Translate

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Haç ve gamalı haç Türk kültürünün ürünü







Atatürk Üniversitesi (AÜ) Güzel Sanatlar Fakültesi Dekan Yardımcısı Yrd.Doç. Dr. Tahsin Parlak, Hristiyan inancının simgesi haç ile Nazilerin de kullandığı gamalı haçın Türk kültürünün birer ürünü olduğunu arkeolojik ve etnografik bulgularla ortaya koydu.

"Üniversitemizin TİKA ile ortaklaşa yürüttüğü ve 1999 yılında başlattığı Aral Bölgesi El Halıcılığını Geliştirme Projesi kapsamında gittiğim Kazakistan'da Aral bölgesindeki halı ve kilim motiflerini araştırırken, bu motiflerin her birinin damga olduğunu fark ettim. 

Bu damgaların binlerce yıl öncesinden kayalara işlendiğini de görünce araştırmamı derinleştirdim. Bu araştırmalarım sonucu insanların son buzul döneminden sonra tekrar yeniden hayata başladığını ve evcilleştirdikleri hayvanları ile büyük tufanla dünyaya dağılan nesillerini ararken Tur-An Yolu'nu kurduklarını saptadım."

Araştırmalarında halı ve kilimlerde kullanılan Dış Oğuzların Ok damgası ile İç Oğuzların Oğ damgasını kullanıldığını ayrıca ikisinin karışımından olan Oğuz damgasının kullanıldığını tespit ettiğini kaydeden Parlak, şöyle devam etti:

"İç Oğuzların damgasını çadır evlerin kubbelerinde kullanılan motif olduğunu, Dış Oğuzlar'ın ise dünyanın 4 bir yanını turlanıp gittikleri için ok şekli damga kullandıklarını belirledim. 

Dış Oğuzlar'ın ayrıca Kıpçaklar olduğunu da belirledim. Kıpçaklar'ın tarih boyunca İpek Yolu'na hakim olduklarını ve gittikleri yerlere bu motifleri götürdüklerini kültürel ve etnografik bulgularla tespit ettim. 

Bu motiflerden özellikle Oğ damgası yani çarkı felek olarak adlandırılan damganın, Avrupa'da binlerce yıl sonra gamalı haç olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Dış Oğuz'un yani 3. asırda Hristiyan olan Kıpçakların kullandıkları damganın daha sonra Hristiyanların simgesi olan Haç olarak kullanılmaya başladığını etnografik ve arkeolojik bulgularla ortaya koyduk."

Bereket tanrıçası

Avrupa'da bereket tanrıçası olarak kabul edilen pars ve kartal karışım hayvan figürünün yüzlerce yıl öncesinde Oğuzların kullandığı Simurg Kuşu olduğunu da iddia eden Parlak, bu kuş figürünün Hunlar'da da kullanıldığına dikkat çekerek, "İpek Yolu'nun her bölgesinde bu figür kullanılmıştır" dedi.

Roma İmparatorluğu'nu kuran tarihteki Tur ve Sakaların birleşimiyle ortaya çıkan Tursaklar veya Ertüskler olarak adlandırılan Türkler olduğunu da ileri süren Parlak, "Simurg kuşu Roma'nın kuruluşuyla birlikte Avrupa'da da görülmeye başlanmıştır. Bu motifi de Avrupa'ya taşıyan Türklerdir" dedi.

Orta Asya'da Turan Denizi ismiyle Tiran Denizi isminin benzerliklerine dikkat çeken Parlak, "Tur-An yani İpek Yolu üzerindeki tespit ettiğimiz etnografik malzemeleri yan yana koyduğumuzda bu yolun sırlarını yazdığım kitapta ortaya koymaya çalıştım" dedi.

Menzil kiliseleri

Orta Asya'dan başlayan Avrupa'ya uzanan hatta Amerika yerlilerine götüren yolun sırlarını kitabında ortaya koymaya çalıştığını ifade eden Parlak, Aral Gölü'nün kuruyan bölümlerinde ortaya çıkan Kelderi kümbetleri ve arkeolojik kalıntıların benzerlerinin Anadolu'da bulunmasının bir tesadüf olmadığını söyledi.

Parlak, yaptığımız çalışmada Doğu ve Güney Doğu Anadolu'da bulanan kiliselerin de Kıpçak Türklerinin menzil kiliseleri olduğunu ortaya çıkardıklarını belirtip "Kıpçaklar 1570'li yıllarda mektupla Müslüman olduktan sonra menzil kiliseleri yerini menzil külliyelerine bırakıyor" dedi.

"Bu bulgular bazı çevreleri rahatsız edecektir"

Orta Asya'daki kaya resimleriyle Alpler'deki kaya resimlerin benzerliğinin nedeninin Tur-An Yolu olduğuna işaret eden Parlak, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Oğuzların damgası Azerbaycan'da ortaya çıkarılan Tunç devrinden kalma kap kaçaklarda, Erzurum'un Oltu ilçesindeki koç heykellerinde de ortaya çıkıyor. 

Oğuzların Ok damgası Ahmet Yesevi Türbesi'nde, binlerce yıldır dokunan halı ve kilim motiflerinde görülürken Avrupa'da ise haç olarak karşımıza çıkıyor. Simurg Kuşu Erzurum'daki Hahulu Kilisesi'nde İshak Paşa Sarayı'nda görülürken Avrupa'da bereket tanrıçası olarak yine karşımıza çıkıyor. 

Bunlar tesadüf değildir. Bu bulgular bazı çevreleri rahatsız edecektir, ama gerçekler bilimsel olarak ortadadır. Hatta bu konuları üniversitemiz öğretim elemanlarından Doç.Dr. Cengiz Alyılmaz'ın çalışmalarında da teferruatlı olarak görmemiz mümkündür."

"Batı hep çoban millet olarak tanıttı"

Batı toplumlarının Türkleri çoban bir millet olarak tanıttığını, ancak bunun gerçekle ilgisi olmadığını kaydeden Parlak, Osmanlı'daki 3 hilalli bayrağın Türklerin 3 kültürün mensubu olduğunu gösterdiğini kaydederek, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Türkler 3 kültürün mensubudur. Birincisi (Ak Kır) yani göçebe ve yarı göçebe hayatı, ikincisi (Ak Yol) ise Turan Yolu'nu, sonuncusu (Ak Kurgan) ise şehir hayatını içine alıyor. Türkler ve Orta Asya kültür ve medeniyetinin beşiğidir. 

Batı maalesef bu 3 kültürden sadece göçebe olanı ön plana çıkarıyor. Oysa biz gemici bir milletiz. 

Selçuklu Devleti'nin kurucusu Selçuk Bey bir salcı çocuğuydu. Turlar çok iyi salcıydı. Osmanlı'yı kuran Kayı boyunun salcılık özelliği biliniyor. Bunların ışığında Piri Reis'in dünya haritasını nasıl çizdiğini anlayabiliriz. 

Orta Asya'daki kaya resimler derinlemesine araştırılıp incelenirse Türk milletinin binlerce yıl önce Bering Boğazı'nı nasıl aştığını daha rahat görebiliriz. Bu konuda yapılan çalışmaları artırmalıyız. Türk kültürü, Avrupa'yı hatta tüm dünyayı etkilemiştir."

basın:


........................................

ORHUN'DAN ANADOLU'YA TÜRK DAMGALARI - Prof.Dr.Tuncer Gülensoy 


TÜRK KOZMOLOJİSİNE GİRİŞ - EMEL ESİN



........................................

Orta Asya’dan Anadolu’ya Anadolu’dan Avrupa’ya OZ Damgası (Swastika)

Bu damga Ön-Türk göçleriyle Hindistan’a gitmiş, Nazilerin Hint/German ırkı teorilerinin amblemi olarak ortaya çıkmıştır....

Ateş evleri ve toprak kaplar Ön-Türklerin varlığını gösteren en büyük belgelerdir. Hint ya da Antik Grek kökenli olduğu sanılmaktadır. Ateş kültü, asla Ön-Türklerin ateşe taptıkları anlamını taşımaz. Bu kültü, canın Tanrıya uçurulması için kullanılan bir “araç”tır. Bu araç, ateş kavramı tarafından sistemleşmiş olduğu için “Ateş kültü” adını alarak “OZ” damgası ile anılır....

Bir güneş sembolü olan Oz Damgası/Svastika’nın sözcük anlamı kendi kendine var olandır. Ön-Türklerde kullanılan “OZ” diye okunan damganın nerede, ne zaman ortaya çıktığı kesin bilinmese de çoğunlukla “svastika” olarak isimlendirilmiştir. Svastika, kelimesi Hintçe olup, “Si” (iyi) ve “As” (olmak) kelimelerinden oluşmaktadır. 

Bu şekliyle kelime “mutluluk” ve “hayal” anlamlarına gelir [1]....

detaylı olarak:



.......................................





........................


The Migration of Swastika

... The swastika mark has continued in use among Orientals; the Theosophists have adopted it as a seal or insignia ; the Japanese, the Koreans the Chinese ,the Jains and among the North American İndians ,the Navajo and those of the Kansas Reservation. It is not used by Europoean people in modern times, except in Lapland and Finland. 

...Thus ,it appears that the use of the swastika in modern times is confined principally to Oriental and Scandinavian countries, countries which hold close relations to antiquity ; that in western Europe, where in ancient times the swastika was most frequent it has during the last one or two thousand years, become extinct. And this in the countries which have led the world in culture.

If the swastika was a symbol of a religion in India and migrated as such in times of antiquity to america , it was necessarily by human aid. The individuals who carried and taught it should have carried with it the religious idea it represented. To do this required a certain use of language, at least the name of the symbol. If the sign bore among the aborgigines in America the name it bore in India, Swastika, the evidence of contact and communication would be greatly strengthened. If the religion it represented in India should be found in America ,the clian of evidence might be considered complete. 

But in order to make it so it will be necessary to show the existence of these names and this religion in the same locality or among the same people or their descendants as is found the sign. To find traces of the Buddhist religion associated with the sign of the swastika among the Eskimo in Alaska might be no evidence of its prehistoric migration, for this might have occurred in modern times, as we know has happened with the Russian religion and the Christian cross. 

While to find the Buddhist religion and the Swastika symbol together in America , at a locality beyond the possibility of modern Europoean or Asiatic contact, would be evidence of pre-historic migration yet it would seem to fix it at a period when and from a country where the two had been used together....





.....................................

Swastika : It was probably of Turanian origin , but is widely spread, on Indian coins and in Skandinavia alike.....page 385




SAYMALITAŞ



OZ Damgası, Gamalı Haç, Svastika, adlarıyla anılan bu işaret Ön-Türk göçleriyle Hindistan a gitmiş ve oradan yayılmış. Sumer/Kenger de kullanılmış ve onun atası sayılan Anau medeniyeti de Türkmenistan da dır. Saymalıtaş'taki swastika/Oz tamgası'nın tarihi MÖ.12bin-10bin olarak hesaplanılıyor. Truva'da MÖ.3000 ait mühürlerde , Beycesultan MÖ.2500 lerde de görünür. Hitit MÖ.1800 ve devamı Friglerde MÖ.8.yy da görüyoruz.



Damgalardan yazıya geçişin tarihi 5000 yıllık. olunca, Saymalıtaş Kırgızistan en eskisi oluyor...
Dr.Mustafa Aksoy (tıklayın)


Anau medeniyeti, Sumerler onların devamı olarak görülür : 






_____POPÜLERİTE Mİ ? KÜLTÜR YAYILIMI MI ?_____





UYGARLIK ANADOLU'DA DOĞDU






YUNAN DEĞİL ANADOLU UYGARLIĞI 
"UYGARLIK ANADOLU'DA DOĞDU" 
kitabı ile FAHRİ IŞIK 

Önemli Alman entelektüel Günter Grass, Yunanistan'daki son ekonomik kriz hakkında bir yazı yazdı ve Almanya'yı suçladı. Kısaca 'Herşeyimizi borçlu olduğumuz bir halkın bu duruma düşmesine nasıl göz yumarsınız?' dedi. Grass'ın böyle düşünmesinin sebebi 200 yıldan beri işlenegelen ve peşin kabul gören bir tez. Bu teze göre Batı Uygarlığı'nın temelinde Yunan uygarlığı ve kültürü var. Dolayısıyla Batı herşeyini Yunanistan'a borçludur.

Batı bilim çevreleri bu iddiayı çağdaş arkeolojinin Almanların izinde kuruluşundan bu yana bilimsel bir gerçek olarak görüyor. Türk arkeologlar da onlardan farklı değil. 

Biri hariç: Prof. Dr. Fahri Işık. 

Erzurum ve Antalya üniversitelerinde arkeoloji bölümlerini kurduktan sonra şimdi Burdur'da yeni bir bölümün kuruluşuna katkı veren Işık, tam 25 yıldır bunun aslında böyle olmadığını anlatan makaleler yazıyor. Yapılan yeni kazı ve araştırmalara dayanarak, Batı Anadolu'da yaratılan, ancak adına Yunan denen uygarlığın aslında Anadolu'nun tarih öncesi zamanlarından zenginleşerek gelen alaşımın ürünü olduğunu ortaya koyuyor. 

Arkeolojik bulgulara dayanarak, Yunanistan'dan yapılan Ege Göçleri'nin bir kültür göçü olmadığını belgeliyor; aksine MÖ 1200-500 arası süreçte mimari ve heykel sanatıyla ilişkili, tanrılar dünyasıyla ilişkili çok şeyin Anadolu'dan Yunanistan'a gittiğini yazıyor. 

Fahri Işık nihayet bu konularda kaleme aldığı Almanca makalelerden oluşan 20 seçkiyi Türkçeleştirerek "UYGARLIK ANADOLU'DA DOĞDU" bir kitapta topladı. 

Işık , Ege Yayınları tarafından Fahri Işık'ın kardeşi sanatçı Kenan Işık'ın katkılarıyla basılan ve geliri Patara Kazıları'na bağışlanan, bu nedenle de internet üzerinden satılan kitabında; Ege Göçleri konusunda bilinenlerin, MÖ 1200-800 arası zamanda yazı olmadığı için tarihsel gerçeklere dayanmadığı, 'rivayet' denen bilgilerin göçlerden 700 yıl kadar sonra MÖ 5. yüzyılda Atina'da milliyetçi duygularla uydurulmuş mitoslar olduğu gerçeğinden yola çıkıyor. 

Ve tezlerini Anadolu ve Hellas başta olmak üzere, ayrıca Girit'in tarih öncesi çağlarından ve özellikle Erken Demir Çağı'ndan seçtiği 89 levha üzerinde 536 fotoğraftan oluşan örnekleriyle destekliyor. 

Uygarlık ve arkeoloji algısını kökten değiştirmesi muhtemel düşüncelerini Işık'la tartıştık. 

-- Kitap yeni ama hikayesi en az 25 yıllık. Bu tezleri ortaya attığınızda size tepki göstermediler mi?

IŞIK - Önce şunu söylemeliyim ki yazıya dökerek arkeoloji bilimine sunduklarım artık bir 'tez' olmanın ötesindedir. Ne o gün ve ne de bugün bir tepkiyle karşılaşmayışım bunun kanıtı sayılmalıdır diye düşünürüm. Tepkiden çok bir şaşkınlık var; şimdilik suskunlukla geçiştirmeye çalışıyorlar. 

Ancak bunu daha uzun zaman sürdürebileceklerini sanmıyorum, çünkü yönettikleri kazılarda kendi elleriyle günyüzüne çıkardıkları bulgular beni doğruluyor. 'Fahri Işık öngörmüştü' demeyi içlerine sindirmeseler de, önemli olan bilimin 'Anadolu Gerçeği'ni görmeye başlamasıdır.

-- Tepki göstermemenin bir anlamı da görmezden gelmeye çalışmak mı yani?

IŞIK - 200 yıl boyu kalıplaşmış, başkacası düşünülmemiş bir bilimsel yanlışa dokunuyorsunuz; ilk kez oluyor bu, kolay olmasa gerek. Bilimle hiç bağdaşmayan dogmaları ilk kez bu kararlılıkta sorguluyorsunuz; akademik ortodoksluğa karşı çıkıyorsunuz...

-- Nedir bu 200 yıllık iddia ve siz bunun karşısına ne koyuyorsunuz?

IŞIK - Eskiçağ biliminde geçerli olan tez, Batı uygarlığının kökeninde Yunan uygarlığının olduğudur. Batı uygarlığının yaratıldığı toprağın da Yunanistan değil Batı Anadolu olduğudur. Çelişki buradan başlıyor. 

-- Nereden başlıyor?

IŞIK - 'Yunanlar evrensel önemde bir uygarlığı neden kendi anayurt toprağında değil de sözde 'sömürge' toprağında yaratsın?' sorusundan başlar; 'Tarih böyle bir tersliği yazmış mıdır?'dan başlar. MÖ. 12. yüzyılda Dor Hellenleri'nin acımasız yıkımıyla herşeylerini yitiren Akha Hellenleri'nin Anadolu'ya göçlerinin ancak bir 'umut' göçü olabileceği gerçeğinden başlar; bir 'sığınma' göçü... 

Mitoslara bakarsan, destanlaşan savaşlar var, Batı Anadolu'yu sözde Karyalılar'dan alarak 'İonia toprağı' yapan savaşlar. 


GERÇEKLERİ GÖRMEZDEN GELİYORLAR


-- Böyle bir savaş yok mu?

IŞIK - Hangi güçle savaşsın, anayurdundaki savaşla 'herşeylerini yitiren', sevdiklerini orada bırakarak uzaklara giden insanlar; üstelik o zamanlar Güney-Batı Anadolu'da Karyalılar da yok, o topraklarda Lukkalar var ve İonia denilen topraklarda Mira Büyük Krallığı egemen. Mitos yazıcıları sanmışlar ki kendi zamanının Karyalıları 700 yıl kadar önce de orada olmalılar. Tüm bunların masaldan öte bir anlam taşımadığı 2005 yılında Mısır'da bulunan bir yazıtla hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir kesinlikte belgelenmiştir artık. 

Çünkü 'İonlar Atinalılar'dır, savaşla Anadolu'ya yerleşmişlerdir' denirken; bu yazıt İonların 'Büyük İonia' adıyla ve de Atinalılar, Anadolu'ya göçmeden en az 200 yıl kadar önce Anadolu'da varlığını ve yerliliğini koymuştur ortaya. 

-- Bu belgeden söz edildiğini pek duymadım. 

IŞIK - Tarihin seyrini kökten değiştirici nitelikte böylesine kesin bir bilimsel belgeyle 'yer yerinden oynamalıydı' diye düşünürsünüz; yanlış düşünürsünüz, çünkü gene salt 'susulduğunu' görürsünüz; görüşlerime karşı susulduğu gibi. Ancak bu kez 'konuşan bir belgeye' karşı suskunluğu koruyabilmek çok zor gözüküyor. 


KARŞILAŞTIRMALI ARKEOLOJİ YÖNTEMİNİ KULLANDIM 


-- İnsanlar on yıllardır başka bir görüşe inanıyordu. Siz nasıl oldu da bu iddiayı sorguladınız?

IŞIK - 'Sorgulama', eğitim alanında tam da gereksindiğimiz baş eksiklik; "Batı taklitçisi" sözünü bu bağlamda ve her fırsatta dile getiririm rahmetli Erbakan Hoca'nın. Bundan bir kurtulabilsek ve Mustafa Kemal'in 'Batı'dan bağımsız ve özgürce düşünen, özgüvenli toplumunu' bir yaratabilsek; bir kendimiz olabilsek, Batı'nın önüne geçebilmek hiç de güç olmayacak. 

Sorunuza gelince: Çok önemli bir nedeni var. Eğer ben devlet burslusu olarak Almanya'dan dönüşte Ankara ya da İstanbul üniversitelerinde görevlendirilmiş olsaydım, geleneksel savın içerisinde bütünleşip gidecektim. Şükrediyorum ki Bakanlık beni 1973'te Arkeoloji Bölümü'nü kurmak için Erzurum'a göndermiş. Almanya ve İngiltere'de doktora yapan başka arkadaşlarım da katıldılar bize. Bunlar arasında Prehistorya ve Ön Asya dersi veren uzmanlar da vardı; ben de Klasik Arkeoloji, yani 'Yunan ve Roma Arkeolojisi' dersleri veriyordum. Çok güçlü bir ekiptik. Fakat az zaman sonra biri Ankara'ya geri döndü ve biri İzmir'e gitti. O zaman mecbur oldum uzmanlık alanım dışındaki Anadolu Prehistoryası ve Ön Asya derslerini vermeye. Konuların derinliğine indikçe ve sorguladıkça doğru bildiklerim ters gelmeye başladı; şaşırmıştım. 

Çünkü yirmi yıla yakın zamandır bana 'Yunan' diye öğretilenler, 'Yunan' diye okuduklarım ve de anlattıklarım, hemen her şey, MÖ 12. Yüzyıldan başlayarak Anadolu'ya Batı'dan gelen değil; aksine Anadolu'nun geçmişinden süzülerek gelen kendi öz yaratılarıydı.

-- Bunu nasıl anladınız?

IŞIK - Yazının olmadığı dönemi anlamak için karşılaştırmalı arkeoloji dediğimiz yöntem uygulanır. Kültürlerin ürettikleri yapıtlar karşılaştırılır; benzerlikler ve farklılıklardan yola çıkılarak o ürünlerin hangi halkın, hangi kültürün yaratıları olduğu konulur ortaya. Almanya'da altı yılın kazancı da budur zaten; yöntem. Yazının olduğu zamanlarda bile bunu uygularız. 

O zaman, yazının olmadığı MÖ 1200-800 arası en belirleyici bir süreçte kültür ve sanatın niceliğini görebilmek için başvurulması gereken bu bilimsel yöntemi Batılıların niye uygulamaya sokmadıkları da düşündürmeye başlamıştı. İlk makalelerimde Bittel ve Gurney gibi çok tanınmış bilginlerden destek bulunca, arkası çorap söküğü gibi gelmeye başladı.

-- Ne yaptınız?

IŞIK - Bu durumda yapılması gereken, Anadolu'nun batısındaki Yunandır denilen sanat ürünlerini inceleyip onların kökenine inmekti. Bu yapıtlar özgün biçim ve biçemleriyle Yunanistan'dan göçle getirildiyse eğer, o zaman gerçekten bu uygarlık Yunan uygarlığı olmalıydı, kültür de Yunan kültürü. 

Arkeolojik bulgu ve verilere dayalı bilimsel sonuçlar buna götürmediği için, Batı Uygarlığı'nın Anadolu İonia'sında yaratıcılarına da Yunan diyemezdim; onlar yerli Anadolu halkları olmalıydı; bizim bugün bile 'Rum' deyimiyle Yunan'dan ayırdığımız, ancak sorgulamadığımız için bu köktenci ayrımın bile farkına varamadığımız, halkların ataları olmalıydı.

-- Neden?

IŞIK - Görüşlerimdeki değişim, Yunan sanatının yanı sıra öğrenciye öğretmek için öğrendiğim Anadolu'da Hitit, Firig, Urartu ve Yeni Hitit ile Hellas ve Girit dersleriyle başladı, özellikle Frig dersinde çok önemli sonuçlara ulaştım. O zamanlar, öğrencisi olmakla kendimi özel hissettiğim, rahmetli hocam Ord. Prof. Ekrem Akurgal, Friglerin MÖ 1200-800 arasında yaşanan sözde bir 'Karanlık Dönem' içinde Anadolu geleneğinden kopması nedeniyle yüzlerini Anadolu toprağında ilk kez Batı'ya dönme durumunda kaldıklarını ve herşeylerini Yunan'a borçlu olduklarını ortaya atmış ve arkeoloji dünyasını buna hemen inandırmayı başarmıştı; belli ki özünde 'Yunan yaratıcılığı' vardı ki hemen inanmışlardı. Hatta 'Yazıları da Yunancadan alınmıştı'. 

Şimdilerde ise yazının Frig başkenti Gordion'da Yunanca'dan 100 yıl kadar önce yazıldığı bilinmektedir. Bugün artık yaygın olan kanı Hititler sonrası Orta Anadolu'da bir Karanlık Çağ'ın olmadığı ve Frig uygarlığının Anadolu kökenli olduğudur. Bunu 1986'da ilk ortaya attığımda susulmuştur, şimdi de adımı site etmeme uğraşı içindedirler. 


KARANLIK ÇAĞ DİYE BİR ŞEY YOK 


-- Nasıl varmıştınız bu sonuca?

IŞIK - En basit soruyu sorarak. Nasıl olur da bir uygarlık, tarihinin, kültür ve sanatının en üst düzeyde seyrettiği bir yüzyılda, Gordios ve Midas'la altın çağın yaşandığı MÖ. 8. yüzyılda tarih sahnesine çıkmış olabilir? 

Bunun mutlaka uzun bir geçmişi olmalıydı. Dolayısıyla savlandığı ve kabul gördüğü gibi öncesinde bir Karanlık Devir de olmamalıydı. Yaptığım çalışmalar bunu doğruladı. Bir 'karanlık' da MÖ. 7. yüzyıl için öngörülmüştü; Yeni Hitit heykel sanatının İon sanatına etkisini zora sokmaktaydı bu karanlık. Bu yüzyıla, iki kültür arasında aranan 'aracılar' olarak Frig Kybele resimlerini yerleştirince, sorun burada da çözüldü.

-- Likyalılar için de aynı şey mi söz konusu?

IŞIK - Evet. Ekrem Hocama göre Likya da bir Yunan uygarlığı ürünüdür. Çünkü orada da M.Ö. 1200 ile 700 arasında bir karanlık dönem vardır. Bu nedenle MÖ 2. binyıl Lukkalar'ı ile 1. binyıl Likyalılar'ı arasında kültürel ve sanatsal tüm bağlar kopmuş ve 8. yüzyılın sonundaki en erken Likya yapıtları Yunan etkisiyle ortaya çıkmıştır; böyle yazıyor Hocam ve, Patara Okulu dışında, herkes.

-- Böyle olmadı mı?

IŞIK - Burada bir saplama yapmalıyım. Hocamın Yunan dediği aslında İon. Bu çok ilginç. Frigler bağlamında da öyle. Yunan derken hiçbir zaman denizin ötesindeki Hellenleri kastetmiyor. 

Ben İon uygarlığını Yunan'dan ayırınca, sorun kendiliğinden çözüldü, işim kolaylaştı. 

Çünkü Likya sanatı tek bir alanda değil bir çok alanda İon etkisinde kalmıştı. Patara bağlamında Likya'daki çalışmalarımız da onların sanat ve kültürde Anadoluluğuna götürdü. Yine Batılıların bizlere bakışını göstermesi açısından ilginçtir, bu nedenle anlatmalıyım. 

Havva İşkan, Likya mezarları üzerindeki betimlemelerin Yeni Hitit etkisinde biçimlendirildiklerine yönelik bir makale yazmıştı. Bir yıl sonra da Ksanthos'taki Fransız meslektaşlarımız, önceleri Yunan etkisine bağladıkları bu tür resimlerin aslında Yeni Hitit etkisinde işlendiklerini kanıtlayan yeni bulgulara ulaştılar. 
Bunu her dilde 'övünçle' duyurdular bilim dünyasına; fakat kendilerinin o güne dek önyargıyla yanılgı içinde olduklarını, bu gerçeği Havva İşkan'ın görüp kapsamlı bir biçimde yayınladığını tek bir alıntıyla da olsa yazmayı içlerine sindiremediler. Pek özendiğimiz Batı bilimselliği bu olsa gerek!

-- Bugüne dek Yunan adı verilen ve üzerine koskoca bir dünya inşa edilen bir uygarlık 'Aslında Anadoludur' diyorsunuz. 

IŞIK - Frigler herşeylerini Anadoluya borçludur. Aynı şey Hititler için de geçerli. Hitit kültür ve sanatı kendilerinden önceki Hattiler'in devamı. Onların da kendi anayurtlarından getirdiği bir şey yok. Sanki başka yerden gelmemişler de buradan kök sürmüşler gibi. 

Zaten Hint-Avrupa kökenli halkların, yani Avrupalıların Anadoluluğu arkeolojinin gündeminde. Dışardan göçle geldiler ise, işte o zaman Anadolu'nun, yabancıları güçlü kültür ve sanat birikimiyle 'kendileştirdiği' sonucu çıkar. Eğer yazı olmasa ve bu iki halkın kimlikleri okunmasa, yerli halklardan sanılacak denli Anadolulaşma'dır bu. 

Aynı olgu İonlar için de geçerlidir. Çünkü yazıyla bilinir İon oldukları. Bu olgu Ege göçlerine uyarlandığında görülecektir ki 'Nasıl ki göçmen Hititler ve Frigler kendi yurtlarından bir şey getirmemişlerdir , kültür ve sanatlarıyla, düşünceleriyle Anadoluludurlar, aynı şey Ege Göçleri'yle Yunanistan'dan gelenler için de geçerlidir.' 

Sanatlarına, kültürlerine, tanrı ve tanrıçalarına ilişkin, düşünceye ilişkin hemen herşey Anadolu geleneğindedir. Hitit ve Frigler 'Anadolulaşmış' iken, İonlar 'Yunanlaşmış' olamaz.

-- Yazıları için de aynı şeyi söyleyebilir miyiz?

IŞIK - Orada da bir açmaz var. Ekrem Hocam diyor ki 'Likya uygarlığı dili ve yazısı yerli olmasına karşın bir Yunan uygarlığıdır. Çünkü onun sanatı Yunandır. 

İonlar bağlamında ise bunun tam aksini söylüyor; çünkü ona göre 'bunların sanatı, kültürü Anadolu özlüdür, ama yazısı Yunancadır, bu yüzden İon uygarlığı da bir Yunan uygarlığıdır'. Yunanlık sözkonusu olduğunda böyle olabiliyor işte.

Yazıda ve sanatta olmazsa mitosların diliyle Yunanlaştırılıyor. Örneğin yazısı, dili, düşüncesi, sanat ve kültürüyle katıksız bir Yeni Hitit yerleşimi olan Karatepe'nin Yunan önbilici Mopsos tarafından kuruluşu böyledir ; kazıcısı bile böyle yazar. 


HERODOT'UN AMCASI, 
THALES'İN BABASI ANADOLULUYDU


-- Burada, yazı nın dille bağlantısı konusunu biraz açar mısınız?

IŞIK - Genelde sanılıyor ki yazı Yunancadır İonia da, o zaman halk da Yunanca konuşur! Bana yöneltilen baş soru olması nedeniyle, bunun böyle olmadığını kitabın Başlarken bölümünde anahatlarıyla öne çıkarmaya çalıştım. 

İskender buyruğuyla tüm Anadolu'da resmi yazı Yunanca'ya dönüştüğünde Frigya'da da öyle olur. Şimdi sanılır ki halk da dilini değiştirmiştir. 

Fakat Roma'nın ilerlemiş dönemlerinde Frigya'da Yunan harfleriyle yazılan yazıtların Frig dilinde olduğu görülmüş, halkın aradan geçen yüzyıllar boyunca kendi ana dilini unutmadığı anlaşılmıştır. Arapça, Farsça, Türkçe yazıya rağmen, kendi yazısı olmamasına karşın, örneğin bir Kürtçe unutulmuş mudur ki binyıllar öncesinin koşullarında Yunanca yazılıyor diye İonia'da öz dil Luvice konuşulmamış olsun? 

Denizlere egemen olan Yunanların dili, tıpkı günümüz İngilizcesi gibi bir ticaret dili, bilim dili olarak yayılmıştır antik dünyaya; bir kısım halk kendi ana dili yanında, yine tıpkı İngilizce gibi, onu da konuşmuş olmalıdır. Bu nedenle göçlerden 500 yıl sonra bile Thales'in baba adı, Hekateios'un kendi adı, Herodot'un amca adı Karca'dır; biz ise atası Karyalı olan o büyük düşünür ve yazarları Yunan olarak tanır, öyle tanıtırız. 

Artık 'Avrupa'nın ana şehri' sayılan Milet'te o dönemlerde Karca konuşulduğuna hiç değinmeyiz. 

-- Sadece kullandıkları yazı yüzünden bir uygarlığı öyle nitelemek mümkün mü?

IŞIK - Uygarlıklar kullandıkları yazı ve dile göre tanımlansaydı, yazının Yunanca olduğu Roma Çağı Anadolu'sunun kentleri içerdikleri yapılarla tam bir başkent Roma görüntüsü sergilemezlerdi. 

Pers Krallığı topraklarında Arami, Selçuklu Anadolu'sunda İran sanatı egemen olurdu. Yazıyı hep öne çıkarırız, bugün Yunanca diye bilinen yazının MÖ 402 yılında Atina'da tüm Hellen halklarının ortak yazısı olarak kabul edilen İon alfabesinin ürünü olduğunu gündeme getirmeyiz. 

Bununla yazısını bile sözde 'sömürgeye' borçlu bir Yunan uygarlığından söz ediyorum. Benzer yazı, benzer dile karşın, sanatın ve düşüncenin özündeki köktenci farklılıklar nasıl açıklanacak? 

Anadolu İon sanatının Doğu geleneğinde 'doğal, gerçekçi', Hellas Dor sanatının kendi geleneğinde 'ideal güzellikte, yapay' olmasında görülür temel fark. 

Sözde 'Atina Klasiği' ise gerçekçi ve doğal insan resminin bir yaratısıdır. Çünkü özünde duyguların doğalıyla dışa yansıması, harekete göre değişkenlik ve derinlik vardır; hepsi de önce İonia'da başlar. 


HELEN DOSTLUĞUNU HÜMANİZM SANDILAR


-- Burası ilginç. Çünkü Batı'nın Yunan'dan aldığını söylediği şeyin aslında Yunanistan'da olmadığını söylüyorsunuz. İş sofistlere kadar gidiyor.

IŞIK - Çağımız felsefesinin öncülerinden ve o akımı Atina'ya taşıyan Protagoras ve Anaksagoras gibi İonialı düşünürler, umutla gittikleri 5. yüzyılın altın çağ Atina'sında her şeyi akılla açıkladıkları için dinsizlikle suçlanır, eziyet görürler.


Hani İonlar Atinalıydı? 


Bu nasıl aynı halktan insanlardır ki kökten farklı düşünürler. O gerçekçiliğin temelinde, az önce sanata değgin olarak da söyledim, aynı şey var, Anadolulu olmak var.

-- Bundan sonra dönüş olması mümkün mü?

IŞIK - Olmak zorunda. Önyargılarla yola çıkılmışsa, bir "Hellen hayranlığı"nın büyüsünde, er ya da geç dönüş kaçınılmazdır. Yeter ki görüşlerim eleştiriye açılsın. Amaçladığım bu. İlginç bir biçimde "yok" muamelesi görmekteyim. Hem makalelerimi yayına değer bul, konferanslara çağır, hem de "yazılmamış, konuşulmamış" say? Eleştirilsin ki doğrular bulunsun. Değilse, bir yere varılamıyor. 

Belki de "istemedikleri" bir yere varılsın istenmiyor; ne bileyim ben... 

-- Anlattıklarınız yaygınlaşırsa ne değişecek?

IŞIK - Benim sorunum o değil; eleştirilmek ve bilimsel doğrulara sorgulayarak varmak, benim beklentim. Eleştirileri de somut karşı belgelere dayandırmak.

-- Türkiye'de durum nasıl?

IŞIK - Batı'dan farklı düşünülebilinir mi? Bizde bir kesim var. Entelektüel ve hümanist olmayı 'Hellen dostu' olmakla eşanlamlı sayan; doğallıkla da görüşlerime karşı çıkmayı 'hümanistliğin gereği' olarak görenler var. 

Bilimsel olarak karşı duramayınca da, 'Kültür ve sanat evrenseldir, insanlığın ortak değerleridir, kimlerin yarattığı önemli değildir'e sarılıyorlar hemen. 

Bir arkeoloğun asal görevi başka nedir, o unutuluyor; Batı'nın ve Batıcıların ikiyüz yıldır 'Yunan yaratıcılığı'nın misyonerliğini üstlenmişliklerine ise sessiz kalınıyor. 

Batı uygarlığını 'Anadolu halkları yarattı' dersen ulusalcısın, 'Yunanlar yarattı' dersen hümanist oluyorsun....

-- Size milliyetçi ve Anadolucu demelerinin nedeni bu mu?

IŞIK - Dedim ya, bazen oluyor. Aralarında benim öğrenmek uğruna yurt dışında altı genç yılımı verdiğim bilimsel yöntemimi tartışmaya cüret edenler bile var. Kültür ehli olunca, arkeolog da olduğu sanısına kapılanlar bunlar. 

İsterim ki benim neci olduğumu bıraksınlar da; söylediklerimi, yazdıklarımı bilimsel düzeyde tartışmaya açsınlar.


18.08.2012, Basın



“KARANLIK DÖNEM”İN AYDINLIĞI ve FRİG SANATININ 
“ANADOLULUĞU” ÜZERİNE - Fahri IŞIK , 

VE



FRİG SERAMİK İLE  PAZIRIK HALISINDAKİ BENZERLİK !









SUMER/KENGER , HİTİT VE FRİGLERDE KEÇİ VE HAYAT AĞACI BENZERLİĞİ







__MEDENİYET DEDİĞİN TEK DİŞİ KALMIŞ ; CANAVAR !__



ANAERKİL DOĞU / BABERKİL BATI





ESKİ YUNAN’IN ÇİLEKEŞ KADINLARI 
ANTİK YUNAN TRAGEDYALARININ GİZLİ KAHRAMANLARI



Kadının, tanrılar tarafından erkeğe sunulan sevimsiz bir armağan -Pandora- olduğunu düşünüyordu Hesiodos (1). Öte yandan başka bir şaire, Simonides’e (2) bakılırsa; tanrı, kadını yaratırken hayvanları model almıştı.

Eski Yunan’ın, tanrıların yalnızca kendi aralarındaki değil ama insanlarla olan ilişkilerini de anlatan renkli söylenceler evreninden sadece ikisi idi bu anımsattıklarımız. Bir yanıyla çağ insanının dünyaya bakış açısını yansıtan ama öbür yanıyla toplumsal yaşamın biçim almasında hayli önemli bir rol oynayan öykülerdi bunlar.

Bu saptamanın en göze çarpan örneklerinden biri de; kadına yönelik algı idi. Kadını, erkeğin başına musallat edilen bir bela olmanın ötesinde zayıf ve güçsüz bir varlık olarak kabul eden zihniyet, onu, yaşamının her döneminde erkeğin egemenliği altında yaşamaya zorlamıştı. Kendi hayatı ile ilgili kararlarda bile söz hakkı olmayan kadın, yalnızca bir çocuk doğurma aracı olarak kabul ediliyordu.

Eski Yunanlı kadının çeşitli kısıtlamalarla şekillenen yaşamının resmini en güzel çizecek olan da Eski Yunanlı kadının kendisi olsa gerek. Yine söylencenin dili ile. Ama bu kez tragedya (3) aracılığı ile Aiskhylos, Sophokles ve Euripides gibi şairlerin hayat verdiği, aralarında Klytaimnestra (4) ,Deianeira (5) , Prokne (6) , Andromakhe (7) , Elektra, Melanippe (8) ve Medea’nın (9) bulunduğu mitolojik karakterlerin ifadeleri ile
Eski Yunan’ın Çilekeş Kadınları- Antik Yunan Tragedyalarının Gizli Kahramanları Aiskhylos’un Agamemnon İsimli Oyunu’ndan;

Klytaimnestra, Agamemnon’un, Troya savaşından hemen önce sevgili kızları Iphigeneia’yı tanrılara kurban edişine öyle içerlemiştir ki savaş dönüşü kocasını öldürür. Bu cinayet, Argos’lu ihtiyarları öfkelendirmiştir. İhtiyarlardan birinin yönelttiği suçlama karşısında, şu sözlerle savunur kendini kraliçe: 

“… Beni yargılıyorsun burada. Sürgün edilmeliymişim… Ama şuradaki adamı hiç suçladığın yok. Kendi kızını pervasızca kurban etmiş olan. Sanki yünleri kabarmış koyun sürüsünden bir koyunmuş gibi. Kendi kızını, benim sevgili çocuğumu boğazlatan o adamı suçlamak… Hiç aklına gelmedi o zamanlar!.. Kızımı kurban gibi boğazladığı için öldürdüm bu adamı… Benim hakkımı, kadın hakkını çiğneyip kurban eden, Troya önlerinde Khryses kızlarıyla gönül eğlendiren adamdır öldürülmüş olan…” (10).


Aiskhylos’un Adak Sunucular İsimli Oyunu’ndan;

Agamemnon isimli tragedyanın devamı niteliğindeki oyunda; Elektra ve erkek kardeşi Orestes, babalarının intikamını almak için annelerini ve âşığını -Aigisthos- öldürmeyi plânlamışlardır. Argos’lu köle kadınları temsil eden koro; Klytaimnestra’nın daha evvel kocasını acımasızca öldürüşünü şu sözlerle nitelendirir: 

“… Kadınların, o en küstah, en koyu hırsı ve ateşi değil midir ölümlüler için, hep felaketin esas kaynağı? Her çiftin, her birlikteliğin tepesindeki bu kadın egemen baskıdır, sürekli ezen…” (11) (Aiskhülos, 2010: 60- 61, 95).


Sophokles’in Trakhis’li Kadınlar İsimli Oyunu’ndan;

Deianeira, nehir tanrısı Akheloos ile değil de Herakles ile evlenmiş olmanın mutluluğunu çok kısa bir süre yaşadığını ifade ediyor oyunun başında. Zira yiğit, sürekli evden uzakta, savaştadır. Çocuklarıyla baş başa kalan Deianeira hep yalnızdır. Mutsuzluğunu; genç kızlar korosuna şu sözlerle anlatıyor: 

“… Herakles, aynı bir çiftçinin arada sırada tarlasını ziyaret etmesi gibi bizi ziyaret etmekten başka bir şey yapmıyor… Sanıyorum ki buraya geldiğinizde üzüntümden haberdar değildiniz. Fakat kalbimdekileri sizin de bilmenizi istiyorum. Henüz çok gençsiniz ve gençliğiniz öylesine hızla büyüyor ki, bunu ne güneşin kızgın harareti, ne yağmurlar, ne de fırtınalar dindirebilir. İnsan bir kadın olana dek mutlu mesut bir yaşam sürer. Fakat bundan sonra insanın başına yeni dertler gelir. Kimi zaman kocanızı kimi zaman da çocuklarınızı düşünürsünüz. Ancak bu acıları çeken bir kadın şu an beni anlayabilir…” (Sofokles, 2010: 66).


Sophokles’in Tereus İsimli Oyunu’ndan;

Tereus, karısı Prokne’nin kız kardeşine tecavüz etmiştir. Prokne intikam almak için oğullarını öldürmeyi plânlamaktadır.

“… Şimdi babamın evinden uzakta, bir hiçim. Evet, genellikle kadınlara bu gözle baktım. Birer hiç olduğumuzu düşündüm. Bence genç kızlar, babalarının evlerindeyken en tatlı yaşamları sürerler. Masumiyetlerinden dolayı güvendeve mutludurlar (12) .Ama bir kadın olduğumuzda evlerimizden uzaklaştırılır ve ana babalarımızdan ayrı düşeriz. Kimimiz tanımadığımız, kimimiz yabancı erkeklerin evlerine gideriz. Kimi neşesiz, kimi soğuk…” (13) (Lefkowitz,- Fant, 2005: 12) diyor genç kadın.


Euripides’in Troya’lı Kadınlar İsimli Oyunu’ndan;

Troya kenti Akha’lar tarafından alınmış, Hektor Akhilleus tarafından öldürülmüştür. Öte yandan Andromakhe, sahip olduğu erdemlerden dolayı, Akhilleus’un oğlu Neoptelemos’un payına düşmüştür. Kayınvalidesi Hekabe’ye, çocuğu ile birlikte tutsak olarak götürüldüğünü duyurur. 

“… Ben iyi ünün peşinden gittim ama elde ettiğim şansın çoğunu kaybettim. Çünkü kadınlarda bulunması gereken erdemleri, Hektor’un çatısı altında elde ettim. Ve özellikle doğru olsun olmasın dışarı çıkan kadının suçlanması; evde kaldım, böyle bir isteğin tutsağı olmadan (14). Evden ırak tuttum kadın dedikodularını, söylentilerini. Salt aklımın bilgeliğine inanarak. Kocamın yanında dilim suskun, bakışlarım sakindi… Buün, Akha ordusu gelince yok oldu…” (Euripides, 2002: 34) diyor Andromakhe.


Euripides’in Andromakhe İsimli Oyunu’ndan;

Andromakhe, Neoptelemos’un Skyros’taki evine getirilmiş ve bir oğlu olmuştur. Öte yandan yiğidin karısı -Sparta’lı Menelaos’un kızı Hermione’nin çocuğu olmuyordur (15).

O, bu durumdan Andromakhe’yi sorumlu tutar. Kendisine büyü yapmakla suçlar ve öldürülmesini ister. Öte yandan Andromakhe kendini savunarak, Hermione’nin, kocasına yönelik olan korumacı tavrını eleştirir. 

“… Kocan senden, benim büyülerimden dolayı nefret etmiyor ki. Onun nefretinin sebebi,ona birlikte yaşamak için vermen gerekeni vermemen. Bu da güzellik değil, bir kocaya en çok zevk veren şey olan erdem… Eğer ıstırap çekiyorsan bunun sebebi Sparta’yı önemli bir kent olarak görüp, Skyros’u küçümsemendendir. Sen, yoksullar arasında yaşayan zengin bir kadınsın. Baban Menelaos’un Akhilleus’tan daha büyük bir adam olduğunu düşünüyorsun. İşte kocan bu yüzden senden nefret ediyor...”. 

Yine Andromakhe’nin Hermione’ye söylediğine bakılırsa;

“… Bir kadın kocasını her şart altında sevmelidir… Sen bir adamın birçok kadınla evlenip, her biriyle sırayla yattığı soğuk Trakya ülkesindeki tiranlardan biri ile evlendirilmiş olsaydın, bu diğer kadınları öldürecek miydin? O vakit,yalnızca şehvet peşinde koşan bir kadın olarak gösterilirdin. Davranışın tek kelime ile iğrenç. Evet, bizim sorunlarımız kocalarımızınkilerden daha büyük ama biz, problemlerin nasıl çözüleceğini de biliriz…” (Lefkowitz- Fant, 2005: 11-12)


Euripides’in Elektra İsimli Oyunu’ndan;

Yıllardır Argos topraklarından uzakta olan Orestes, gizlice ülkeye girmiştir. Kız kardeşi Elektra ile bir araya gelip, babalarının intikamını alma plânı yaparlar. Önce Aigisthos’u öldürürler. Sıra annelerine yani Klytaimnestra’ya da gelecektir. Genç Elektra’nın, Aigisthos’un ölüsünün başında sarf ettiği sözler arasında şunlar da vardır: 

“… Argos’ta herkes senin için, “kadının kocası” derdi. Ama onun için “adamın karısı” demezdi. Evde erkeğin değil de kadının sözünün geçmesi utanç verici değil mi? Kent içinde, erkeğin, yani babalarının adıyla değil de annelerinin adıyla anılan çocuklardan da nefret ederim…”.

Kocasını öldürmüş ve yeni bir âşık edinmiş olan Klytaimnestra, Troya’lı köle kadınların eşliğinde görünür. Kraliçenin, kızının suçlamaları karşısında kendini savunurken söylediği sözler arasında şunlar da yer alır: 

“… Eğer bir kadının adı kötüye çıkmışsa, onun üstüne artık iyi konuşulmaz. Ama bence bu haksızlık… Baban kızımı aldatıp evden çıkardı…Sunakta Iphigeneia’mın ak boynunu eğip boğazını kesti… Yine de çok kırıldığım halde ve öfkem hiç azalmasa da öldürmezdim kocamı. Ama kocam kudret çarpmış çılgın gibi bir kızla geldi ve onu yatağımıza aldı… Kadınlar densiz olur, bunu inkâr etmiyorum. Öyle oldukları için de, eğer koca yatağı unutup da sapıtırsa, kadın da adama aynını yapar. Başka bir dosta meyleder. O zaman suçlama açıkça bize karşı yapılır. Asıl suçlu erkeklerse hiç mi hiç suçlanmaz…” (16) (Euripides,2008: 43- 47).


Euripides’in Medea İsimli Oyunu’ndan;

Kocası ve iki oğlunun babası olan Iason’un, Korint ülkesinin kralı Kreon’un kızı Glauke ile evlendiğini duyan Medea hem öfkeli hem üzgündür. Korint’li kadınlara dert yanar şu sözlerle: 

“… Yaşayan ve bir irade sahibi olan yaratıklar içinde, biz kadınlar kuşkusuz en zavallılarıyız. Büyük bir bedel ödeyip bir kocaya vardığımızda, onu, bedenimizin de sahibi olarak kabul etmek zorundayız… Büyük soru gelir ardından da. Bu aldığımız adam iyi midir yoksa kötü mü? Bir kadının hoş değildir boşanması, imkânsızdır bir erkeği reddetmesi… Eğer erkek başlarsa sıkılmaya evdekinin varlığından, dışarı gider ve bulur bir çare can sıkıntısına. Biz kadınlar mecburuz bakmaya sadece tek bir adama. Ve derler ki bize, biz evde tehlikelerden uzak yaşıyormuşuz, onlarsa gidiyorlarmış savaşa, salaklar. Bir savaşta üç kez en ön safta yer almayı yeğlerdim, bir çocuk doğurmaktansa…” (17) (Euripides, 2006: 17).


Euripides’in Tutsak Melanippe İsimli -kayıp- Oyunu’ndan;

“… Erkeklerin kadınlara yönelik eleştirileri ne kadar da haksız. Ben; size, kadınların erkelerden daha iyi olduğunu göstereceğim… Evin tüm işlerini çekip çeviren ve evde ne varsa koruyup kollayan, kadınlardır. Bir kadının olmadığı ev ne temizdir ne de zengin (18). 

Kadınların dindeki yerini düşünün ki, bu bence en önemlisidir, biz kadınlar dinsel törenlerdeki en mühim görevleri üstleniriz. Tanrı Apollon, kehanetlerini, rahibeleri aracılığı ile duyurur (19).

Dodona’nın kutsal alanında, Kutsal Meşe olarak bilinen yerin yakınında, Tanrı Zeus’un niyetlerini, Yunanistan’ın çeşitli bölgelerinden gelen insanlara, yine kadınlar açıklar… Şunu söylememe izin verin, kötü bir kadından daha kötüsü yoktur ama iyi bir kadından da daha iyisi yoktur…” (Lefkowitz- Fant, 2005: 14).


Sonuç

Söylencelerin, tanrıların erkek ırkına verdiği bir ceza olarak nitelendirdiği kadın; doğumundan ölümüne dek erkeğin hükmü altında yaşamaya mecbur edilmiş bir varlıktı Eski Yunan’da. 

Kimi zaman dünyaya gelmesinin ardından, yaşayıp yaşamayacağına bile babası karar verirdi. Öte yandan çocukluk dönemini çok erken geride bırakır, henüz onüç- ondörtyaşlarında iken evlenmeye mecbur bırakılırdı. Bunun yanında evlilik; hayatında fazla bir değişiklik yaratmazdı. 
Kocaevinde, dört duvar arasına sıkışmış, tutsak bir hayatı sürdürmesi beklenirdi ondan. Tek görevi ise çocuk doğurmaktı. Yenidoğanın yaşam hakkı ve geleceği hakkında söz sahibi olamadan. Olur da yaşlanır ve dul kalırsa, devlet ona, yalnızca bir oğul doğurmuşsa bakardı. Vaktiyle erkek doğurmamış tüm yaşlı kadınların kaderi ise kendi ailelerinin elinde idi. Birkaç kuruş kazanmak için ebelik yapan, cenazelerde matemcilik görevi üstlenen ya da dini törenlerde rol alanları saymazsak elbet. 

İşte bu görünümün yahut Eski Yunan’lı kadının çilekeş yaşamının en güzel tasvirini çizen de; aynı çağdan günümüze ulaşan tragedyalar. Hem de kadın karakterlerin aracılığı ile.



Yrd.Doç.Dr.Didem Demiralp 
Gazi Üniversitesi Edebiyat Fak. Arkeoloji Bölümü Beşevler Kampüsü


__________________________________________
AÇIKLAMALAR 

1 ) Boiotya’lı şair. 
“…Çok eski zamanlarda tanrılarla ölümlü erkekler bir arada yaşıyormuş. Ama gün gelmiş, birbirlerinden ayrılmaları gerekmiş. O zaman dünya üzerindeki paylarının ne olacağına karar vermek için Mekone adlı ovada toplanmışlar.

Burada Prometheus büyük bir öküz kesmiş, parçalara ayırmış ve Zeus’un aklıyla alay ederek kesilen et parçaları arasında seçim yapmasını istemiş. Aklı sıra tanrıyı kandırmağa kalkışarak ona, yağla bezediği kemikleri sunarken ölümlü erkeklere, hayvanın midesine doldurduğu etleri hazırlamış. 

Sonsuz akıllı Zeus, tuzağın farkına varmışsa da bir şey dememiş. Ama yağla kaplanmış kemikleri eline alırken, ölümlüler için içi doldurulacak bir felaket düşünmüş ve bundan böyle dünya üzerindeki ölümlü insan ırkından ateşi saklamış. Ama Prometheus onu yine aldatmış ve bir rezene sapı içinde ateşi çalarak insanlara armağan etmiş. 

Zeus ise hemen bir fenalık düşünmüş ateşin bedeli olarak. Meşhur topal tanrı, Kronosoğlu’nun arzu ettiği gibi, utangaç bir genç kız biçimlendirmiş topraktan. Athena, ona parlak kıyafetler giydirmiş, başını süslü bir duvakla örtmüş ve taze çiçeklerden oluşan bir çelenkle taçlandırmış. Çok ünlü topal tanrının, Zeus’un arzusuna göre kendi elleriyle biçimlendirdiği altın kurdeleyi de takmış başına. Sonra öbür tanrıların ve ölümlü insanların önüne çıkarmış Zeus, Pandora (tanrıların armağanı) isimli bu kadını. 

Onların gördüğü şey; insanların dayanamayacağı bir kurnazlığa sahipmiş aslında. Ondan kadın ve dişi ırkı türemiş. Ölümlü erkekler arasında yaşayan ölümlü bir kadın ırkı. Kadınlar, erkeklere büyük bir dert olacaklarmış bundan böyle. Darlıkta ve yoklukta değil ama bollukta ve zenginlikte erkeklere zevcelik edeceklermiş. 

Nasıl ki bir kovanda tüm arılar çalışır ve semeresini yalnız tek bir arı alır, işte böyle bir kadın ırkı yaratmış Zeus tüm erkekler için. Sahip oldukları iyi şeylerin bedeli olarak ise ikinci bir fenalık düşünmüş. Her kim evlilikten ve kadınların neden olduğu dertlerden kaçarsa, o, yaşlılık günlerinde yalnız kalacakmış ve öldüğünde tüm malları akrabaları arasında paylaşılacakmış. 

Evliliği seçip kendine uygun bir eş bulan için ise başka bir kötülük olacakmış onu bekleyen. Yaramaz çocukları olacak, ruhu ve kalbi hiç dinmeyen bir kederle dolacakmış…” (Hesiod, 2006: 45- 53) diyor Hesiodos.


2 ) Arkaik Çağ şairi. Dediğine göre; 

“…Başlangıçta tanrı, kadın aklını bir dişi domuzdan yaratmış. Bu kadının hem kendisihem de evi pislik içindeymiş. Başka birini ise; dişi tilkiden yaratmış. Her şeyi bilen bu kadının sağı solu belli olmaz, iyiye kötü kötüye iyi dermiş. Başka biri de dişi köpekten yaratılmış. Her şeyi duymak ve bilmek isteyen bu kadın, sürekli gezer durur ve sürekli havlarmış. Bir erkek onu güzellikle veya zorla susturamazmış. 

Olympialı’ların topraktan yarattığı kadın ise; bodur bir yaratık olup, iyi ile kötü nedir bilmezmiş. Tek yaptığı tıkınıp durmakmış. Tanrının denizden yarattığı kadına gelince; bir gün güler ve mutlu olur, onu gören yabancılara “dünyada bunun kadar iyi ve güzel bir kadın yoktur” dedirtecek kadar sevimli olurmuş, öbür gün ise ne yüzüne bakılır ne yanına yaklaşılırmış. Tıpkı bir okyanus gibi değişken bir tabiatıvarmış. 

Tanrının kül grisi eşekten yarattığı kadın; pek çok zorluğa katlanarak istemediği halde çalışır dururmuş ama gece-gündüz durmadan yermiş. Aşkta ise seçici davranmazmış. Gelincikten yaratılan kadın ise berbat bir yaratıkmış. Onunla ilgili hiçbir şey, güzel ya da sevilir değilmiş. Aşk için çıldırırmış ama beraber olduğu adamı hasta edermiş. Komşularından çalar çırpar, pişmemiş kurban etlerini yermiş. 

Tanrının uzun yeleli bir kısrağın yavrusundan yarattığı kadın da herkese dert olur, evde hiçbir işe yardım etmezmiş. Günde iki-üç kez yıkanır, süslenir püslenirmiş. Başkaları için bakılası güzellikteki bukadın, kocası için tam bir veba demekmiş. Maymundan yaratılan kadın ise; Zeus’un erkeklere verdiği en büyük dertmiş. Kente indiğinde herkesin ona bakıp da kahkahalarla güleceği iğrençlikte bir surata sahipmiş. Kısacık bir boynu ve hantal bir yürüyüşü varmış. Bedeni yalnızca sahip olduğu bacaklardan oluşuyormuş. Tıpkı bir maymun gibi her türlü hileyi, oyunu bilirmiş. İyilik yapmayı ise bilmez, gün boyu kötülük planlar dururmuş. Tanrının arıdan yarattığı kadını alan erkek ise; talihliymiş. Onun sayesinde mal varlığı artar, evi zenginleşirmiş...” (Lefkowitz- Fant, 2005: 25- 27).


3 ) Şarap tanrısı Diyonizos onuruna söylenen şarkılardan (dithyrambos) doğmuş ve klasik şeklini M.Ö 5. yüzyıl Atina’sında almıştır. M.Ö 500’lerde; Diyonizia olarak adlandırılan ve tanrının onuruna her Mart’ta kutlanan şenliğin bir parçası haline gelen oyunlar, M.Ö 5. yüzyılın ortasından itibaren yine Diyonizos’u onurlandırmak amacıyla düzenlenmeye başlanan Lenaia bayramlarında da sahneleniyordu. 

M.Ö 4. yüzyılda; Attika’nın (Yunanistan’ın orta kesimi) tamamındaki yortularda yer alan tragedyalar sonraları tüm Yunan dünyasına yayıldı.

Kriteri ise; Aiskhylos, Sofokles ve Euripides’in yapıtları belirliyordu. Gösteriler; o çağın büyük spor müsabakalarına benzeyen bir yarışma şeklinde düzenleniyordu. 

Her bayram seçilen üç yazar; yapım, yönetim, koreografi ve müziğinden sorumlu olduğu üç tragedya ve bir satir oyunundan (Diyonizos’un eşlikçileri olanorman cinleri satirlerin tanrıyı övdüğü bir nevî komedi) oluşan oyunlarını, üç gün ardarda sergilerdi. 

Tamamı erkek olan oyuncular ve koro üyeleri maske takarlardı. Oyunların konuları genellikle mitolojik öykülerden alınmaydı. Tragedya yazarı; bu hikâyeleri, yaratmak istediği toplumsal, siyasi ve ahlâki etkiye bağlı olarak farklı yorumlayabiliyordu. Ancak onun asılamacı; dramatik bir etki yaratmak yani izleyicide ümit ve korku karışımı hisler uyandırmaktı (Speake, 1994: 644- 645).


4 ) Argos kralı Agamemnon’un karısı. Khrysothemis, Elektra, Orestes ve Iphigeneia’nın annesi.


5 ) Efsanevi yiğit Herakles’in karısı. Hyllos’un annesi.

6 ) Trakya kralı Tereus’un karısı. Itys’in annesi.

7 ) Hektor’un karısı. Astyanaks’ın annesi.

8 ) Savaş tanrısı Ares’in kızı. Hippolyte’nin kardeşi.

9 ) Argonaut’lar seferinin kahramanı olan Iason’un karısı. İki oğul annesi.


10 ) Bu tema; Eski Yunan’ın günlük yaşamındaki bir uygulamayı akla getiriyor. 

Bu da istenmeyen çocukların, özellikle de kız bebeklerin doğumdan sonra terk edilmeleridir. Her ne kadar Geç Klasik Çağ’da tartışma konusu olmuşsa da ekthesis ya daapothesis denen bu uygulamaya göre; bebek kimi zaman sakat ya da hasta, kimi zaman köle ya da yasa dışı, kimi zaman da yalnızca kız olarak dünyaya geldiği için terk edilirdi. Bir kızın ölüme terk edilişi bir yandan onun ileride aile bütçesine katkı sağlayamayacak olmasıyla ilgiliydi. Öte yandan evlenmesi durumunda belli bir miktar parayı da -çeyiz- beraberinde götürmesi gerekecekti. Bu da fazladan masraf anlamına gelirdi. (Garland: 1993: 84- 86, 93).

11 ) Kadının felaketle eş tutuluşu; Hesiodos’un, Pandora’nın yaradılışına dair şu tasvirini anımsatıyor: 

“… O ana dek her türlü hastalık ve dertten uzak yaşamış olan erkekler, bu kadının getirdiği kapaklı bir kavanozun içinden çıkan her tür felaketle tanışmış. Kavanozun kapağını hemen kapatınca da içinde sadece umut kalmış. Bu yüzden sayısız felaket ve dertle doludur karalarla denizler. Hastalıklar gündüz gece dolaşır durur ölümlüler arasında sessizce. Çünkü tanrı Zeus ses vermedi onlara…” (Hesiod, 1983: 9).

12 ) Eski Yunan’da kızlar -varsa- erkek kardeşleriyle birlikte evin yalnızca kadınlara ayrılmış kısmı olan gynaikon’da anneleriyle beraber yaşarlardı. Yemek yapma, dikiş dikme ve örgü örmeyi anneleri ya da büyükannelerinden öğrenirlerdi. 

Kız çocukların resmi bir eğitim almaları söz konusu olmasa da okuma- yazma öğrenenler de vardı. Bu durum, onların ileride koca evindeki tüm gelir-giderden sorumlu tutulacak olmalarıyla ilişkilidir. Yine de “…Karısına okuma- yazmayı öğreten adam, yılana zehir tedarik ettiğinin bilincinde olmalıdır…” (Lefkowitz- Fant, 2005: 31) diyen bir komedya yazarının ifadelerinden anlaşıldığına göre; kadının okur- yazarlığı, erkekler arasında tartışma konusu imiş gibi görünüyor.

13 ) Öte yandan Deianeira ve Prokne’nin “mutlu” olarak nitelendirdiği bu zaman fazla uzun sürmezdi. Zira kızlar, ergenliğe erişir erişmez evlendirilirdi. Üstelik evlenecek olan kızın kocasını seçmesine izin verilmezdi. Tarihçi Herodot’a göre; Atina’lı Kallias’ın, evlilik çağına gelen üç kızına, kocalarını seçmeleri için izin vermesi (Herodotos, 1991: 318) sıra dışı bir durumdu.

14 ) Evlilikle birlikte koca evine giden kadın, burada da yalnızca kendisine ve hemcinslerine ait olan kısımda yani gynaikon’da yaşardı. Kadının sokağa çıkması hoş karşılanmazdı. Bunun tek istisnası, bayramlar ve dinsel törenlerdi belkide. Platon bile “kadınlar, karanlıkta yaşamaya alışmışlardır” (Platon, 1998: 193) demişti. 

Öte yandan “evinden ayrılan bir kadın, ona rastlayanların, kimin karısı olduğunu değil kimin annesi olduğunu soracak yaştadır” diyen hatip Hyperides’in ifadeleri; yaşlı kadınların bu konuda daha rahat olduklarına işaret ediyor. Yine de bunun sebebi; yaşlanmış olan kadının, doğurganlığını geride bırakmış olması idi (Garland, 1993: 244).

15 ) Hermione’nin çocuk sahibi olamamaktan kaynaklanan endişesi; bizi, Eski Yunan toplumunun günlük yaşamında aynı durumdaki kadınların halini düşünmeye sevk ediyor. Evliliğin ilk ve hatta tek amacı yasal çocukların doğması olduğundan, kadının kısır olması, kocasının onu reddetmesi için yeterli idi. Öte yandan kimi zaman hiçbir neden olmaksızın da erkek, karısını terk edebilirdi.

16 ) Klytaimnestra’nın bu ifadeleri; Eski Yunan’da evli erkeğe tanınan cinsel özgürlüğü anımsatıyor. Öte yandan evli bir kadının böyle bir ilişkisi, kocasının onu boşamasını gerektiriyordu. Yoksa koca, vatandaşlık hakkını -aitima- kaybederdi.

17 ) Medea’nın bu sözleri; henüz çocuk denebilecek bir yaşta iken evlendirilen kızlar için doğum olayının ne denli acılı olduğunu anımsatıyor. 
Öte yandan bir kadın için doğum yapmak o kadar önemli idi ki; örneğin Sparta kentinde yalnızca savaş sırasında ölen askerlerin ve doğum sırasında hayatını kaybeden kadınların isimleri, mezar taşlarına kazınıyordu.

Atina’daki mezar taşları arasında da; kadınları, doğum esnasında gösteren tasvirler bulunuyordu. Yine de vurgulanması gereken bir nokta var. 

O da; her ne kadar bir kadının ilk görevi çocuk doğurmak olsa da kadınlar hamilelikleri süresince kirlenmiş kabul ediliyorlardı. Üstelik ev halkını da kirletmiş oluyorlardı. Hane halkının temizlenmesi, doğumdan sonraki beşinci gün -amphidromia- gerçekleşirken, annenin arınması için aradan kırk gün -tesserakostaion- geçmesi şarttı (Garland,1993: 96- 97).

18 ) Toplumun evin içine hapsettiği kadın, öyle görünüyor ki ailenin ihtiyaç duyacağı erzağın kullanılması ve saklanması yanında para işlerinin düzenlenmesinden de sorumluydu. Klasik Çağ’ın ünlü komedya yazarı Aristofanes’in “Lysistrata”isimli oyununda; kadınlar, bitmek bilmeyen savaşlar yüzünden uzun süre şehirden uzak kalan erkekleri silah bırakmaya çağırırlar. 

Atina kalesini ele geçirip şehir kasasına el koyarlar. Erkekler parayı geri isteyince, kadınların lideri Lysistrara der ki: “Para işlerini biz yöneteceğiz. Şaşılacak ne var ki bunda? Evin para işlerini biz yönetmiyor muyuz?” (Aristophanes,2006: 33).

19 ) Işık, sağlık ve bilgelik tanrısı Apollon’un Delfi’deki tapınağında.

KAYNAKÇA

*Aiskhülos, 2010. Oresteia (Çev: Yılmaz Onay). Mitos- Boyut Yayınları, s. 60- 95, İstanbul.
*Aristofanes, 2006. Eşek Arıları, Kadınlar Savaşı ve Diğer Oyunlar (Çev: Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 33, İstanbul.
*Euripides, 2002. Troyalı Kadınlar (Çev: Sema Sandalcı). Arkeoloji ve Sanat Yayınları, s. 34, İstanbul.
*Euripides, 2006. Medea (Çev: Metin Balay). Mitos-Boyut Tiyatro Yayınları, s. 17, İstanbul.
*Euripides, 2008. Elektra (Çev: Yılmaz Onay). Mitos-Boyut Tiyatro Yayınları, s. 43- 47, İstanbul.
*Garland, R. 1993. The Greek Way Of Life. Cornell University Press, s. 96- 97, 244, İstanbul.
*Herodotos, 1991. Herodot Tarihi (Çev: Müntekim Ökmen). Remzi Kitabevi, s. 318, İstanbul.
*Hesiod, 1983. The Homeric Hymns And Homerica (with an english translation by Hugh G. Evelyn-White, M.A). HarwardUniversity Press, s. 9, Massachusetts.
*Hesiod, 2006. Theogony, Works & Days, Testimonia (edited and translated by Glenn W. Most). Harward University Press,s. 45- 53, London.
*Lefkowitz, M. and Fant, M. B. 2005. Women’s Life In Greece And Rome. The Johns Hopkins University Press, s. 11-31, Baltimore.
*Platon, 1998. Yasalar I.Cilt (Çev: Candan Şentuna, Saffet Babür). Kabalcı Yayınevi, s. 193, İstanbul.
*Sofokles, 2010. Oidipus Kolonos’ta- Trakhis’li Kadınlar (Çev: Furkan Akderin). Mitos- Boyut Yayınları, s. 66, İstanbul.
*Speake, G. 1994. Dictionary Of Ancient History, Penguin Books, s. 644- 645, London.

pdf:



...

BU KONUYLA İLGİLİ DİĞER YAZILAR:


1-  MİLETOSLU ASPASİA


2- Heykeltraşların Kenti : PERGE

Perge'nin en önemli özelliklerinden bir diğeri de MS.2.yy başında kentin idarecisinin kadın olması. Adı Plancia Magna.

Bu kadın, hem kentin idarecisi hem de Tanrıça Artemis'in baş rahibesi , aynı zamanda imparator kültü baş rahibesi. Biliyorsunuz; Anadolu'da kadın çok önemlidir. Esasında Anadolu anaerkil bir toplumdur. Neolitik Dönem'den beri iri göğüslü ve iri kalçalı ana tanrıça heykelleri, doğurganlığı ve bereketi simgeler. Sonra bu Kybele'ye dönüşmüştür. Perge'de MS.2.yy başında bir kadın yönetici olması Anadolu için çok önemlidir.


3- MEDEA - ALTINPOST


4- AMAZONLAR

Kimmerler, Ural-Altay kökenli bozkır göçebelerinin batı koluna 
mensupturlar. Eski Çağ'daki Türk Kültür Tarihi'nin ilk temsilcilerindendir. 

Strabon'a göre Trabzon yakınlarında Kimmerius / Kimmerius Dağı
bulunmaktadır. Kimmerius / Kimmerius Dağı daha sonra Ağırmış Dağı adını almıştır (19) . Arisn'e bağlı Kuzgurcuk köyünün eski ismi Korgen'di (20) . 

XIV. yüzyılda Canik sancağına bağlı Satılmış kazasında Korgan isimli (günümüzde Ordu iline bağlı Korgan ilçesi) bir köy bulunmaktadır (21). Korgan, Türk devlet hayatında önemli kişilerin mezarına denmektedir. Kelimenin aslı korugan (koru-gan)dır. Ölüleri korumasından dolayı bu ismi almıştır. İlk kez Kimmerler tarafından yapılmıştır. Gelenek daha sonraki Türkler tarafından sürdürülmüştür. 

Herodotos'tan öğrendiğimize göre, Terme çevresinde Amazonlar yaşamaktadır. Efsanelere de konu olan erkeksiz savaşçı kadınlar (22), Kimmerler olduğu artık bilinen bir gerçektir (23).

Prof. Dr.Necati DEMİR

ve

Dr.Kimball Hint-Avrupa bilinci ile yazmış olduğu kitapta birçok veri Türki topluluklarını göstermektedir. Kendisi ısrarla söylemese de bulguları o yöndedir. Mesela Sarmatlar , İskitler, Kimmerler hep Türk boylarıdır. At ile gömü, Balballar ve Kımız Türk boylarında görülür. Son dönemlerde ortaya çıkmış makale ve kitaplar da göz önünde bulundurularak okunması ve "Amazonlar" tarihi açısından tavsiye ederim. SB.

Savaşçı Amazonlar - J.D.Kimball



Savaşçı Amazonlar - J.D.Kimball

Amazonlar hakkında bildiklerinizi unutun... Amazon kadınlarına ait mezarlarda araştırma yapan Kimball onların izini buldu. Amazonlar gerçekten yaşadılar, mezarları bugünkü Kazakistan’dadır. Mezarlarında atları, okları, kılıçları ile birlikte gömülmüşlerdir. 

Ve... Kimball, Kazakistan’da küçük sarışın bir kız görür, at üstündedir. Amerikalı arkeolog şaşırır, bu Türklerin arasında şarışın kızın işi ne diye. Kızın adı Meryemgül’dür. Kimball, Meryemgül’ün DNA örneklerini alır ve onu Amazon kadınlarına ait iskeletlerle karşılaştırır. Sonuç, tarih değişterecek kadar hayret vericidir, Meryemgül ile Amazonların DNA’ları bire bir aynıdır!

Amazon Kadınları bu zamana kadar pek çok fantastik filmin, kitabın ve tartışmanın konusu oldu. Yarı çıplak, asi, tutkulu ve seksi ifadeleri, daha iyi ok atabilmek için kestikleri tek memeleri ve oklarıyla simgeleşerek bugünlere geldi. Çoğu kişi bu cezbedici kadınların varlığına sonuna kadar inandı ama bir kısım insan da bunun bir efsaneden öte gidemeyeceğini çünkü yaşamış olamayacak kadar muhteşem olduklarını düşündü. Erkeklerin kadını alt eden dünyasında, erkeğe meydan okuyan, erkeklerle sadece yılda bir kez çiftleşmek için bir araya gelen, eğer erkek bebek doğururlarsa da bu bebekleri sakatlayıp öldüren acımasız asiler…

Kurganlardan çıkan gerçek

Ancak efsane artık gerçek! Onlar, erkek egemen toplumların baş edemediği, savaşkan, ata binen ve ok atan Türk kadınları! Evet, yanlış okumadınız, Amazonlar Türk çıktı. Araştırma, Amerikalı bir arkeolog olan Dr. Jeanine Davis Kimball’a ait. 1994 yılında Kazakistan’da yaptığı kazılar neticesinde, Amazon kadınlarının bir efsane olmadıklarını, gerçekte konargöçer Türk boyları içinde yaşadıklarını ve bu zamana kadar efsane olarak önümüze sunulanlardan çok farklı bir yaşam tarzına sahip olduklarını ortaya koydu. Çalışmasını Savaşçı Kadınlar Amazonlar adı altında bir kitapta toplayan Dr. Kimball’ın kitabının Türkçesi İleri Yayınevi tarafından Ocak ayında basıldı.

Bu efsaneyi aydınlatan kazı çalışmaları, Kazakistan’ın Rusya sınrları yakınındaki Pokrovka bölgesinde başlar. Kendi ifadesi ile “büyük keşfini yaptığı gün”ü şöyle anlatır Dr. Kimball: “Gözlerim loş ışığa alıştıktan sonra içerideki iskeleti net bir şekilde görebildim. Göğsünün üzerinde paslı yeşil bir öbek, sağ ayak kemiğinin yanında paslı bir hançer ve sol ayak kemiğinin bitişiğinde de artık yeşil renk görünen ok başları duruyordu. Asistanımız Yuri kafatasını ellerine alıp şöyle bağırdı; genç bir kadın ve muhtemelen 30-40 yaşlarında!”

Kurganların içindeki savaşçı kadınlar! Tam da Amazon kadınlarının yaşadığı varsayılan dönemde yaşamış olan, silahlarıyla birlikte gömülen savaşçı kadınlar! Ekip bölgede buna benzer pek çok iskelet buldu. Kimisi, üzerinde yabandomuzu dişi olan muskalar, kimisi fosil istiridye kabukları, tunçtan aynalar, küpeler ve kolyeler taşıyor, kimisinin yanında ise ancak at üstünde savaşırken kullanılabilecek 90 santimetreden daha uzun kılıçlar ve bileytaşları bulunuyordu. Bazıları ise bacakları at sürüyormuş gibi bir pozisyonla gömülmüştü.

Hala anaerkil yaşıyorlar

Davis Kimball bu buluntularla yetinmedi. Aklına tahrik edici bir soru düşmüştü. Acaba bu kurganların bölgede hali hazırda yaşayan konar-göçerlerle bir ilgisi olabilir miydi? Dr. Kimball’ın günümüz konargöçerlerinde gözlemlediği kadarıyla, ustalaştıkları ilk vasıf at sürmekti. Tanrı Dağları’nda ve Altay Dağları’nda yaşayan Moğolları ve Kazakları çocuklarına at sürmeyi öğretirken izlemişti. Çocuk bir yaşına geldiğinde baba, oğlunu yahut kızını eyere oturtur ve çocuk atını sürerken o da aşağıdan atı tutardı. Küçücük kız çocuklarının atın üstünde kıkırdayıp güldüklerini ve saatlerce atın üstünden inmediklerini gözlemlemişti. Acaba bu çocuklarla, savaşçı Amazonların bir ilgisi olabilir miydi?

Kazakistan’da yaşayan bu göçebe Türklerin hayatını daha da merakla araştırmaya başladı. Kadim zaman konargöçerlerin ataerkil aile yapılarının aksine, kadın erkek ve çocukların birlikte çalıştıklarını görüp, hayrete düştü. Bu insanlar, eşitlikçi bir toplum oluşturmuşlardı. Baskıcı Ruslar ve katı biçimde erkek merkezci olan İslam kültürü unsurlarıyla muhatap olmuşlardı. Ancak yine de hayat tarzlarını değiştirmemişler ve kadın erkek omuz omuza, hatta aynı işlerde çalışmaya devam etmişlerdi.

Mutfak gereçleri bile aynı

Evet burada, herkes işlerin bir ucundan tutuyor, kadınlar günlük yemekleri pişirirken erkekler ise at pişirme işini üstleniyordu. Her iki cinsiyetin mensupları yün işinde ortaklaşa çalışıyor, erkek çocuklar yemek hazırlamada, yurda su taşımada, hayvanları sağmada annelerine yardımcı olurken kızlar ise ata binmeyi öğreniyor ve sürüleri otlatıyorlardı. Kadınlar Aulla (taşınabilir köyler) ilgili her işten anlamak üzere yetişmek zorundaydılar. Hatta bu konar-göçerlerin kadın egelen oldukları bile söylenebilirdi. Aulun yönetiminde kadınlar belirgin şekilde etkindirler. Hatta oymağın başında zaman zaman kadın önderler bulunuyordu. Bozkır konar-göçerlerinin hayat şartları, kadınları basitçe görsel bir güzellik nesnesine indirgeyen görece çağdaş konumdan uzaktı. Bölgede uzun süre bu gruplarla yaşayan Dr. Kimball, kadın ve erkek arasındaki yoldaşlık bağına da çok şaşırmıştı. Günlük işlerini birlikte gören, geceleri sofrada birlikte sohbet ederek, hayatı paylaşan bir yaşam tarzına sahip olan bu insanlar, batılı bir arkeolog için bile son derece ilginç görünüyordu.

Şaman Amazonlar

Dr. Kimball, Pokrovka kazılarında kurganın çeperi boyunca dizilmiş yirmi iki tane at kafatasına da rastlamıştı. Mezarın içinde ise geniş hacimli, üzeri delikli tunçtan yapılma bir sandık keşfetmişlerdi. O zaman için bunlara bir anlam verememişti. Ta ki kaldığı Auldaki Kazak ailenin, kendi şerefine pişirdiği koyunu görene kadar. Mis gibi kokan et, doğrudan ateşin üzerinde duran ağzı açık bir kazan tertibatının içinde pişmekteyken, evin kızı, altı delikli bir tabağın yardımıyla et ve kemik parçalarını et suyunun içinden çıkarıp bir leğenin içine doldurdu. O an buldukları kalburun, 2500 yıl önce ne amaçla kullanıldığını kavrayıverdi.Büyük ihtimalle bir tören düzenlediklerinde at pişiriyorlardı. Onu suyundan ayırmak için de işte bu kalburu kullanıyorlardı.

Pokrovka’daki kazılar bir başka detayı daha ortaya koyacaktı. Dini bir vasfa sahip iskeletlerin hemen hemen tamamına yakını kadın, bulunan kadınların küçük bir bölümü de “rahibe” sınıfına mensuptu. Taş ve kilden yapılma sunaklar, fosilleşmiş deniz kabukları, kemikten oyma kaşıklar ve özel hayvan şekilleri verilmiş muskalarla birlikte gömülmüşlerdi. Bazılarında bunların hepsi birden oluyor, bazılarında ise sadece bir tanesi bulunuyordu. Bunun hiyerarşik farklılıktan kaynaklanıyor olabileceğini söyleyen Kimball, bulunan aşıboyası parçaları, sülüğen ve kireçtaşı cevherlerinin de törensel bazı makyajlar için olduğunu düşünmekteydi. Aslında tam da şaman kadınlarını tarif etmekteydi!

Yaşayan Amazon Meryemgül

Bu dini önderler, kurganlardan anlaşıldığı kadarıyla çok farklı bir yere sahiptiler. Yanlarında ayin kasesi, nazar boncuğu, altın ve cam boncuklarla sonsuzluğa uğurlanan bu kadınlara öyle değer verilmişti ki adeta öbür dünyada da hizmetlerine devam etmeleri istenmişti. Yeraltı mezar odasından çıkarılan devasa bir duvarda, etrafındaki kitleyi evliya gibi kutsayan bir kadın resmedilmişti. Daha üst bir mertebede olduğunu vurgulamak için, oransal olarak erkeklerden daha büyük betimlenmişti. İşlemeli bir cübbe ve kare biçimli bir başlık kuşanmıştı ve doğurganlık kültüne ait bir simge olan Hayat Ağacı’nı tutuyordu elinde. Günümüzde yaşayan konar-göçerlerde de hala bu şaman hayatının izlerini görür Dr. Kimball.

Dr. Kimball bölgede karşılaştığı Meryemgül adlı bir kız çocuğu sayesinde yapbozun parçalarını bir araya getirmeye başladı. Meryemgül at sürmeyi çok seven, sarışın bir Kazak kızıydı. Bu sarışın kız çocuğu oldukça ilgisini çekti. Hem bölgede nadir rastlanır bir şekilde sarışındır, hem de ata binmek onun için öylesine doğal ve öylesine hayatın bir parçasıdır ki…

Artık düşündüklerini bilimsel olarak da kanıtlama kararı verir Dr. Kimball. Meryemgül ve annesinin DNA örnekleriyle, Amazon kadınlarının kurganından çıkan örnekler karşılaştırılır. DNA’lar yüzde 99.9 oranında aynıdır! Yani Meryemgül, 2500 yıl önceki Amazon kadınlarının torunlarından biri olarak karşısındadır. Kurganlardan çıkan bulgular birebir buradaki konar-göçer Orta Asya yaşantısının bir parçasıysa, Meryemgül de bir o kadar bu hayatın bir parçası ve kurganlardaki hayatın bir devamıdır. Amazon Kadınları, Batılı tarihçilerin vahşi, erkeksiz ve ahlaksız kadın tasvirlerinin dışında, son derece hayatın içinde ve toplumsal yaşayan, doğurgan, savaşçı ve anaçtır. Orta Asya tarihinin tipik göçebe Türk yaşam tarzından kalan bir miras gibidir. Moğolistan’daki kadınların bugün hala ok atmadaki üstünlüklerini gören Kimball, kesik meme tasvirinin bir kez daha sorgulanması gerektiğini de düşünür, çünkü bu Türk kadınları memeleri kesilmeksizin de ok atmada son derece başarılı, erkeklere taş çıkartacak kadar da kendilerinden emindir.

Yaşayan bir tarihtir yüzleşilen. Kurganlardan çıkan ruhani üstünlükleri olan savaşçı kadınlarla, Kazakistan ve Moğolistan’daki kadınların yaşam tarzı arasında pek bir fark yok gibidir… Meryemgül ve onun gibi sarışın Türkler onlardır, gerçek Amazorlar!



1929 doğumlu Amerikalı arkeolog Dr. Jeanine Davis Kimball, 50 yaşında Kaliforniya Devlet Üniversitesi’ne girerek arkeolog olmuş. 50 yaşına kadar ise üç evlilik yapmış, altı çocuk doğurmuş, hastane yöneticiliği, hemşirelik, Bolivya ve İspanya’da öğretmenlik, Güney Amerika’da da sığır çiftçiliği yapmış ilginç bir kadın. 50 yaşından sonra seçtiği meslek sayesinde de tarihe damgasını vuracak bir buluş yapmış. (alıntıdır)



5- buna ek olarak video : 

"Çok meşhur bir belgesel kanalında amazonların kökenini aradılar , Amazonlar nerede diye...bulunan mezarlarda gen araştırmaları yaptılar , Kazakistan'da...Kazak steplerdeki kızları buldular, aynı şekilde ata biniyorlar, alınan örnekler birebir tuttu, ama sonunu çok kısaca bağladılar..Amazonların izini bulduk 
""BUNLAR DA TÜRKMÜŞ""
diyerek çok kısa bir şekilde sonlandırdılar." 

Erhan Afyoncu

Türk Kadın Savaşçılar ve Amazonlar






ZIT BİR DÜŞÜNCE VARSA , 
ONUNLA ALAY EDİYORUZ
BİZİM FİKRİMİZ DIŞINDA BİR FİKİR VARSA
ONU REDDEDİYORUZ
AMA BELGELER KONUŞUYOR, 
SUSMUYOR ARTIK

ANAERKİL DOĞU / BABERKİL BATI
YA KARŞI


________________