güneydoğudan kuzeybatıya doğru gidildiğinde düzleşmektedir.

Aşağı İnci (Sır Derya) ve Aral gölü doğrultusundaki bozkırlar Güney Sibir ovalarını oluşturmakta ve Hazar denizinin kuzeyinden Karadeniz'in kuzeyine uzanmaktadır (KURAT 1992:6). Böylece adı geçen coğrafya Pamir, Tanrı dağlan, Altaylar ve Batı Türkistan üzerinden aşağı Tuna bölgesine kadar bütün Güney Rusya'yı içine almaktadır. Batıda Silezya'ya kadar uzanmakta ve çok sayıda geçitle Doğu Türkistan ve Gobi bölgesiyle bağlanmaktadır. Bölgenin doğusu büyük çöl sahasıyla kaplıdır, buna karşılık batı kısmı genellikle verimli ve yaşamaya doğudan daha elverişlidir. Kuzeye doğru bu mekan eski zamanlarda bataklıklar ve sık ormanlarla tamamen kaplanmıştı, güneye doğru geniş alanlar Hazar denizi ve Karadeniz, geri kalan kısımlar İran'daki dağlık arazinin yükselen dağ sıraları ve Kafkas dağlarıyla sınırlanmıştır (JUNGE 1939:5).

Bozkırlar, İrtiş nehrine doğru çıkıldığında zenginleşmekte, bol su ve otlaklar bulunmaktaydı. İrtiş boyları ve Batı Sibir'den Orta ve Güney Ural dağlarına, oradan Kama ve İtil nehirleri boyuna gitmek için doğal bir engel yoktu. Balkaş gölü ve Talas nehrinden İnci, Yayık ve İtil nehirlerine doğru uzanan bozkırlar ise, Hazar denizinin kuzeyi ve Uralların güneyinden, tarihte "Kavimler Kapısı" olarak bilinen kum, çöl sahasından, Karadeniz'in kuzeyinden ta Karpatlara, Tuna boyuna kadar uzanmaktaydı. Karadeniz'in kuzeyindeki bozkırlar Orta Asya ve Batı Sibir'deki yayla ve bozkırların devamı mahiyetindeydi. Arada yüksek dağlar ve büyük çöller olmadığından Orta Asya'daki kavimler doğudan batıya kolayca geçebilirlerdi (KURAT 1992:6).

Eski dönemlerde adı geçen bölgenin sınırları daha çok siyasi sınır olmaksızın coğrafi hatlarla belirlenmişti. Bu coğrafi sınırlar, doğudan batıya doğru Nanşan ve Tanrı dağları ile Ögüz (Amu Derya) nehrinden oluşmaktaydı. Bunlardan sonra gelen İran platosu, belki daha ziyade siyasi bir sınırdı, fakat onu tekrar Kafkas dağları, Karadeniz ve Tuna nehrinin oluşturduğu doğal sınırlar takip ediyordu (RICE 1958:33-34).

Coğrafi özelliklerini belirtmeye çalıştığımız bozkırlarda büyük ölçüde atlı-göçebe kültürler ortaya çıkmıştır. Atın hızı ve demirin vurucu gücünden en iyi şekilde faydalanan bu kavimler geniş coğrafyalara yayılmışlardır. Adı, ülkesi, kökeni, tarihi ve kültürü üzerinde durmaya çalıştığımız kavimlerden birisi de Massagetlerdir. 

Massaget Adı Massaget adı üzerinde şimdiye kadar çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. İlk defa antik Grek kaynaklarında Massaget adına rastlanmaktadır. Massaget adının aydınlatılmasına Pers kaynakları yardımcı olmaktadır. Bu kaynaklarda Saka tigrakhauda, Saka tiay para daray ve Saka haumavarga olmak üzere üç Saka gurubundan söz etmektedir (HERRMANN 1933:158). 

Pers kaynaklarında geçen saka haumavarga, şüphesiz Herodotos'ta geçen Sakai Amyrgioi ile aynıdır. (HERODOTOS VE:64). Kelimenin etimolojisi karanlık olmakla beraber, belki basit olarak "Omargas Sakaları" ya da "Omargas'a tabi olan Sakalar" düşünülebilir (MORDTMANN 1877: 42). 

Saka tiay para daray, yani denizin ötesindeki Sakalar olarak karadeniz İskitleri düşünülmektedir. Greklerin dilindeki Sakalara genel olarak "Skythai" denilirken, doğu Sakaları olan Saka haumavarga "Sakai" olarak adlandırılmaktadır (HERODOTOS VII:64).

Strabo Hazar denizi çevresinde hüküm süren İskitlerin daha çok Dahailer, daha doğuda bulunanların ise Massaget ve Sakalar olduklarını belirtmektedir (STRABO XI:8.2). Hekataios ise, Karadeniz İskitleri, Hazar denizinin doğusunda geniş düzlükte yaşayan massagetler ve onların doğusunda bulunan Sakai Amyrgioi olmak üzere üç gurup tanıyor. Saka tigrakhauda ve Massaget adı tamamen maksada uygun olarak aynı şekilde görülüyor. Her iki adla açık bir şekilde görülüyor. Her iki adla açık bir şekilde Sakaların Batı Türkistan düzlük sahasındaki gurupları belirtiliyor. 

Mısır Darius stelinde "Düzlük Sakaları", Hekatios'taki Hazar denizinin doğusundaki bölgede yaşayan "Düzlük Massagetleri" olarak geçiyor (JUNGE 1939:70). Bu tarihi belgelerden Massaget adının Saka tigrakhauda adıyla aynı topluluk için kullanıldığı anlaşılıyor.

Massaget adındaki çoğul eki olan "et" çıkarıldığında Ar-sak adında olduğu gibi Mas-sag (Mas-Sak) adının oluşumundaki Sak, Saka bağlantısını hatıra getiriyor (KUUN 1981:LVII). Böylece, Saka ve Massaget adları arasındaki bağlantı da ortaya çıkıyor.


Massaget Ülkesi

Antik kaynaklardan Massagetierin Hazar denizinin doğusunda yaşadıkları anlaşılmaktadır. Herodotos'un belirttiğine göre, Masssagetler Hazar denizinin doğusunda uçsuz bucaksız bir düzlüğün büyük çoğunluğunu ellerinde tutmuşlardır (HERODOTOS I:204). Onlar, İnci nehrinin yanında İssedonların tam karşısında oturuyorlardı (HERODOTOS 1:201). Massagetierin bir kısmı dağlarda, diğer bir kısmı düzlüklerde, bir kısmı ise ırmakların oluşturduğu bataklıklarda, diğer bir kısmı bataklık arazi adalarında yaşamaktaydılar. Çok sayıda akarsuyun döküldüğü İnci ırmağı ve çevresi Massagetierin yaşadıkları önemli coğrafyaydı (STRABO XI:8.6). 

Böylelikle, Massagetlerin oturduğu yer belirlenebilmekte ve Herodotos zamanında yaşadıkları coğrafyada Strabo zamanında da yaşadıkları anlaşılmaktadır. Onların Aral gölü ve Hazar denizi arasındaki coğrafyada varlıklarını sürdürdükleri anlaşılmaktadır. Strabo tarafından söz konusu edilen düzlükler Üst Yurt (Ust Urt) platosudur. Bu coğrafyanın güneydoğusunda büyük Balkan dağları bulunmaktadır. Bataklıklar Hazar denizi ve Aral gölü sahil şeridi üzerinde adalarla birlikte Ögüz kollarına kadar ulaşmaktadır (HERRMANN 1930:2126). 

Tarihi kaynaklar incelendiğinde Massagetlerin Hazar denizi ve Aral gölü arasının dışında, daha doğuda da varlıkları ortaya çıkmaktadır. Herodotos Massaget ülkesinden büyük ölçüde altın ve bakır çıkarıldığını ve demirin adı geçen coğrafyada bulunmadığını bildirmektedir (HERODOTOS 1:215). En eski dönemlerden bu yana altının Sogdiana (günümüzde Zarafşan: altın veren)'dan bakırın ise Semerkant ve Fergana dağlık bölgesinden elde edildiği de bilinmektedir (HERRMANN 1930:2126). 

Massaget ülkesinden çıkarılan madenler ve Massagetlerin gereksinimlerini karşıladığı gıda maddeleri de dikkate alındığında onların yayılmış oldukları sahanın belirlenmesi kolaylaşır. Ancak unutmamak gerekir ki, Herodotos'un Massaget ülkesine dair verdiği bilgiler, Strabo'nunkinden aşağı yukarı dört asır önceye aittir. Massagetlerden bahseden Grek kaynaklarında, onların doğuda nereye kadar yayılmış oldukları açık bir şekilde belirtilmemektedir. Ayrıca, Massagetler hareketli, atlı-göçebe bir kavimdi. Bu durum dikkate alındığında, Massagetlerin yayıldığı coğrafyanın doğuda Altay ve Tanrı dağlarından batıda Urallar ve Hazar denizi arasında kalan geniş saha olduğu kabul edilebilir.


Massagetlerin Kökeni

Massagetlerin kökeni hakkında bazı antik kaynaklardan ipuçları çıkarabiliyoruz. Bu konuda en kayda değer bilgileri Herodotos vermektedir. O, Avrupa İskitleri ile Asya'daki Saka, Massagetlerin aynı ırktan olduklarını belirtmektedir (HERODOTOS VII:64). Buradan anlaşılacağı üzere, Asya'daki İskitlerin bir kısmına Grekler Massaget demekteydiler. Massagetler İskitlerle aynı ırktan idiler. 

Fakat Massagetler Asya'da tek başlarına bağımsız bir siyasi birleşme oluşturuyorlardı (ARSAL 1933:7). Bunlar büyük Saka birliğine dahildiler (TARN 1968:72). Saka tıgrakhauda, yani ok şeklinde başlık giyen Sakalar, antik Grek kaynaklarında Massagetler olarak belirtiliyor. Hatta, "Düzlük Sakaları" ve "Düzlük Massagetleri" adı aynı topluluklar için kullanılıyor (JUNGE 1939:70). 

Kaynaklardan da anlaşılacağı üzere, Saka tıgrakhauda ve Massagetlerin aynı kökten olduğu ortaya çıkıyor. Böylece, Massagetlerin kökeninin Sakalar, özellikle "ok şeklinde başlık giymiş Sakalar"labirve aynı olduğu anlaşılıyor. Ayrıca, Pers kralı Darius'un üçe ayrılmış Sakalara karşı sefer düzenleyerek savaştığı ve Saka liderleri Sakesphares, Homarges ve Thamyris'in ıssız bir yerde durumu istişare ettikleri belirtilmektedir (JUNGE 1939:65). 

Saka tıgrakhauda lideri olarak Thamyris'in Massaget lideri, yani Massaget kraliçesi Tomris olduğu anlaşılmaktadır. Bu bilgi de Saka tigrakhauda'nın Massagetlerle aynı olduğunu göstermek bakımından büyük önem taşımaktadır. Böylece, Massagetlerin büyük Saka grubuna dahil oldukları ve kökenlerinin onlarla aynı olduğu anlaşılıyor. Antik yazarlardan bazıları Massagetlerin Hunların, bazıları da Türklerin ataları olduklarını belirtmektedirler (HERRMANN 1930:2125). 

Bu bilgiler Massagetlerin tarih sahnesinden çekilişi ve Asya Hunlarının güçlendiği ve Hun hakanı Maotun (Batur)un dağınık Hun boylarını Hun adı altında topladığı dönem hatırlandığında değer kazanmaktadır. Böylece, Hunlann siyasi bir güç olarak ortaya çıkmasında Massagetlerin önemli bir yer tuttuğu düşünülebilir. 

Massaget Tarihi

Massagetlerin tarih sahnesine çıkışı M.Ö. VIII. yüzyıla kadar götürülebilmektedir. Herodotos Asya'da yaşayan göçebe İskitlerin Massagetlerle yapmış oldukları mücadeleden yenik çıkarak, Kimmerlerin yanına göç ettiklerini bildirmektedir (HERODOTOS IV: 11). Bu sebeple Massagetlerden ilk kez söz etmektedir. Ancak, onların siyasi tarihleri hakkında M.Ö. VI. yüzyılın üçüncü çeyreğinin sonlarına kadar herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Asıl onların mücadele ettiği Pers kralı Kyros'tur. Başarılı savaşlar sonucunda imparatorluğunun sınırlarını kuzeydoğuya doğru genişleten Kyros, Hazar denizine doğru sınırlarını genişletmek istiyordu. Böylece, Massagetler üzerine bir sefer düzenlemiştir. Onların bağımsızlığını büyük ölçüde tehlikeye düşürmüştür (HERRMANN 1930:2127). 

Bu sırada bazılarına göre Massagetlerin ve bazılarına göre de Sakaların kraliçesi olarak belirtilen Tomris Massagetlerin başında bulunuyordu (HERRMANN 1921:1787). Massaget liderinin ölümü üzerine Tomris, yani Tomir başa geçince Massagetlerin bu durumundan faydalanmak isteyen Kyros, sefer düzenleme ihtiyacını duymuştur (TOGAN 1987:32).

Kyros Tomris'e bir elçi göndererek, onunla evlenmek istediğini bildirmiştir. Kyros'un eş değil, topraklarını istediğini bilen Tomris red cevabı vermiştir. Bunun üzerine kurnazlıkla amacına erişemeyeceğini anlayan Kyros, kaba kuvvet kullanmaya karar vermiştir (HERODOTOS 1:205). Kyros sefer hazırlıklarını sürdürürken Tomris ona seferden vazgeçmesini ve kendi halkını yönetmesi önerisinde bulunmuştur. Massagetlere karşı savaşmak istiyorsa, kendilerinin de onlara karşı hazır olduğunu belirtmiştir (HERODOTOS 1:206).

Kraliçenin mesajı üzerine Kyros harekete geçmiştir. İnci nehrini geçtikten sonra, Massaget ülkesine doğru ilerlemiştir. Bir hileyle kraliçe Tomris'in oğlu Spargapises'i ve çok sayıda Massaget askerini esir almıştır (HERODOTOS 1:211). Oğlunun esir alınmasına çok sinirlenen Tomris, Kyros'tan Massaget ülkesinden çekilip gitmesini istemiştir. Kyros kraliçenin teklifine aldırmamış ve her iki taraf şiddetli bir şekilde savaşmaya başlamıştır. Kraliçe Tomris'in komutasındaki Massaget ordusu, Kyros'un komutasındaki Pers ordusunu ağır bir şekilde yenilgiye uğratmıştır. Pers kralı Kyros bu savaşta öldürülmüştür (HERODOTOS 1:212-213). 

Mücadele Kyros ırmağı geçtikten sonra dar bir boğazda yapılmış ve Massagetier Kyros'un ordusunu burada yenilgiye uğratmıştır. Buna göre Massagetlerin Pers ordusunun önünü köprü başına girişte kestikleri ve dağlık arazinin boğazında, yani büyük Balhan'da onları zorladıkları ve yok ettiklerini anlamaktayız (HERRMANNİ 930:2128). Kyros'un Massagetier üzerine gerçekleştirdiği ve onun ölümüyle sonuçlanan bu savaş son araştırmalara göre, M.Ö. 528 yılında yapılmıştır (TOGAN 1987: 33). 

Bu tarihten aşağı yukarı on iki yıl sonra, yani M.Ö. 517-516 Darius, Kyros'un planını gerçekleştirmiş ve bozkır ülkesine girerek, halkı egemenliği altına almaya zorlamıştır (HERRMANN 1921:1785). Behistun kitabesinden anlaşıldığı üzere Darius, sivri başlıklı, yani ok şeklinde sivri başlık giymiş olan Sakaların ülkesine yaptığı seferde onların bir kısmını yenerek, liderlerinden Sakunkha'yı esir almıştır (HİNZ 1939:365). Darius, Sakalar ile yaptığı savaşta kendi askerlerine Saka askeri elbisesi giydirerek hile ile hareket etmiştir.

Bundan dolayı, Saka liderleri mağlup olup çöllere çekilmiştir. Sirak isminde bir çoban Darius'un ordusuna kasten yanlış yol göstererek, onları çöl ortasına sokup memleketini kurtarabilmiştir (TOGAN 1987:33). Darius'un Saka liderlerinden Sakunkha'yı esir etmesine rağmen, diğer Saka liderleri memleketlerini bütünüyle esarete düşmekten kurtarabilmişlerdir (DURMUŞ 1993:70). 

Büyük İskender'in doğuya, Türkistan'a doğru yaptığı sefer sırasında, Massagetlerin ağırlık noktası Ögüz deltasında bulunuyordu (HERRMANN 1930:2129). Makedonyalı Büyük İskender, Pers Spitanames bir isyan çıkarınca sefer yönünü İnci üzerine çevirmiştir. Makedonlarla Massagetier arasında yapılan mücadeleden Makedonlar galip çıkmıştır. Böylece, bölgenin bir kısmı Makedon imparatorluğunun egemenliği altına girmiştir (ARRİANOS IV: 16-17). 

Bu dönemde Massagetlere komşu olan Dahailer vardı. Onlar, Massagetlerin doğusunda bulunuyordu. Turan bozkırlarında bu arada kavimler göçü sonucunda Dahailer Massagetlerin yerine yerleşmiştir. Massagetlerin büyük çoğunluğu Dahailer tarafından emilmiştir (HERRMANN 1930:2129).


Massaget Kültürü

Massagetlerin yaşayışı tamamen çevrenin şartlarına bağlıydı. Onlar, çoban ve balıkçı bir topluluktu. Ziraatla fazla uğraşmamaktaydılar. Düzlük yerde yaşayanlar hayvancılık yapmakta, özellikle koyun beslemekteydiler. Büyük ölçüde balık avlamaktaydılar. Adalarda yaşayanlar yazın kökleri, kışın ise sonbaharda toplamış oldukları yabani yemişleri yemekteydiler. Ayrıca meyvelerin kabuklarını yakarak kokusuyla kendilerinden geçmekteydiler. 

Dağlık arazide oturanlarda aynı şekilde yabani meyvelerle beslenmekteydiler. Besledikleri koyunları kesmemekte, özellikle onların yünü ve sütünden faydalanmaktaydılar. Bataklık arazide oturanlar balık avlayarak yemekte ve Hazar denizinden ya da Aral gölünden yakaladıkları fok balığının derisinden elbise yaparak giymekteydiler (HERRMANN 1930:2126).

Evleri kapalı yük arabalarıydı, onunla çoban olarak istedikleri yere gidiyorlardı (HERRMANN 1930:2126). Aynı tür arabalar Karadeniz'in kuzeyindeki bozkırlarda hayatlarını sürdüren İskitlerde de vardı. Bu arabalar dört, ya da altı tekerlekli olup, ev şeklinde yapılmışlardı. Arabaların dört tarafları ve üzerleri keçe ile kaplanmıştı. Bu arabalar soğuğa karşı korunaklı olup, içerlerine kar ve yağmur geçmemekte ve rüzgar da etki etmemekteydi (HÎPOKRATES VI: 18). 

Massagetler Güney Rusya İskitleri gibi aynı şekilde giyiniyorlardı. Koyun yününden elbiseler üretiyorlardı. Yaya olduğu gibi atlı olarak da mücadele ediyorlardı. Ülkelerinde bol miktarda olan altın ve tunçtan yaptıkları okları, yayları, mızrakları ve savaş baltalarını taşıyorlardı. Altından miğfer ve kemer de yapıyorlardı (HERODOTOS I:215). Saka lideri Sakunkha'nın kabartmasında da olduğu gibi sivri başlık taşımaktaydılar. Atların gemleri ve üzengileri altındandı (HERRMANN 1930:2126). 

Massagetlerde erkek ve kadın münasebetleri diğer Orta Asya bozkır kavimlerindeki gibiydi. Hatta, yalnız tek kişiyle evlilik mevcuttu. Massagetlerin dini politesit (çok tanrılı) değildi. Tanrı olarak güneşi tanıyorlardı. Herodotos'un ifadesiyle "Tanrıların en hızlısına, ölümlülerin en hızlısı olan atı" kurban ediyorlardı (HERODOTOS I:216).

Onlarda savaşabilme yeteneği çok fazlaydı ve kahramanlıklarıyla tanınmaktaydılar. Ticari faaliyetlerde son derece samimiydiler. Sadelik ve güvenilirlikleri övgüye değerdi (HERRMANN 1930:2127).


Sonuç

İlk olarak İskitlerle mücadeleleri sonucunda adları bilinen Massagetler, güçlü bir bozkır topluluğu olarak Aral gölü ve Hazar denizi arasındaki coğrafya başta olmak üzere çok geniş coğrafyada yaşamışlardır. Massagetler yaşadıkları coğrafyadan dolayı büyük bir imparatorluğa sahip olan Perslerle mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Gücünün zirvesinde olan Pers imparatorluğunun ordusunu yenilgiye uğratmaları ve Pers kralı Kyros'un savaş sırasında öldürülmesi onların askeri gücünü ortaya koymaktadır. Pers kralı Darius da ancak askerlerine Saka elbisesi giydirmek suretiyle onlarla başa çıkmaya çalışmıştır.

Pers kaynaklarında geçen üç Saka gurubundan biri olan Saka tigrakhauda'nın Grek kaynaklarında da belirtildiği üzere artık Massagetlerle aynı olduğu anlaşılmaktadır. Böylece, Massagetlerin büyük Saka gurubuna dahil olduğu ortaya çıkmaktadır. Onlar, Saka tiay para Daray, yani denizin ötesindeki Sakalarla aynı tür elbiseleri giymekte ve yine aynı tür arabaları ev olarak kullanmaktaydılar. 

Massagetlerin giyimleri Perslerinkinden farklıydı. Bunu Pers kralı Darius'un askerlerine Saka elbisesi giydirmesi açık bir şekilde göstermektedir. 

Antik yazarlardan bazıları kraliçe Tomris'in Massaget, bazıları Saka, bazıları da İskitlerin liderleri olduğunu bildirmektedirler. Böylece, Massaget ve Sakaların aynı topluluk olduğunu söylememiz mümkün olacaktır.

Massagetler ve onlardan sonra aynı coğrafyada ortaya çıkan Türk toplulukları arasında dini inanç, sosyal hayat, karakter ve sanat anlayışı bakımından çok yakın benzerlikler bulunuyordu. Massagetlerde görülen tek tanrı inancı, tanrıya at kurban etme adeti, tek evlilik, savaşlarda gösterilen kahramanlık, ticari faaliyetlerde samimiyet ve madeni en iyi şekilde işleyebilme kabiliyeti çok sayıda Türk topluluğunda da vardı. 

Ayrıca, bazı kaynaklarda Hunlar, bazılarında ise Türkler Massagetlerin halefleri olarak gösterilmişti. Tamamen bu hususlar dikkate alındığında Massagetlerin Aral gölü ve Hazar denizi arası başta olmak üzere, çok geniş coğrafyaya yayıldıkları ve büyük ölçüde Türklerle bağlantılı bir topluluk oldukları hatıra geliyor.

İlhami Durmuş
bilig, Sayı-3/Güz '96 PDF


KAYNAKLAR
HERODOTOS 1973
HERRMANN, Albert 1921-1930-1933
HİPPOKRATES-1816
JUNGE, Julius 1939
Herodot Tarihi. (Çev.Müntekim Ökmen), İstanbul Remzi Kitabevi.
"Sakai", Paulys Real Encyclopädie der Classischen Altertumswissenschaft IIA I, 1770-1806.
"Massagettai", Paulys Real Encyclopâdie der Classischen Altertumsvrissenschaft XIV,2,2123-2129.
"Die Saken und der Skythenzug des Dareios", Beiheftes zur Archiv für Orientforsschung 1,157-170.
Hippokratous to peri Aeron, Hydaton, Topon. Parisioi: İ.M. Eberartos.
Saka Studien, der Ferne nordosten im Weltbid der Antike. Leipzig: Dieterische Verlagsbuchhandlung.
MEMİŞ, Ekrem 1987
RİCE, Tamara Talbot 1958
STRABO 1969
IV-XVin. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri. Ankara, Murat Kitabevi Yayınları.
Codex Cumanicus. Budapest, Oriental Reprints.
Bilinmeyen İç Asya. (Çev. Saadettin Karatay), Ankara, TTK Basımevi.
İskitlerin Tarihi. Konya Selçuk Üniversitesi Yayınları.
The Scythians. London, Thames and Hudson.
The Geography of Strabo. (Çev. Horace Leonard Jones), Cmbridge, Harvard University Press.
ARRİANOS KURAT, Akdes Nimet 1945 İskender'in Anabasisi I. 1992 (Çev. Hayrullah Örs), İstanbul, Maarif matbaası.
ARSAL, Sadri Maksudi 1933 Orta Asya. Ankara, Türk Tarihinin Anahatları Müsveddeleri. KUUN, Geza 1981
DURMUŞ,İlhami 1993 İskitler (Sakalar). Ankara, TKAE Yayınları. LİGETİ, Lajos 1986
MORDTMANN, Andreas David 1877 "Über die keilinschriften zweiter Gattung", Zeitschrift der Deutschen Morgenlândis chen Gesellschaft. XXXIV, 1-85.
TARN, William Woodthorpe 1968 Alexander der Grosse. Darmstadt, Wissenschaftliche Buchgesellschaft.
TOGAN, A. ZekiVelidi 1987 "Sakalar (VI)", Belgelerle Türk Tarihi Dergisi. 23, 30- 34





Alp Er Tunga‘nın torunlarından olan Türk ecesi.
İskit hakanlığı’nın kraliçesi olup, dünyanın ilk kadın hükümdarıdır.

Tomris Türk ismidir. Sakaların (İran'daki İskitlere verilen ad : Saka Tigrakhauda) bilinen en eski 
Türk boylarından birisi olduğu tarihi gerçeğini burada bir kez daha belirtmekte yarar görmekteyim.

Amazonlar ile Büyük İskender arasında politik diyalog sonucu,
Amazonlar Büyük İskender'e yılda 100 talent altın ve 
500 kadın savaşçı desteği ile 100 adet at teklif etmişlerdir.

Uluslararası Giresun ve Doğu Karadeniz Sosyal Bilimler Sempozyumu: 

09 - 11 Ekim 2008









JORDANES :
Romalı bir tarihçi olan Jordanes , 6.yy'da iki tarihi eser kaleme almıştır. 
"De Suma Temporum Vel Origine Actibusque Romanorum" - "Romanorum Getica". Biri dünya kroniğidir, diğeri ise Got tarihidir. Got Tarihi adını taşıyan eser Hunlar hakkında çok geniş bilgi vermekte ve dönemin en önemli kaynaklarından biri olarak görülmektedir. Got kökenli olan Jordanes'in babasının adı Alanowamuth'dur.  İddialara göre Peria adındaki büyük dedesi kendi isteği ile veya zorla Atilla'nın bayrağı altında olan Candax adında Alanlı bir reisin sekreterliğini yapmıştır.

İsmail Mangaltepe "Bizans Kaynaklarında Türkler" kitabından








Ancient Tomi - A city on the western shore of the Euxine (Black Sea) famous for being the place of Ovid's banishment. Ovid regarded Tomis as utterly remote from civilization (i.e. from Rome). Now the oldest city of Romania......

According to one myth dating from Antiquity, found in the Bibliotheca, it was founded by Aeetes: "When Aeetes discovered the daring deeds done by Medea, he started off in pursuit of the ship; but when she saw him near, Medea murdered her brother and cutting him limb from limb threw the pieces into the deep. Gathering the child's limbs, Aeetes fell behind in the pursuit; wherefore he turned back, and, having buried the rescued limbs of his child, he called the place Tomi." 

Another legend is recorded by Jordanes (after Cassiodorus), who ascribes the foundation of the city to a Getae queen (The origin and deeds of the Goths): "After achieving this victory (against Cyrus the Great) and winning so much booty from her enemies, Queen Tomyris crossed over into that part of Moesia which is now called Lesser Scythia - a name borrowed from Great Scythia -, and built on the Moesian shore of the Black Sea the city of Tomi, named after herself." 

In 29 BC the Romans captured the region from the Odryses, and annexed it as far as the Danube, under the name of Limes Scythicus. In AD 8, the Roman poet Ovid (43 BC-17) was banished here by Augustus, where he found his death eight years later. He laments his exile in Tomis in his poems: Tristia and Epistulae Ex Ponto. Tomis was "by his account a town located in a war-stricken cultural wasteland on the remotest margins of the empire". A statue of Ovid stands in the Ovid Square (Piaţa Ovidiu) of Constanţa, in front of the History Museum. A number of inscriptions found in the city and its vicinity show that Constanţa lies where Tomis once stood.







"At this time the Massagetae were ruled by a queen, named Tomyris, who at the death of her husband, the late king, had mounted the throne." Herodotus (1:205) 

TOMRIS - historical person, woman rule ( Azerbaijan ) Tomyris, was a queen who reigned over the Massagetae, a Turkish people of Central Asia (Azerbaijan ) , at approximately 530 BC. she "defeated and killed" the Persian emperor Cyrus the Great during his invasion and attempted conquest of her country.







In the historical times, the Persians refer to the Saka Tigrakhauda and in the Greek rendition Kermikhions (“pointed hat” Scythians), and the antique Greek authors refer to the Scythian Melanchlaeni (literary, Black Mantle) as pointed hat peoples. Later, in the 9 c AD, pointed hat Türks “Black Klobuks” (Black Hoods) fought against and as mercenaries for the ruling elite of the incipient Rus Principalities. Pointed hat Kara Kalpak (Black Hat) Türks continue to inhabit the area south of the Aral Sea, in the present day Kara Kalpak Autonomous Republic. 

The pointed hat remains a national headdress of Bashkirs (Bashkorts), descendants of Masguts, possibly a northern nomadic branch of the Greek’s Massagets.

The Türkic “Kazaks”, integrated into the Middle Age East European principalities, continued to remain a distinct military class until the 21-st century. The warriors of the 3-5 cc AD Hun army, of the Bulgarian and Avar Khaganates of the 6-8 cc, of the Slavic, Rus and Türkic principalities of the 9-12 cc, then of the Rus and Slavic confederations and the Türkic Kipchak Khaganate of the 13-15 cc, then of the centralized Rus and Türkic principalities of the 16-17 cc, then of the Imperial Russia and Türkic states of the 18-20 cc, and finally “united” under a single metropoly of the former USSR, the Pointed Hat people left a legacy visible today in all remnants of the metropoly. 

The pointed sheepskin hat, called “papakha”, continues to be a trademark of the upper military class in that area, and is proudly displayed at the military shows. The “papakha” is known from the reliefs on the vessels attributed to Greek artisans, as well as from the Assirian and Persian reliefs. The Greeks depict the Persian warriors only as Saka/Scythians, giving a visual impression that the Persian army did not have any conscripts, but consisted only of Türkic mercenaries with characteristic leather boots, pants, belt buckles, composite bows and ….pointed “papakha” hat.

“Masgut” and its derivations remain “popular” last names among the people living in the “Scythian” territories and the territories historically adjacent to the Northern Pontic, Caspian and Aral Seas. Quite a number of the East European outstanding people carried this last name. The legacy of Herodotus and Massagets (Tissagets, Thyssagetae), cemented into the birth certificates, passports and titles of the publications, continues.

L.T. Yablonsky
Burial place of a Massagetan warrior
Antiquity 64 (1990), Pp 288-296
Institute of Archaeology, Scythian & Sarmatian Section DM, Ulianova 19, 117036, Moscow, USSR.
link














TAMARISK
TAMAR - TEMİR - TAMİR - TİMUR - DEMİR
TAMAR - DAMAR - KAN
TAMAR - TOMUR - TOMRUK - TOMRİS - FİLİZ
TOMRİS - DEMİRİN UCU, DEMİRİN SESİ, DEMİRİN ÖZÜ/FİLİZ
TAMAR - TAMARA - AKTAMAR
TAMAR - ŞAMAR - DEMİR DÖVMEK , ŞEKİL VERMEK
TUMRUL - DUMRUL - DEMİRİN UCU
TAMAR; Demir damarı, cevheri 
TOMAR ; Örs