ATATÜRK |
Çekinerek sordum.
- Gazi Paşam, vakit hayli geçti, acıkmış olmalısınız. Bir şeyler hazırlayayım mı ?
Gazi Paşam gülümseyerek cevapladı beni..
- Acıktım be çocuk. İçim ezildi daha doğrusu. Şöyle az bir şeyler koy masaya. Allah ne verdiyse, bilirsin çok yemem ben. Ama önce sana bir sorum var. Dikkatimi çekti, sen bana hep Gazi Paşam diye hitap ediyorsun. Neden?
-Dedem Mehmet Halif Bey, sizin Derne ve Tobruk cephelerinde silah arkadaşınız. Sizden bahsederken hep "Gazi Paşam" derdi. Sakarya Savaşı'nın kazanılmasından sonra 19 Eylül 1921'de TBMM kararı ile "Gazi ve Müşir" unvanının verildiğini ve şehitlik mertebesinden sonraki en yüce unvanın "GAZİLİK" olduğunu söylerdi. Siz dedem için hep Gazi Paşa'ydınız. Benim için de öylesiniz.
-Sağ ol çocuk... Hatırlıyorum kendisini. Derne ve Tobruk'ta beraberdik. Bağımsızlık Savaşı'ndan önce geldi Anadolu'ya. Güneydoğu'da kaymakamlık ve vali muavinliği yaptı. Oradaki isyanların bastırılmasında çok emeği vardır Mehmet Halif'in. Duyduğuma göre benden sonra Atatürk'ün adamıdır diye hemen emekli etmişler onu. Çok yazık, yazık... Öldü değil mi? Allah rahmet eylesin. Ha, benim için zahmete girme.. Ne varsa onu yeriz.
- Estağfurullah Gazi Paşam, zahmet ne demek? Güveçte kuru fasulyem var. Bir de bulgur pilavı.
- Desene ziyafet var, kuru fasulye benim en çok sevdiğim yemektir. Yanına bir de kuru soğan getir.
Gülümser'le bir koşu sofrayı hazırlamaya koyulduk. Ben bir taraftan, biz Ankaralıların şu meşhur keloğlan salatasını yapmaya koyuldum. Domates, kuru soğan ve tuz, karabiber... İşte hazır..
Sofradayız artık... Akşam ezanı okunmak üzere... Gazi Paşam;
-Durun, çocuklar. Akşam ezanı ha okundu ha okunacak. Gülümser'i bekleyeceğiz. Gel kızım, otur yanıma..
Gülümser şaşkın, sevinçli hatta gururlu, yanakları al, al Gazi Paşa'mın yanına oturdu. Aklıma Gazi Paşa'mın " Durun, milletin efendisi gelecek, onu bekliyoruz" sözü ve Bursa'da sofrasında baş köşeye oturttuğu köylü Halil geldi. Milletin efendisi Halil..
-Ah Gazi Paşam, ah! Köylü artık milletin efendisi değil. Tam bu sırada ezan okundu.Gazi Paşam akşam ezanının bitmesini bekledikten sonra, su doldurduğu bardağı Gülümser'e uzattı.
- Buyur kızım, Allah orucunu kabul buyursun. Hadi çocuklar başlayalım.
Yemeğe başladık, Gazi Paşam, O büyük önder büyük bir zarafetle yemeğini yiyor, arada bir ekmeğini fasulyenin suyuna batırarak bize;
-Çocuklar, fasulyenin tadı böyle çıkar. Ekmekle, yemeğin suyu birleşince var olan lezzette Anadolu'nun bereketli toprağını, bu sofraya gelen her nimette insanımızın alın terini, emeğini daha iyi hatırlarsınız. diyerek çatalıyla tabağındaki oldukça büyük bir et parçasını Zafer'e uzatıyordu.
Yemek bitmişti, Gülümser Gazi Paşa'nın kahvesini yapmaya koyuldu. Biz ise konuşmaya...
Gazanfer, belki ilk kez Gazi Paşa'nın gözlerine bakarak konuştu...
-Paşam; Son günlerde size saldırmak, size hakaret etmek adeta günün modası oldu. Çok üzülüyor ve inciniyoruz. Siz ne diyorsunuz?
Gazi Paşa gülümseyerek kahvesinden bir yudum aldı, acı, acı gülümseyerek konuşmaya başladı.
- Bak çocuk, onlar bana, etten, kemikten Mustafa Kemal'e hakaret etmiyorlar. Onlar Atatürk'ün şahsında, benim Türk milleti ile birlikte kanla, irfanla ve devrimle kurduğum Cumhuriyet'e, bağımsızlık anlayışıma, tarımda, ekonomide, milli eğitimde, sanatta, iç ve dış politikadaki milli duruşuma saldırıyorlar.
Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi emperyalizm beni en büyük düşman etmiştir. Ben ise, emperyalizmin Türkleri hiç af etmeyeceğini, bu nedenle hep ben Türk milletinin uyanık kalmasını ve tuzaklara düşmemesini öğütledim. Ama beni çok sevdiğini iddia edenler bile ne yazık ki beni anlayamadılar.
"Beni çok sevdiğini iddia edenler", işte tam bu noktada dayanamadım ve araya girdim. Çünkü yüreğimde açılan ve bir türlü kapanmayan yaraların sızısını duydum.
-Gazi Paşam dedim, sizin soyadınızı taşıyan bir dernek var...
Gazi Paşa acı, acı gülümseyerek yanıtladı beni... Belki ben devam edecek , içimde sızlayan ve asla kapanmayacak yaralarımın sesini dile getirecektim. Ama ben sustum, O konuştu.
-Biliyorum çocuk, şu Maltepe'deki dernek değil mi? Şimdi beni acı, acı konuşturacaksın. Şimdi çok uzaklara gitmeden neden bu derneğin benim olmadığını anlatacağım size..İşte o zaman seçtiğiniz ve sizi temsile yetkili kıldığınız her rütbeli ve cübbelinin Kemalist ve en önemlisi devrimci olmadığını rahatlıkla anlayacaksınız.
Biliyorsunuz, Ergenekon savcıları beni 5 Kasım 2007 de Erdoğan- Bush ikilisinin kararlaştırdığı senaryo gereği, Türk ordusunu karalama, aşağılama ve suçlama operasyonunun içinde, 1.ve 2. İddianamelerde benim dahi bu terör (!) örgütünün dini ve tarikatvari yapısı içinde olduğum, ancak açıklanmaması gerektiği için açıklanmadığı yazılarak, benim manevi şahsiyetime açıkça hakaret edilmiştir.
İşte o zaman bu derneğin iki yürekli kişi Ergenekon savcılarına Atatürk'e hakaret ettikleri için bu savcılara ADD olarak, topluca hakaret davası açılması gereğini savunmuşlardı. Soyadı gibi yüreği ve beyni de ışıklar içinde içinde olan Alpaslan Işıklı ile şu beni kıskanan askerin oğlu Suay Karaman yalnız kalmalarına rağmen bu davayı açmışlardır. Gerisi mi? Yahu hikayeyi uzun, uzun anlattırmayın bana, biliyorsunuz işte...
Bakın o asker, Suay'ın babası ne demiş?
"Harp Okulu'nda okurken Mustafa Kemal'i ve yaptığı devrimleri kıskanırdım, kırk yıl önce dünyaya gelseydim, Samsun'a ben çıkardım."
-Keşke Suphi Karaman, benim de senin sahip olduğun çocuklar gibi çocuklarım olsaydı. Ama olmadı, oldurmadılar. Ben de galiba seni kıskanıyorum Suphi Karaman... En iyisi hepimiz Türk Milli Devrimi'nin neferleri olduğumuz için, birbirimizi kıskanmaktan vazgeçip yolumuza devam edelim.
Benim soyadımı isim olarak taşıyan derneğin en büyük görevi her şeyden önce yurt savunmasında cephe oluşturmak ve bu cepheyi asla terk etmemektir.
Bugün eğer yargı iktidarın emrine girmişse, özel yetkili savcılar Türk ordusunu tasfiye programını uygulamak adına, komutanları Hasdal'a gönderiliyorsa, emekli bir paşa Hasan Iğsız tam dört saat elleri önünde kavuşmuş bir şekilde, sorgulanmayı bekliyorsa, bunun müsebbibi 12 Eylül'de "Yetmez ama evet" çilerin yanı sıra bilinçsizce oy verenlerdir.
Halkı aydınlatmak kimin görevi, vatanı düşünsel cephede savunmak kimin görevi? Benim soyadımı taşıyan derneğin değil mi? Ama onlar ne yaptılar ? Bir genelge yayımlayarak yurt savunmasında tarafsızlıklarını ilan ettiler. Sonra ne oldu, gelen tepkiler karşısında geri çekildiler, yanlış anlaşıldık dediler...
Tavla oynarken düşeş atanlar, yurt meselesi olan 12 Eylül'de gele atmaya devam ettiler.
Gele atmaya devam ettiler diyorum, çünkü bu anayasa değişikliğine neden "hayır" denmesi gerektiğini sana, bana, bize anlattılar. Ege kıyılarında serin çay bahçeleri, klimalı salonlar... Sonra sanki görevlerini yapmışlar gibi gazetelere poz verdiler.
Ama haklarını yemek istemem, içlerinde köy, köy dolaşan bir kaç yiğit çıkmış. Onların alınlarından öperim.
Şimdi bırakın, benim heykelime tırmananları, yüzümü Öcalan'ın posteri ile kapatmalarını. Ben bunlara ses çıkarmayan Maltepe'deki derneği af edebilirim.
Ama...
Benim namusum, şerefim, bağımsızlığımın sembolü olan Türk bayrağı gönderden indirecekler, yerlerde sürükleyecekler, göndere bir paçavrayı çekecekler ve benim soyadımı taşıdığını , düşüncelerimi savunduğunu söyleyen dernek susacak, öyle mi?
Veya bir, iki satırla basın açıklaması yapacak, hem kendini hem de sizi aldatacak öyle mi?
Bu konuda hiç bir kitlesel eylem yapmayacak... Ayıp, efendiler ayıp, hem de çok ayıp...
Pilot bölge Yüksekova, demokratik özerklik ve suskun bir dernek...
Sonra birden bana dönerek,;
-Şimdi anladın mı, kayıp ülke Türkiye'nin ne demek olduğunu? Anladın mı?
Gazi Paşa sustu.. Kayıp ülke Türkiye yavaş, yavaş kafamda şekillenmeye başlamıştı.
- Devam edeceğiz mi Gazi Paşam? Yüksekova, demokratik özerklik dediniz ve sustunuz. Devam edecek miyiz?
Gazi Paşa başını öne eğerek, iki kez salladı. Demek ki Maltepe'deki dernek ve O'nu çıldırtan suskunlukla ilgili söyleyecek çok sözü vardı... Devam edecektik.
Figen ÖZEN, 16 Ağustos 2011
Güncel Meydan
***