Translate

29 Aralık 2012 Cumartesi

Atatürk Milliyetçiliği Anayasal Vatandaşlıktır – Anıl Çeçen


"Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk Milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir."

Mustafa Kemal Atatürk


Atatürk Milliyetçiliği Anayasal Vatandaşlıktır – Anıl Çeçen

Türkiye Cumhuriyeti anayasası ,anayasanın giriş bölümünde belirtildiği üzere Atatürk milliyetçiliğine bağlı bir devlettir .Devletin kurucusu olan Atatürk’ün ortaya koymuş olduğu devlet modeline uygun olarak hazırlanmış olan Türk anayasasında Atatürk milliyetçiliği kurulmuş olan milli devletin modeli olarak ,anayasa metni içerisinde yer almakta ve bu yönü ile de belirleyici olmaktadır . 

Bu yüzden , Atatürk sonrasında yapılmış olan anayasalarda belirleyici bir ilke olarak yer almış ve kurucu iradenin ortaya koymuş olduğu devlet modelinin sürekliliğini sağlamıştır . Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu olarak geliştirdiği devlet modeli ,bir anlamda bu ilkeye dayanarak var olmuş ve günümüze kadar gelmiştir . Dünyanın hiçbir ülkesinin anayasasında böyle bir düzenleme yer almamış ,sadece dünyanın merkezi coğrafyasında kurulmuş olan ulus devletin içinde bulunduğu bölgenin özel koşulları nedeniyle diğer devletlerden ayrılan farklı konumunun belirlenmesinde bu ilkeden yararlanılmıştır . 

Yalnızca bu ilke nedeniyle , Türkiye cumhuriyeti ulus devleti diğer milli devletlerden farklı bir yapılanmaya sahip olmuş ve Atatürk milliyetçiliğinin bölge koşullarına gerçekçi bir yaklaşım olması nedeniyle , Türk devleti her türlü saldırı ve olumsuz gelişmelere rağmen bugüne kadar ayakta kalarak varlığını koruyabilmiştir .

Türk devletinin dayanmış olduğu Türk milletinin milliyetçiliğine değil de ,devletin kurucusu olan Atatürk’ün adı ile anılan farklı bir milliyetçiliğe dayalı olarak anayasada ele alınması , bölge koşulları ile beraber aynı zamanda devletin sınırları içerisinde yaşamını sürdüren bütün vatandaşları kucaklamak üzere geliştirilmiş ,daha modern bir modelin yasallaştırılmaya çalışmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır .

Dünyanın bütün milli devletleri devletin tabanını oluşturan ulusal yapıların resmi adı ile anılan bir milliyetçilik anlayışına dayanırken ,Türk devletinin anayasasında Türk milliyetçiliğinin değil de Atatürk milliyetçiliğinin esas alınması üzerinde düşünülmesi gerekmektedir . Sadece Atatürk milliyetçiliği ilkesine dayanarak Türkiye Cumhuriyeti anayasasını ideolojik anayasa olarak suçlamak da doğru bir yaklaşım olarak görünmemektedir .Her devlet dayandığı toplumun ve ülkenin özel koşullarının ürünü olarak tarih sahnesine çıkarken ,birbirinden farklı bir seyir izleyerek oluşumunu tamamlayabilmektedir . 

Türkiye Cumhuriyeti de ,dünyanın merkezi imparatorluğu olan Osmanlı devletinin çöküşü sonrasında ortada kalan çok kültürlü heterojen Osmanlı ahalisinin bir ulusal kurtuluş savaşı vererek uluslaşması üzerine gündeme gelen milli devlet kurma girişiminin sonucunda tarih sahnesine çıkmıştır . Bu gerçek iyi bilinirse o zaman kuruluş süreci sonrasında gündeme gelen Atatürk’ün devlet modelinin arkasında yatan siyasal ve toplumsal nedenler bilimsel açıdan daha iyi anlaşılabilecektir . İmparatorluk ahalisinin büyük çoğunluğunun Türkmen asıllı boy ve kavimlerin içinden gelen Türk asıllı bir nüfusa dayanması nedeniyle , Osmanlı sonrasında gündeme gelen milli devlet oluşturma aşamasında Türklük milli devletin adını oluşturmuştur . 

Ne var ki , eski Osmanlı ahalisinin farklı kökenlerden gelmesi dikkate alınarak , milli devlet Türkiye Cumhuriyeti olarak oluşturulurken katı bir Türk milliyetçiliği benimsenmemiş aksine ,Türk kökenli olmayan diğer Osmanlı topluluklarını da aynı devletin çatısı altında ve Misakı Milli sınırları içerisinde bir bütün olarak koruyabilmek açısından , Atatürk’ün geliştirmiş olduğu kucaklayıcı milliyetçilik anlayışı var olan özel koşullara uygun düşen bir gerçekçi yaklaşım olarak benimsenmiştir .

1937 tarihli anayasa değişikliği sırasında Anayasaya Atatürk’ün belirlemiş olduğu ilkeler aynı zamanda devletin de dayandığı temel prensipler olarak alınırken , milliyetçilik ilkesi de anayasal bir kural olma düzeyine gelmiştir . I961 anayasasında ise milliyetçilik anlayışının daha farklı olarak milli devlet kavramı ile anayasaya yansıtıldığı görülmektedir . Milliyetçilik bir Atatürk ilkesi olarak anayasada yer aldıktan sonra kurulmuş olan Türk devletinin diğer milli devletlere benzer bir gelişme süreci içine girmiş olduğu görülmektedir . I961 anayasasının başlangıç kısmında Türk milliyetçiliği ayrıntılı bir biçimde açıklanarak , faşizm ve nazizim gibi aşırı ideolojilere yol açan katı bir milliyetçilikten uzak kalınmaya çalışılmıştır . 

1982 anayasası ise ,doğrudan doğruya ikinci maddesinde devletin Atatürk milliyetçiliğine bağlı yapısını açıklayarak ,milletin ismine dayalı bir milliyetçilikten uzaklaşarak devlet kurucusunun adına dayanan bir milliyetçilik anlayışını gündeme getirmiştir . Türk milli devletine karşı olan emperyalist çevrelerin Türklük düşmanlığı yaparak devletin çökertilmesine giden yolu açmalarını önlemek üzere , Türk milliyetçiliğinin ötesine gidilerek Atatürk milliyetçiliği bir anayasal ilkeye çevrilmiştir . Yanlış anlamaların ve istismarların önlenmesi doğrultusunda ,daha çağdaş,akılcı ,ilerici,demokratik,toplayıcı,birleştirici ,insani ve barışçı bir yaklaşım olarak Atatürk milliyetçiliği bir anayasa ilkesi haline getirilmiştir . 

Her türlü ırkçılığa,şovenizme ,saldırganlığa ve aşırı milliyetçiliğe karşı bir gelişmiş çizgide Atatürk milliyetçiliği Türkiye Cumhuriyeti anayasasına girmiştir . Kurucu önder Atatürk’e göre ,Türk toplumunun bağımsız kimliğinin oluşturulması ve korunması için milli bir yaklaşımın geliştirilmesi zorunlu olmuş ve bu doğrultuda milli devlet kurulmuştur . Barışı esas ilke olarak benimseyen Atatürk , Türk milliyetçiliğini ırkçı,saldırgan ya da emperyal bir çizgide değil ama , diğer milletler ve ülkeler ile yakınlaşmak ve işbirliği ile dostlukları geliştirerek dünya barışına katkıda bulunabilmeyi hedeflemiştir .

Türk devletinin insan unsurunun adı konulurken ,çağdaş ulus devletlerde görülen bir milli devlet ve hukuk düzeni kurulmaya çalışılmıştır . Atatürk devleti kurarken ,Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir ,diyerek manevi değil ama maddi bir millet anlayışını benimsemiş ve bu doğrultuda Misakı Milli sınırları içerisinde yaşamını sürdürmekte olan eski Osmanlı ahalisini Türkiye halkı olarak kabül etmiş ve milli devleti kurarken , bu Türkiye halkına Türk milleti olarak isimlendirme yapmıştır . Çok uluslu bir imparatorluk arazinin tam ortasında tek ulusa dayanan bir ulus devlet oluştururken Türkler kadar Türk asıllı olmayan kişi ve toplulukları da dikkate almış ve bunları , bir milletçi yaklaşımla değil halkçı bir bakışla ele almış , Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna giden yolda Misakı Milli sınırları içerisinde işgalci düşman ordularına karşı Kuvay-ı Milliye savaşına katılan ve daha sonraki aşamada da temsilcileri aracılığı ile devletin kuruluşuna ortak olan her kesimi eşit bir çizgide düşünerek, milli devletin tabanını oluşturan Türk milletini ırkçı değil ama halkçı bir yaklaşım ile tanımlamıştır . 

Devletin tabanında var olan Türk milleti tarih öncesinden gelen manevi ya da kültürel bağlar ile değil ama aynı vatan topraklarında ve ortak sınırlar içinde yaşamını sürdüren bütün insanları ve toplulukları bütünsellik içerisinde ele alarak , hiçbir kesimi ya da insanı dışlamadan kucaklayıcı bir politika ile Türkiye halkı tanımını Türk milleti açıklamasının ana özü olarak dile getirmiştir .Eski Osmanlı ahalisi , gene yaşadığı bölgede varlığını özgürce sürdürmüş , ama yeni devletin kuruluşundan sonra Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı statüsünü ve bu statüden kaynaklanan tüm hakları diğer vatandaşlar ile birlikte eşit olarak kazanmıştır . Cumhuriyet devletinin uyruğu altına girmekle Türk vatandaşlığı statüsü kazanılmış ,Türk kökenli olsun ya da olmasın bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları anayasal düzen içinde eşit Türk vatandaşları olarak kabul edilmişlerdir . 

Tüm ulus devletlerde olduğu gibi yeni Türk devleti de ulusal vatandaşlık esası üzerine kurulduğu için ,Atatürk tarafından geliştirilen bu yöntem ile , tek ve büyük bir ulus devletin dünyanın merkezi coğrafyasında kurulabilmesi gerçekleştirilmiştir .

Soğuk savaşın son döneminde , Türkiye’nin doğu bölgelerinde bölücü bir etnik terör hareketi gündeme gelince , bunun üzerine Atatürk’ün milli devleti ulusal bir refleks ile kendini korumaya yönelerek ,devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü biçiminde yeni bir milli ilkeyi benimseyerek anayasaya koymak zorunda kalmıştır .Diğer ulus devletler gibi üniter bir siyasal modele sahip olan Türkiye Cumhuriyeti , Misakı Milli sınırları içerisinde tek bir devlet olduğunu yasal bir zemine oturtabilmek için , devletin dayandığı ülke ya da millet tabanlarının bölünemeyeceğini böylece yeni anayasal düzenleme ile açıkça ortaya koymuştur . 

Türkiye’nin tam ortasında yer aldığı eski Osmanlı hinterlandını ele geçirmeye yönelik bütün emperyal projeler Türkiye’yi bölmeyi ya da başka yönlere çekerek Atatürk’ün devlet modelini tasfiye etmeyi planladığından ,sadece Atatürk milliyetçiliği ilkesinin ülkenin birliği ve bütünlüğünü korumada yetersiz kaldığı görülerek ,daha güçlü ve etkin bir biçimde devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü kuralı yeni bir anayasal ilke haline getirilmiştir . Ayrılıkçı akımların dış desteklerle güçlenmesi , zamanla terör ve benzeri sıcak çatışma girişimlerine kalkışması dikkate alınarak böylesine bir yola gidilmiş , küreselleşme döneminde dünya ülkelerine yeni yapılanmalar dayatılırken ,Türkiye’nin içinde bulunduğu merkezi alana yönelik hegemonya projeleri terör,isyan,ayaklanma ve sıcak çatışmalar yolu ile devreye sokularak farklı devlet yapılanmaları gündeme getirilmek istenmiştir . 

Bu gibi dış senaryolar ,ülke içinde yaşamını sürdüren farklı etnik kökene dayanan toplulukları ulus devletlere karşı ayaklanmaya doğru yönlendirirken , Türkiye’de benzeri gelişmeler ile son çeyrek yüzyıllık zaman dilimi içinde fazlasıyla karşı karşıya kalmıştır . Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içinde farklı ulus devlet oluşturmak isteyen emperyal devletler etnik köken ayrılıklarını yeniden canlandırırken , diğer ulus devletlerde görülen ulusal refleksler doğrultusunda yerleşik kamu düzenini koruma yaklaşımı öne çıkmıştır .

Küreselleşme dönemine girilmesiyle beraber geçmişten gelen alışılmış tutum ve yaklaşımların dışına çıkan yepyeni bazı öneriler ve girişimler gündeme getilmiş ve bu yüzden de ulus devletler çok ciddi sorunlarla karşılaşarak daha fazla dağılma ya da parçalanma riski ile karşılaşmışlardır . Küreselleşme akımının zamanla süper emperyalizme dönüşmesiyle beraber bütün ulus devletler hedef haline gelmiş ve bunun sonucunda da zayıf ulus devletlerin parçalanarak ortadan kalkma aşamasına doğru sürüklendikleri görülmüştür . 

Özellikle , ulus devletlerin sınırları içerisinde yaşayan farklı etnik ,dinsel ya da kültürel kökenden gelen grupların yerel yönetimler düzeyinde başkentten ayrı bir bölgesel yönetim oluşturmaya doğru yönlendirilmişlerdir . Çeşitli bölgelerde yaşamlarını sürdüren farklı kökenden gelen grupların kendi küçük devletlerini oluşturmaya doğru yönlendirilmeleri ,ulus devletlerden kopma ve yeni küçük devletler yaratma gibi sonuçlara neden olmuş ve böylece ulus devletler dönemine son verilmek istenmiştir . Bir çok açıdan çeşitli handikapları öne çıkaran bu gibi girişimler ulus devletleri bir iç hesaplaşmaya doğru sürüklerken ,bazı büyük ve güçlü ulus devletler küresel emperyalizmin dayattığı dağılma senaryolarına karşı yeni çıkış yolları aramaya başlamışlar ,bazıları merkezi yapıları güçlendirerek parçalanmayı önlemeğe çalışırken , diğer yandan Avrupa üzerinden bazı bilim adamlarının öncülüğünde geliştirilen anayasal vatandaşlık konusu tartışılmaya başlanmıştır . Özellikle milliyetçiliğin vatanseverlik çizgisinde anlaşıldığı bazı büyük Avrupa ülkelerinde bu doğrultuda bir anayasal yurtseverlik görüşü geliştirilmeye çalışılmış ve bu çizgide , kültürel haklar üzerinden gündeme getirilen sosyal ayrışma ya da siyasal ayrılmaların önü kesilmek istenmiştir . Anayasal yurtseverlik tartışmaları sonrasında bir de anayasal vatandaşlık konusu öne çıkmış ve yeni dönemde farklı etnik ya da dinsel grupların ulus devletlerden ayrılmalarını önleyebilme doğrultusunda anayasal vatandaşlık kavramı geliştirilmeye çalışılmıştır .

Normal koşullarda ulus devletlerde ulusal vatandaşlıklar geçerli olmuştur . Küreselleşme sürecinin dayattığı yeni koşullarda kültürel haklar üzerinden alt kimlikler hortlatılınca ,bu kez bir üst kimlik olarak geliştirilmiş olan ulusal kimlikler tartışılmaya başlanmış ve alt kimliklerin güçlendirilmesiyle beraber alt kimlikli vatandaşlar ulus devlet vatandaşlığından uzaklaştırılarak kendi alt kimliklerinin ulusal devletlerini kurmaya doğru yönlendirilmişlerdir . Alt kimlikler güçlendirilirken , üst kimlikler yıpratılmış , ulus devlet vatandaşlarının etnik,dinsel ya da kültürel anlamdaki alt kimliklerinin esas kimlikleri haline getirilmeleriyle daha küçük ulus devletçikler yaratılmasına çalışılmıştır . Bu aşamada artık eski ulusal kimliklerin yavaş yavaş terk edildiği ve yerine alt kimlikli yeni vatandaşların ortaya çıkmaya başladığı görülmüştür . 

İşte bu tür gelişmelerin ulusal toplumları çözmesini önlemek isteyen ve alt kimlikli yurttaşların yeni dönemde de vatandaşı olduğu devletlerin çatısı altında yaşama şansını sürdürebilmesini isteyen bazı kesimler anayasal vatandaşlık ilkesini öne çıkarmışlardır . Bu ilkeye göre , herkes sınırları içinde yaşadığı her ülkede o ülke devletinin eşit koşullarda vatandaşı olma hakkına sahiptir . Her devletin sınırları içinde yaşayan insanlar prensip olarak o devletin vatandaşı sayılmaktadır .Ulus devletler de de bu durum aynen uygulanmaktadır . 

Ne var ki , eskiden beri ulus devlet vatandaşı olarak o ulusun parçası olan etnik ve dinsel toplulukların artık kendi yönetimlerini kurmaları doğrultusunda küresel destekler gündeme geldiği aşamada artık alt kimlikli toplulukların içinde yaşadıkları ülkede var olan ulusun üyesi ya da vatandaşı olmaktan vazgeçmeye başladıkları ve o ulus devletten kaparak kendi küçük ulusal yapılanmalarını oluşturmak istedikleri gündeme gelmiştir . Avrupa Birliği süreci içinde ulusal azınlıkları koruma sözleşmesinin imzalanması , büyük ulus devletlerin güçlerini kırmak doğrultusunda küçük ulus devletlerin kültürel haklar üzerinden küresel sermayenin destekleri ile kurulmaya çalışıldığı görülmektedir . Ulusal azınlıklar kültürel haklara sahip olduktan sonra siyasal bağımsızlığa yönelerek kendi küçük ulus devletlerini oluşturmaya yöneldikleri anlaşılmaktadır . 

Böylece küresel sermaye büyük ulus devletlerin direnişini kırarak , küçük ulus devletleri kurmayı düşündükleri dünya devletinin eyaletleri haline dönüştürmeye çalışmaktadırlar . Büyük ulus devletler ,ulusal kimliğin ve vatandaşlığın reddi ile dağılmaya doğru iteklenirken ,alt kimlikli topluluklar da azınlık hakları üzerinden yeni küçük ulusal yapılanmalar olarak devreye sokulmaya çalışılmaktadır .

Küreselleşme aşamasında gündeme getirilen anayasal vatandaşlık kurumunun , alt kimliğe yönelmiş olan topluluk ve grupların ulus devletlerden kopmasını önleyebilecek bir çözüm olduğu öne sürülmüştür . Bu ilkeye göre , bir devletin çatısı altında yaşayan herkes eşit olarak sınırları içinde yaşadığı devletin vatandaşı olmağa hakkı vardır . Bu eşitlik doğrultusunda tüm alt kimlikler hiçbir ayrımcılık yapılmadan eşit vatandaşlık statüsüne sahip olabilmektedirler . Böylesine bir sonucun sağlanabilmesi için , ulus devletler ile vatandaşları arasında sürüp gitmekte olan ulusal vatandaşlığın kaldırılması ve yerine anayasal vatandaşlığın getirilmesi gerekmektedir . Ulusal vatandaşlığın kaldırılmasıyla beraber ulus devlet uygulaması da son bulacağı için , bütün ulus devletler artık hiçbir ulusal kimlik ile tanımlanmayan siyasal organizasyonlara dönüşeceklerdir . 

Devletlerin ulusal kimliğine son verilecek ama bu merkezi devlet yapılanmaları yerel devletler kurulana kadar sürdürülecektir . Ulus devletlerden eyalet devletlere geçilirken merkezi devletin devam ettiği sürece vatandaşlıklar da devam edecek ama sadece anayasal ve yasal anlamda bir statü sağlayacaklardır . Alt kimliklerle oluşturulacak küçük devletçikler ya da eyaletler kurulana kadar insanların devletleri ile olan vatandaşlık ilişkileri artık ulusal olarak değil ama anayasa üzerinden hukuksal olarak devam edebilecektir . Anayasaya dayanan merkezi devletler yerel küçük devletlerin ve küresel pazarların oluşumu sürecinde sadece düzenleyici devletler olarak etkilerini sürdürecekler ,alt kimlikli vatandaşların yerel devleti kurulana kadar vatandaşlık ilişkisini sadece hukuki olarak anayasa üzerinden koruyabileceklerdir . Ulus devletlerde ulusal vatandaşlıktan anayasal vatandaşlığa geçilmesiyle beraber , alt kimlikli toplumların hemen kopmaları önlenebilecek , ulus devletlerden eyalet devletlerine geçiş sürecinde anayasal vatandaşlık düzenleyici devlet ile vatandaşları arasındaki hukuksal bağı oluşturacaktır .

Anayasal vatandaşlık kurumu ulusal vatandaşlık ile karşılaştırıldığında , herhangi bir kimlik içermeyen ve sadece ülke vatandaşlarını devlet düzeninin getirmiş olduğu hak ve özgürlüklerden yararlanmalarını sağlayacak yasal bir statüdür .Ulus devlette tüm vatandaşlar ulus devletin eşit üyeleri olarak görülürken ,ulusallığı ortadan kaldırılmış devlet yapıları içinde vatandaşlar alt kimliklerinin getirmiş olduğu her türlü farklılığı yaşayabileceklerdir . Anayasanın vatandaşlara tanıdığı haklar eşit olarak herkese verilirken , alt kimlikler yüzünden gündeme gelen etnik ya da dinsel ayrılıklar ile kültürel farklılıklar toplum içerisindeki birlik ve bütünlüğü ortadan kaldıracak ve birbirinden ayrı toplulukların kendi özel kökenlerinin getirmiş olduğu birbirinden çok farklı yaşam biçim ve düzenlerine yönelerek büyük ulus toplumdan giderek kopma sürecine gireceklerdir .

Böylece geleceğin küçük devletçikleri ya da eyaletlerinin oluşum süreci anayasal vatandaşlık statüsü çerçevesinde desteklenecektir . Anayasal vatandaşlık ulus devlet vatandaşlığının kaldırıldığı aşamada var olan devlet yapılarında önemli bir boşluğu dolduracak ,ulusal vatandaşlığın getirmiş olduğu birlik ve bütünlüğü ortadan kaldırarak geleceğin küresel imparatorluğu yolunda gündeme gelecek ulus devletlerin parçalanması oluşumuna yardımcı olacaktır . Anayasal vatandaşlık aracılığı ile merkezi devlete bağlılığını sürdüren topluluklar, gelecekte en kısa zamanda kendi yerel devletlerini oluşturmak durumunda kalacakları için ulus devletlerin dağılmasına yardımcı olarak kopma noktasına geleceklerdir . Ulus devletlerden eyalet devletlere geçiş aşamasında anayasal vatandaşlık bir geçiş dönemi statüsü olarak özel bir misyonu yerine getirecektir . 

Küresel emperyalizmin son hedefi bir dünya imparatorluğu olduğu için ulus devletlere karşı yürütülen savaşta ulus devletten eyaletlere geçişte anayasal vatandaşlığın bir ara dönem uygulaması olarak dikkate alındığı açıktır .

Anayasal vatandaşlık ulus devletlerin kalıcı yapılanması içinde ele alındığında ,var olan siyasal yapılanmanın çöküşünün önlenebilmesi açısından bir çözüm önerisi olarak da düşünüldüğü anlaşılmaktadır . Anayasalardaki ulusal vatandaşlık ile ilgili maddelerin kaldırılması yerine anayasal vatandaşlık ile ilgili düzenlemelerin konulmasıyla beraber var olan devletler ulusallıklarını kaybedecekler , bu yüzden de devletlerin dayanmış olduğu toplumlar ulus olmanın ötesinde bir nüfus ya da halk topluluğu olarak görülebilecektir . Devletlerin ulusallıklarını yitirmesi ve daha sonraki aşamada devletin insan unsurunu oluşturan toplumların da ulus olmanın gerisine düşerek yeniden bir halk topluluğu konumuna sürüklenmesiyle beraber dünya da var olan devletler üzerinden kurulmuş olan bütün siyasal yapıları ve ilişkileri değiştirerek bir kaotik ortama doğru tüm insanlığı sürükleyebilecektir . 

Anayasal vatandaşlık sadece kimliksiz devletler ile alt kimlikli grupları bir arada tutabilecek ama , aynı zamanda ulusların dağılmasına ve devletlerin dayanmış olduğu ulusal toplum yapılanmalarının da çöküşüne giden yolları açabilecektir . Küreselci düşünürler ve hukuk adamları anayasal vatandaşlık uygulamasını bir yeni düzenleme olarak gündeme getirirlerken ya da savunurlarken ,küresel şirketler ile ulus devletler çekişmesi sürecinde küreselleşmeden yana tavır koyarak ulus devletleri karşılarına almaktadırlar . Avrupa gibi uygarlığın beşiği olan bir kıtada anayasal vatandaşlık tartışmalarının çok gelişmesine rağmen ,büyük ulus devletler hala eski yapılarını koruyarak ulusal vatandaşlığa dayalı anayasalarını korumaktadırlar . 

Üç yüz yıllık ulus devletler dönemi kalıcı etkiler yarattığı için , Avrupa devletlerinin halkları sahip oldukları ulusal kültürün sonucu olan ulusal kimliklerinden vazgeçmemişler ama anayasal vatandaşlık konusunu da küreselleşme sürecinde insan hakları üzerinden tartışmayı sürdürmüşlerdir .

Avrupa kıtasının yanı başında ,ulus devletler çağı devam ederken ,çağdaş bir ulus devlet kurmuş olan Atatürk , Avrupa’nın beş yüz yıllık geçmişini dikkate alarak hareket etmiş ve ilk kez bir Müslüman toplum içinde bir ulus devlet kurarken , ulus devletlerin laik,üniter,merkezi , çağdaş ,cumhuriyetçi ve halkçı yönlerini birlikte ele alarak Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur . Batı dünyası ,İslam dünyası ve Sovyet dünyası arasında merkezi bir devlet kurarken , her üç sistemden yararlanan Atatürk , bir merkezi devlette olması gereken sentezci bir yaklaşım ile hareket etmiş ve kurduğu milli devleti halkçı bir yapı üzerine oturtmaya çalışmıştır . 

1921 yılında ilk Türk anayasası çıkartılırken , TBMM’ye verdiği anayasa önerisinin adını “Halkçılık bildirisi “ olarak kaleme almış ,böylece , imparatorluk sonrasında bir ulus devlet kurarken ,katı bir milliyetçi bir yaklaşım ile değil ama halkçılığı esas alan bir ulusalcılık ile hareket etmiştir . Ulusal kurtuluş savaşı sırasında bütün ülke batılı emperyal ülkelerin işgalci birliklerinin baskısı altında iken ,halkın temsilcilerini seçimler ile belirleyen kurucu kadronun önderi olarak Mustafa Kemal halkçı bir anayasa önererek , kurduğu ulus devleti halkçılık esasına oturtuyordu . 

Milli devlet kurulurken , milliyetçilik ana ilke olarak benimsenmesine rağmen aynı doğrultuda halkçılığın da kabul edilmesi , halkçılık esasına dayanan bir milli devlet olarak Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğunu gösteriyordu . İlk anayasa tasarısının başlığının milliyetçilik değil de halkçılık olarak belirlenmesi bu durumun en açık göstergesidir . Halkın kendi kendini temsilcileri aracılığı ile yönetmesi esasına dayanan ilk anayasada Türklük ya da Türkçülük adına özel bir düzenleme yapılmıyor , sadece Anadolu ve Rumeli halkının çağdaş bir cumhuriyet rejimine kavuşabilmesi doğrultusunda halkçı bir milli devlet oluşturuluyordu .

TÜRKİYE Cumhuriyeti anayasasının başlangıç kısmında yer alan Atatürk milliyetçiliğine dayalı bir devlet anlayışının gerisinde ,hem tarihten hem de ülke koşullarından gelen bir bilgi birikiminin bulunduğu ve herkesin eşit vatandaşlar olarak yer aldığı yeni bir yapılanmaya gidildiği görülmektedir .Halkçı milli devletin anayasasında da ulus devlet vatandaşlığı ilke olarak benimseniyor ama gayri Müslimlerin azınlık hakları da uluslar arası antlaşmalar doğrultusunda kabul ediliyordu . Bazı gayrimüslim kesimler çağdaş bir cumhuriyet rejimi ilan edilince ,azınlık haklarından vazgeçerek Türkiye Cumhuriyetinin eşit vatandaşı olmayı benimsiyorlardı .

Onların bu tutumu da Kemalist rejimin katı bir milliyetçi değiş ama halkçı bir ulusalcılığı bilinçli olarak izlediğini ortaya koyuyordu . Atatürk halkçı bir ulusalcılık ile , milli devletin vatandaşlarını tıpkı anayasal vatandaşlık da olduğu gibi eşit bir statüye kavuşturarak hiçbir ulusalcı ayırım yapmıyordu . Müslüman kitleler devletin eşit vatandaşları olarak benimsenirken , batı ülkelerinde olduğu gibi farklı dinsel grupların azınlık hakları bulunduğu da ilke olarak olumlu karşılanıyordu . 

Küresel çağın anayasal vatandaşlık uygulamasına , Atatürk yüz yıl önce yönelerek geleceği gören ilerici bir yaklaşım sergiliyor ve halkçılık ilkesini anayasal bir kural haline getirerek halkçı bir ulusalcılık ile ,Türk kökenli olmayan ya da Türklüğü benimsemeyen çeşitli kesimlerden gelen insanları da yeni kurulan devletin çatısı altında bir araya getirmeye çaba sarf ediyordu . Halkçı bir anayasa ile başlayan Atatürk kurduğu milli devleti halkçılık temeline oturtma çabası içerisinde yeni adımlar atıyor , ulusal sınırlar içerisinde yaşamakta olan hiçbir kesimi ya da topluluğu dışlamadan hareket ediyor , onların hepsini genç cumhuriyetin kolları ile kucaklamaya çalışıyordu .Eski Osmanlı ahalisi Türk ulusuna dönüşürken , bu halkın hiçbir kemsi ya da ferdi dışlanmıyor ve halkçılık temeline dayandırılan yeni ulus devletin çatısı altında halkçı bir ulusalcılık anlayışı çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına alınıyordu . 

Burada görünüşte bir ulus devlet ya da ulusal vatandaşlık var gibi görülmesine rağmen aslında uygulanan politikanın halkçı bir ulusalcılık olması nedeniyle gerçekte anayasal vatandaşlık benzeri bir uygulamaya gidilerek o zamana göre son derece ileri bir anlayış sergileniyordu . Zoraki bir ulusçuluk değil ama anayasal çerçevede bir ulus devlet vatandaşlığı ,alt kimlikli kesimlerin yararlanmaları için sunuluyordu .

İmparatorluktan ulus devlete geçilirken ,son derece yararlı çalışmalar yapan ve Osmanlı döneminden kalan dağınık halk kitlelerini yeni bir ulus devlet çatısı altında eşit vatandaşlar olarak düzene koyan Türk Ocakları örgütlenmesi , devletin kuruluş yıllarında eski Osmanlı ahalisinin çağdaş bir ulusa dönüştürülmesinde çok yararlı olmuştur . 

Ne var ki ,cumhuriyetin ilanından sonra batılı gizli servislerin kışkırtmalarıyla doğu Anadolu’da birbiri ardı sıra isyanlar ortaya çıkınca ,devletin kurucusu olarak Atatürk Türk Ocakları’nı Halkevlerine dönüştürerek , ikinci bir halkçılık açılımı yapmaya çalışmıştır . Böylece ülkenin doğusunda ve batısında ABD başkanının ilan ettiği üzere farklı din ve etnik kökenden gelen topluluklara ayrı devletler kurdurulmaya çalışılmasının önüne geçilmeğe çalışılmıştır . Devletin isminde Türk adı bulunmasına rağmen , yaygın kültür örgütü olan Türk Ocakları kapatılarak içe dönük katı bir milliyetçilik yapılmasının önüne geçilmiş ve , ilk anayasanın meclise sunuluşu sırasında öne çıkan halkçı yaklaşım , Türk Ocakları yerine kurulan yeni kitlesel kültür kurumunun adının Halkevleri olarak belirlenmesiyle ikinci kez öne çıkarılmıştır . 

Böylece ülkenin dört bir yanında açılan beş binden fazla Halkevi ve Halk odasının çatısı altında bütün Rumeli ve Anadolu insanı bir araya getirilmeye çalışılmıştır . Atatürk’ün deyimiyle , Halkevleri aracılığı ile bütün vatandaşlara kucak açılmasıyla ülkede çok önemli sosyal ve kültürel bir devrim yapılmıştır . Böylece alt kimlikli grup ya da toplulukların , batılı emperyalistlerin kışkırtmalarıyla ülkeden kopmalarını önleyecek bir yeni denge mekanizması oluşturulmaya çalışılmıştır . 

Halkevleri aracılığı ile her kökenden gelen insanlar eşit bir çizgide bir araya getirilmeye çalışılmış , ulus devletin ulusal vatandaşlığına karşı alt kimliklerin çıkartılmasına karşı , ulusal kimlik ya da milliyetçi bir tutumun ötesinde halkçı bir yaklaşım aracılığı ile toplumsal bir barış ve uzlaşma dönemine geçilmek istenmiştir . Atatürk’ün milliyetçiliğinin diğer milliyetçi akımlardan ayrılmasının temel nedeni halkçılığa dayanması ve bu ilkeyi devletin ana esası düzeyine getirmesidir . Halkevleri bu amaçla kurulmuş ve kısa zamanda Türkiye insanını orta çağ uykusundan uyandırarak , genç cumhuriyetin çağdaş toplumu haline getirebilmiştir .


Küresel emperyalizmin desteklediği Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail projeleri doğrultusunda bütün Osmanlı hinterlandında küçük eyaletlerden oluşan bir bölgesel federasyon istendiği için ,Türkiye’nin de ulus devlet olmaktan çıkması doğrultusunda ulusal vatandaşlığın kaldırılması ve yerine anayasal vatandaşlığın getirilmesi istenmektedir . Türkiye bu sorun ile daha kuruluş aşamasında karşı karşıya geldiği için , Atatürk bu sorunu halkçılık esasına dayanan bir ulusalcılık uygulaması ile aşmaya çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur . Bu yüzden , Türkiye Cumhuriyeti anayasasında Türk milliyetçiliği değil ama Atatürk milliyetçiliği ilkesi Atatürk’ün devlet modelinin temel bir ilkesi olarak yer almaktadır . 

Bu açıdan Atatürk milliyetçiliği için bir anlamda anayasal vatandaşlık doğrultusunda bir tanım yapılabilir ,çünkü bugün gündeme getirilen anayasal vatandaşlık sorunu yüz yıl önce Türk devletinin kuruluşunu tehdit eden alt kimlikler sorununun aşılabilmesi için önerilmektedir . Halkçılık esasını benimsemiş,devlet yapısını halkçı bir temele oturtmuş olan Atatürk Cumhuriyetinde bütün alt kimlikli gruplar ve vatandaşlar halkçı bir ulusalcı devlet modeli içinde yaşamlarını uyum içinde sürdürebilmişlerdir . 

Batı emperyalizminin Siyonizm ile işbirliği yaparak merkezi alana müdahale etmesi aşamasında yeniden hortlatılan alt kimlikler yolu ile ulusal vatandaşlıktan vazgeçilmesi devlet yapısını çökertecek , anayasal vatandaşlığın bu aşamada yeni vatandaşlık türü olarak öne çıkarılmasıyla da Sevr haritası doğrultusunda Balkanizasyonu Türkiye üzerinden Orta Doğu’ya taşıyacak,bölgedeki on ulus devleti otuz eyalet devletine dönüştürerek emperyalizmin önünü açacaktır . 

Kanada,Amerika,Avustralya,Güney Afrika gibi Britanya imparatorluğu çatısı altında göçmen kabul eden büyük göçmen devletlerinde görülen çok kültürlü yapı doğrultusunda önerilen anayasal vatandaşlık ,Avrupa’nın ulus devletlerinde tam olarak uygulanamamıştır.Türkiye’de bir ulus devlet olarak , ulusal bütünlüğünü sarsabilecek böyle bir dönüşüme hazır değildir .

Bu çerçevede , Atatürk milliyetçiliği devletin halkçı yapısı doğrultusunda devreye sokularak bugünün gereksinimleri dün olduğu gibi yeniden karşılanabilmelidir . Atatürk milliyetçiliğini anayasal vatandaşlık gerektiren durumlar için daha gelişmiş bir çizgide yeniden düzenleyerek ,Türkiye bazı sıkıntılarını aşabilecektir . 

Geçmişin deneyimleri bu konuda bugünün yönetimlerine ışık tutmakta ve ders vermektedir . Atatürk milliyetçiliğinin halkçılık özüne dayalı ulusalcı yapısı , ulusal vatandaşlığın yarattığı sorunların aşılmasında destek sağlayarak ,Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı dönemeci aşmasına yardımcı olabilecek ve anayasal vatandaşlığa geçilmesine gerek bırakmayacaktır .

Prof.Dr. Anıl Çeçen
04.12.2012
hakimiyetimilliye.org


***

MARSYAS'IN FLÜTÜ VE EFSANELERİN TELİF HAKKI


Frigya'nın Kelanai (Dinar) kentinde doğmuş Marsyas. 

Büyüdükçe müziğe merak sarmış. Frig havaları besteler, yurdunun doğa tanrısı Tanrı Pan'a ilahiler yazarmış. Yani öylesine severmiş müziği.

O zamanlara kadar bir tuluma çeşitli düdükler takılır, öyle değişik sesler elde edebilirlermiş eski insanlar. Marsyas başka başka düdüklerden çıkan sesi, bir tek kamışa yedi delik açarak, bir düdükten elde etmiş. 

İşte bugün çaldığımız flüt kaval ve ney'in atasını Frigya'lı Marsyas icat etmiştir. Marsyas flütü icat etmekle kalmamış, çok da güzel çalarmış. Gür Ormanlarla kaplı Frig dağlarında hem çalıp hem dolaşırken, güzel sanatlar Tanrısı Apollon'a rastlar ve Tanrıya meydan okur.

Tanrı Apollon'un üç telli lir'i nasıl çaldığı dillere destan. Apollon bu küstahlığa çok kızar ama yarışmadan kaçmaz.

Frig Kralı Midas ve güzel sanatların koruyucuları dokuz peri kızı (Mouse'ler) hakem olarak çağırırlar. Tanrı Apollon üç telli lir'ini yine çok güzel çalar, ama Marsyas'ınki doğa ile daha uyumludur. Herkes hayretler içersinde büyülenmiş gibi dinler.

Kral Midas oyunu Marsyas'a ,Mouse'ler de Apollo'nun kızgınlığına maaruz kalmamak için Apollo'ya verirler. Tanrıya hiç saygısızlık yapılır mı ? 

Tabii Apollo buna çok kızar ve Kral Midas'ın kulaklarını eşek kulaklarına çevirir. Marysas'ın da , bir tanrıyla aşık attığı için, ağaca bağlayıp derisini yüzer. Mouse'ler Apollo'nun verdiğini cezanın çok vahşice olduğunu düşünerek üzülürler ve ağlamaya başlarlar, gözyaşları Marsyas'ın kanı ile bir olup bir nehire dönüşür.

O gündür bu gündür Marsyas Nehri akar. Günümüzdeki ismi de Çine Çayı'dır. Aydın'dan Yatağan'a doğru giderken Marsyas'ın flütünden çıkan müziğini mutlaka duyarsınız.




KAVAL

İnsanoğlunun üflemeli ilk çalgılarındandır. Çeşitli kaynaklarda ''ağız sazları'' arasında anılan çalgı. Orta Asya Türk uygarlıklarından itibaren bilinir. Ülkemizde yüzyıllardır, ''çoban sazı'' ya da ''düdük'' olarak tanınan kaval, Büyük Göç'le yayıldığı toplumlarda ise, farklı ad ve biçimlerde çalına gelmiştir.

Kaval, içi boş şey anlamına gelen, ''kav''dan türemiştir. Çalgıya yüzyıllar önce yakıştırılan bu ad, genelde tüm nefeslilere (yapısal biçimine) özgü ortak bir kavramı içerir.

Kaval sözcüğü, Orta Asya Balasağun Türk kültüründe de kullanılmıştır. Ancak değişikliğin daha çok dil ve lehçelerden kaynaklandığı da bir gerçektir. Örneğin: Kırım lehçesinde ''Khoval'' (Çoban düdüğü), Çağatay lehçesinde, ''Khaval'' (Mağara, in ya da büyük çuval), Azerilerde ''kabak-kaval'' (büyük tef), Arapça'da ise, ''Geveze (konuşkan kişi) karşılığındadır. Bunların dışında dilimizde insan bacağındaki uzun, içi ilik dolu baldır kemiğine de şekil itibariyle ''kaval'' denilmektedir.

Yurdumuzda, halk ağzı ile ''gaval-goval ya da guvval'' olarak söylenen çalgı, sadece çobanlara özgü, ilkel bir müzik aleti olarak tanımlanmaktadır .

Yurdumuzun çeşitli yörelerinde ''guvva-govel ve gaval'' olarak da söylenen kaval, genellikle çoban sazı olarak bilinir. Güney Anadolu'da halk ve göçebeler arasında adeta ;mukaddes bir alettir. Kaval, koyunlarında sevgili bir sazı olduğuna itikad olunur. Kaval çalmasını bilen her çoban kavalının nağmeleriyle sürüsünün sevk ve hareket işlerini idare ettiği genel kanıdır. Bu konuda da bir çok efsaneleşmiş halk hikayesi anlatılır. 

Kavalın geçmişi insanlık tarihi kadar eski olduğu söylenebilir. Araştırmacılar kavalın anavatanın ,Hazar Denizi ötesi Ural-Altay dağları arasındaki bölge olabileceği konusunda birleşmektedir. 

Nitekim Alman asıllı müzikolog Curts Sachs , kavalın Türkçe asıllı olduğunu belirtmiştir. Konuyla ilgili ayrıca Macaristan'ın Zulnak ili Jonoshid yöresinde 1933 yıllarında arkeolojik kazılar ile ortaya çıkartılan bir ''kurgan'' (mezar) da var. Türk çobanına ait ''ötkeçin''ne (kemikten yapılmış çifte kaval) rastlanmıştır. 

Kavim göçü çağından kalma bu nefesli sazı bir çok tipleri arasında inceleyen Macar Denes Van Bartha bu tür örneklerin yayılma merkezinin Ural ile Altay arasındaki Ön Türklere ait en eski uygarlık ürünü olduğunu ayrıca doğrulanmıştır. Anadoluya İskitler (MÖ.8.yy.-3.yy. -Scythians/ Skythler/ Sakalar) vasıtasıyla geldiği söylenir.

İnsanoğlu, rüzgarın içi boş kamışlardan çıkardığı seslerden esinlenerek kavaldan ilk müzik seslerini çıkarmış, önceleri kamış üzerinde delikler bulunmaz iken daha sonraları çeşitli seslerinde elde edilmesi için kamış üzerine 3-5 delik açmıştır.

Asya müziğinin sistemi olan Pentatonik sistemdeki beşli sesler elde edildikten sonra da, delik sayısı sekize kadar artırılmıştır. Önceleri kamıştan yapılan kavallar zamanla hayvanların boynuz ve kemiklerinden yapılmaya başlanmıştır. İlk dönemlerde kartal ve turna gibi kuşların kanat kemiğinden yapılıp çalınanlarına ÖTKEÇİN adı verilmiş, bundan tek kemikten yapılanlarına ise bugün ÇIĞIRTMA adı verilmektedir.

Sibuzgu, sebezğu, sıvzğa, bırğa, burğa, borğu, tütek (düdük) gibi adlar ile anılıp çalınan düdüklere genelde SİPSİ adı verilmektedir. Avlanmayı bir sanat haline getiren Eski Türkler bu tür düdükleri avlanmakta da kullanırlardı, bunlarda dişi geyik sesini verdirerek erkek geyiklerin avlanmasını sağlarlardı.

Anadolu insanının üzerinde unutulmaz apayrı bir yeri olan kaval, yüzyıllar boyunca duygularını dile getirmesinde vazgeçilmez bir parçası olmuştur. 

Tüm Yönleriyle Türk Halk Müziği ve Nazariyatı
Dr. Atınç Emnalar 
Ege Üniversitesi İzmir 1998


Dip not: 
Yunanlılar bu flüte sahip olabilmek için efsanenin başına "Athena'nın bu flütü icat ettiğini, üflediğinde çirkinleştiğini, diğer tanrıçaların gülüp alay etmesinden dolayı dünyaya attığı" bölümünü eklerler. Başka anlatımlar da Marsyas'ın yerini Pan alır.

Hatta Apollo'nun, Marsyas'ın derisini bir İskitliye yüzdürdüğü de söylenir. 

Kral Midas'a gelince , tabii ki kendisinin eşek kulakları yoktu. Bu lakap ona halkı tarafından verilmişti, çünkü her yerde casusları geziyordu ve herşeyi duyabileceğini düşünüyorlardı.


Irkçılık ile ötekileştirmenin, efsanelere sahip çıkmanın ve daha sonra da hak iddia etmenin başka bir çeşidi olsa gerek...!


Marsyas Sarcophage - Musée du Louvre, Paris.
Sol başta Athena ile başlar ve Marsyas'ın cezalandırılmasına kadar, efsaneyi anlatır.
the Divje Babe Flütü

Şimdiye kadar bulunan en eski flüt Slovenya (The Divje Babe flute) ve Almanya Hohle Fels Mağarasında ki 35bin-45bin yaşında olduğu tespit edilen ,Neanderthal insanlara ait flütlerdir.  ( University of Tuebingen archaeologist Nicholas Conard )
Almanya- Kuş kemiğinden flüt
Kemik flütlere carbon 14 testi yapıldığından, acaba kemiklerin eski olup, daha sonradan malzeme olarak kullanılıp flüt yapılmış olma ihtimali var mıdır ? Bunu araştırmak gerek..!
Çin de bulunan Flütler
1999 Yılında arkeologlar bir kazı esnasında Çin altı tane kemik flüt keşfetti. Yapılan araştırmalara göre bu flütlerin en eskisi yaklaşık 9.000 yıllık olup hala çalınabiliyordu. Yaklaşık 20 cm olan bu flütün yedi tane deliği var ve tahminlere göre bir Turna kuşunun ayak kemiğinden yapılmış. Enstrüman Çin’deki Sarı Göl tabanında Jiahu kasabasında gerçekleştirilen arkeolojik kazıda bulundu.

Etrüsk dönemi 
Yunan dönemi/ Auleter Aulos çalıyor
Roma dönemi /Versailles Sarayında bir rölyef



SB.
***

23 Aralık 2012 Pazar

KUBİLAY VE GERİCİLİK




“Mustafa Fehmi Kubilay, Menemen’de yedek subay rütbesiyle askerlik görevini yapan bir öğretmendi...

Şeyh Esat’ın Manisa’da Nakşibendi tarikatını yaymakla görevlendirdiği Laz İbrahim tarafından yönlendirilen ve Manisa tarafından gelen çember sakallı, sarıklı, cüppeli altı kişi, 23 Aralık 1930’da sabah namazından sonra camiden aldıkları Yeşil Sancağı yola dikerek silah zoruyla etraflarına adam toplamaya çalışırlar.

Elebaşılar Giritli Derviş Mehmet, Şamdan Mehmet, Sütçü Mehmet Emin, Nalıncı Hasan ve Küçük Hasan isimli kişilerdi.

Derviş Mehmet camide namaz kılanlara kendisini ‘Mehdi’ olarak tanıttı ve dini korumaya geldiklerini söyledi.

Arkalarında 70 bin kişilik halife ordusu olduğunu iddia ederek, öğle saatlerine kadar şeriat bayrağı altında toplanmayanları kılıçtan geçirmekle tehdit etti.

Bayrağın çevresinde dönmeye, tekbir getirmeye, zikretmeye ve ‘Şapka giyen kafirdir! Yakında yine şeriata dönülecektir’ diye bağırmaya başladılar.

***

Olayların ilçedeki askeri birlikte duyulmasıyla; alay komutanı, yedek subay Kubilay’ı bir manga askerle (1 erbaş 09 er) olay yerine gönderdi.

Kubilay kalabalığa yaklaşınca sıcak bir çatışma çıkmaması için askerlerin yanından ayrılarak tek başına eylemcilerin arasına girdi ve teslim olmalarını istedi.

İçlerinden biri ateş ederek Kubilay’ı yaraladı. Karşıdan bunu gören askerler ateş açtılar. Fakat tüfeklerinde öldürücü etkisi olmayan manevra fişekleri vardı. Derviş Mehmet bunun üzerine, ‘Gördünüz işte bana kurşun işlemiyor’ diyerek halkı tahrik etti.

Kubilay yaralı halde cami avlusuna sığındı ancak Derviş Mehmet ve arkadaşları kısa sürede onu yakaladı. Derviş Mehmet, çantasından çıkardığı testere ağızlı bağ bıçağıyla yaralı Asteğmen Kubilay’ın başını kesti. Kesik başı iple yeşil bayrağın dikili olduğu sopaya bağladılar. Olay yerine yetişen Bekçi Hasan ateş edip gruptan birini yaraladı. Ancak açılan ateş sonucu o da öldü. Arkadaşının yardımına koşan Bekçi Şevki de açılan ateş sonucu öldü.

Bu aşamada askeri birlik yetişti ve çıkan çatışmada Derviş Mehmet de dahil üç isyancı can verdi.

***

Kubilay Olayı’na devlet sert tepki gösterdi. 27 Aralık 1930’da Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ün başkanlığında yapılan toplantıda Menemen ile Manisa ve Balıkesir’de sıkıyönetim ilan edilmesine karar verildi. Olaya doğrudan veya dolaylı katılan 105 sanık, Divanı Harp’te yargılandı. 36 sanık idam, 41 sanık da çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı.

İdam hükümlülerinin 8’inin cezası yaşları küçük olduğundan hapis cezasına çevrildi.

Kalan 28 sanık, 3 Şubat 1931’de Menemen’de idam edildi. Bazıları Kubilay’ın başının kesildiği yerde asıldı.

Olayın hemen ardından Menemen’de devrim şehidi iki bekçi ve Kubilay adına anıt dikildi. Anıtın üzerinde, ‘İnandılar, dövüştüler, öldüler.

Bıraktıkları emanetin bekçisiyiz’ yazar...

***

Bugün Kubilay’ın ve iki bekçimizin katledilişinin tam 82’nci yıldönümü... Biz 82 yıldır bu kalleş başkaldırıyı hep yukarıdaki satırlarda anlatıldığı gibi bildik...

Bir iki yıldır dinci ve yandaş medya aynen şöyle yazıyor:

“Olay, dönemin derin devletinin tertibidir. Kubilay’ın başı kesilmedi, İsmet İnönü, Cumhuriyet karşıtlarını sindirmek için bu olayı kullandı!”

Utanmasalar bu iğrenç cinayeti de Ergenekon’a yıkıp Mehmet Haberal’ı, Mustafa Balbay’ı, Tuncay Özkan’ı, İlker Başbuğ’u sorumlu tutacaklar...

Ha; aman Soner’i unutmayın...

Bu işin içinde mutlaka o da vardır!

*****

ATATÜRK NE DEMİŞTİ?

Atatürk, Menemen Olayı’ndan sonra bir başsağlığı ve taziye mesajı yayınladı. İşte, o mesaj:

“Menemen’de meydana gelen irtica teşebbüsü esnasında Zabit Vekili Kubilay Bey’in vazife ifa ederken duçar olduğu akıbetten, Cumhuriyet ordusunu taziyet ederim.

Kubilay Bey’in şehadetinde mürtecilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen’deki ahaliden bazılarının alkışla tasvipkâr bulunmaları, bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hâdisedir.

Menemen’de ahaliden bazılarının hataları bütün milleti müteellim etmiştir.

İstilânın acılığını tatmış bir muhitte genç ve kahraman zabit vekilinin uğradığı tecavüzü, milletin bizzat Cumhuriyet’e karşı bir suikast telâkki ettiği ve mütecasirlerle, müşevvikleri, ona göre takip edeceği muhakkaktır.

Hepimizin dikkatimiz bu mes’eledeki vazifelerimizin icabatını hassasiyetle ve hakkile yerine getirmeğe matuftur.

Büyük ordunun kahraman genç zabiti ve Cumhuriyet’in mefkûreci muallim heyetinin kıymetli uzvu Kubilay Bey, temiz kanı ile Cumhuriyet hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır.”

*****

GÜNÜN SORUSU

Sorum Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel’e:

“Menemen” sizce bir ilçe adından ya da omlet çeşidinden mi ibarettir? Öyle değilse, acaba bugün bu tarihi olayla ilgili bir açıklamanız olacak mı?

MUSTAFA MUTLU
23.12.2012


Genelkurmay Başkanlığı bir açıklama yaptı, yaptı ama...Atatürkle ilgili tek bir satıra yer verilmemiştir. !


SB.

22 Aralık 2012 Cumartesi

SARIKAMIŞ BİR DESTANDIR...


Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım.
Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım.
Ne yapsın ye'simi kahreyleyeyim bilmem ki,
Öyle dehşetli muhitimde dönen matem ki!
Ah karşımda vatan namına bir kabristan,
Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan..."

Mehmed Akif Ersoy




SARIKAMIŞ FACİASI KARANLIKTA BIRAKILMIŞTI



Doktorluğu boş kalan zamanlarında yapan bazı üstün yetenekli tıp adamımız gibi, Porf. Dr. Bingür Sönmez Hocamız da, koltuğunun altına dokuz karpuzu sığdırabilenlerden. Bingür Hocamız, bugüne kadar karanlıkta bırakılmış çok önemli bir tarih sayfasını, Sarıkamış faciasını belgeleriyle aydınlatan bir tarihçimizdir.. Bugün “Sarıkamış” denildiğinde, haklı olarak, o destanla özdeşleşmiş olan Prof. Dr. Bingür Sönmez anımsanıyor.

Bingür Hoca el atmadan önce, ‘Sarıkamış Savaşı’, üzeri kalın kar ve buz tabakaları ile örtülmüş, karanlıkta bırakılmış bir tarih sayfasıydı. 90 bin vatan evladının şehit olmasına neden olan Sarıkamış faciası, okul kitaplarında birkaç satırla geçiştirilen önemsiz (!) bir askeri harekattı.

Evet, 90 bin vatan evladına buzdan kefenler giydirdiğimiz Sarıkamış Savaşı, Bingür Hoca ele alıncaya kadar, “SARIKAMIŞ BİR DESTANDIR!” diye kükreyinceye kadar, gerçek boyutlarıyla bilinmiyordu.

Sarıkamış Savaşı boyunca yaşananlar sansürlenmiş, yıllar yılı karanlıkta bırakılmıştı. Sarıkamış Savaşı’nın nedenlerini, nasıllarını, tarihimizin akışını ne yönde, ne ölçüde etkilediğini bilmiyorduk, bilemiyorduk. Vatanın en doğu ucunda, Osmanlı’nın başkenti olan İstanbul’u savunmak için yazlık elbiselerle ölüme yürüyen gencecik fidanlarımızın terleyen bedenlerinin nasıl buzdan heykellere dönüştüğünden haberimiz yoktu. Tarihimizde benzeri bir facia yaşanmamıştı..

“BU TAŞINDIR DİYEREK KABE’Yİ DİKSEM BAŞINA”

Hepsinden acısı, bu vatan uğruna, bu topraklar uğruna, bizlerin hür ve özgür yaşayabilmesi için hayatlarının baharında gözünü kırpmadan ölüme yürüyen vatan evlatları hatırasına düzenlenmiş bir şehitliğimiz bile yoktu.

Sarıkamış faciası o kadar kötü koşullarda yaşanmıştı ki, uzun bir süre, şehit düşen evlatlarımızı bir mezara koyup başlarına bir taş bile dikememiştik. O karda kışta Allah-u Ekber Dağları’nın geçit vermeyen zirvelerine ulaşmak mümkün değildi. Ulaşılsa bile buz kesen, taşlaşan toprağa kazma kürek işlemiyordu..

Dağlarda kurtlar aylar boyu insan etiyle beslenmişlerdi. Sarıkamış /Köprülü’den Şerif İlden, anılarını anlattığı kitabında (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları / Anılar Dizisi), “Buradan o dağlara baktığımızda, üzerine kar düşmüş çalılıklar görürdük. O çalılıkların, kurda kuşa yem olmuş askerlerimizin kemikleri olduğunu ancak oraya gidince anladık” diyordu.

Bingür Hoca ‘Sarıkamış Dosyası’nı açana kadar, bu yiğit insanlarımız adına düzenlenmiş resmi bir tek şehitliğimiz yoktu. Bingür Hoca başkanlığında biraraya gelen Sarıkamış Gönüllüleri, “Sarıkamış Şehitlikleri” oluşturabilmek için yıllardır dağları dolaşarak araştırmalar yapıyorlar.

Sarıkamış Savaşı’nda Ruslara esir düşen asker ve sivil halkın Azerbaycan’ın ‘Yılanlı Ada’ olarak ünlenen Nargin Adası’nda ne sıkıntılar yaşadıklarını, bu çekilen sıkıntıların Ruslar tarafından çekilen propaganda filmleriyle nasıl çarpıtıldığını, Azerbaycanlı kardeşlerimizin Nargin Adası’ndaki kardeşlerine nasıl yardım ettiklerini de hep Bingür Hoca’nın anlatmasıyla öğrendik. Nargin Adası’na gidebilen, oralarda bulduğu şehitlerin kemiklerini mezara kavuşturan tek Anadolu Türkü de Prof. Dr. Bingür Sönmez.

SARIKAMIŞ’A YARDIM GÖTÜRÜRKEN BATIRILAN GEMİLER

2007 yılından beri, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, her 7 Kasım sabahında, Sarıkamış’a yardım götürürken Kandilli-Ereğli açıklarında Ruslar tarafından batırılan üç kuru yük gemimizde şehit düşen askerlerimiz için bir tören düzenliyor. Bezm-i Alem, Bahr-i Ahmer ve Mithat Paşa adlı yük gemilerimizin batıkları da Bingür Hocamızın yönlendirmesi ile bulundu.

Enver Paşa’nın emriyle hazırlanan ve yazlık elbiselerle Allah-ü Ekber Dağları’na gönderilen askerlerimize kışlık elbise, 3 bin asker, 3 keşif uçağı, Kafkasya’daki Türkleri örgütleyerek isyanlar çıkartmak üzere eğitilmiş Teşkilat-ı Mahsusa elemanları taşıyan 3 kuru yük gemisi, 6 Aralık sabahı gizlice yola çıkarılmıştı. Kuraldır, askeri personel taşıyan yük gemilerine, herhangi bir saldırı olasılığına karşı, savaş gemileri eşlik eder. Nedendir bilinmez, Enver Paşa, İstanbul’dan Trabzon’a askeri personel ve malzeme taşıyan 3 yük gemisini Donanma Komutanlığı’na haber vermeden yola çıkarmıştı. 6 Kasım 1914’te yola çıkan 3 yük gemimiz 7 Kasım 1914 sabahında Kandilli-Ereğli açıklarında Rusların savaş gemileri tarafından batırıldılar.

Bu olay, Sarıkamış Savaşı’nın kaybedildiği, Osmanlı İmparatorluğu’nun kaderinin döndüğü tarihti.

kaynak: avrasyabir


*****

İSMAIL BILGIN SARIKAMIŞ/ BEYAZ HÜZÜN (e-kitap)


Sarıkamış'la ilgili birçok bilinmeyen olay günışığına çıkarıyor... Harekât öncesi göz ardı edilen raporlar.. 31. ve 32. Tümen’in birbirleriyle çarpışması... Rus Çarı II. Nikolas'ın emir verildiği için tutuklanmaması... Osmanlı askerinin ve halkın tek vücut olarak açlığa, karakışa yani tüm imkânsızlıklara karşı gösterdiği insanüstü mücadele...

Milletlerin hafızalarında bazı yer adları âdeta mermere kazınmış gibidir. O yer adları, yıllar geçip gitse de milletlerin hafızasından silinmez. Her an hatırlanarak, nesilden nesile aktarılır. Bu yerlerden bazıları Galiçya, Yemen, Sarıkamış, Çanakkale, Dumlupınar ve Sakarya’dır.. Bu adlardan birini veya birkaçını duyduğumuzda gönül telimiz hep titrer, bir garip oluruz. Tarihimiz nice zaferlerle doludur. Zaferlerimizin yanında yenilgilerimiz de vardır. Bir millet, zaferleriyle övünürken, yenilgilerden de gerekli dersleri çıkarmaya çalışır...

Sarıkamış Harekâtı, her türlü imkânsızlıklar içinde, kırık bir ümidi gerçekleştirmeye yönelik, sonu hazinle biten bir harekâttır... Bu harekâtta askerimiz Rus’tan çok tabiat ile mücadele etmiştir. Bu topraklarda yaşayan herkesin ya bir akrabası ya da bir yakını bu harekâttan etkilenmiştir. Binlerce şehit kâh Ruslarla çarpışarak kâh iklimle, karakışla, imkânsızlıklarla mücadele ederek vatanı savunmuştur...

Bu kitap; okurları tarihin acılarla dolu bir sayfasına, bütün olanaksızlıklara ve karakışa rağmen Osmanlı askerinin vatanını korumak için inançla ve azimle savaşmasına tanıklığa davet eden bir hüznün hikâyesidir. Sarıkamış/Beyaz Hüzün'de bir hüznün hikâyesini, 90 yıldır unutulanları okurken kâh gururlanacak, kâh ağlayacaksınız...



-İsmail Bilgin’i kutluyorum, gerçek anılarla dolu olan bu roman okundukça şehitlerin ruhları şad olacaktır...

Prof. Dr. Bingür Sönmez
Sarıkamış Dayanışma Grubu Başkanı

İSMAİL BİLGİN : SARIKAMIŞ BEYAZ HÜZÜN  e-kitap

*****

Sarıkamışta 

Bakışlar karakış göğe dikildi. 
Mevsimler ağlaştı Sarıkamışta 
Körpecik bedenler kara ekildi, 
Nur arşa ulaştı Sarıkamışta 

Sineler buz tutmuş, yatar ayazda, 
Bülbül figan eyler güller niyazda, 
Ağıt anlatamaz duyguda sazda, 
Hür vicdanlar kıştı Sarıkamışta. 

Kalanlar çıldırdı aman Allahım! 
Ürperdim irkildim sarstı günahım, 
Gözyaşım azığım, dua silahım, 
Plan suya düştü Sarıkamışta 

Demeyin kardelen yandı ciğerim, 
Hesaplar çok ağır yaram çok derin, 
Ağırdır dostlarım, ağır kederim, 
Melekler uçuştu Sarıkamışta. 

Düşündüm Yemeni ve üşüyorum, 
Karıştı karlara ben yaşıyorum, 
Bu vebal çok ağır, zor taşıyorum, 
Moskof bile şaştı Sarıkamışta. 

Uyan şehit uyan kar uykularda, 
Bölük bölük yatar canlar ard arda, 
Kokunu aradım akan karlarda, 
Bir mazi tutuştu Sarıkamışta. 

Tarih şahit bize ölümsüz millet, 
Şehitler ölmez ki bitimsiz hasret, 
Gül açtı gözyaşım tüllendi kasvet, 
Şehitler buluştu Sarıkamışta. 

Acım boğum boğum kısıldı sesim, 
Kader böyle imiş Ömer ne desin, 
Ülkemden toplandı hemen her kesim, 
Yatanlar gardaştı Sarıkamışta. 

Ömer Ekinci Micingirt



                        Ruslar tarafından çekilmiş Sarıkamış Faciası



    SARIKAMIŞ BELEDİYESİ'NİN ETKİNLİĞİ
    DETAYLARI SAYFASINDAN ÖĞRENEBİLİRSİNİZ.



SB.

20 Aralık 2012 Perşembe

ATATÜRK VE İNSANLIK...


O GÜZELİM ATLAR!...

Osmanlı Devleti'nin sonu gelmek üzere olan o karanlık günlerde Mustafa Kemal Halep'te bulunuyor ve İstanbul'a gidecek. Ama tiren bileti alacak kadar bile parası yok. Tek varlığı zamanla edindiği ve yetiştirdiği atlar, kısraklar. Tek çare, bunları satmak. Gerçi, o denli sevdiği bu hayvanlardan ayrılmak da güç geliyor ona. Ama satacak, para edecek başka hiçbir şeye sahip değil.

"-Salih, bu atlardan birkaçını satıp da İstanbul'a gidebilirim."

Salih (Bozok) atları satma görevini üstleniyor, fakat tek bir alıcı çıkmayacak. Subayların hiçbirinin durumu Mustafa Kemal'den başkaca değil. Halep'in hali vakti yerinde olanlarının çoğu at meraklısı ama atları alsalar, seferberlik var, ülke savaşta, ordu tüm hayvanlara el koyuyor. Tam bir çıkmaz, çaresizlik...
İşte tam da bu günlerde Dördüncü Ordu Komutanı Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Mustafa Kemal'le Halep'te buluşacak. Cemal Paşa'nın Mustafa Kemal'e eskiden beri sevgisi ve bağlılığı var. Birçok konuda da görüş birliği içindeler. Bir ara söz dönüp dolaşıp Mustafa Kemal'in para sıkıntısı içinde olduğuna ve atlarına da geliyor:

"-Cemal Paşa, benim bazı cins at ve kısraklarım var. Bunları satmak ihtiyacındayım; isteklisi çıkmadı. Siz buranın eski komutanısınız, bana bir yol gösterir misiniz?"

"-At ve kısraklarınızı önce baytarlarıma muayene ettireyim."

"-Diyarbakır'da iken, Alman ve Avusturyalılar, bu atlarla kısrakların önemli bir servet olduğunu söylediler, kıymetlerinden şüphe etmiyorum, ama öyle yapınız..."

Ve Cemal Paşa, tüm at ve kısrakları iki bin altına alıyor!...

Mustafa Kemal'in İstanbul'a gelebilmesi, savaşımına başlayabilmesi çok sevdiği, yıllardır edindiği, yetiştirdiği at ve kısraklarının sayesinde...
Dahası, Cemal Paşa, bu hayvanları sonradan beş bin altına satacak ve atların ve kısrakların değeri iki bin değil, beş bin altmmış diyerek aradaki üç bin altını Mustafa Kemal'e gönderecektir. Ve Gazi Mustafa Kemal Paşa da, yıllar sonra diyecektir ki:

"-Bu para, yeni girişimlerimde bana destek olmuştur. Bunu belirtmeyi görev sayarım."

Atlarından, kısraklarından ayrılması kuşkusuz onu çok üzmüştü. Çünkü atları o kadar çok seviyordu ki... Bir tutku idi at sevgisi onda. Onları okşarken elleri sevgi ile titrer gözleri parlardı. Onlarla konuşurdu da. Ve bu sevgi karşılıklıydı. Seyislerine huysuzluk yapan atlar onu karşılarında görünce hemen terslenmeyi keserlerdi.

Nerdeyse çocukları sevdiğince severdi atlarını... Ankara'da Çiftlik'deki taylarından biri ruam hastalığına yakalanıp da öldürülmesi gerektiğinde, ellerine lastik eldivenler geçirerek tayı birkaç kez okşamadan öldürmelerine izin veremeyecek, hayvanı okşarken de gözyaşlarını tutamayacak ve ağzından şu sözler dökülecektir:

"-Çocuğum olmadığında hikmet ve isabet varmış. Eğer bir evlat kaybetmek felâketine uğrasaydım kalbim bu elem ve kedere dayanamazdı." 

Atları onun arkadaşları gibiydi de. Hem de ölümleri ona gözyaşı döktürecek denli sevdiği arkadaşlar...

"-Bir arkadaş daha bizi terk ediyor bugün Sabiha..." dediğinde acı içinde, Sabiha Gökçen birden irkilecek, o günlerde Gazi Paşa'nın yakınları arasında ölümcül bir hastalığa yakalanmış kim var diye belleğini zorlayacak, çıkaramayınca da Gazi böylesine üzgün olduğuna göre ölümüne yandığı bu arkadaşının bilmediği ama mutlaka çok sevdiği biri olduğunu düşünürken içeriye Gazi'nin tabancasını elinde tutarak giren bir dosta onun:

"-Durumu nasıl? Hiç umut yok mu?" diye sorması karşısında şaşkınlığı daha artacaktı.

"-Maalesef Paşam! Yok... Herkes elinden geleni yaptı. Böyle daha fazla acı çekmesine müsaade etmeseniz iyi olur... Bir şey daha söylemek isterim... Gözleri sanki sizi arar gibi..."

"-Arar, arar ya... Atlar insanlardan daha hassas, daha vefakâr ve daha çıkar düşüncesinden uzaktırlar. Bunca yıl bana hizmet etti, bana yoldaşlık etti. O benim kokuma, ben onun kokusuna alıştık. Birbirimizin huyunu da iyi öğrendik. Yazık oldu hayvanıma..."

Evet, o çok sevdiği atlarından biri hastalanmıştı, umar da yoktu, vurulması gerekiyordu acısını dindirmek için. Ona karşı bu son görevi de sahibi yapmalıydı. Silahını aldı, ahıra doğru yürüdü. Hayvanın ağzından köpükler saçılıyor, karnı acı içinde kasılıp duruyordu.

Gazi, eğildi, mendili ile köpüklerini sildi, yelesini okşadı atının.

"-Oğlum, oğlum! Şimdi bütün acıların dinecek!..."

Öptü onu birkaç kez.

"-Sen mi beni arayacaksın, yoksa ben mi seni?"

Doğruldu, silahını hayvanın tam altına doğrulttu. Parmağı tetikte. Ama öyle kalakaldı. Bir yontu gibi. Ve birden gözlerinden yaşlar boşandı. Yağmur yağarcasına.

"-Alın! Alın! Götürün hayvanı buradan! Çok uzaklara götürün. Acı çektirmeden ölmesini temin edin. Gerekirse iğne yaptırın. Uyutun, öyle vurun! Ben düşmanlarımı bile böyle vuramamışımdır! Bana bunu yaptırmayın..."

Gazi, uzunca bir süre ata binemeyecekti..



BENDE BİR İNSANIM - Çetin Yetkin (ekitap)





 “…Beni en çok üzen nedir bilir misiniz? Halkımızın zihninde kökleştirilmiş olan her şeyi başta bulunandan beklemek alışkanlığı… İşte bu zihniyetle herkes büyük bir tevekkül ve rehavet içinde, bütün iyilikleri bir şahıstan, yani şimdi benden bekliyor; fakat nihayet ben de bir insanım birader, kutsi bir kuvvetim yoktur ki…” 

Atatürk, 6 Mart 1930, Antalya




SB.


KISSADAN HİSSE - UÇURUMA GİDİYORUZ



Kahvede  «Şırrak!...» diye bir tokat sesi duyuldu. Tavla, aznif, kâğıt oyunu, konuşma, her şey durdu. Başlar tokat sesi gelen masaya çevrildi. Tokadı yiyen iriyarı biriydi. Tokatı atan da tersine, ince, sıska, ufak tefek biri. İriyarı adamın sol yanağında, sıskanın beş parmağının izi yer etmişti. Polis bile, bu parmak izinden tokadı kimin attığını bulabilirdi.

Kahvedekiler, iri adamın, kendisim tokatlayan küçücük adamı altına alıp yol keçesi gibi ezeceğini sandılar, öyle olmadı.

- Davacıyım! diye bağırdı.

Kimseden ses çıkmadı... Tokadı yiyen daha sonra,

- Hepiniz gördünüz, dedi.

Boyu omuzuna bile gelmeyen sıskaya döndü:

- Yürü karakola!

Tokatı atan, cevap yerine, sinek kovalar gibi eliyle bir hareket yaptı.

- Psssuurn!... diye de ağzından istim gibi bir ses çıktı. İri adam dışarı fırladı.

Kahvedekiler yine oyunlarına, konuşmalarına daldılar. İri adam biraz sonra, yanında bir polisle geldi. Polise sıskayı gösterdi:

- İşte bu!

Sonra, oturanları tanık gösterdi:

- Bunlar da gördüler!

Polis, tokatı atan sıska ile, onların oturduğu yere yakın oturan dört tanığı, karakola götürdü. Karakolda, iri adam hâlâ kızarık sol yanağını tutarak;

- Bu adamdan davacıyım, komiser bey, beni tokatladı. Bunlar da gördüler, dedi.

Komiser, ilkin dâvâlı ile davacının, sonra tanıkların kimliklerini daktiloda yazdırdı. Davacı, kendisine tokadı atanı hiç tanımadığını söylüyordu. Tanıklar da;

- Biz bişey görmedik... dediler.

Davacı iri adam;

- Tokadın sesini de duymadınız mı? dedi.
Hayır, tanıklar ne bişey görmüşler, ne bişey duymuşlardı.

Kısacık boylu sıska adam;

- Evet, dedi, ben inkâr etmiyorum. Bu adamı tokatladım.

Komiser; 

- Neden? diye sordu, aranızda bişey mi var? Size hakaret mi etti?

- Aramızda hiç bişey yok. Kendisini tanımam bile.

- Peki, nasıl oldu?

Kısacık boylu sıska adam anlatmaya başladı:

- Dün akşam işten eve geldim. Baktım, elektriği kesmişler. Parasını verememiştik. Bütün geceyi karanlıkta geçirdik. Gece uyuyamadım da. Üzerinize afiyet, annem iki senedir hasta. Mide ağrısı öldürüyor zavallıyı. Doktor bir ilâç veriyor. İlâcı alınca ağrılar duruyor. Ama ilâç şimdilerde nerede? Sabahleyin yataktan kalktım, sol yanım hiç tutmuyor. Yattığımız odanın pencere camı üç ay önce kırıldı. Cam bulamıyoruz. O da gelmiyormuş. Pencereye yatak çarşafı gerdik. Ama faydası yok. Sabaha kadar rüzgâr, soğuk, içeride. Sol yanım tutulmuş. Yataktan kalktım, affedersiniz, helaya gittim. Sular kesilmiş. Dışarıda şakır şakır yağmur, muslukta su yok. Odaya girdim. Tirtir titriyoruz. Bize kömür ordinosu vermiyorlar. Biraz odun almıştık. Bitti. Şimdi de odun bulamıyoruz, yok.

Gazeteci gazete bırakmış. Her sabah işe gitmeden gazete okurum. Gazeteye baktım: «Güzellik Müsabakası», «Galatasaray lig şampiyonu oldu», «Gümrükteki 300 ton kahve ne olacak?», «Abidin Daver şilebinin teknesi dura dura çürüdü» gibi başlıklar.

Canımı evden dışarı atmak istedim. Tam çıkarken icra memuru ile avukat kapıya dayandı. Kirayı veremediğimizden ev sahibi bizi icraya vermişti. Evde haczedilecek eşya bulamadılar. Hiç bir zaman icra memurunun, haciz memurunun evime gelmelerini istemem. Haczedilecek bir şey bulamazlar, insan mahcup olur. Avukat,

- Bu kanapeyi alalım! diye saldırdı. Kanape diye elini atmasıyla, şeker sandıklarının üstündeki eskipüskü pantalonlar, paçavra parçaları, yırtık yorganlar ortaya çıktı.
Avukat bu sefer,
— Radyo... dedi.

Şu radyo belâsını başımdan alsalar da kurtulsam. Senenin on ayı tamirdedir. Kazan kazan, radyo tamirine ver. Zaten bizi bu hâle getiren radyo...

Kapıdan çıkarken karım,
• Kız mektebe gitmiyor, dedi.
• Neden?
• Jimnastik hocası şortla beyaz lâstik pabuç istiyormuş. Olmazsa derse almam,demiş.
• Peki, peki...
• Zeytinyağı da yok...

Kendimi sokağa attım. Nasıl olsa işe geç kalmıştım. Bugün de gitmem, dedim. Şakır şakır yağmur. Bizim oradan tramvayı kaldırdılar. Otobüs geliyor yarım saatte bir. Binmenin imkânı yok. Tıklım tıklım dolu. Dolmuşlar dersen tıka basa dolmuş. Arabalar vızır vızır geçiyor, ama hiç biri durmuyor. Ayakkabı su alır. Yağmur kovadan boşanır gibi. Sırıl sıklam oldum. Tirtir titriyorum. Bir delikanlı yanıma geldi,

- Affedersiniz amca, dedi. Ben saati soracak sandım.
- Dünkü maçtan haberiniz var mı? demez mi!

Tövbe Yarabbi... Yürüdüm. Orada bir kahve var. Kahveye girdim. üstümden başımdan sular sızıyor. Kahveciye bir çay söyledim. Yanımda da işte bu tokat attığım adam oturmuş, gazete okuyor. Ben, kendi kendime:

- Yahu, bu benim halim ne olacak? Sonumuz nereye varacak? diye
düşünüyorum. Ben böyle düşünüp dururken, bu adam hırsla elindeki gazeteyi fırlatıp attı;

•-Yahu, memleket uçuruma gidiyor! diye bağırdı.

Onu da benim gibi dertli sandım. Konuşur, birbirimize derdimizi dökeriz diye;

-Ne oldu beyefendi? Affedersiniz, karışmak gibi olmasın, neye kızdınız? dedim.

O, yine kızgınlıkla;

- Daha ne olsun yahu, dedi, memlekette hakem yok be!... Hakem yok, namussuzum. Dünkü maçta hakem yine taraftarlık etmiş...

Ondan sonra bana ne oldu, bilemiyorum. Vallahi ben de anlamadım komiser bey. Hayatımda kimseye fiske vurmuş insan değilim. Sanki vücudumda bir düğmeye basılmış, elektrik kuvvetiyle kalkmış gibi, bu sağ elim birden havaya kalktı. Şu herifin suratına bir tokat çektim. Ben inkâr etmiyorum. Tokadı yapıştırdım. Ama isteyerek değil. Vallahi kastım yok. İrademin dışında bişey bu. Sonra aklım başıma geldi. Bu adam şimdi beni parçalar, diye de korktum. Ama oldu bir kere. Cenab-ı Allah, bu sağ koluma, Zaloğlu Rüstem pehlivanın kuvvetini verip, şu herifin suratı budur, diye bir şamar çektim.

Komiser, tokadı yiyen iri adama baktı. Dişlerini gıcırdattı. Ayağa kalkar gibi yaptı. Sağ elinin ayasını kaşımağa başladı. İriyarı adama,

- Hadi, uzatmayın, barışın! dedi. Tokadı yiyen;
- Barışmam! diye direndi.

Kızan komiser, daktilodaki polise;
- Yaz! dedi «Dâvâlı, memleket uçuruma gidiyor, demiş olup, memleketin yüksek menfaatlerine ve hükümetin manevî şahsiyetine...»

Bir daha iri adama döndü:
- Barışın hadi!

İri adam, elini hâlâ tokadın izi duran sol yanağında gezdirerek,
- Peki efendim, barışalım, dedi.

!!!


Aziz Nesin - Bay Düdük kitabından