Translate

Kimmerler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kimmerler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ağustos 2014 Pazartesi

AMAZONLAR - BALIKESİR - ASLAR








Antiope'nin kaçırılışı : Theseus ve Pirithous ile - MÖ.480 ,Vazo

Amazon Antiope'nin kıyafetleri kürk-pantalon....


"Amazonlar genelde Pers kıyafetleri ile resmedilir....." 
Yanlış info! 


Doğrusu:
"Kürk ve pantalon Türklere mahsustur ve 
Amazonlar İskit ve Kimmer soyundandır ve Türk'tür."

....


"Balıkesir'in eski adı Karesi imiş. Aslında Karesu olmalıdır."


Adını bölgede akan ve Homer'in İliada'sında geçen 
Karesu (Καρήσου) çayından almıştır. 
Yeni nehrin orijin ismi Türkçe Karasudur.

Homer, bölgede Assu (Ἄσσον) adlı çayı da zikr edir. 
Bu çaylar Gargar (Kaz) dağı çevresinde akırlar. 
Gargar dağı Zeus'un mekanıymış. Zeus bu dağdan 
Troya Savaşı'nı seyredermiş. Strabon'un verdiği 
bilgilerden belli olur ki, 
Balıkesir, İzmir bölgeleri 
ta eskilerden Amazon boyları olan 
Gargar ve Aslar tarafından meskun olunmuşlar. 
Ve bölgedeki bir çok antik coğrafi adları onlar vermişler."

"AS ön türkcədə yüce, büyük anlamına gəlir."


Elşad Alili
Türkolog - Azerbaycan



"Daha eski Hitit kaynağında Karasuw (kara-suv) diye geçer"

Firudin Ağasıoğlu (Celilov)
Dil bilimci/Türkolog- Azerbaycan




Peki nasıl anlatılıyor?
Balıkesir ili, adını merkezindeki Balıkesir şehrinden almaktadır.
 İlin eski adı Karesi olup, 24 Ekim 1926 tarih ve 4248 sayılı Kararname ile Balıkesir olmuştur.

[-Erol Tuncer (2002). "Osmanlı'dan günümüze seçimler, 
1877-1999". Toplumsal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı]


Balıkesir kelimesinin kökenine dair çeşitli rivayetler mevcuttur. Roma İmparatoru Hadrianus, Balıkesir şehri çevresinde sahip olduğu bir bölgede avcılık yaptığı için Adriyanutere lakabını almıştır. Ardından yine burada bir şato yaptırmıştır. 
Bu şatonun adı Paleo Kastro olarak bilinmektedir. 
Balıkesir adının bu kelimeden geldiği düşünülmektedir.

[-İsmail Hakkı Uzunçarşılı (2000)]
Paleo Kastro 'nun anlamı ise Eski Hisar 'dır.[M. Orhan Bayrak (1979). "Türkiye tarihi yerler kılavuzu". Remzi Kitabevi]


Bazı kaynaklar Balıkesir kelimesinin Balak Hisar veya Balık Hisar kelimelerinden geldiğini söylemektedir. Eski Türkçede balık kelimesi şehir anlamına geldiği için Balık Hisar kelimesinin anlamı Hisar Şehri 'dir. Fakat Balıkesir il merkezinde hisar veya harabe yoktur. Ayrıca Balıkesir şehrinde Hisariçi Mahallesi bulunmaktadır.

[ İsmail Hakkı Uzunçarşılı (2000)]


Bir rivayete göre bölgeye akın yapan Pers hükümdarı 
Balı-Kisra'dan gelmektedir. Bazı kaynaklara göre ise balı çok, 
güzel anlamına gelen Bal-ı Kesr kelimesinden 
türediği belirtilmektedir.

[Balıkesir Belediyesi.]


Yeni ortaya atılan bir teze göre ise, Bağıkesir 'den geldiğine yöneliktir. Zira 17. yüzyıla değin şehir merkezinde en önemli tarım faaliyetinin bağcılık olduğu Balıkesir kadı sicilleri ve tereke kayıtlarından doğrulanmaktadır.

[Bülent Özdemir, Zübeyde Güneş Yağcı (2007). "Osmanlıdan Cumhuriyete Balıkesir". Yeditepe Yayınevi] 




KARESİ/KARASU/KARASUW ve AMAZONLARIMIZ

COĞRAFYA İLE İNSAN İSİMLERİ , 
AĞIZLARA GÖRE VEYA 
BİLİNÇLİ BİR ŞEKİLDE DEĞİŞTİRİLİNCE, 
TARİH NASIL DA BİR HAL ALIYOR DEĞİL Mİ?






Amazons in pants- Turkic











12 Aralık 2013 Perşembe

TANTALİS VE BEYAZ KARTAL





Tanrıların yeryüzüne indiği, insanlarla birlikte yaşadığı harika zamanlarda, Kral Tantalos Manisa'daki (Akpınar Bölgesi) muhteşem sarayında karısı ve çocukları ile mutlu bir yaşam sürmüş. Başkenti Tantalis olan Tantalos Krallığı; Syplos'un (Spil Dağı) vadilerinden, Hermos (Gediz) boyunca, Eğe kıyılarına kadar uzanmış.Tantalis limanlarına gelen gemiler, Mısır ve Orta Doğudan baharat ve ipek getirmiş, dönüşlerinde Syplos'un madenleri ve bu bölgede üretilen malları götürmüş. Syplos dağında ve Tantalis kentinde nesiller boyu yaşayan insanlar; zenginlikleri ve refahları ile tanrıları kıskandıracak hale gelmiş.

Kral Tantalos, tanrılar gibi ölümsüz olmak istiyormuş. Onları muhteşem Syplos'taki sarayına davet etmiş. Hazırlanan yemek şöleninde oğlu Pelops'u tanrılara kurban etmiş.Tanrı Zeus bu olaya çok kızmış, Kral Tantalos'u cezalandırmış, oğlu Pelops'a da yeniden can vermiş. Daha sonra bu insanlar ellerinde ne varsa kaybetmişler. Syplos erken gelen refah ve zenginliğin kurbanı olmuş. Kral Tantalos'un muhteşem şehri Tantalis ve Syplos bir deprem ve yarılan dağlardan fışkıran suların altında kalarak yok olmuş.

Carl Human, Tantalis kentinin Yarık Kayanın batısında olduğunu yazıyor. Pilinus tarafından da Tantalis'in Manisa'da olduğu belirtilmiştir: "

Sipylon, Maıonia'nın başkenti, eskiden Tantalis olarak adlandırılıyor. Şimdi yerinde Sale gölü var. Syplon'un yerine sırasıyla Arkhaipolis, Kolpe ve Labada kurulmuş." [1]

Çok eski haritalarda Akpınar ( Manisa ) bölgesinin kuzeyinde, Saloe ve Salde isimli iki göl görülmektedir. 1850 sene önce, dünyanın en eski seyahatnamesini yazan; Manisalı yazar Pausanias, Tantalis şehrini gördüğünü şöyle anlatmış: 

"Syplos'ta ki İdea kenti bir yarıkta kaybolmuş. Bu yarık zamanla su ile dolmuş ve Saloe adını almış.Kentin harabeleri, sel suları onları gizleyinceye dek gölün içersinde görülüyordu." [2]

Binlerce senedir insanlar Tantalis kentini düşlemiş, onu bulmaya çalışmış. Asıl zorluk, hangi insan soyunun Syplos'da ve yan sırtlarında varlıkları ve yaşantılarına ait izler bıraktığının tespitidir. Bu dağ da bulunan anıtlar Anadolu'nun en eski uygarlıklarına ait tanrısal abidelerdir. Manisa yöresinde Arkeolojik kazılar yapılmadığı için Tantalis ve Syplos'taki kentlerin kuruluş tarihini ve halkının kültürünü anlamamız zordur. 

Yunanlıların, Lidya ile kurdukları ilişkilere kadar, Platoda olan olaylar hakkında hiç bir şey bilinmiyordu. Zaman içinde tepelerden ovalara inilmiş, Manisa düzlükte, İzmir ise kıyıda kurulmuş. Syplos boş kalsa da; Kybele'nin kenti olmasından dolayı, önemini hiç bir zaman yitirmemiş. Bu uygar insanların diktiği anıtlar dini bir merakla ziyaret edilmiş. Ziyarete gelen insanlar, gelecek kuşaklar için bunların Kronolojik bir sıralamasını yapmamış.

Anadolu'nun insanı, Manisalı seyyah Pausanias'ın kentimiz için yazdıkları çok önemli: 

"Pelops'un Tahtı, Syplos'ta Meter Plastene Kutsal Alanı'nın tepesinde.Pelops'la Tantalos'un burada ki hakimiyetinin izleri bunlar." [3]


Beyaz Kartallar; Dünyada yalnız Manisa'da görülmektedir.1850 sene önce Pausanias Syplos dağında dolaşırken:

"Tantalos gölü üzerinde uçan beyaz kartalları gördüm." [4] dediğini kendi kitabında yazmıştır. 

Manisalı dağcılar da, 2010 dan beri beyaz kartalları Nisan ve Mayıs aylarında Syplos'un doruklarında gördüklerini söylüyorlar.

Tantalis kenti, Kral Tantalos, oğlu Pelops, kızı Niobe ve Syplos için söylenenler mitolojik bir hal almış. Oysa, ortada yaşanılan, kaybolan ve kayda geçirilemeyerek unutulan, eski dönemlerin Manisa tarihi var. 3 Eylül 2001 tarihinde Syplos'un kuzey doğusunda, Kayadibi köyünde Prof.Dr.Elif Tül Tulunay ile birlikte, Syplos'ta yaşayan Magnetlere ait bir yazıta rastladık. Magnetlerin Manisa dağında yaşadığının delili ve izi, en az 1700 senelik.

Anadolu'nun en eski tanrısal abidesi Kybele'yi, Tantalos'un sanata ve tanrıya düşkün oğlu Broteas yaptırmış. 

Kybele anıtının batısında bulunan merdivenlerden (üzeri toprakla örtülmüş), Yarık Kaya'nın üzerindeki Pelops tahtına (Kutsal alan) bir yol uzanır. Kutsal alanda sarnıçlar,yıkılan evlerin duvarları, Nişler ve yerlerde tuğlalar vardır. Bu işaretler Kybele'ye, yapımından yüzyıllar sonrasına kadar ibadet edildiğinin kanıtlarıdır. Ne tarih, ne de gelenekler Kybele kadar eskiye gidemez. 

Kybele binlerce senedir Anadolu'da inanılan Ana Tanrıçadır. Bazı yazarlar Tantalos ve Niobe'nin Frikyalı olduğunu yazarlar. Bu tarihi bir yanılgıdır. Stroba:

" Syplos çevresi Phrygia ve halkı Phrygia'lılar olarak adlandırılıyor."(5) diye yazar. Oysa Frikyalılar orta Anadolu'ya boğazlardan geçerek gelmiş. Tarihçi Heredot ve Lidyalı Xanthus bu konuda hem fikirdirler.

Bu kavimlerin, ilkinin ne zaman boğazlardan geçtiği yıl ve yüzyıl olarak bilinmemektedir. Epos'un araştırması: 

"Frikyalıların Homer'den önce yarım adaya geldikleri yönündedir. Bu yerleşim MÖ.800'den önce olmamış. Frikya Krallığı 150 senelik bir yaşamdan sonra, Kimmerler tarafından M.Ö.660 yılında yıkılmış. Hititler ve Frikler bu bölgelere kadar gelmiş olabilirler. 

Geçici olarak bu bölgede Hititlerin kaldığını kabul etsek de; Kybele gibi bir anıtı bu zaman içinde yapmalarını açıklamak zordur. Syplos'taki anıtlar, burada yerleşik bir halkın uzun süreli burada yaşadığını kanıtlar. 

Yunan dışı Anadolu'nun insanı Kral Tantalos'un oğlu , Niobe'nin kardeşi Pelops Syplos'tan çok büyük bir servetle Pelepones'e gitmiş, orada kral olmuş. Yarım adaya ismi verilmiş. Manisalı Pelops diğer bir özelliği ile, Olimpiyatları düzenli bir şekilde başlatarak tarihe ismini yazdırmış. 

Binlerce sene önce yok olmuş insanlara ait kültürleri ve eserleri, ancak Arkeolojik inceleme ve kazılar ortaya çıkarabilir. Tantalos'un harika krallığı ve Tantalis kenti Manisa için çok önemlidir. 

Değerini ve içinde barındırdığı zenginlikleri bilmediğimiz muhteşem Syplos dağına boş gözlerle bakar dururuz. Orada ki gerçekleri ve hayati belirtileri bilmeyiz.

Kaynaklar

[1] Pilinius, "Nat.Hist.s.5,29.
[2] Pausanias " Desciription of Greece.s.7,24,13.
[3] a.g.e. s.5,13,7.
[4]a.g.e. s.8,17,3.
[5] Strabo s.12,8,2.
alıntıdır.



BEYAZ KARTAL DÜNYADA YALNIZ 
MANİSA’DA BULUNMAKTADIR

Kartal kudretin, gücün ve yüceliğin sembolüdür. Simgeleştirme orijini çok eskilere dayanır. İnsanların hayal gücü, kartalı efsanevi bir varlık haline dönüştürmüştür.

Kartallar uzun kanatlı, sağlam yapılı, beyazla karışık siyah renkte yırtıcı kuşların en büyüklerindendir. Kartalın gagası çok kuvvetli ve ucu kıvrıktır. Ayakları tüylerle kaplıdır. Bazı türlerinde kanat açıklığı 2–2,5 metreyi bulur. Kartal 2 veya 3 yumurta yapar, ancak bir kartal yavrusu doğada yetişkin hale gelir.

Kartalların evcil ve av hayvanlarına verdiği zararlar abartılmıştır. Kartallar, özellikle salgın hastalıkların kaynağı olan hasta hayvanları, yok ederek doğa da denge unsuru olmaktadır.

Anadolu’da görülen başlıca kartal türleri: 
Beyaz Kartal-Kaya Kartalı-Şah Kartalı-Bağırgan Kartal-Atmaca Kartal-Cüce Kartal-Beyaz Kuyruklu Kartal-Yılan Kartalı-Kuzu Kartalı ve Balık Kartalıdır. 

Kartallar dağların doruklarında ve yükseklerde uçarken görülür. Kanatları hızlı ve uzun uçuşlara uygundur. Çok türü bulunan kartallar dünyanın hemen her yerinde bulunur. Beyaz Kartal, dünyada yalnız Türkiye de, Manisa Dağı’nın (Siyplos) doruklarında görülmektedir. 

1850 yıl önce dünyanın en eski seyahatnamesini yazan, Yunan dışı Anadolu’nun insanı Manisalı yazar Pausanias, Description of Greece isimli eserinde Tantalos Gölü üzerinde bir kuğu gibi süzülen beyaz kartalları anlatır. 

Binlerce yıldan beri Anadolu’da ve Manisa da görülen beyaz kartalların nesli tükenmek üzeredir. Manisa Dağcılık Spor Kulübünden 12, İzmir den iki dağcı beyaz kartalları oduncu vadisinin (Manisa Dağı’nda) doruklarında gördüler ve saatlerce incelediler, gördükleri ve söyledikleri zapta geçirildi. 

Kartallar Lidya da ve Mısır Tapınakları’nda simge haline gelmiş. Bu gün Beyaz kartalların mermerden yapılmış rölyefini Sart'taki Sinagogun avlusu ve Manisa Müzesi’nin giriş kapısında görebilirsiniz. Beyaz temizliğin, saflığın, kartal ise kudretin, gücün ve yüceliğin sembolüdür. 

Sinagog avlusunda bulunan beyaz kartal rölyefi Lidya Kartallarına benzememektedir. Manisa ilinin güneyinde ilk çağ Lidya bölgesinde, Bozdağ’ın doğu tarafında Kartal Dağı vardır. Anadolu'da bu isimde daha birçok dağ bulunuyor. 

Dünyada ki bütün kutsal mabet ve alanlar evrenseldir. Evrenin sahibinden gelen bilginin ve ışığın yansıtıldığı yerlerdir. Mabetlerde kâinatın görüntüsü vardır. Ancak evrenin gerçek görüntülerini taşımazlar.

Kutsal olan bu yapılar dünyanın içyapısını sembolik olarak betimler. Mısır tapınakları dağları, sütunları, aslanları, kartalları ve güneşi ile sembol olmuş.

Mısır tapınakları ve diğerlerinde kullanılan ortak semboller merkezden farklı yönlere dağılmıştır. Uzak Doğu’da Hind gelenekleri ve Atlantis sembolleri bulunmuştur. Pasifik bölgesinden de, uzaklara Maya ve Aztek piramitlerine kadar uzanmaktadır. 

Mısır tapınaklarının en göze çarpan özellikleri sütunlardır. Sütunlar Kraliyet iktidarını ve gücün anlamını simgeler. Direkler arasından güneşin doğduğu, ufkun iki dağını temsil etmektedir. Böylece tapınağın rolü, evrenin ve yaradılışın sembolü olmaktadır. 
Ezehiel, Semitlere ait bir söylenceyi şöyle anlatır: 

“Geniş kanatlı, renkli devasa bir Kartal (Phoenix), hayat ağacından getirdiği ince bir dalı tüccarlar kentine dikti.” 

Burada Kartal, yıkılan edenden (cennet) kurtulanların taşındığı deniz yolculuğunu temsil etmektedir. Bu simgeleştirme orijini, daha eskilere dayanan ve çok daha evrensel olan bir simgeleşmedir Hava Kuvvetleri Komutanlığımızın simgesi kartaldır. Amerika Birleşik Devletleri’nin simgesi beyaz başlı kartal olarak düşünülmüş.

Ksenophon’a göre,Altın kartal İran Ordusu’nun bir alameti olarak kullanılmış. 

Roma’nın mirasçıları olmak isteyen Alman İmparatorları, XI. yy. da kartalı simge olarak benimsemişler.


Ali Haydar AKSAKAL



___________



KONYA KARATAY MEDRESESİ'NDEN


TÜRKLÜĞÜN HAKİMİYET SEMBOLÜ: 
ÇİFT BAŞLI KARTAL

Orta Asya Türk inancına göre, insanlara gökyüzü ve yeryüzü yolculuklarında refakat eden koruyucu varlıklar kuş şeklindedir. 

Yükseklik, ululuk timsali kartalın, kutsal sayılması Altay kaya resimlerinden bellidir. Türkler kılıç kabzalarında bozkurt, at ve çift başlı kartal kabartma figürlerini kullanmışlardır. 

Orta Asya inanışlarında ve şamanist eski Türkler de “Kartaldan türeme” inancı oldukça yaygın görülmektedir. 

Bu inanış efsanelerde de kendini gösterir ; Yakut Türklerinde rastladığımız bu efsane şamanın kartaldan türediğine dairdir. Yakutların, uzun direklerin tepesine çift başlı kartal yontusu koydukları biliniyor. 

Ayrıca Attila’nın ordusunun sancağı üzerinde Bozkurt ile beraber kartalında var olduğu biliniyor. 

Bu figür Anadolu yerleşimlerinde de kullanılmış olup bunun en güzel örneklerini Hititler’in Alacahöyük ve Yazılıkaya’daki çift başlı kartal kabartmalarında görmekteyiz. Selçuklu Devleti de çift başlı kartal sembolünü kullanmıştır. 

Ayrıca Oğuz boylarının ongunlarının yırtıcı kuşlar olması da dikkat çekicidir. Türk halılarında en çok kullanılan canlı figürü kartaldır.

Selçuklular zamanında yapılan Döner Kümbet (Kayseri), Hüdavent Hatun Türbesi(Niğde), Çifte Minareli Medrese (Erzurum), Yedi Kardeş Burcu (Diyarbakır) gibi mimari eserlerde çift başlı kartal figürü kullanılmıştır. 

Çift başlı kartal güç ve kudretin sembolüdür. Doğunun ve batının hakimiyetini sembolize eder. Çift Başlı Kartal sembolünü, Türkler Orta Asya kültüründen göçler ve fetihler sayesinde tüm Dünya’ya taşımıştır. 

Şaman inancında ;Yer ile Göğün arasındaki çelik kapıyı tutan bir Kartal'dır.

alıntıdır





__________________UÇ KARTALIM UÇ_______________




21 Ekim 2013 Pazartesi

PANTALON ; BİR TÜRK İCADI


AMAZON,MÖ.470 VAZO

PANTALON

Tarih boyunca Türkler ata binen hatta hayatı at üzerinde geçiren insanlardı. Onlar için çalılara, taşlara, soğuğa ve uzun at yolculuklarına dayanıklı giysiler gerekliydi. Türkler de, Araplar ve Çinlilerde olduğu gibi ata entari ile binemezlerdi. Bu nedenle, ata binmede karşılaşabilecekleri sürtünme ve bacaklarda yara açılması gibi tehlikelerden korunmak için kalın pantolon ve çizme giymek zorunda kalmışlardır. Uzun at yolculuklarına çıkacak olan kişiler özellikle deri pantolonlar kullanmışlardır (Ögel, 1991)

Türklerin üzerine kaftan giymelerinden dolayı pantolonlar pek çok kaynakta iç giyim olarak ele alınmıştır (Ögel, 1978). 

M.Ö. 1. yüzyıl başlarında Rusya’da Baykal gölü kıyısında Urga’da ve Noyun Ulu’da Hunlara ait elde edilen buluntularda insan başlıkları ve pantolonlar bulunmuştur. M.S. II. ve IV. yüzyılda ilk Hun Türklerine ait kadın ve erkek mumyalarının üzerinde ipek kumaşlar ve deri pantolonlar bulunmuştur (Ögel, 1978). 

Kaşgarlı Mahmut tarafından 11. yüzyılda yazılan Divan-ı lügat-it Türk adlı eser 8. yüzyıldan kalma Göktürk yazıtları, eski Uygur duvar resimleri ve Macar II. Rasonyi’nin “Tarihte Türklük” adlı eseri pantolon, çizme, cepken, yelek, kemer, üç etek, ceket ve gömlek gibi giyim eşyalarının ilk kez Türkler tarafından giyildiğini ve Orta Asya’dan dünyaya yayıldığını göstermektedir (Gülensoy, 2001). 

Şalvar ve pantolon “savaşçı kavimler”de kişilerin ata binmek için geliştirdikleri bir giysi çeşidi olarak “Hunlar” tarafından bulunmuştur (Ögel, 1991)

Rahat ata binmek için Bizans, Roma ve Çinliler entari giyerlerken, Türkler “üm” adını verdikleri günümüzde süvarilerin kullandığı, paçaları dar, üstü biraz daha geniş olan pantolonu kullanmışlardır (Zık, 2002). 

Çin’de atlı birliklerin kurulmaya başlanması ile pantolon giyme zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Türklerin komşusu olan Moğollarda pantolon giyilmiştir (Ayhan 2002)

Uygurlar da binek tipi şalvar giyerlerdi . At üzerinde uzun bir yolculuğa çıkmak isteyen Kazaklar “şalbar” dedikleri geniş bir seyahat pantolonu giyerlerdi. Kazakların giydikleri pantolonları kaftanların bütün eteklerini içine alacak kadar geniştir. Bu pantolonlar yumuşak deriden yapılmış ve sarıya boyanmıştır. Zengin kesimde bu deri pantolonlar örgülerle dış yüzeyden süslenmiştir. Ziraatçi olan Tarancı Türkleri de ketenden yapılmış ince ve geniş şalvarlar giyerlerdi. Demir çağına ait Türk mezarlarındaki bulgularda daha çok “paçaları dar” pantolonlara rastlanmıştır. Bu pantolonlarda ayrıca “paça bağları” da görülmüştür. 

Orhun kurganlarından çıkan bu pantolon örnekleri Şekil 2’de görülmektedir (Ayhan, 2000). (RESİM pdf bölümünde)

Hunlardan sonra Göktürklerde elbisenin altına pantolon giymişlerdir. Pantolonlar kürklerle süslüdür. Türk tarihinde toplumsal yaşam ve özellikle çeşitli dönem giyimleriyle ilgili bilgiye çok az rastlanmaktadır. 

Orta Asya step ulusu olarak Türklerin Batı dünyasına taşıyıp benimsettikleri pantolon adını alan altlıklar yalnız Türk giyim tarihi açısından değil, dünya giyim tarihi açısından da olağanüstü öneme sahiptir. 

Giyim tarihi ve kültürü ile ilgili tüm yayınlarda klişe bir ifade şeklinde pantolonun 4. yüzyılda Doğu’dan gelen “Barbarlar” tarafından Avrupa’ya yayıldığı ifadesi yer almaktadır. 

Topçuoğlu’nun da belirttiği gibi “işlevsel, akılcı ve ergonomik bir giysi olan (at binmek için özellikle) pantolon ya da şalvar giyen kavimlerin “barbar” olarak nitelendirilmesi akılcılığı ilke edinen Avrupa modernleşmesinin çelişkilerinden biridir.!



Fatma Ayan
Sanat ve Tasarım Fakültesi, Moda Tasarımı Bölümü Öğretim Üyesi




PAZIRIK HALISI MÖ.4.3.yy / PANTALONLU ATLILAR




İSKİT / SAKA - PANTALON- PERSOPOLİS'TEN



İSKİT / PANTALON



PANTALONLU İSKİTLER/KİMMERLER/HUNLAR.
AMAZONLAR İSKİTLER VE KİMMERLER İLE AKRABA.
PANTALONUN TÜRK TOPLUMLARINDA ORTAYA ÇIKTIĞI KABUL EDİLİYOR.
LAKİN,



"MEDENİYETSİZ" TÜRKLER! , ONU BİLE İCAT ETMİŞLER!












***













11 Eylül 2013 Çarşamba

HAZARLAR / AŞKENAZİ





HAZARLAR - AHMET TAŞAĞIL

Hazarların Menşei

Doğu Avrupa’da ilk defa muntazam devlet kuran Türk topluluğu Hazarlar’dır. Sabarlar’ın yaşadığı sahad, Sabar ismi yerine birden bire ortaya Hazar adının çıkması Sabarlar ile Hazarlar arasında bağlantı olduğunu göstermektedir (1). Aslında Belencer ve Semender adlı iki Sabar kabilesinin, Hazarlarda da ortaya çıkması, Hazar kelimesinin aynı Sabar kelimesi gibi, anlam taşıması (2), Hazarlar’ında Sabarların içinde bir kabile olduğunu ve Sabarların yıkılışından sonra büsbütün Sabar topluluğuna bu adın verildiğini göstermektedir. Bu görüşü destekleyen delillerden birisi de 10. yy. tarihçilerinden El-Mesudi’nin “İranlılar’ın Hazar dediği topluluk Türkler tarafından Sabar diye anılır”şeklindeki kaydıdır.

Hazarlarda tıpkı kendilerinden önceki Sabarlar gibi kaynaklarda farklı şekillerde zikredilmişlerdir (3). Hazar Hakanlığı topraklarında türlü Türk grupları vardı. Bu nedenle çeşitli Türk lehçeleri konuşulmakta idi (4).

Hazarların Coğrafi durumu çok önemli bir mevkiide bulunduğu için Hazarlarınsiyasi tarihine başlamadan önce bölgeye bakmamız gerekir. Hazar ülkesi önceleri Terek nehri boylarında iken sonra ağırlık merkezi Aşağı İtil boyuna kaydı. Burası İtil, Yayık, Don ve Kuban gibi dört büyük nehrin havzasını teşkil ediyor aynı zamanda devrin en önemli ticaret yolları üzerinde bulunuyordu. Bu yollardan en önemlisi İtil (Volga) nehrinin kendisi idi; İslam dünyası (Suriye, Irak, İran ve Türkistan) ile Çin ve İskandinavya arasındaki ticaret faaliyeti buradan geçiyordu. Aynı şekilde Harezm’den Aşağı İtil boyuna ve oradan da Karadeniz sahillerine giden Kervan yolu da gidiyordu.

Hazar Devleti’nin Kuruluşu

Hazar ismi ilk defa 558’de Sasani-Sabar savaşlarında geçmekte, 576 yılında Gök-Türk hakimiyeti Karadeniz’in kıyılarına ulaşınca bu sefer Çin kaynaklarında T’ang-Shu’da T’u-küe Ho-sa ve K’o-sa diye geçer. 586 yılındaki Bizans kaynağında ise artık iyice tanınırken aynı zamanda Türk adı ile de anılıyorlardı (5) . Bu sıralarda Hazarlar Batı Gök-Türk Hakanlığı’nın batıda en uç noktasını meydana getiriyorlar ve yine Batı Gök-Türkler’in arzusu ile Sasaniler’e karşı Bizans’a yardım ediyorlardı. İslam ve Ermenikaynaklarına göre Hazarların Gök-Türkler’e bağlılığı 7. yy’ın ikinci yarısına kadar sürmüştür.

Bu devirde Hazarlar’ın Derbend’i geçerek, Gürcistan ve Azerbaycan’a akınlar yaptıklarını ve Tiflis’i kuşattıklarını görmekteyiz. 626 yılında Avarlar’la Sasaniler İstanbul’u kuşatınca, Bizans imparatoru Heraklios Tiflis’e gelip Hazar Başbuğu “Yabgu” (6) ile görüşerek ondan sağladığı 40 bin kişilik ordu ile Bizans içlerine yürüdü. Daha sonra yine Hazarlar’dan Çorpan Tarhan Sasanilere karaşı başarılar kazanıp Anadolu’yu Sasanilerden kurtarmıştır. Bu sırada Yabgu Tiflis’e girip, bazı Ermeni kütlelerini hakimiyetine aldı (629). Hazar Hakanlığının gerçek kuruluşu 630 yılındadır. Bu tarihte doğuda Gök-Türk devleti fetret devrine girince Hazarlar müstakil bir devlet olarak tarih sahnesine çıktılar. Hazar devleti kurulur kurulmaz, o zamanın iki büyük devleti Sasani-Bizans savaşlarında rol oynamaya başladı. Hazarlar Bizans’la dostluk kurup, Sasaniler’e saldırdılar. Türk-Bizans ortak hareketi neticesinde Sasani imparatorluğu zayıfladı. Arkasındanda İslam kuvvetleri tarafından çökertilip tarih sahnesinden çekildi (634-637) (7).

İslam kuvvetlerinin hareketi Kafkaslar’a Ermeniyye bölgesine doğru gelişmeye başlayınca Türk-Bizans dostluğu daha da arttı. Siyasi menfaatlerin ortak olması hükümdar aileleri arasında evlenmeler yolu ile akrabalık tesis edilmesine yol açtı. İmparator Justinianus I (685-695) ve Konstantinos (741-775) Hazar prensesleri ile evlendiler.

Konstantinos’un Hazar prensesi Çiçek’ten doğma oğlu imparator Leon IV (775-780) tarihte Hazar Leon olarak tanınmıştı. Bizans imparatorları çoğu zaman kendi iç ve dış meselelerinde Hazarlar’ın yardımını sağlamaya çalıştılar (8).

VIII-IX yüzyıllarda Hazar Hakanlığı genişleyerek, Doğu Avrupa’nın en önemli devleti oldu. Bu sırada Kama ve İtil boyundaki birçok kavim; İtil Bulgarları ve türlü Fin kavimleri, Burtaslar Hazar kağanına tabi idi. Ayrıca Desna ve Orta Dnyeper boyundaki türlü Slav kavimleri Hazar hakimiyetini kabul ettiler. Bu Slav boyları şunlardı; Radimiç, Vyatiç, Severyan, ve Polyan. Ayrıca Kuzey Kafkasya’nın dağlı kavimleri ve Kuban boyundaki Macarlar’da Hazar hakimiyetini tanıdılar. Hazar hakanlığının sınırları Yayık, Cim nehirlerinden başlayarak, batıda Dnepr (özü) nehrine kadar geniş bir sahayı kaplıyordu. Bu sıralarda Karadeniz’in kuzeyindeki Büyük Bulgarya devleti Hazarlar'ın hücumları neticesinde yıkılmış, buradaki bütün geniş ovalar Hazarlar’ın eline geçmiştir.

Arap-Hazar Münasebeti

Hazarlar’ın tarihinde Araplarla olan mücadele geniş ve önemli bir yer tutar. Bu mücadele yüzyıl kadar sürdü. Neticede Arap ilerleyişi Kafkaslar’da durduruldu. Araplar (Avrupa’da Puvatya savaşından sonra) doğuda da Kafkaslarda durduruluyorlardı (9).

Hazar ülkesine ilk büyük Arap taarruzu Halife Osman zamanında yapıldı. 651-652 de Selman b.Rebia kumandasındaki Arap kuvvetleri Derbend’i aşarak Hazar Başkenti Belencer’e kadar sokuldu, fakat Hazarlar bunları püskürtüp, Ermeniyye bölgesine girdiler. 

Bu bölgedeki Arap harekatı Halife I. Velid’in kardeşi Mesleme b. Abd’ülmelik kumandasında yarım asır devam etti (10). 714 yılında Mesleme ordusuyla Derbend’i ele geçirdi. Fakat onun İstanbul’u kuşatmak için bu bölgeden ayrılmasıyla (717) Hazarlar tekrar hücuma geçtiler ve Arap kuvvetleri geri çekilmek zorunda kaldı. Hazar harekatı ilerleyerek Azerbaycan’ın büyük bir kısmına yayıldı. 722 yılında Arapların Ermeniyye valisi El-Cerrah’ül-Hikemi Hazar topraklarında büyük başarılar kazandı ise de 730 yılında
Hazarlar’ın hücumu neticesinde burada tutunamayarak Azerbaycan’dan çekilmek zorunda kaldı. Araplar’ın Hazarlar’a karşı en büyük zaferini 737 yılında Azerbaycan valisi Mervan b. Muhammed sağlamıştır. Arap hücumları karşısında zor duruma düşen Hazar Hakanı barış istemek zorunda kalmıştı.

Hatta Müslümanlığı kabul ettiğini dahi bildirmiştir. Fakat kuvvetleri geri çekilince o da eski dinine, herhalde Yahudiliğe dönmüştür. Bu arada Halifelik Emeviler’den Abbasiler’e geçince mücadelesi yavaşladı (11). 758 yılında Daryal’da kurulmuş olan Ermeniyye vilayetinin valisi Yezid bin Useyd Hazar kağanı ile anlaşabilmek için halifenin arzusu gereğince bir Hazar prensesi ile evlendi. Fakat bu prensesin doğum esnasında ölmesi üzerine, Hazar Hakanı bunun kasıtlı olduğunu düşünerek As-Tarhan kumandasındaki orduyu İslam topraklarına gönderdi (12)

764 yılında Hazarlar Tiflis’i ele geçirdiler. 799 yılında ise Hazarlar hakanlarının kumandasında Ermenistan’a girdiler. Halife Harun Reşid’in kumandanı Yezid, bu Hazar hücumunu durdurmaya muvaffak oldu (13).

İslam İmparatorluğu’nun en kuvvetli devrinde Hazarlar’ın Araplar’a karşı gösterdiği mukavemet, bu Türk devletinin gerçekten güçlü bir oluşumda olduğunu gösterir. Zira, İslam kaynaklarından anlaşıldığına göre söz konusu bu devlet Çin ve Bizans ile aynı ayarda ve Doğu Avrupa’nın en büyük siyasi kuruluşu teşekkülü idi (14).

Hazar-Rus münasebeti:

VIII. asrın sonlarından itibaren ve IX. asırda Hazarlar’ın Kuzey ve batı hudutlarındaki komşularıyla münasebetlerinin arttığı görüyoruz. Hazarlar’ın sağladığı barış ve huzur sayesinde İskandinavya-Bizans ticaret yolu gelişti. Bu arada İskandinavyalı bir kavim olan Varegler, bu yolu takip ederek Kiyef bölgesine geldiler. Burada Hazarlar’a bağlı olarak ticaret yapmaya başlayan ve zenginleşen Varegler 862 yılında Rurik adlı knezin idaresinde Kiyef Rus knezliğini kurdular. Bu knezliğin gelişmesinde Hazar tesiri çok fazladır.

Bundan dolayı Kiyef kelimesi ancak Türkçe ile açıklanabilmektedir., yine kurulan Rus birliğinde başkanın ünvanı “Chacanus” (hakan) idi ve 988 de Hristiyanlığı kabul eden Vladimir ile sonradan knez olan Yaroslav hala bu ünvanı kullanıyorlardı.

Hazar-Macar münasebeti:

Hazarlar’a tabi olan kavimlerden birisi de Macarlardı. Macarlar aslında Fin-Ogur (OĞUZ) menşeilidir. Ural dağlarının ormanlık yamaçlarındaki eski yurtlarını terk ederek bozkır bölgesine geldiler ve Ogur Türkleri ile uzun süre beraber yaşadılar. Aslında kendi bölgelerinden Sabarların baskısı ile göç ederken bir kısım Macar’da eski yerlerinde kaldı (15).

Önceleri Kuban havzasında olan Macarlar daha sonra Don nehri boylarına gittiler. Don nehri boylarında iken Hazarlar’a bağlandılar ve onlar tarafından teşkilatlandırıldılar. Macar Arpad hanedanı bu sırada ortaya çıktı. Fakat doğudan Peçenekler’in belirmesi ile Macarlar’ın rahatı bozuldu. Peçenek saldırıları karşısında tutunamayan Macarlar yurtlarını terk ederek Orta Avrupa’ya doğru göç ettiler (16)

Daha sonra Karadeniz’in kuzeyine gelen Macarlar, burada Kündü ile Üge tarafından idare edildikleri sırada her bir oymağın başına Hazar Hakanlığının tayin ettiği birer “Ür” bulunan 7 kabileden müteşekkildiler. Burada Türkler’le büsbütün karıştıklarını kabile adları göstermektedir (17) . Ker-büyük iri, Keszikesik başka diğer iki oymak ise Fin-Ugor;nyer ve magyar, bunlardan Orta Asya menşeili ve Türk olan Kürt kabilesinin bir bölümünün Gök-Türkler çağında gelerek Macarlar’a karıştığı görülmektedir (18).

Hazarların yıkılışı:

X. yüzyıl ortalarına kadar, Hazar Hakanlığı Doğu Avrupa’nın en kuvvetli devleti olma özelliğini sürdürdü. Fakat iç düzenin bozulması ve dış tehlikelerin artması devletin gücünü yavaş yavaş azaltmıştır. Hazar Hakanlığı bir çok yönde Gök-Türk Devleti’nin teşkilatına ve o meyanda askeri teşkilata da sahip olduğu halde, zamanla bu askeri teşkilat gevşedi. Yani asker millet olmaktan çıktılar. Hazar ordusunda 10-12 bin kadar Harizm’li ücretli asker bulunuyordu.

Devlet ekonomik yönden zayıflayınca ücretleri veremez duruma
geldi. Bu sebepten çıkan huzursuzluklar devleti askeri ve idari yönden sarstı. Ayrıca doğudan gelen Peçeneklerin hücumları Harezm-İtil ticaret yolunun huzurunu bozmuştu. Yine ülkenin Karadeniz sahillerindeki Tamatarhan gibi ticaret merkezleri Slavlar’ın hücumuna maruz kaldı. Ruslar Kuban bölgesine kadar ilerlediler ve yağma yaptılar (19).

Hazar ülkesinde vaziyet böyle iken, Aşağı Sirderya çevresindeki Türk kavimleri arasındaki kaynaşma neticesinde Hazar Hakanlığı iyice sarsıldı (20).

Nihayet, Hazar Hakanlığı daha yüzyıl kadar ayakta kalabildi. 865’te Rus Prensi Svyatoslav Don boyu ve Kuban bölgesini, Tamatarhan şehrini işgal etti. Arkasından da Kuman-Kıpçaklar, Hazarlar’ın Harezm ve Türkistan ile bağlantılarını kesti ve ticaret faaliyetlerini tamamen durdu. Neticede Kuman-Kıpçak baskısı altında Hazarlar XI. Yüzyıl içinde kaybolup, gittiler. 

Bugün Avrupa’da Yahudi dinine mensup olan Karaim Türkleri ve Kafkaslar’da yaşayan Karaçaylar’ın Hazar kalıntıları olduğu sanılmaktadır.

Hazarlar’da Din:

Hazar Hakanlığı’nın kurulmasından sonra bölgede barışın sağlanması, ulaşımı artırmış, dolayısıyla her türlü milletten çok çeşitli insanların kaynaştığı bir ülke haline gelmişti. Böyle bir ortamda çeşitli dinlerin bir arada bulunması tabii bir durumdu.

Hazarlar aslında Gök Tanrı dinine (Tengri Han) inanıyorlardı. Yani Hazar halkının çoğunluğu bu dinde idi (21). Fakat zamanla Hakan ailesi Museviliği kabul etti. Beyler ve saray erkanı da Musevi idi. Tüccar zümrenin arasında ise Müslümanlık yaygındı. Bir de Ortodoksluk Karadeniz’in kuzeyinde epeyce yayılmıştı (22)

İslam tarihçilerinin (23) kayıtlarına göre, camii, kilise ve sinagoglar yan yana bulunuyordu.

Türk tarihinde Hazar Hakanlığından başka, hiçbir hükümdar sülalesi Yahudiliği kabul etmemiştir. Ayrıca sadece Hazar üst tabakasının Yahudiliği benimsemesi dikkat çekicidir. Bu sebepten dolayı Hazarlar’ın Museviliğe girişi meselesi tarihçiler tarafından etraflıca tedkik edilmiş, olmasına rağmen kesin bir netice elde edilememiştir. 

Yahudiler, 730-740 tarihlerinde hem Bizans, hem de İslam ülkelerinde şiddetli takibata uğrayınca, Kafkaslar üzerinden Hazarlara’a giderek, onlara sığınmışlar, arkasından da Hazar büyüklerini etkileyip Museviliği kabul ettirmişlerdir. Hazarlar’ın bu dini kabul edişlerini siyasi yönden izah etmek daha uygun gelmektedir. Çünkü o zamanki iki büyük devlet Bizans Hıristiyan, Abbasiler ise müslümandı. Hazarlarda üçüncü devlet olarak Museviliği kabul edip onların siyasi nüfuzlarından uzak kalmayı düşünmüşlerdi. 

Yahudiliği kabul eden ilk Hazar hakanının “Bulan” olduğu söylenmektedir. Bütün bunlara rağmen Hazar devletinin Yahudi devleti olduğu kabul edemeyiz. Çünkü bu dine girenler yukarıda söylediğimiz gibi sadece hakan ailesi ve devlet erkanı idi.
Halk, ise Gök-Tanrı dinine inanmaya devam ediyordu. Aslında Hazarlar Yahudiliğin “Karay” (24) denilen mezhebine girmişler ve zamanla Musa talimlerini öğreten, ihtiva eden Talmudçuluğa yaklaşmışlardır. Bu arada 960 tarihindeki Endülüs Emevi devletinin Musevi nazırlarından “Hasday bin Şarput” Kurtuba’dan Hazar Hakanı Yasaf’e gönderdiği mektup ile Hakanın İbranice yazdığı cevap konusunda uzun tartışmalar olmuştur. Bugün umumiyetle sahte olduğu kabul edilmekle birlikte mektubun verdiği bilgilerin doğruluğu dikkat çekicidir (25)

Karay mensuplarının (Karaimler) zamanla Hazar ülkesinde kalabalıklaştılar. Hatta zamanımızda Kırım’da, Polonya’da yaşayan Karaimlerden ana dilleri ve dini lisanı Türkçe olan cemaatler Musevi-Hazar Türklerinin devamı sayılmaktadır (26).


PROF.DR.AHMET TAŞAĞIL
Mimar Sinan güzel Sanatlar Üniv.
Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Başkanı
kendi sitesinden alıntıdır.

_____________
1) A.N. Kurat, Karadeniz’in Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, s. 30.
2) Hazar-Kazar=Kaz+ar: Anadolu Türkçesinde Gez+er= serbest dolaşan gezen, Gy. Nemeth H.M.K.
3)Arap kaynaklarında Al-Hazar, İbrani kaynaklarda Hazar, Kazar, Latin kaynaklarda Chazari, Gazari, Grek kaynaklarda Khazaroi, Rus kaynaklarda Kozar, Kazarin, Macar kaynaklarda da Kozar, Kazar, Ermeni kaynaklarda Hazir-k, Gürcü kaynaklarda Hazar-i, Çin kaynaklarda T’u-küe Ho-sa.
4) İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.157.
5) Tarihte Türklük, s. 114, İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s. 158.
6) Muhtemelen Batı Gök-Türk Hakanı Tong Yabgu’nun küçük kardeşi.
7) Kuzey Karadeniz’deki Türk Kavimleri, s. 32, İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s. 158.
İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s. 159.
9)K.K.T. Kav., s. 38, T. Türklük, s. 15.
10) İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s. 159.
11) K.K.T. Kav. S. 39, İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, S.159.
12) İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, S. 160, K.K.T. Kav., S.40.
13) İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, S. 160.
14) Tarihte Türklük, s.116.
15) Başkırt bölgesi.
16) K.K.T. Kav., S. 41, İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, S.,164, T.Türklük, S. 117.
17) Tarjan-Tarkan, Yenö-Inak, Kürtgyanmat(Yorulmaz)
18) İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, S.167.
19) R.Grousset, Bozkır İmp., S.182.
20) K.K.T. Kav., S.42.
21) R.Grousset, Boz. İmp. S.180.
22) K.K.T.Kav., S.35-36, İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, S.,162.
23) İstahri, El-Mesudi, İbni Havkal.
24) Müslümanlıkla biraz karışık.
25) İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.163, K.K.T.Kav., s.36.
26) İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.163, K.K.T.Kav., s.37.

KAYNAKLAR:
A- Bizans kaynakları: Theophannes, Patrik Nikephoros, Konstantinos
Porphygennetos, Hazarlar için önemli Bizans müellifleri.

B- İslam kaynakları: İbni Rustah, Kurtubalı El-Bakri, İranlı Gerdizi, İbni Faldan seyahatnamesi, İstahri, İbni Havkal ve Mesudi, Hazarlar için önemli İslam müellifleridir ayrıca Hudud’ül-Alem adlı eserde Hazarlar hakkında malumat verir.

BİBLİYOGRAFYA:
1- A.N. Kurat, IV. Ve XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz’in Kuzeyindeki Türk
Kavimleri, Ankara, 1971.
2- İ. KAFESOĞLU, Türk Milli Kültürü.
3- L.Rasonyi, Tarihte Türklük, Ankara, 1971.
4- B.Ögel, Türk Kültür Tarihi, Ankara, 1962.
5- Arthur Koestler, 13. Kabile (Türkçe Terc. Belkıs Çorakçı) İstanbul, 1984.
6- S. Runciman, Ortaçağların başında Avrupa’da Türkler, Belleten VII, 1943.
7- M. Kmosko, Araplar ve Hazarlar T.M. III, 1935.
8- Ramazan Şeşen, İbni Fadlan seyahatnamesi, İstanbul, 1976.
9- B.Ögel, Sekeller’in Atları Hakkında, Belleten, s. 36, 1945.
10- Y.Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, Ankara, 1965.
11- Şaban Kuzgun, Hazar Türkleri, 1984.

....//...




HİTLER AVRUPASI VE YAHUDİ SOYKIRIMI

Geleneksel teoriye göre Avrupa yahudilerinin yani Aşkenazi'lerin kökeni Fransa ve Almanya'nın doğusundan daha doğuya yani Polonya ve Doğu Avrupaya göçen gerçek, yani semitik yahudilerden oluşuyor. Avrupa yahudilerinin çoğunluğunu Doğu Avrupa yahudileri oluşturuyor, yani daha çok Polonya Yahudileri. Bu teoriye göre Batı Avrupa'daki veba salgını ve Haçlı Seferleri sırasında yani 2. milenyum başlarında (1100'ler civarı), Fransa ve Almanya'nın Batı bölgesi olan Ren bölgesindeki yahudiler katliama uğramıştı ve kaçanlar Doğuya göç etmişti.

Oysa Arthur Koestler'in bahsi geçen kitabında da belirtildiği gibi o sırada Almanya'nın batısında çok az sayıda yahudi yaşıyordu ve doğuya bir göç olmadı hiç! Yahudiler kendi bölgelerindeki güvenli bölgelere sığındılar.

Peki başta Polonya olmak üzere Doğu Avrupa Yahudilerini oluşturan ve II. Dünya savaşına kadar gelen ve Hitler tarafından kıyıma uğratıldığı söylenen Yahudiler nereden gelmişti ve kökenleri neydi?;

19. Yüzyıl ortalarından itibaren yapılan araştırmalar ve teorilere göre bu yahudiler gerçek yahudi yani semit değillerdi! Ari ırkın kökeni sayılan Kafkasyadan gelen 7. ve 10. yüzyıl arasında Karadenizin kuzeyinde Kiev(kuyuev) ile Hazar denizi arasında büyük ve çok güçlü bir imparatorluk kuran HAZAR TÜRK krallığınin soyundan geliyorlardı. yani bu yahudiler semit soyundan gelen gerçek yahudiler değil TURAN-TÜRK soyundan gelen Türkçe konuşan sonradan din olarak museviliği benimsemiş bir milletin soyundan geliyorlardı.

Bu teoriyi 19. yüzyıldakileri saymazsak ilk olarak 1940'lı yıllarda kendisi de bir Hazar Türk yahudisi olan ve daha sonra katolikliğe dönen Benjamin Freedman dile getirmişti. Daha sonra bu konu yine kendisi de bir Türk Hazar yahudisi olan eski komünist Macaristan doğumlu İngiliz vatandaşı Arthur Koestler tarafından yazılan ünlü 'Onüçüncü Kabile' kitabında dile getirildi ve büyük sansasyon yarattı. 

Diğer önemli bir kaynak da Kevin BROOK'un "Hazar Yahudileri" kitabı için tıklayın.


_____________

Günümüzde bu teori artık geniş bir kabul görmekte ve şu an Dünyada hararetli bir şekilde tartışılmaktadır;

Buna göre Türk soyundan gelen Hazarlar 700'lü yıllarda Kafkasyanın Kuzeyinde Karadenizin Batı kıyılarında çok güçlü bir imparatorluk kurdular. Hazarlar savaşçı ve fizik olarak çok güçlü, güzel insanlardı (çoğunlukla sarışın ve mavi gözlü).

O tarihlerde güneyde Müslüman Arapların devleti daha Batıda Hristiyan Bizans devleti vardı. Bu iki din ve devlet arasında sıkışan Hazarlar siyasi bir karar alarak Musevi dinini benimsiyorlardı (740 yılları) ( Bazı tarihçilere göre sadece kral ve çevresi museviliği seçti, ama genel görüşe göre kralla birlikte halkın çoğunluğu bu yeni dini benimsedi. Halkın arasında azınlık olarak Müslüman ve Hristiyanlar da vardı) daha sonra musevilik iyice revaç bularak Hazarları tam olarak kuşattı. Hazarlar savaşçı bir millet olmakla beraber aynı zamanda ticaretten çok iyi anlayan Asya ile Avrupa arasında ticaret köprüsü kuran bir kavimdi. Arapların Kafkasyanın Kuzeyine İslamı yaymasını Hazarlar durdurmuştu. bazı tarihçilere göre gerçek Semit Yahudiler Hazarlar ile temas kurarak onların Museviliği seçmesine neden olmuşlardı. böylece Yahudiler Dünya Yahudiliğini koruyacak çok güçlü bir orduya sahip olmuşlardı

2. Milenyumun başlarında 1000 yıllarında Hazar krallığı Ruslar tarafından yıkıldı. (Oysa Hazar Krallığı kurulduğunda daha Rusya diye bir devlet tarih sahnesinde yoktu!) bundan sonra bir süre daha bu bölgelerde Hazarlar yaşadıysa da büyük çoğunluğu Batıya doğru göçmeye başladı ve o zamanki Polonya-Litvanya topraklarına yerleştiler. Polonyalılar tarafından çok iyi karşılandılar. Hazarlar başta Polonya olmak üzere Ukrayna ve Orta Avrupa ülkeleri olan Macaristan (( bir Türk kavmi olan Magyarlar Hun kökenli olup (İngilizce Hungary, Macarcada bir çok Türkçe kelime olup en yaygın erkek ismi Attila'dır) Hazarlarla akrabaydı.)), Avusturya, Almanya, Romanya vb. gibi ülkelere göçerek yerleştiler. 

Daha sonra Ukraynalı Kozak kralının Hazar ülkesinde geride kalan Hazar köylerine hücum etmesi üzerine bu Hazarlar da Polonyaya göç edince, kıtlıktan, Polonyadaki Hazarlar kütleler halinde Macaristan ve Avusturyaya göç etmeye başladılar. bu göçler II. Dünya savaşına kadar sürdü.

Bu arada Polonyaya gelen diğer göçmenler Almanlardı ve kültür bakımından üstündüler. Hazarlar burada ticari kabiliyetlerini kullanarak ticaret yapıyorlardı. Dil olarakta Almancaya önem verdiler. Bu arada bazı gerçek yahudiler de Hazarların ticari kapasitesinden ve museviliği yaşama arzusundan etkilenerek Polonyaya geldiler. Bunlar kültür bakımından daha üstün Alman Yahudileriydi ve Hazarların dini bakımdan eğitimlerine yardımcı oldular. Zamanla hazarlar bir Almanca-İbranice-Slavca karışımı olan ve İbranice harflerle yazılan YİDDİSH dilini konuşmaya başladılar.

Evet kısaca Alman (Aşkenazi) yahudisi denilen ve bir yanılsama olarak Almanya ile bir alakası olmayan Avrupa yahudilerinin hikayesi böyle.

Dolayısıyla Dünyadaki gerçek Yahudiler Türkiye, Kuzey Afrika, Akdeniz kıyıları, İngiltere, Fransa ve Almanya'nın batısında yaşayan yahudilerdi ve bunlar azınlıktadır. Avrupa'nın Doğusunda ve Rusyada yaşayan yahudilerin % 95'i Türk Hazar kökenlidir ve semitik gerçek Yahudilerle uzaktan yakından bir kan bağı mevcut değildir.

Bundan dolayı Hitlerin toplama kamplarında toplanan ve kırılan Yahudiler  Türk Hazar Musevileridir...


Cengiz Özakıncı'nın 'Derin Yahudi Siyon-Türk Zelda




için tıklayın



Eski Yunanca'da Türkçe sesler olan "ç" ve "j" yoktur. "Ç" harfini yazabilmek için Yunan kaynakları "z" , "tz" ve "gg" seslerini kullanmış. 

Panialı Prisk Atilla'nın babasının adını (...yunan alfabesi ile yazılmış-SB) "Mundiuk" şeklinde yazmış. Türkçesi Muncuk ya da boncuktur.

İskit kelimesi ise Herodot'un kitabında (...yunan alfabesi ile yazılmış-SB) şeklinde yazılır ve "Skuzes" demektir. Heredot'un bu yazdığını ruslar "Skif" , İngilizler ise "Scyht" olarak okur. Biz de eski tarihi İngilizlerden aldığımız için "İskit" şeklinde okumuşuz.

Asur kaynaklarında ise bu kelime "Aşguzay/İşguzay" olarak geçiyor. Hatta İskitlerle Kimmerlerin kavgası Asur kaynaklarında "Aşguzaylarla Gimmirayların kendi kavgası" diye geçiyor.

Kelimelerin sonlarındaki - ay ekleri etnik (etnonim) benzerliği ortaya koyuyor. Terimin "Kuz" kökünü Asur kaynakları daha iyi koruyup saklamış. Bu "Aşguzay" kelimesi Yahudi kaynaklarına "AŞKENAZİ" olarak geçer. 

Bu durumda kelimenin kökü "Kuz/Guz" dur. Sonuç olarak İskit diye adlandırılan kavim Skuz/Guzlar yani OĞUZLAR'dır.

Böylece Türklerin kadim tarihten beri aynı isimle adlandırıldığı ortaya çıkıyor. Guz, Oğuz, Uz, Uts ve Gots bunlardan birkaçıdır.

V.V.Barthold Deşt-i kıpçak olarak adlandırılan bozkırın 10.yy'daki isminin Guz Bozkırı olduğunu yazar.

Skuzlar ya da Guzlar hem Hunluların hem de Peçeneklerin atalarıdır. Zaten Rusya Avrupa'daki İskit ve Hun mezarlarından çıkan kemikler üzerinde yapılan incelemeler onların baskın bir biçimde R1a ve R1b'li olduklarını söylüyor. Atilla'nın R1b'li olduğunu Macarlar söylüyor !

Osman Çataloluk
Türk'ün Genetik Tarihi - sayfa 119

Not: 
Türk haplotipi R'dir ve R'nin iki evladı olmuştur.R1a ve R1b

R1a bugün dünyada yarısı Slav yarısı Türk olan Slav kısmı Hind-Avrupa dilini konuşan ; Türk yarısı da Türkçe konuşan bölünmüşlüğün acısını hem kendisi yaşayıp hem de dünyaya tattıran koldur.

R1b kolu ise yine bugün dünyada Türkiye Türkleri de dahil olmak üzere yarısı Türk'üm deyip Türkçe konuşan , diğer yarısı da Hind-Avrupa Dilini konuşan bütün Avrupa milletlerini meydana getiren koldur. (O.Çataloluk)




___________ÇIK, ÇIKABİLİRSEN İŞİN İÇİNDEN !__________





14 Ağustos 2013 Çarşamba

ANAERKİL DOĞU / BABERKİL BATI





ESKİ YUNAN’IN ÇİLEKEŞ KADINLARI 
ANTİK YUNAN TRAGEDYALARININ GİZLİ KAHRAMANLARI



Kadının, tanrılar tarafından erkeğe sunulan sevimsiz bir armağan -Pandora- olduğunu düşünüyordu Hesiodos (1). Öte yandan başka bir şaire, Simonides’e (2) bakılırsa; tanrı, kadını yaratırken hayvanları model almıştı.

Eski Yunan’ın, tanrıların yalnızca kendi aralarındaki değil ama insanlarla olan ilişkilerini de anlatan renkli söylenceler evreninden sadece ikisi idi bu anımsattıklarımız. Bir yanıyla çağ insanının dünyaya bakış açısını yansıtan ama öbür yanıyla toplumsal yaşamın biçim almasında hayli önemli bir rol oynayan öykülerdi bunlar.

Bu saptamanın en göze çarpan örneklerinden biri de; kadına yönelik algı idi. Kadını, erkeğin başına musallat edilen bir bela olmanın ötesinde zayıf ve güçsüz bir varlık olarak kabul eden zihniyet, onu, yaşamının her döneminde erkeğin egemenliği altında yaşamaya zorlamıştı. Kendi hayatı ile ilgili kararlarda bile söz hakkı olmayan kadın, yalnızca bir çocuk doğurma aracı olarak kabul ediliyordu.

Eski Yunanlı kadının çeşitli kısıtlamalarla şekillenen yaşamının resmini en güzel çizecek olan da Eski Yunanlı kadının kendisi olsa gerek. Yine söylencenin dili ile. Ama bu kez tragedya (3) aracılığı ile Aiskhylos, Sophokles ve Euripides gibi şairlerin hayat verdiği, aralarında Klytaimnestra (4) ,Deianeira (5) , Prokne (6) , Andromakhe (7) , Elektra, Melanippe (8) ve Medea’nın (9) bulunduğu mitolojik karakterlerin ifadeleri ile
Eski Yunan’ın Çilekeş Kadınları- Antik Yunan Tragedyalarının Gizli Kahramanları Aiskhylos’un Agamemnon İsimli Oyunu’ndan;

Klytaimnestra, Agamemnon’un, Troya savaşından hemen önce sevgili kızları Iphigeneia’yı tanrılara kurban edişine öyle içerlemiştir ki savaş dönüşü kocasını öldürür. Bu cinayet, Argos’lu ihtiyarları öfkelendirmiştir. İhtiyarlardan birinin yönelttiği suçlama karşısında, şu sözlerle savunur kendini kraliçe: 

“… Beni yargılıyorsun burada. Sürgün edilmeliymişim… Ama şuradaki adamı hiç suçladığın yok. Kendi kızını pervasızca kurban etmiş olan. Sanki yünleri kabarmış koyun sürüsünden bir koyunmuş gibi. Kendi kızını, benim sevgili çocuğumu boğazlatan o adamı suçlamak… Hiç aklına gelmedi o zamanlar!.. Kızımı kurban gibi boğazladığı için öldürdüm bu adamı… Benim hakkımı, kadın hakkını çiğneyip kurban eden, Troya önlerinde Khryses kızlarıyla gönül eğlendiren adamdır öldürülmüş olan…” (10).


Aiskhylos’un Adak Sunucular İsimli Oyunu’ndan;

Agamemnon isimli tragedyanın devamı niteliğindeki oyunda; Elektra ve erkek kardeşi Orestes, babalarının intikamını almak için annelerini ve âşığını -Aigisthos- öldürmeyi plânlamışlardır. Argos’lu köle kadınları temsil eden koro; Klytaimnestra’nın daha evvel kocasını acımasızca öldürüşünü şu sözlerle nitelendirir: 

“… Kadınların, o en küstah, en koyu hırsı ve ateşi değil midir ölümlüler için, hep felaketin esas kaynağı? Her çiftin, her birlikteliğin tepesindeki bu kadın egemen baskıdır, sürekli ezen…” (11) (Aiskhülos, 2010: 60- 61, 95).


Sophokles’in Trakhis’li Kadınlar İsimli Oyunu’ndan;

Deianeira, nehir tanrısı Akheloos ile değil de Herakles ile evlenmiş olmanın mutluluğunu çok kısa bir süre yaşadığını ifade ediyor oyunun başında. Zira yiğit, sürekli evden uzakta, savaştadır. Çocuklarıyla baş başa kalan Deianeira hep yalnızdır. Mutsuzluğunu; genç kızlar korosuna şu sözlerle anlatıyor: 

“… Herakles, aynı bir çiftçinin arada sırada tarlasını ziyaret etmesi gibi bizi ziyaret etmekten başka bir şey yapmıyor… Sanıyorum ki buraya geldiğinizde üzüntümden haberdar değildiniz. Fakat kalbimdekileri sizin de bilmenizi istiyorum. Henüz çok gençsiniz ve gençliğiniz öylesine hızla büyüyor ki, bunu ne güneşin kızgın harareti, ne yağmurlar, ne de fırtınalar dindirebilir. İnsan bir kadın olana dek mutlu mesut bir yaşam sürer. Fakat bundan sonra insanın başına yeni dertler gelir. Kimi zaman kocanızı kimi zaman da çocuklarınızı düşünürsünüz. Ancak bu acıları çeken bir kadın şu an beni anlayabilir…” (Sofokles, 2010: 66).


Sophokles’in Tereus İsimli Oyunu’ndan;

Tereus, karısı Prokne’nin kız kardeşine tecavüz etmiştir. Prokne intikam almak için oğullarını öldürmeyi plânlamaktadır.

“… Şimdi babamın evinden uzakta, bir hiçim. Evet, genellikle kadınlara bu gözle baktım. Birer hiç olduğumuzu düşündüm. Bence genç kızlar, babalarının evlerindeyken en tatlı yaşamları sürerler. Masumiyetlerinden dolayı güvendeve mutludurlar (12) .Ama bir kadın olduğumuzda evlerimizden uzaklaştırılır ve ana babalarımızdan ayrı düşeriz. Kimimiz tanımadığımız, kimimiz yabancı erkeklerin evlerine gideriz. Kimi neşesiz, kimi soğuk…” (13) (Lefkowitz,- Fant, 2005: 12) diyor genç kadın.


Euripides’in Troya’lı Kadınlar İsimli Oyunu’ndan;

Troya kenti Akha’lar tarafından alınmış, Hektor Akhilleus tarafından öldürülmüştür. Öte yandan Andromakhe, sahip olduğu erdemlerden dolayı, Akhilleus’un oğlu Neoptelemos’un payına düşmüştür. Kayınvalidesi Hekabe’ye, çocuğu ile birlikte tutsak olarak götürüldüğünü duyurur. 

“… Ben iyi ünün peşinden gittim ama elde ettiğim şansın çoğunu kaybettim. Çünkü kadınlarda bulunması gereken erdemleri, Hektor’un çatısı altında elde ettim. Ve özellikle doğru olsun olmasın dışarı çıkan kadının suçlanması; evde kaldım, böyle bir isteğin tutsağı olmadan (14). Evden ırak tuttum kadın dedikodularını, söylentilerini. Salt aklımın bilgeliğine inanarak. Kocamın yanında dilim suskun, bakışlarım sakindi… Buün, Akha ordusu gelince yok oldu…” (Euripides, 2002: 34) diyor Andromakhe.


Euripides’in Andromakhe İsimli Oyunu’ndan;

Andromakhe, Neoptelemos’un Skyros’taki evine getirilmiş ve bir oğlu olmuştur. Öte yandan yiğidin karısı -Sparta’lı Menelaos’un kızı Hermione’nin çocuğu olmuyordur (15).

O, bu durumdan Andromakhe’yi sorumlu tutar. Kendisine büyü yapmakla suçlar ve öldürülmesini ister. Öte yandan Andromakhe kendini savunarak, Hermione’nin, kocasına yönelik olan korumacı tavrını eleştirir. 

“… Kocan senden, benim büyülerimden dolayı nefret etmiyor ki. Onun nefretinin sebebi,ona birlikte yaşamak için vermen gerekeni vermemen. Bu da güzellik değil, bir kocaya en çok zevk veren şey olan erdem… Eğer ıstırap çekiyorsan bunun sebebi Sparta’yı önemli bir kent olarak görüp, Skyros’u küçümsemendendir. Sen, yoksullar arasında yaşayan zengin bir kadınsın. Baban Menelaos’un Akhilleus’tan daha büyük bir adam olduğunu düşünüyorsun. İşte kocan bu yüzden senden nefret ediyor...”. 

Yine Andromakhe’nin Hermione’ye söylediğine bakılırsa;

“… Bir kadın kocasını her şart altında sevmelidir… Sen bir adamın birçok kadınla evlenip, her biriyle sırayla yattığı soğuk Trakya ülkesindeki tiranlardan biri ile evlendirilmiş olsaydın, bu diğer kadınları öldürecek miydin? O vakit,yalnızca şehvet peşinde koşan bir kadın olarak gösterilirdin. Davranışın tek kelime ile iğrenç. Evet, bizim sorunlarımız kocalarımızınkilerden daha büyük ama biz, problemlerin nasıl çözüleceğini de biliriz…” (Lefkowitz- Fant, 2005: 11-12)


Euripides’in Elektra İsimli Oyunu’ndan;

Yıllardır Argos topraklarından uzakta olan Orestes, gizlice ülkeye girmiştir. Kız kardeşi Elektra ile bir araya gelip, babalarının intikamını alma plânı yaparlar. Önce Aigisthos’u öldürürler. Sıra annelerine yani Klytaimnestra’ya da gelecektir. Genç Elektra’nın, Aigisthos’un ölüsünün başında sarf ettiği sözler arasında şunlar da vardır: 

“… Argos’ta herkes senin için, “kadının kocası” derdi. Ama onun için “adamın karısı” demezdi. Evde erkeğin değil de kadının sözünün geçmesi utanç verici değil mi? Kent içinde, erkeğin, yani babalarının adıyla değil de annelerinin adıyla anılan çocuklardan da nefret ederim…”.

Kocasını öldürmüş ve yeni bir âşık edinmiş olan Klytaimnestra, Troya’lı köle kadınların eşliğinde görünür. Kraliçenin, kızının suçlamaları karşısında kendini savunurken söylediği sözler arasında şunlar da yer alır: 

“… Eğer bir kadının adı kötüye çıkmışsa, onun üstüne artık iyi konuşulmaz. Ama bence bu haksızlık… Baban kızımı aldatıp evden çıkardı…Sunakta Iphigeneia’mın ak boynunu eğip boğazını kesti… Yine de çok kırıldığım halde ve öfkem hiç azalmasa da öldürmezdim kocamı. Ama kocam kudret çarpmış çılgın gibi bir kızla geldi ve onu yatağımıza aldı… Kadınlar densiz olur, bunu inkâr etmiyorum. Öyle oldukları için de, eğer koca yatağı unutup da sapıtırsa, kadın da adama aynını yapar. Başka bir dosta meyleder. O zaman suçlama açıkça bize karşı yapılır. Asıl suçlu erkeklerse hiç mi hiç suçlanmaz…” (16) (Euripides,2008: 43- 47).


Euripides’in Medea İsimli Oyunu’ndan;

Kocası ve iki oğlunun babası olan Iason’un, Korint ülkesinin kralı Kreon’un kızı Glauke ile evlendiğini duyan Medea hem öfkeli hem üzgündür. Korint’li kadınlara dert yanar şu sözlerle: 

“… Yaşayan ve bir irade sahibi olan yaratıklar içinde, biz kadınlar kuşkusuz en zavallılarıyız. Büyük bir bedel ödeyip bir kocaya vardığımızda, onu, bedenimizin de sahibi olarak kabul etmek zorundayız… Büyük soru gelir ardından da. Bu aldığımız adam iyi midir yoksa kötü mü? Bir kadının hoş değildir boşanması, imkânsızdır bir erkeği reddetmesi… Eğer erkek başlarsa sıkılmaya evdekinin varlığından, dışarı gider ve bulur bir çare can sıkıntısına. Biz kadınlar mecburuz bakmaya sadece tek bir adama. Ve derler ki bize, biz evde tehlikelerden uzak yaşıyormuşuz, onlarsa gidiyorlarmış savaşa, salaklar. Bir savaşta üç kez en ön safta yer almayı yeğlerdim, bir çocuk doğurmaktansa…” (17) (Euripides, 2006: 17).


Euripides’in Tutsak Melanippe İsimli -kayıp- Oyunu’ndan;

“… Erkeklerin kadınlara yönelik eleştirileri ne kadar da haksız. Ben; size, kadınların erkelerden daha iyi olduğunu göstereceğim… Evin tüm işlerini çekip çeviren ve evde ne varsa koruyup kollayan, kadınlardır. Bir kadının olmadığı ev ne temizdir ne de zengin (18). 

Kadınların dindeki yerini düşünün ki, bu bence en önemlisidir, biz kadınlar dinsel törenlerdeki en mühim görevleri üstleniriz. Tanrı Apollon, kehanetlerini, rahibeleri aracılığı ile duyurur (19).

Dodona’nın kutsal alanında, Kutsal Meşe olarak bilinen yerin yakınında, Tanrı Zeus’un niyetlerini, Yunanistan’ın çeşitli bölgelerinden gelen insanlara, yine kadınlar açıklar… Şunu söylememe izin verin, kötü bir kadından daha kötüsü yoktur ama iyi bir kadından da daha iyisi yoktur…” (Lefkowitz- Fant, 2005: 14).


Sonuç

Söylencelerin, tanrıların erkek ırkına verdiği bir ceza olarak nitelendirdiği kadın; doğumundan ölümüne dek erkeğin hükmü altında yaşamaya mecbur edilmiş bir varlıktı Eski Yunan’da. 

Kimi zaman dünyaya gelmesinin ardından, yaşayıp yaşamayacağına bile babası karar verirdi. Öte yandan çocukluk dönemini çok erken geride bırakır, henüz onüç- ondörtyaşlarında iken evlenmeye mecbur bırakılırdı. Bunun yanında evlilik; hayatında fazla bir değişiklik yaratmazdı. 
Kocaevinde, dört duvar arasına sıkışmış, tutsak bir hayatı sürdürmesi beklenirdi ondan. Tek görevi ise çocuk doğurmaktı. Yenidoğanın yaşam hakkı ve geleceği hakkında söz sahibi olamadan. Olur da yaşlanır ve dul kalırsa, devlet ona, yalnızca bir oğul doğurmuşsa bakardı. Vaktiyle erkek doğurmamış tüm yaşlı kadınların kaderi ise kendi ailelerinin elinde idi. Birkaç kuruş kazanmak için ebelik yapan, cenazelerde matemcilik görevi üstlenen ya da dini törenlerde rol alanları saymazsak elbet. 

İşte bu görünümün yahut Eski Yunan’lı kadının çilekeş yaşamının en güzel tasvirini çizen de; aynı çağdan günümüze ulaşan tragedyalar. Hem de kadın karakterlerin aracılığı ile.



Yrd.Doç.Dr.Didem Demiralp 
Gazi Üniversitesi Edebiyat Fak. Arkeoloji Bölümü Beşevler Kampüsü


__________________________________________
AÇIKLAMALAR 

1 ) Boiotya’lı şair. 
“…Çok eski zamanlarda tanrılarla ölümlü erkekler bir arada yaşıyormuş. Ama gün gelmiş, birbirlerinden ayrılmaları gerekmiş. O zaman dünya üzerindeki paylarının ne olacağına karar vermek için Mekone adlı ovada toplanmışlar.

Burada Prometheus büyük bir öküz kesmiş, parçalara ayırmış ve Zeus’un aklıyla alay ederek kesilen et parçaları arasında seçim yapmasını istemiş. Aklı sıra tanrıyı kandırmağa kalkışarak ona, yağla bezediği kemikleri sunarken ölümlü erkeklere, hayvanın midesine doldurduğu etleri hazırlamış. 

Sonsuz akıllı Zeus, tuzağın farkına varmışsa da bir şey dememiş. Ama yağla kaplanmış kemikleri eline alırken, ölümlüler için içi doldurulacak bir felaket düşünmüş ve bundan böyle dünya üzerindeki ölümlü insan ırkından ateşi saklamış. Ama Prometheus onu yine aldatmış ve bir rezene sapı içinde ateşi çalarak insanlara armağan etmiş. 

Zeus ise hemen bir fenalık düşünmüş ateşin bedeli olarak. Meşhur topal tanrı, Kronosoğlu’nun arzu ettiği gibi, utangaç bir genç kız biçimlendirmiş topraktan. Athena, ona parlak kıyafetler giydirmiş, başını süslü bir duvakla örtmüş ve taze çiçeklerden oluşan bir çelenkle taçlandırmış. Çok ünlü topal tanrının, Zeus’un arzusuna göre kendi elleriyle biçimlendirdiği altın kurdeleyi de takmış başına. Sonra öbür tanrıların ve ölümlü insanların önüne çıkarmış Zeus, Pandora (tanrıların armağanı) isimli bu kadını. 

Onların gördüğü şey; insanların dayanamayacağı bir kurnazlığa sahipmiş aslında. Ondan kadın ve dişi ırkı türemiş. Ölümlü erkekler arasında yaşayan ölümlü bir kadın ırkı. Kadınlar, erkeklere büyük bir dert olacaklarmış bundan böyle. Darlıkta ve yoklukta değil ama bollukta ve zenginlikte erkeklere zevcelik edeceklermiş. 

Nasıl ki bir kovanda tüm arılar çalışır ve semeresini yalnız tek bir arı alır, işte böyle bir kadın ırkı yaratmış Zeus tüm erkekler için. Sahip oldukları iyi şeylerin bedeli olarak ise ikinci bir fenalık düşünmüş. Her kim evlilikten ve kadınların neden olduğu dertlerden kaçarsa, o, yaşlılık günlerinde yalnız kalacakmış ve öldüğünde tüm malları akrabaları arasında paylaşılacakmış. 

Evliliği seçip kendine uygun bir eş bulan için ise başka bir kötülük olacakmış onu bekleyen. Yaramaz çocukları olacak, ruhu ve kalbi hiç dinmeyen bir kederle dolacakmış…” (Hesiod, 2006: 45- 53) diyor Hesiodos.


2 ) Arkaik Çağ şairi. Dediğine göre; 

“…Başlangıçta tanrı, kadın aklını bir dişi domuzdan yaratmış. Bu kadının hem kendisihem de evi pislik içindeymiş. Başka birini ise; dişi tilkiden yaratmış. Her şeyi bilen bu kadının sağı solu belli olmaz, iyiye kötü kötüye iyi dermiş. Başka biri de dişi köpekten yaratılmış. Her şeyi duymak ve bilmek isteyen bu kadın, sürekli gezer durur ve sürekli havlarmış. Bir erkek onu güzellikle veya zorla susturamazmış. 

Olympialı’ların topraktan yarattığı kadın ise; bodur bir yaratık olup, iyi ile kötü nedir bilmezmiş. Tek yaptığı tıkınıp durmakmış. Tanrının denizden yarattığı kadına gelince; bir gün güler ve mutlu olur, onu gören yabancılara “dünyada bunun kadar iyi ve güzel bir kadın yoktur” dedirtecek kadar sevimli olurmuş, öbür gün ise ne yüzüne bakılır ne yanına yaklaşılırmış. Tıpkı bir okyanus gibi değişken bir tabiatıvarmış. 

Tanrının kül grisi eşekten yarattığı kadın; pek çok zorluğa katlanarak istemediği halde çalışır dururmuş ama gece-gündüz durmadan yermiş. Aşkta ise seçici davranmazmış. Gelincikten yaratılan kadın ise berbat bir yaratıkmış. Onunla ilgili hiçbir şey, güzel ya da sevilir değilmiş. Aşk için çıldırırmış ama beraber olduğu adamı hasta edermiş. Komşularından çalar çırpar, pişmemiş kurban etlerini yermiş. 

Tanrının uzun yeleli bir kısrağın yavrusundan yarattığı kadın da herkese dert olur, evde hiçbir işe yardım etmezmiş. Günde iki-üç kez yıkanır, süslenir püslenirmiş. Başkaları için bakılası güzellikteki bukadın, kocası için tam bir veba demekmiş. Maymundan yaratılan kadın ise; Zeus’un erkeklere verdiği en büyük dertmiş. Kente indiğinde herkesin ona bakıp da kahkahalarla güleceği iğrençlikte bir surata sahipmiş. Kısacık bir boynu ve hantal bir yürüyüşü varmış. Bedeni yalnızca sahip olduğu bacaklardan oluşuyormuş. Tıpkı bir maymun gibi her türlü hileyi, oyunu bilirmiş. İyilik yapmayı ise bilmez, gün boyu kötülük planlar dururmuş. Tanrının arıdan yarattığı kadını alan erkek ise; talihliymiş. Onun sayesinde mal varlığı artar, evi zenginleşirmiş...” (Lefkowitz- Fant, 2005: 25- 27).


3 ) Şarap tanrısı Diyonizos onuruna söylenen şarkılardan (dithyrambos) doğmuş ve klasik şeklini M.Ö 5. yüzyıl Atina’sında almıştır. M.Ö 500’lerde; Diyonizia olarak adlandırılan ve tanrının onuruna her Mart’ta kutlanan şenliğin bir parçası haline gelen oyunlar, M.Ö 5. yüzyılın ortasından itibaren yine Diyonizos’u onurlandırmak amacıyla düzenlenmeye başlanan Lenaia bayramlarında da sahneleniyordu. 

M.Ö 4. yüzyılda; Attika’nın (Yunanistan’ın orta kesimi) tamamındaki yortularda yer alan tragedyalar sonraları tüm Yunan dünyasına yayıldı.

Kriteri ise; Aiskhylos, Sofokles ve Euripides’in yapıtları belirliyordu. Gösteriler; o çağın büyük spor müsabakalarına benzeyen bir yarışma şeklinde düzenleniyordu. 

Her bayram seçilen üç yazar; yapım, yönetim, koreografi ve müziğinden sorumlu olduğu üç tragedya ve bir satir oyunundan (Diyonizos’un eşlikçileri olanorman cinleri satirlerin tanrıyı övdüğü bir nevî komedi) oluşan oyunlarını, üç gün ardarda sergilerdi. 

Tamamı erkek olan oyuncular ve koro üyeleri maske takarlardı. Oyunların konuları genellikle mitolojik öykülerden alınmaydı. Tragedya yazarı; bu hikâyeleri, yaratmak istediği toplumsal, siyasi ve ahlâki etkiye bağlı olarak farklı yorumlayabiliyordu. Ancak onun asılamacı; dramatik bir etki yaratmak yani izleyicide ümit ve korku karışımı hisler uyandırmaktı (Speake, 1994: 644- 645).


4 ) Argos kralı Agamemnon’un karısı. Khrysothemis, Elektra, Orestes ve Iphigeneia’nın annesi.


5 ) Efsanevi yiğit Herakles’in karısı. Hyllos’un annesi.

6 ) Trakya kralı Tereus’un karısı. Itys’in annesi.

7 ) Hektor’un karısı. Astyanaks’ın annesi.

8 ) Savaş tanrısı Ares’in kızı. Hippolyte’nin kardeşi.

9 ) Argonaut’lar seferinin kahramanı olan Iason’un karısı. İki oğul annesi.


10 ) Bu tema; Eski Yunan’ın günlük yaşamındaki bir uygulamayı akla getiriyor. 

Bu da istenmeyen çocukların, özellikle de kız bebeklerin doğumdan sonra terk edilmeleridir. Her ne kadar Geç Klasik Çağ’da tartışma konusu olmuşsa da ekthesis ya daapothesis denen bu uygulamaya göre; bebek kimi zaman sakat ya da hasta, kimi zaman köle ya da yasa dışı, kimi zaman da yalnızca kız olarak dünyaya geldiği için terk edilirdi. Bir kızın ölüme terk edilişi bir yandan onun ileride aile bütçesine katkı sağlayamayacak olmasıyla ilgiliydi. Öte yandan evlenmesi durumunda belli bir miktar parayı da -çeyiz- beraberinde götürmesi gerekecekti. Bu da fazladan masraf anlamına gelirdi. (Garland: 1993: 84- 86, 93).

11 ) Kadının felaketle eş tutuluşu; Hesiodos’un, Pandora’nın yaradılışına dair şu tasvirini anımsatıyor: 

“… O ana dek her türlü hastalık ve dertten uzak yaşamış olan erkekler, bu kadının getirdiği kapaklı bir kavanozun içinden çıkan her tür felaketle tanışmış. Kavanozun kapağını hemen kapatınca da içinde sadece umut kalmış. Bu yüzden sayısız felaket ve dertle doludur karalarla denizler. Hastalıklar gündüz gece dolaşır durur ölümlüler arasında sessizce. Çünkü tanrı Zeus ses vermedi onlara…” (Hesiod, 1983: 9).

12 ) Eski Yunan’da kızlar -varsa- erkek kardeşleriyle birlikte evin yalnızca kadınlara ayrılmış kısmı olan gynaikon’da anneleriyle beraber yaşarlardı. Yemek yapma, dikiş dikme ve örgü örmeyi anneleri ya da büyükannelerinden öğrenirlerdi. 

Kız çocukların resmi bir eğitim almaları söz konusu olmasa da okuma- yazma öğrenenler de vardı. Bu durum, onların ileride koca evindeki tüm gelir-giderden sorumlu tutulacak olmalarıyla ilişkilidir. Yine de “…Karısına okuma- yazmayı öğreten adam, yılana zehir tedarik ettiğinin bilincinde olmalıdır…” (Lefkowitz- Fant, 2005: 31) diyen bir komedya yazarının ifadelerinden anlaşıldığına göre; kadının okur- yazarlığı, erkekler arasında tartışma konusu imiş gibi görünüyor.

13 ) Öte yandan Deianeira ve Prokne’nin “mutlu” olarak nitelendirdiği bu zaman fazla uzun sürmezdi. Zira kızlar, ergenliğe erişir erişmez evlendirilirdi. Üstelik evlenecek olan kızın kocasını seçmesine izin verilmezdi. Tarihçi Herodot’a göre; Atina’lı Kallias’ın, evlilik çağına gelen üç kızına, kocalarını seçmeleri için izin vermesi (Herodotos, 1991: 318) sıra dışı bir durumdu.

14 ) Evlilikle birlikte koca evine giden kadın, burada da yalnızca kendisine ve hemcinslerine ait olan kısımda yani gynaikon’da yaşardı. Kadının sokağa çıkması hoş karşılanmazdı. Bunun tek istisnası, bayramlar ve dinsel törenlerdi belkide. Platon bile “kadınlar, karanlıkta yaşamaya alışmışlardır” (Platon, 1998: 193) demişti. 

Öte yandan “evinden ayrılan bir kadın, ona rastlayanların, kimin karısı olduğunu değil kimin annesi olduğunu soracak yaştadır” diyen hatip Hyperides’in ifadeleri; yaşlı kadınların bu konuda daha rahat olduklarına işaret ediyor. Yine de bunun sebebi; yaşlanmış olan kadının, doğurganlığını geride bırakmış olması idi (Garland, 1993: 244).

15 ) Hermione’nin çocuk sahibi olamamaktan kaynaklanan endişesi; bizi, Eski Yunan toplumunun günlük yaşamında aynı durumdaki kadınların halini düşünmeye sevk ediyor. Evliliğin ilk ve hatta tek amacı yasal çocukların doğması olduğundan, kadının kısır olması, kocasının onu reddetmesi için yeterli idi. Öte yandan kimi zaman hiçbir neden olmaksızın da erkek, karısını terk edebilirdi.

16 ) Klytaimnestra’nın bu ifadeleri; Eski Yunan’da evli erkeğe tanınan cinsel özgürlüğü anımsatıyor. Öte yandan evli bir kadının böyle bir ilişkisi, kocasının onu boşamasını gerektiriyordu. Yoksa koca, vatandaşlık hakkını -aitima- kaybederdi.

17 ) Medea’nın bu sözleri; henüz çocuk denebilecek bir yaşta iken evlendirilen kızlar için doğum olayının ne denli acılı olduğunu anımsatıyor. 
Öte yandan bir kadın için doğum yapmak o kadar önemli idi ki; örneğin Sparta kentinde yalnızca savaş sırasında ölen askerlerin ve doğum sırasında hayatını kaybeden kadınların isimleri, mezar taşlarına kazınıyordu.

Atina’daki mezar taşları arasında da; kadınları, doğum esnasında gösteren tasvirler bulunuyordu. Yine de vurgulanması gereken bir nokta var. 

O da; her ne kadar bir kadının ilk görevi çocuk doğurmak olsa da kadınlar hamilelikleri süresince kirlenmiş kabul ediliyorlardı. Üstelik ev halkını da kirletmiş oluyorlardı. Hane halkının temizlenmesi, doğumdan sonraki beşinci gün -amphidromia- gerçekleşirken, annenin arınması için aradan kırk gün -tesserakostaion- geçmesi şarttı (Garland,1993: 96- 97).

18 ) Toplumun evin içine hapsettiği kadın, öyle görünüyor ki ailenin ihtiyaç duyacağı erzağın kullanılması ve saklanması yanında para işlerinin düzenlenmesinden de sorumluydu. Klasik Çağ’ın ünlü komedya yazarı Aristofanes’in “Lysistrata”isimli oyununda; kadınlar, bitmek bilmeyen savaşlar yüzünden uzun süre şehirden uzak kalan erkekleri silah bırakmaya çağırırlar. 

Atina kalesini ele geçirip şehir kasasına el koyarlar. Erkekler parayı geri isteyince, kadınların lideri Lysistrara der ki: “Para işlerini biz yöneteceğiz. Şaşılacak ne var ki bunda? Evin para işlerini biz yönetmiyor muyuz?” (Aristophanes,2006: 33).

19 ) Işık, sağlık ve bilgelik tanrısı Apollon’un Delfi’deki tapınağında.

KAYNAKÇA

*Aiskhülos, 2010. Oresteia (Çev: Yılmaz Onay). Mitos- Boyut Yayınları, s. 60- 95, İstanbul.
*Aristofanes, 2006. Eşek Arıları, Kadınlar Savaşı ve Diğer Oyunlar (Çev: Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 33, İstanbul.
*Euripides, 2002. Troyalı Kadınlar (Çev: Sema Sandalcı). Arkeoloji ve Sanat Yayınları, s. 34, İstanbul.
*Euripides, 2006. Medea (Çev: Metin Balay). Mitos-Boyut Tiyatro Yayınları, s. 17, İstanbul.
*Euripides, 2008. Elektra (Çev: Yılmaz Onay). Mitos-Boyut Tiyatro Yayınları, s. 43- 47, İstanbul.
*Garland, R. 1993. The Greek Way Of Life. Cornell University Press, s. 96- 97, 244, İstanbul.
*Herodotos, 1991. Herodot Tarihi (Çev: Müntekim Ökmen). Remzi Kitabevi, s. 318, İstanbul.
*Hesiod, 1983. The Homeric Hymns And Homerica (with an english translation by Hugh G. Evelyn-White, M.A). HarwardUniversity Press, s. 9, Massachusetts.
*Hesiod, 2006. Theogony, Works & Days, Testimonia (edited and translated by Glenn W. Most). Harward University Press,s. 45- 53, London.
*Lefkowitz, M. and Fant, M. B. 2005. Women’s Life In Greece And Rome. The Johns Hopkins University Press, s. 11-31, Baltimore.
*Platon, 1998. Yasalar I.Cilt (Çev: Candan Şentuna, Saffet Babür). Kabalcı Yayınevi, s. 193, İstanbul.
*Sofokles, 2010. Oidipus Kolonos’ta- Trakhis’li Kadınlar (Çev: Furkan Akderin). Mitos- Boyut Yayınları, s. 66, İstanbul.
*Speake, G. 1994. Dictionary Of Ancient History, Penguin Books, s. 644- 645, London.

pdf:



...

BU KONUYLA İLGİLİ DİĞER YAZILAR:


1-  MİLETOSLU ASPASİA


2- Heykeltraşların Kenti : PERGE

Perge'nin en önemli özelliklerinden bir diğeri de MS.2.yy başında kentin idarecisinin kadın olması. Adı Plancia Magna.

Bu kadın, hem kentin idarecisi hem de Tanrıça Artemis'in baş rahibesi , aynı zamanda imparator kültü baş rahibesi. Biliyorsunuz; Anadolu'da kadın çok önemlidir. Esasında Anadolu anaerkil bir toplumdur. Neolitik Dönem'den beri iri göğüslü ve iri kalçalı ana tanrıça heykelleri, doğurganlığı ve bereketi simgeler. Sonra bu Kybele'ye dönüşmüştür. Perge'de MS.2.yy başında bir kadın yönetici olması Anadolu için çok önemlidir.


3- MEDEA - ALTINPOST


4- AMAZONLAR

Kimmerler, Ural-Altay kökenli bozkır göçebelerinin batı koluna 
mensupturlar. Eski Çağ'daki Türk Kültür Tarihi'nin ilk temsilcilerindendir. 

Strabon'a göre Trabzon yakınlarında Kimmerius / Kimmerius Dağı
bulunmaktadır. Kimmerius / Kimmerius Dağı daha sonra Ağırmış Dağı adını almıştır (19) . Arisn'e bağlı Kuzgurcuk köyünün eski ismi Korgen'di (20) . 

XIV. yüzyılda Canik sancağına bağlı Satılmış kazasında Korgan isimli (günümüzde Ordu iline bağlı Korgan ilçesi) bir köy bulunmaktadır (21). Korgan, Türk devlet hayatında önemli kişilerin mezarına denmektedir. Kelimenin aslı korugan (koru-gan)dır. Ölüleri korumasından dolayı bu ismi almıştır. İlk kez Kimmerler tarafından yapılmıştır. Gelenek daha sonraki Türkler tarafından sürdürülmüştür. 

Herodotos'tan öğrendiğimize göre, Terme çevresinde Amazonlar yaşamaktadır. Efsanelere de konu olan erkeksiz savaşçı kadınlar (22), Kimmerler olduğu artık bilinen bir gerçektir (23).

Prof. Dr.Necati DEMİR

ve

Dr.Kimball Hint-Avrupa bilinci ile yazmış olduğu kitapta birçok veri Türki topluluklarını göstermektedir. Kendisi ısrarla söylemese de bulguları o yöndedir. Mesela Sarmatlar , İskitler, Kimmerler hep Türk boylarıdır. At ile gömü, Balballar ve Kımız Türk boylarında görülür. Son dönemlerde ortaya çıkmış makale ve kitaplar da göz önünde bulundurularak okunması ve "Amazonlar" tarihi açısından tavsiye ederim. SB.

Savaşçı Amazonlar - J.D.Kimball



Savaşçı Amazonlar - J.D.Kimball

Amazonlar hakkında bildiklerinizi unutun... Amazon kadınlarına ait mezarlarda araştırma yapan Kimball onların izini buldu. Amazonlar gerçekten yaşadılar, mezarları bugünkü Kazakistan’dadır. Mezarlarında atları, okları, kılıçları ile birlikte gömülmüşlerdir. 

Ve... Kimball, Kazakistan’da küçük sarışın bir kız görür, at üstündedir. Amerikalı arkeolog şaşırır, bu Türklerin arasında şarışın kızın işi ne diye. Kızın adı Meryemgül’dür. Kimball, Meryemgül’ün DNA örneklerini alır ve onu Amazon kadınlarına ait iskeletlerle karşılaştırır. Sonuç, tarih değişterecek kadar hayret vericidir, Meryemgül ile Amazonların DNA’ları bire bir aynıdır!

Amazon Kadınları bu zamana kadar pek çok fantastik filmin, kitabın ve tartışmanın konusu oldu. Yarı çıplak, asi, tutkulu ve seksi ifadeleri, daha iyi ok atabilmek için kestikleri tek memeleri ve oklarıyla simgeleşerek bugünlere geldi. Çoğu kişi bu cezbedici kadınların varlığına sonuna kadar inandı ama bir kısım insan da bunun bir efsaneden öte gidemeyeceğini çünkü yaşamış olamayacak kadar muhteşem olduklarını düşündü. Erkeklerin kadını alt eden dünyasında, erkeğe meydan okuyan, erkeklerle sadece yılda bir kez çiftleşmek için bir araya gelen, eğer erkek bebek doğururlarsa da bu bebekleri sakatlayıp öldüren acımasız asiler…

Kurganlardan çıkan gerçek

Ancak efsane artık gerçek! Onlar, erkek egemen toplumların baş edemediği, savaşkan, ata binen ve ok atan Türk kadınları! Evet, yanlış okumadınız, Amazonlar Türk çıktı. Araştırma, Amerikalı bir arkeolog olan Dr. Jeanine Davis Kimball’a ait. 1994 yılında Kazakistan’da yaptığı kazılar neticesinde, Amazon kadınlarının bir efsane olmadıklarını, gerçekte konargöçer Türk boyları içinde yaşadıklarını ve bu zamana kadar efsane olarak önümüze sunulanlardan çok farklı bir yaşam tarzına sahip olduklarını ortaya koydu. Çalışmasını Savaşçı Kadınlar Amazonlar adı altında bir kitapta toplayan Dr. Kimball’ın kitabının Türkçesi İleri Yayınevi tarafından Ocak ayında basıldı.

Bu efsaneyi aydınlatan kazı çalışmaları, Kazakistan’ın Rusya sınrları yakınındaki Pokrovka bölgesinde başlar. Kendi ifadesi ile “büyük keşfini yaptığı gün”ü şöyle anlatır Dr. Kimball: “Gözlerim loş ışığa alıştıktan sonra içerideki iskeleti net bir şekilde görebildim. Göğsünün üzerinde paslı yeşil bir öbek, sağ ayak kemiğinin yanında paslı bir hançer ve sol ayak kemiğinin bitişiğinde de artık yeşil renk görünen ok başları duruyordu. Asistanımız Yuri kafatasını ellerine alıp şöyle bağırdı; genç bir kadın ve muhtemelen 30-40 yaşlarında!”

Kurganların içindeki savaşçı kadınlar! Tam da Amazon kadınlarının yaşadığı varsayılan dönemde yaşamış olan, silahlarıyla birlikte gömülen savaşçı kadınlar! Ekip bölgede buna benzer pek çok iskelet buldu. Kimisi, üzerinde yabandomuzu dişi olan muskalar, kimisi fosil istiridye kabukları, tunçtan aynalar, küpeler ve kolyeler taşıyor, kimisinin yanında ise ancak at üstünde savaşırken kullanılabilecek 90 santimetreden daha uzun kılıçlar ve bileytaşları bulunuyordu. Bazıları ise bacakları at sürüyormuş gibi bir pozisyonla gömülmüştü.

Hala anaerkil yaşıyorlar

Davis Kimball bu buluntularla yetinmedi. Aklına tahrik edici bir soru düşmüştü. Acaba bu kurganların bölgede hali hazırda yaşayan konar-göçerlerle bir ilgisi olabilir miydi? Dr. Kimball’ın günümüz konargöçerlerinde gözlemlediği kadarıyla, ustalaştıkları ilk vasıf at sürmekti. Tanrı Dağları’nda ve Altay Dağları’nda yaşayan Moğolları ve Kazakları çocuklarına at sürmeyi öğretirken izlemişti. Çocuk bir yaşına geldiğinde baba, oğlunu yahut kızını eyere oturtur ve çocuk atını sürerken o da aşağıdan atı tutardı. Küçücük kız çocuklarının atın üstünde kıkırdayıp güldüklerini ve saatlerce atın üstünden inmediklerini gözlemlemişti. Acaba bu çocuklarla, savaşçı Amazonların bir ilgisi olabilir miydi?

Kazakistan’da yaşayan bu göçebe Türklerin hayatını daha da merakla araştırmaya başladı. Kadim zaman konargöçerlerin ataerkil aile yapılarının aksine, kadın erkek ve çocukların birlikte çalıştıklarını görüp, hayrete düştü. Bu insanlar, eşitlikçi bir toplum oluşturmuşlardı. Baskıcı Ruslar ve katı biçimde erkek merkezci olan İslam kültürü unsurlarıyla muhatap olmuşlardı. Ancak yine de hayat tarzlarını değiştirmemişler ve kadın erkek omuz omuza, hatta aynı işlerde çalışmaya devam etmişlerdi.

Mutfak gereçleri bile aynı

Evet burada, herkes işlerin bir ucundan tutuyor, kadınlar günlük yemekleri pişirirken erkekler ise at pişirme işini üstleniyordu. Her iki cinsiyetin mensupları yün işinde ortaklaşa çalışıyor, erkek çocuklar yemek hazırlamada, yurda su taşımada, hayvanları sağmada annelerine yardımcı olurken kızlar ise ata binmeyi öğreniyor ve sürüleri otlatıyorlardı. Kadınlar Aulla (taşınabilir köyler) ilgili her işten anlamak üzere yetişmek zorundaydılar. Hatta bu konar-göçerlerin kadın egelen oldukları bile söylenebilirdi. Aulun yönetiminde kadınlar belirgin şekilde etkindirler. Hatta oymağın başında zaman zaman kadın önderler bulunuyordu. Bozkır konar-göçerlerinin hayat şartları, kadınları basitçe görsel bir güzellik nesnesine indirgeyen görece çağdaş konumdan uzaktı. Bölgede uzun süre bu gruplarla yaşayan Dr. Kimball, kadın ve erkek arasındaki yoldaşlık bağına da çok şaşırmıştı. Günlük işlerini birlikte gören, geceleri sofrada birlikte sohbet ederek, hayatı paylaşan bir yaşam tarzına sahip olan bu insanlar, batılı bir arkeolog için bile son derece ilginç görünüyordu.

Şaman Amazonlar

Dr. Kimball, Pokrovka kazılarında kurganın çeperi boyunca dizilmiş yirmi iki tane at kafatasına da rastlamıştı. Mezarın içinde ise geniş hacimli, üzeri delikli tunçtan yapılma bir sandık keşfetmişlerdi. O zaman için bunlara bir anlam verememişti. Ta ki kaldığı Auldaki Kazak ailenin, kendi şerefine pişirdiği koyunu görene kadar. Mis gibi kokan et, doğrudan ateşin üzerinde duran ağzı açık bir kazan tertibatının içinde pişmekteyken, evin kızı, altı delikli bir tabağın yardımıyla et ve kemik parçalarını et suyunun içinden çıkarıp bir leğenin içine doldurdu. O an buldukları kalburun, 2500 yıl önce ne amaçla kullanıldığını kavrayıverdi.Büyük ihtimalle bir tören düzenlediklerinde at pişiriyorlardı. Onu suyundan ayırmak için de işte bu kalburu kullanıyorlardı.

Pokrovka’daki kazılar bir başka detayı daha ortaya koyacaktı. Dini bir vasfa sahip iskeletlerin hemen hemen tamamına yakını kadın, bulunan kadınların küçük bir bölümü de “rahibe” sınıfına mensuptu. Taş ve kilden yapılma sunaklar, fosilleşmiş deniz kabukları, kemikten oyma kaşıklar ve özel hayvan şekilleri verilmiş muskalarla birlikte gömülmüşlerdi. Bazılarında bunların hepsi birden oluyor, bazılarında ise sadece bir tanesi bulunuyordu. Bunun hiyerarşik farklılıktan kaynaklanıyor olabileceğini söyleyen Kimball, bulunan aşıboyası parçaları, sülüğen ve kireçtaşı cevherlerinin de törensel bazı makyajlar için olduğunu düşünmekteydi. Aslında tam da şaman kadınlarını tarif etmekteydi!

Yaşayan Amazon Meryemgül

Bu dini önderler, kurganlardan anlaşıldığı kadarıyla çok farklı bir yere sahiptiler. Yanlarında ayin kasesi, nazar boncuğu, altın ve cam boncuklarla sonsuzluğa uğurlanan bu kadınlara öyle değer verilmişti ki adeta öbür dünyada da hizmetlerine devam etmeleri istenmişti. Yeraltı mezar odasından çıkarılan devasa bir duvarda, etrafındaki kitleyi evliya gibi kutsayan bir kadın resmedilmişti. Daha üst bir mertebede olduğunu vurgulamak için, oransal olarak erkeklerden daha büyük betimlenmişti. İşlemeli bir cübbe ve kare biçimli bir başlık kuşanmıştı ve doğurganlık kültüne ait bir simge olan Hayat Ağacı’nı tutuyordu elinde. Günümüzde yaşayan konar-göçerlerde de hala bu şaman hayatının izlerini görür Dr. Kimball.

Dr. Kimball bölgede karşılaştığı Meryemgül adlı bir kız çocuğu sayesinde yapbozun parçalarını bir araya getirmeye başladı. Meryemgül at sürmeyi çok seven, sarışın bir Kazak kızıydı. Bu sarışın kız çocuğu oldukça ilgisini çekti. Hem bölgede nadir rastlanır bir şekilde sarışındır, hem de ata binmek onun için öylesine doğal ve öylesine hayatın bir parçasıdır ki…

Artık düşündüklerini bilimsel olarak da kanıtlama kararı verir Dr. Kimball. Meryemgül ve annesinin DNA örnekleriyle, Amazon kadınlarının kurganından çıkan örnekler karşılaştırılır. DNA’lar yüzde 99.9 oranında aynıdır! Yani Meryemgül, 2500 yıl önceki Amazon kadınlarının torunlarından biri olarak karşısındadır. Kurganlardan çıkan bulgular birebir buradaki konar-göçer Orta Asya yaşantısının bir parçasıysa, Meryemgül de bir o kadar bu hayatın bir parçası ve kurganlardaki hayatın bir devamıdır. Amazon Kadınları, Batılı tarihçilerin vahşi, erkeksiz ve ahlaksız kadın tasvirlerinin dışında, son derece hayatın içinde ve toplumsal yaşayan, doğurgan, savaşçı ve anaçtır. Orta Asya tarihinin tipik göçebe Türk yaşam tarzından kalan bir miras gibidir. Moğolistan’daki kadınların bugün hala ok atmadaki üstünlüklerini gören Kimball, kesik meme tasvirinin bir kez daha sorgulanması gerektiğini de düşünür, çünkü bu Türk kadınları memeleri kesilmeksizin de ok atmada son derece başarılı, erkeklere taş çıkartacak kadar da kendilerinden emindir.

Yaşayan bir tarihtir yüzleşilen. Kurganlardan çıkan ruhani üstünlükleri olan savaşçı kadınlarla, Kazakistan ve Moğolistan’daki kadınların yaşam tarzı arasında pek bir fark yok gibidir… Meryemgül ve onun gibi sarışın Türkler onlardır, gerçek Amazorlar!



1929 doğumlu Amerikalı arkeolog Dr. Jeanine Davis Kimball, 50 yaşında Kaliforniya Devlet Üniversitesi’ne girerek arkeolog olmuş. 50 yaşına kadar ise üç evlilik yapmış, altı çocuk doğurmuş, hastane yöneticiliği, hemşirelik, Bolivya ve İspanya’da öğretmenlik, Güney Amerika’da da sığır çiftçiliği yapmış ilginç bir kadın. 50 yaşından sonra seçtiği meslek sayesinde de tarihe damgasını vuracak bir buluş yapmış. (alıntıdır)



5- buna ek olarak video : 

"Çok meşhur bir belgesel kanalında amazonların kökenini aradılar , Amazonlar nerede diye...bulunan mezarlarda gen araştırmaları yaptılar , Kazakistan'da...Kazak steplerdeki kızları buldular, aynı şekilde ata biniyorlar, alınan örnekler birebir tuttu, ama sonunu çok kısaca bağladılar..Amazonların izini bulduk 
""BUNLAR DA TÜRKMÜŞ""
diyerek çok kısa bir şekilde sonlandırdılar." 

Erhan Afyoncu

Türk Kadın Savaşçılar ve Amazonlar






ZIT BİR DÜŞÜNCE VARSA , 
ONUNLA ALAY EDİYORUZ
BİZİM FİKRİMİZ DIŞINDA BİR FİKİR VARSA
ONU REDDEDİYORUZ
AMA BELGELER KONUŞUYOR, 
SUSMUYOR ARTIK

ANAERKİL DOĞU / BABERKİL BATI
YA KARŞI


________________