Translate

İYONYA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İYONYA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mart 2013 Salı

İonia; Antikçağda Anadolu'nun Batısı




Batı Anadolu'nun kıyı şeridindeki, İzmir'in güneyinde ve batısında kalan bölgeyi kapsayan ve güneyde, Menderes Irmağı ağzı bitişiğindeki (üzerinde Miletos ve Didyma kalıntılarının bulunduğu) yarımadayı içine alan anakara parçasına İONİA denir.

Şimdi vurgulanmalı ki İON'lar denen ilkçağ Hellen boyunun vatanı anlamında olarak kullanıldığında , bu anlamdaki İONİA yukarıdaki anakara parçasıyla tam örtüşmez.

Çünkü arkhaik ve klasik çağlarda İON kent devletlerine bağlı arazilerin bazısı, örneğin Phokaia kenti ve onun arazisi, daha kuzeyde Aiolis bölgesinde idi; bazısı komşu adalarda (Khios/Sakız, Samos/Sisam) idi; üstelik İONİA denen anakara parçası içinde, Aiolos'lar Hellen boyunun kentleri ve onları arazileri (Notion, Menderes Magnesia'sı) eksik değildi.


Hellenlerin İONİA biçiminde kullandığı adın Hellen dilinde bir anlamı yoktur ve ilkçağ Hellenleri bu ad'a bir anlam yakıştırmak için, kendilerinde adet olduğu üzere, bir mythos öyküsü uydurup İON adlı bir yiğit-ata ortaya çıkarmışlardı; İON'lar boyunun atası bu imiş, İONİA adı da İON'lar halkının ülkesi demeğe geliyormuş...


Oysa adın Anadolulu aslını İÖ 546-334 arasında o yöreye egemen olan Pers'ler, kendi ağızlarında IAUNA/YAUNA etmişlerdi, o bölgeyi kapsayan Satraplığa Yauna Satraplığı diyorlardı. Türklerde ve diğer bazı doğulu halklarca kullanılan Yunan adı da bundan çıkmıştır. 


İON, İONİA sözcüklerinin arkhaik çağ sonu-klasik çağ başı Hellen yazarlarından Aiskhylos'da İAON, İAONİA biçiminde kullanıldığını görünce ve omega harfinin o zamanlar WA (uğa) değerinde olduğunu anımsayınca , adın aslının İAWANA olduğunu anlıyoruz ; benzer çarpıtmaları, Luvi dilinden gelme MAWANA (MA-WANA , ANA TANRIÇA-ÜLKESİ) adının MAİONİA edilmesi gibi örneklerde de gördüğümüzden İAWANA'nın aslında Luvi dilinden gelme olduğunu güvenle anlayabiliyoruz, hatta anlamını çıkarabiliyoruz. İA-WANA, ANAKARA-ÜLKESİ (ada olmayan ülke).


Ancak AİA/İA sözcüğü, tıpkı Hellen dilindeki GA/GE (Dor ağzında GA, İon ağzında GE) gibi , hem ANAKARA hem de TOPRAK anlamına geldiğinden bu adı ANA TANRIÇANIN çeşitlemesi TOPRAK ANA dolayısıyle TOPRAK ANANIN ÜLKESİ (Toprak Anaya tapılan ülke) diye de anlayabiliriz.


İONİA dahil Batı Anadolu'da bilinen en eski ulusal kültür Hitit belgelerinde Luvili (Luv'ca, Luvi'ce) diye bir dil konuştuğu beliritlen halkın kültürüdür.....


Çeşitli bölgelerdeki Luvi toplulukları, kendi yörelerine özgü etkileşim süreçleri sonundai ayrı kimliklerde uluslara dönüştüler ; ...Latince'ye dayanan İspanyolca , Fransızca gibi...


Anadolu'nun çeşitli yerlerinde de İÖ 1.binyılda Luvi dili , Karia dili, Psidia dili, Kappadokia dili, Kilikia dili gibi.


Bu değişim sürecinin Batı Anadolu'da İONİA'ya yakın bölgelerde yarattığı yeni Anadolulu kültür de , Lydia'lılar denen halkın kültürü oldu. 


Ancak daha o değişim sürecinin ilk yüzyıllarında Batı Anadolu'nun kıyılarını, özellikle de İONİA'yı hedef almış bir göç dalgaları dizisi kendini gösterdi ki, bu dalgalarla gelen göçmenlerin Anadolu insanlarıyla karışması, onların kültüründen etkilenmesi sonucu, Batı Anadolunun Hellen toplulukları , o arada İON'lar ANADOLU'DA oluşup tarih sahnesine çıktı.



Prof.Dr.Bilge Umar 

İONİA kitabından



Smyrna - Tarihi Hellenler öncesi

Ephesos- Tarihi Hellenler öncesi
Priene - Tarihi Hellenler öncesi

Yani Anadolu , Hellenler gelmeden önce DOLUYDU ve İON TOPRAKANANIN ÜLKESİ demek iken İÖ 5 .yy dan sonra kelime olarak YUNAN oldu.


Birçok yer adları ,tanrı ve tanrıçalar da Hellenleşmiştir.


Mesela 

Latmos Herakleia : Ana Tanrıça Lada'ya tapılırdı, Lad(a) uma -Lada Halkı - Hellen ağzıyla Latmos yapılmıştır. Anadolu dağ adlarından kiminde bulunan -ma bitişinin Hellen ağzında -mos bitişiyle çevrilmesi zorunludur, çünkü Hitit ve Luvi dillerinin tersine, Hellen dili adlarda dişi-eril ayırımı gözetir ve eril adlar -a sesiyle bitemez; dağ adları ise eril addır.

Kentin İÖ 4.yy aldığı Herakleia adı Hellen dilinde Herakles Yurdu anlamına gelir, oysa İÖ 4.yüzyılın herhangi bir Anadolu halkında ,o arada Karia yerli halkında, Herakles tapkısı asla yoktu. 


Mesela: 

Kybistra kenti güney yakınındaki bir Luvi kabartmasında (İvriz anıtında) karşısındaki yerel krala Warpalawas'a göre pek iri kıyım, dev gibi canlandırılan tanrı TARKHUN, geç dönemde Herakles sanılmış ve o yüzden Kybistra kentinin adı Herakleia edilmiştir.



DİPNOT: 


TARKHUN tanıdık gelmiyor mu?


Etrüsklerde TARQUİNS kullanır, ve Bilge Umar İlkçağda Türkiye Halkı kitabında "Lydia'lıların İtalya'ya göçmüş Etrüsk halkıyla hısımlığı" konusunu işler. 


Etrüsk ile ilgili çalışmalarda Türklere boş yerine dayandırılmıyor. 



Etrüskler ile ilgili ayrıntılı bilgiler için önceki yazılarıma bakınız.










SB

***






10 Aralık 2012 Pazartesi

MAKEDONYA, İSKENDER VE PANHELLENİK ÜTOPYA




Geçmişte Assurlar, Persler ve Osmanlılar'la tarihin en güçlü krallıklarına yurt olmuş Ortadoğu'da, dünyanın öte ucundan siyasal egemenlikle bir yeni dünya imparatorluğunun hayali peşinde sürüklenen bir başkanın tarihsel adıyla tanıması ardından, dünya gündeminin odağına oturuvermişti Makedonya ; ve bu hakediş, Yunanlıları çok kızdırmıştı.


26 Kasım'da gösterime gireceği bildirilen Oliver Stone'nun (bu makale 2005 yılına aittir.SB.) gösterişli Hollywood yapımı Alexander filmiyle de çok konuşulacağa benzer bu konu. Daha şimdiden renkli basınımız filmde İskender'in bir erkekle, arkadaşı Hephaistion'la, dudak dudağa öpüşmesi sahnesinin de Yunanlılar'ı çok kızdırdığını yazarak, hem bu dünya fatihinin, hem de soyundan geldiği savaşçı Makedonların Ege'nin öte yakasında savlanan Yunanlılığı izlenimini pekiştirmeye başlamışlardır bile.


Konumuz da zaten tarih yazan bir şanlı asker halkın ve onun gururu bir şanlı en büyük komutanın sözde Yunanlılığı üzerinedir.


Yunanistan'ın Thessalonike merkezli kuzey topraklarının ilkin Aigai ve sonradan Pella'nın başkentliğinde Makedonya Krallığı'nın çekirdeğini oluşturduğunu tarih tartışmaz. Tarihin geçmişten bugüne tartıştığı, onların kimliğidir ve bu tartışma hiç kuşkusuz İskender'in "Büyük" kimliğinden kaynaklanır. 


Daha antik dönemin Hesiodos gibi erken kaynaklarında Makedonlar "Pierra ve Olympos yöresinde yerleşik at düşkünü Hellenler" olarak "Zeus soyuna" bağlanırken, Thukydides'e göre kuzey batıda yaşayan Hellenlerden "Epirus halkıyla akrabadırlar". Atinalı İsokrates ise onların "kraliyet hanedanı dışında, Hellenlik'le bir ilgisi bulunmadığını" yazar.


Kendilerine özgü farklı bir dil konuştuklarında hemfikir olunmasına karşın öz dillerinde yazmaktan hep geri durdukları ve ilk yazıyı MÖ.5.yüzyılın ilk yarısında Hellen yazı diliyle yazmış olmaları gerçeği de Makedonları Hellenlerden sayma görüşünü güçlendirmiş ; ve sonunda Thukydides gibi, "kuzeybatı Hellen halklarından biri" olarak yorumlanmışlardır.


Tarihsel resmin bu karmaşık ve bulanık görüntüsü, Hellen halkının Makedon kimliğine genelde nasıl yaklaştığı gerçeğiyle berraklaşır. Hellen belleğine Makedonlar hep bir "barbar halk" olarak yerleşmiş ve öyle de kalmıştır.


Dünya egemenliğiyle gücün doruğuna ulaştıkları süreçte bile onlar kültürel çerçevede de Hellen soyuyla ilişkilendirilmek istenmez, dışlanırlar. İkisi de Hint-Avrupa halklarından olmalarına karşın, dildeki farklılıktan da öte, düşünsel anlamda ve bunun yaşama geçirilişi bağlamında değişiktirler çünkü. Bu kökten uyuşmazlıklar nedeniyle hem Hellenler onları "kendilerinden olmayan" bir toplum olarak görmüştür ve hem de Makedonlar özlerindeki "kendiliği" hep hissetmişlerdir. Çünkü Makedon halkı yüzyıllar boyu ; en eski haliyle, bilinen ilk kral Perdikkas'la Aigai'dan yönetildikleri MÖ.7.yüzyıldan beri, adlarını taşıyan topraklarda çevre kültürlerden soyutlanarak yaşamışlardır. Kendi dünya görüşleriyle biçimlenen gelenek ve göreneklerine, kendi toplumsal ve siyasal düzenlerine direnerek sürdürülmüş özgün bir yaşamdır bu. Trak komşuları gibi kibirli, duygusal ve dövüşçüydüler. Kralın başında olduğu feodal devletin adı resmi belgelerde "Makedonlar" dı ; kral halkının başkomutanı, başrahibi ve hem de başyargıcıydı.


Philhellen/Hellen dostu" takma adıyla kral I.Alexander'ın MÖ.5.yüzyılın ilk yarısında Makedon ülkesinde Hellenleşme sürecini ilk başlatmasından ve de soyunu Argos'a bağlayarak bir Hellen olduğunu kanıtlama çabası ardından bunun ödülü olarak halkına ilk kez Olimpiyatlara katılma hakkının tanınmasından yüzyılı aşkın bir zaman geçtikten sonra bile , İskender'in babası II.Philipp Atinalı hatip Demosthenes'e göre "bir despottu; kaba güce güvenen bir barbar, Hellen olamazdı " . Belli ki o geç süreçte Makedon insanının özgün karakteri, çoban bir Trak halkından beklenen geçmişine tutkulu bir bağlılık ve direngenlikte tam kemikleşmişti ; sözle "Hellen soyluyum" demekle öz çözülemez, değişemezdi. Çünkü Alexander Philhellen'in kültür politikasının izinde zihinsel olarak da halkını Hellenleştirme çabasını sürdüren kral Archelaos MÖ.5.yüzyıl sonlarında başkentliği taşıdığı Pella'daki sarayını mimar Zeuxis'e yaptırmış ; ardından III.Perdikkas Platon'u Pella'ya getirerek bu misyonu düşünceye taşımayı hedeflemişti.


Maya tutmamıştı ki Demosthenes MÖ.340 dolaylarında Philipp'e kızgındı. Çünkü nasıl ki Aigai kral soyunu inkara kalkışmak ve Olimpiyatlara katılmakla olamamıştı, Pella da bir Hellen mimar ve bir Hellen düşünür getirmekle bir Hellen kenti olamamıştı. Demokrasi yoktu ; tahtın sahipleri, toprak sahibi soylular ve halk kendi ata yurdunda, kendi töresince yaşamayı sürdürecekti. Ve İskender zamanında bile Makedonya, bir dünya imparatorluğunun getirmesi beklenen toplumsal değişimlere aldırışsız bir Anayurt olarak kalacaktı. İskender Asya seferine çıktığında ve sonrasında Makedonlar için "ulusal ordunun kralı" , Hellenler için , babası Philipp'in MÖ.338'de Korinth'te kurduğu "Hellen Birliği'nin önderi ve intikamcısı"ydı...


İskender MÖ.334 yılı yaz başında Granikos ,Bigaçayı kenarında Anadolu'nun Pers işbirlikçisi satraplarını bozguna uğrattığında, savaş ganimeti olarak aldığı 300 savaş kuşamınını Atina'ya gönderip tanrıça Athena'ya adadığında da, buna ilişkin Hellen yazıtı, ne O'nu "kral" sanıyla ve ne de askerlerini "Makedonlar" tanımıyla yazıya geçirmeyi içine sindirebilememiştir. O , "Philippos'un oğlu'"dur ve devamında Pers savaşlarına Hellen kimliği giydiren bir üslupla sanki onların "öç savaşıyla" görevli bir "Panhellenik Birlik Komutanı" dır. "Panhellenizm" uğruna tarih, bu düzeyde gerçeğinden saptırılmakta ki bu eylem günümüzde "komşu" politikasıyla tamtamına örtüşmektedir.


Aslında İskender bile, Aristoteles'le aşılanan Hellen kültürüne hayranlıkla ve tutkuyla okuduğu İlias'taki Troya savaşı yiğitlerinin, özellikle Akhilleus'un, örnekliğinde "olması gerektiği gibi yaşamayı öğrenmesine" karşın, aslını unutmamıştı : 324 yılı yazında Susa'da görkemli bir utku şöleniyle doksan arkadaşını ve onbin askerini İranlı kızlarla evlendirmiş ; iki büyük dünya ulusunun, Makedonların ve Perslerin, genlerini birleştirerek tarihin yazdığı tek toplu ve bilinçli soy karışımını gerçekleştirmişti. Orada İran soylusu otuz bin genci ardılları olarak bir Makedon askeri gibi donattı. O artık "Pers Büyük Kralı"ydı da.


Ve O , MÖ.332'de Mısır çölündeki Ammon tapınağında "Zeus Ammon'un oğlu" olarak selamlandığında, Hellen düşüncesine kökten yabancı bir kavramı, ölümlünün tanrılaşması kavramını, benliğinde somutlaştırdığında da soyunun kimliğini açıklamaktaydı. 


Çünkü Makedon asıllı Aristoteles'e göre de öğrencisi, "başardıklarının insanüstülüğüyle, bir tanrıyla benzeşmeyi hak etmişti". Buna karşın İskender'in 324 yılında Hellenler'den yüceldiği tanrılığı tanımaları istemi, Atina Halk Meclisi'nde kızgın tartışmalar koparacak ; ardından kimseler O'na karşı durmaya cesaret edemeyince, MÖ.323'te Babylon'a gönderilen tören elçileri başlarında çelenklerle bir tanrı önüne çıkar gibi huzuruna çıkmaya mecbur kalacaklardı. İran'da Doğulu tebaasından gördüğü tanrısal "proskynesis" saygısını, ayağa eğilmeyi, Makedon ve Hellen askerlerinden de görme istemine Kallisthenes karşı koyunca ; Hellen kültürünü özümsemiş bir Makedon olan saray tarihçisinin bu davranışı İskender'i derinden üzecek, Hellen felsefecilerini ise bir "kahraman" olarak sevindirecekti.


Anadolu'nun -sözde- "Hellen soylu" İyonya'sında kehanetler İskender'in tanrılığını Atina'nın aksine tereddütsüz onaylamışlar , Didyma ve Erythrai'da O'nu ,ikiyüz yılı aşkın süren Pers boyunduruğundan kurtararak özgürlük ve demokrasiyi getiren olağanüstü misyonuyla "Zeus'la aynı" görmüşlerse ; ve Efes'in Artemis rahipleri "tanrılığa yücelişini" öngörmüşlerse, "tanrılaşma" kavramında hiç zorlanmamışlarsa ; bu onların Hititler'den beri yaygın olan "kralların ve beylerin tanrılaşması" geleneğine bağlılıklarından, "yerli" oluşlarındandır.


Çünkü Klasik Çağ'ın İskender öncesi zamanında da tanrılaşan krallar olarak bilinen bir Klearchos, Pontus Herakleia'sındadır ; Philipp'in Makedonya'da, Spartalı Lysandros'un Samos'ta tanrı gibi saygı görmeleri ise, Makedon ve İyon düşüncesi ile Hellen düşüncesi arasındaki farkın köktenciliğini vurgulaması yönünden çarpıcıdır. Hep savlandığı gibi, onca Hellen kent devleti arasında salt Atinalıların "İyon" olmadıklarının da kanıtıdır.


İyonlar bunda Atinalılar gibi zorlanmamıştır, çünkü o çağda -sözde- Hellenleşmiş güney komşuları Karya'da ve daha güneyda Likya'da Anadolulu beyler de öldüklerinde tanrılaşmışlardır.


H.Bengston gibi önemli bir eskiçağ tarihçisinin, bir ünlü Mausolos'un Halikarnas'ta tanrılaşmasına hiç değinmeyerek Klearchos, Lysandros ve Philipp'i de İskender'in tanrılaşmasında "Hellen geleneğine örnekler" olarak vermesi, Batılı bilimcilerin bu bağlamda da "Hellenmerkezci" yanlı tutumlarının bir yansımasıdır.


Bilinir ki tanrılaşma, doğu geleneğinde vardır. Mısır'da v belki Hitit'te ölmeden önce vardır. Hellenistan'da yoktur. Bu geleneği Batı'da ilk kez Hellenistik Çağ'da İskender'in ardılı krallar sürdürür, oradan Julius Sezar'la başlayarak Roma kaiserlerine geçer. Ortaçağ'da "tanrı bağışlayıcılığı" na dek uzanır.


Bengston, "Doğu'nun İskender'in ruhunda yarattığı derin etkileri görmeden olmaz" derken, doğrudur. E.Akurgal bu gerçeği , "Doğu'yu Hellenleştireyim derken kendisi Doğululaşmıştır" sözüyle özetler.


Doğunun salt düşüncesinden değil, ya da taşıdığı Pers giysileriyle biçiminden değil, sanatından da etkilenmiştir. O, Susa'daki kabul çadırını Akhemenid örneğine göre, tek dostu Hephaistion'un mezarını Babylon zigguratları biçiminde yaptırmıştır. Yazılır ki yapımı Aigai'de öngörülen babası Philipp'in anıt-mezarı da Keops Piramidi yüksekliğinde tasarlanmıştı.


22 yaşında çıktığı Asya Seferi'nde Hellen kültürünü Doğu'ya aşılamayı da hedeflemişti O . Yol üzerinde kendi kurduğu ya da izinde kurulan Hellen özlü yetmişi aşkın kentle bir sömürge çağını başlatmıştır ; Antiocheia , Seleukeia, Apameia, Laodikeia , Alexandreia ve Fayum gibi yeni kentlerle. Üstlendiği misyon en çarpıcı biçimde dilde gösterir kendini. Anadolu bütününde yazının Hellence'ye dönüşmesi İskender buyruğuyladır ki Hellen dilinin bir dünya dili olarak Aramicenin yerini zorlaması bu dayatmanın ürünüdür. Ancak genelde dil, yazıda kaybolmuş; söz olarak Likya ve Karya'da Hristiyanlık sürecine dek korunmuştur. Doğu sanatında yerel biçimlerin Hellen biçimleriyle değişmiş bir alaşımda farklılaşması sürecine de İskender'le girilir. Yüksek düzeydeki Klasik Hellen kültür ve sanatını Aristo öğretisiyle kabullenişin dışa vurumudur bu. Bu nedenle eskiçağ bilimi O'nunla başlayan zamana -etkiyi tek yanlı değerlendirişin yanlışlığıyla- "Hellenistik" demiştir.


Ancak ne aldığı Hellen eğitimiyle ve ne de yüksek düzeydeki bu kültürü yayma misyonerliğiyle İskender'in "Hellen" olduğu savlanamaz; bunlar O'nun "işi"dir, soyatasının "Makedon" oluşu ise "kimliği" dir.


Tarihin en büyük yenilikçilerinden Mustafa Kemal Atatürk'ün adında okunan "Türklüğü" , ulusunu "Batılılaştırma" misyonu nedeniyle hiç sorgulanmamıştır ; özde benzer bir gerekçeyle , imparatorluğunu "Hellenleştirme" misyonu gerekçesiyle, İskender'in "Makedonluğu" gerçeğini sorgulamak da bir ütopyadan öteye geçemez.


Ve eski Atina Halk Meclisi'nin "Hellenliğini" redettiği bir en büyük savşçıyı ve O'nunla onurlu bir anayurdu bugünkü Atina Meclisi "Yunanlı" sayabiliyorsa eğer ve de çağdaş dünyaya "Makedonya" deyimini bir ulusa ad olarak yasaklamayı başarabilmişse, bu terslikten çıkarılacak çok dersler vardır.


Eski Anadolu'nun kıyı halklarını , özellikle de "İyonların" ve de "Pontus" halkının, "Yunanlılığı" kandırmacasına teslimiyetçiliğimiz bağlamında bizler için de çıkarılacak çok dersler var...




Prof.Dr.Fahri Işık

Bilim ve Ütopya Dergisi , 
Sayı 128 : 2005



        

  Nasıl gökyüzüne iki güneş sığmazsa, 
           Yeryüzüne de iki önder sığmaz.


                                     Büyük İskender







"Uygarlık Anadolu'da doğdu"


Fahri Işık, "Patara" ile anılan bir arkeologumuzdur.


Yaptığı kazılar, elde ettiği bulgularla, insanlığın bugününü biçimlendiren uygarlığın Yunanistan'dan değil, Anadolu'dan fışkırdığını saptamıştır.



Işık, "Başlarken" adlı girişte, kitabını şöyle anlatıyor:

"Onun başlıca konusu MÖ 1200-500 yılları arasında Anadolu'da köklenen Batı uygarlığının Ege'nin öte yakasına, Hellas'a, sürgün verişinin bilimsel bulgularıdır.


İçeriğinde, her iki yakada Hitit ve Akha gibi büyük siyasal güçlerin çöküşüyle girilen, ilkel bir köy kültüründen, insan resminin soluklanıp canlandığı Klasik devrime gelişen zorlu yolda, yaratıcı ve öncü adımların dünya sanat tarihinde ilk kez Anadolu topraklarında atıldığı gerçeği vardır.

Anadolu-İon halkının 'veren', Hellas-Dor halkının 'alan' olması ve bu ilişkinin bilinmesine karşın, 'yaratıcıların' gene de 'Hellen' sayılmasının tersliği vardır."


Kısacası Fahri Işık, "Batı uygarlığının temelinde Eski Yunan değil, Anadolu vardır; bu gerçek, bilinmesine rağmen, hâlâ inkâr edilmektedir." diyor!


Fahri Işık ve arkeolog eşi Havva Işık, Türkiye'nin yağma ortamında "Patara" gibi, bütün toprak yağmacılarının ağzını sulandıran bir sit alanını bugüne dek canla başla korumuş ve bunu mucizevi bir şekilde başarmışlardır.


Elbette bir de onlara sormak gerek yaşadıkları sıkıntıları, verdikleri zorlu mücadeleleri.


Ama onlar kendilerini Atatürk kuşağının, ülkenin değerlerine ulusal bir bilinçle sahip çıkan Cumhuriyetçi bilim insanlarının bireyleri sayarlar, yaşadıklarının daha on katını da yaşasalar, zorluklar onları yollarından döndüremez.


Nitekim Fahri Işık, kitabın "Başlarken" adlı bölümünde Atatürk'ün şu sözlerine yer veriyor:


"Efendiler,

Avrupa'nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur...

Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa'dan nasihat almak, bütün işleri Avrupalıların emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi birtakım zihniyetler belirdi.


Halbuki,


Hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!"


Bu sözleri yorumlayan mimar ve yazar Oktay Ekinci, özetle şöyle diyordu Cumhuriyet'te 5 Temmuz 2012 tarihinde çıkan yazısında:


"...Prof. Dr. Fahri Işık'ın... 'Başlarken' yazısını Atatürk'ün bu sözüyle noktalaması, Ulu Önder'in özlü bir sözüne duygusal hayranlığın ürünü değil...


Çünkü... Avrupa kültürünün kökenlerini antik Yunan'da gören Batı tezlerine inananların düştükleri yanılgının temelinde de geçmişimize 'öz değerlerimiz'in ışığında ve 'öz güvenimiz'le bakma yetisinin yitirilmesi yatıyor.


Oysa... antik Yunan da aslında Anadolu kökenli kültür ve uygarlık birikimlerinin bir ürünüdür."


Fahri Işık'ın, artık Yunanlı arkeologlar da dahil Batılıların kabul ettikleri bu Anadolu tezi, arkeoloji ve tarihte bir devrimdir.


"Uygarlık Anadolu'da Doğdu" kitabı mutlaka alınmalı ve okunmalıdır.


Emre Kongar (sayfasından alıntıdır.3.12.2012)



***


Mehmet Akif Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fahri Işık, Batı uygarlığının temelinde Yunan değil Anadolu medeniyetinin bulunduğunu söyledi. 

Işık, Celal Bayar Üniversitesi (CBÜ) Prof. Dr. Ümit Doğay Arınç Kültür Merkezi'nde "Uygarlık Anadolu'da doğdu" konulu konferans verdi. 


Konferansa CBÜ Rektörü Prof. Dr. Mehmet Pakdemirli, rektör yardımcısı Prof. Dr. Ali Çelik, Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hasan Hüseyin Uğurlu, öğretim üyeleri ve öğrenciler katıldı. 


Fahri Işık, batı uygarlığının bugünkü Anadolu topraklarında doğduğunu fotoğraf ve yazılı belgelerle anlatarak, "Yapılan arkeolojik kazılarda elde edilen bulgular, Yunan medeniyetinin Anadolu medeniyeti'nden etkilendiğini gösteriyor. Sanıldığının aksine, batı uygarlığının temelinde Yunan medeniyeti değil Anadolu medeniyeti vardır" dedi. 


CBÜ Rektörü Mehmet Pakdemirli, konferans sonrasında Işık'a plaket verdi. (05.12.2012 Basın )




***



Amerika, Avrupa ve Mandacılar Telaşta…
Uygarlığı yayanların, TÜRKLER olduğunun ispat edilmesine yakın bulguların elde edilmesi, tüm Batı Dünyası’nı komplekse sürüklemiştir.

(Yenidenergenekon)


***










6 Kasım 2012 Salı

ERKEN YUNAN FELSEFESİ - John Burnet










*MİLETUS OKULU   : THALES, ANAXİMANDER, ANAXİMENES
*BİLİM VE DİN 
ANAXİMENES
*EFESLİ HERAKLEİTOS
*ELEALI PARMENİDES
*AKRAGASLI EMPEDOKLES
*KLAZOMENAİLİ ANAXAGORAS
*PİSAGORCULAR
*GENÇ ELEATİKLER
*MİLETUSLU LEUKİPPOS
*SEÇMECİLİK VE TEPKİ






GİRİŞ

I. Erken Yunan Felsefesinin Kozmolojik Karakteri. 

Evrene ilişkin geleneksel görüşün ve alışıldık yaşam kurallarının yıkılışına dek Yunanlar doğa ve davranış felsefelerinin doyurmaya çalıştığı gereksinimleri duymaya başlamadılar. Ne de bu gereksinimlerin tümü birden duyumsandı. Atalardan gelen davranış kuralları eski doğa görüşü yitip gidinceye dek ciddi olarak sorgulanmadı; ve bu nedenle en erken felsefeciler başlıca çevrelerindeki dünyaya ilişkin kurgular ile oyalandılar. Zamanı gelince, Mantık yeni bir gereksinimi karşılamak üzere yaratıldı. Kozmolojik araştırmanın sürdürülmesi bilim ve sağ-duyu arasında kendisi çözüm isteminde bulunan geniş bir ayrılığı gün ışığına çıkarmıştı, ve dahası felsefecileri paradokslarını bilime yabancı olanların önyargılarına karşı savunma araçlarını incelemeye zorladı. Daha da sonra, mantıksal sorunlar üzerine egemen olan ilgi bilginin köken ve geçerliği sorusunun doğmasına yol açtı; ve bu arada, aşağı yukarı aynı zamanda, geleneksel ahlakın çöküşü Etiğin doğuşunu getirdi. Mantığın ve Etiğin doğuşunu önceleyen dönemin böylece kendine özgü ayırdedici bir karakteri vardır ve ayrı olarak ele alınması doğru olabilir.(1)




II. Geleneksel Evren Görüşü. 

Bununla birlikte, anımsanmalıdır ki bilim ve felsefe başladığı zaman dünya daha şimdiden çok yaşlıydı. Özel olarak Ege Denizi Neolitik çağdan başlayarak yüksek bir uygarlığın, Mısır ya da Babil uygarlıkları kadar eski, ve önemli olan pekçok noktada ikisinden de üstün bir uygarlığın yeri olmuştu. Sonraki günlerin Yunan uygarlığının başlıca bunun yeniden dirilmesi ve sürdürülmesi olduğu her gün daha büyük bir açıklık kazanmaktadır, ama bu uygarlık hiç kuşkusuz gelişimini bir süre için durduran daha az uygarlaşmış kuzeyli halklardan belli yeni ve önemli öğeler de kazanmıştır. Kökensel Akdeniz nüfusu sayıca dışarıdan gelenlerden çok daha büyük olmuş ve onları birkaç kuşak içinde özümsemiş ve soğurmuş olmalıdır—bilerek sürece direnmeyi seçen Sparta gibi bir devlet dışında. Her ne olursa olsun, Yunan Sanatını ve Yunan Bilimini daha eski olan kuşağa borçluyuz.(2)


Yapıtlarını inceleyecek olduğumuz insanların tümünün de İyonyalılar olması dikkate değer bir olgudur. Yalnızca Akragaslı Empedokles bu kuralın dışındadır ve bu kuraldışı belki de gerçekte olmaktan daha çok görünürdedir. Akragas Gela’nın Rodos kolonisinden kuruldu, kurucusunun kendisi bir Rodoslu idi, ve Rodos, resmi olarak Dor olmasına karşın, erken Ege uygarlığının bir özelliği olmuştu. Haklı olarak göçmenlerin yeni Dor aristokrasisine olmaktan çok başlıca daha eski nüfusa ait olduklarını kabul edebiliriz. Pisagoras kendi toplumunu bir Akha kenti olan Kroton’da kurmuştu, ama kendisi Samos’tan gelen bir İyonyalı idi.


Bu böyle olunca, tarihsel zamanların ilk kez dünyayı anlamaya çalışan Yunanlılarının hiçbir biçimde şimdiye dek ayak basılmamış bir toprağa giren insanların konumunda olmadıklarını kabul etmeye hazır olmalıyız. Ege sanatının kalıntıları daha şimdiden evrene ilişkin oldukça tutarlı bir görüşün varolmuş olması gerektiğinin kanıtlarıdır, ama kayıtlar deşifre edilinceye dek bu görüşü ayrıntılı olarak ortaya sermeyi umudedemeyiz. [Girit’teki] Hagia Triada lahitinin üzerinde temsil edilen tören ölülerin durumuna ilişkin olarak oldukça belirli bir görüşü açığa çıkarır, ve Ege halkının tanrıbilimsel kurgular geliştirmede Mısır ve Babil halkları kadar yetenekli olmuş olduğundan emin olabiliriz. Önümüzdeki günlerde bunların izlerini bulmayı bekleyeceğiz, ve hemen denebilir ki Syros’lu Ferekydes’in fragmanları gibi şeyleri böyle kurgulardan arta kalan şeyler olarak görmenin dışında açıklamak olanaksızdır. Bu kurguların Mısır’dan ödünç alınmış olduğunu varsaymak için hiçbir zemin yoktur, üstelik bu erken uygarlıkların tümünün de birbirlerini etkilemiş olduklarından kuşkumuz olmasa bile. Mısırlılar Girit’ten tıpkı Giritlilerin Mısır’dan almış oldukları gibi kolayca ödünç almış olabilirler, ve deniz uygarlığında bir yaşam tohumu vardı ki, her nasılsa büyük nehirlere bağlı uygarlıkta eksikti.


Öte yandan, açıktır ki kuzeyli istilacılar erken günlerin güçlü tekerkliklerini dağıtarak ve herşeyden önce en sonunda Mısır’ı ve Babil’i boğmuş olan bir boş inancın büyümesini durdurarak Yunan dehasının özgürce gelişmesine yardım etmiş olmalıdır. Bir zamanlar gerçekten böyle bir boş inanç tehlikesinin olmuş olduğunu Ege kalıntılarındaki belli özellikler düşündürmektedir. Öte yandan, Apollon tapınması Kuzeyden Akhalar tarafından getirilmiş görünür, ve gerçekten de Olimpos dini denmiş olan şey, anlayabildiğimiz kadarıyla, başlıca o kaynaktan türetilmiştir. Gene de, üstlendiği sanatsal biçim Akdeniz halklarının damgasını taşır, ve onlar için başlıca o biçimde çekicilik taşıyordu. Üzerlerinde eski Ege dini açısından pekala düşünülebileceği gibi baskıcı bir etki yaratmış olamaz. Büyük olasılıkla Akhalardan ötürüdür ki Yunanlılar arasında hiçbir zaman bir rahipler sınıfı olmadı, ve bu olgu pekala özgür bilimin onların arasında doğmuş olması ile ilgili olabilir.




III. Homeros.



Bu etkilerin işleyişini Homeros’ta açıkça görürüz. Hiç kuşkusuz kendisinin eski ırka ait olmuş ve onun dilini kullanmış olmasına karşın,(4) Akha prenslerinin sarayları için şarkı söyler, ve kutladığı tanrılar ve kahramanlar çoğunlukla Akhalara aittir.(5) Bu nedenledir ki epikte evren üzerine geleneksel görüşün çok az izini buluruz. Tanrılar açıkça insansal olmuşlardır, ve ilkel herşey göz önünden uzaklaştırılır. Hiç kuşkusuz eski inançların ve kılgıların kalıntıları vardır, ama bunlar kural dışıdır.


Sık sık belirtilmiştir ki, Homeros hiçbir zaman insan-öldürme nedeniyle arınma gibi ilkel bir töreden söz etmez. Ölen kahramanlar eski ırkın kralları durumunda olduğu gibi gömülmez ama yakılırlar. Hayaletler için hemen hemen hiç yer yoktur. İlyada’da hiç  kuşkusuz Homeros’taki tek insan adak örneği ile yakın bağlantı içinde Patroklos’un hayaletini buluruz. Ayrıca Odysseia’nın On Birinci Kitabında Nekyia da vardır.(7)


Ama böyle şeyler seyrektir, ve haklı olarak çıkarsayabiliriz ki, en azından belli bir toplumda, Homeros’un şarkılarını kendileri için söylediği Akha prenslerinin toplumunda, evren üzerine geleneksel görüş göreli olarak erken bir tarihte daha şimdiden gözden 
düşmüştü, üstelik doğal olarak şurada burada kendini gösterse de.




IV. Hesiodos. 

Hesiodos’a geldiğimiz zaman, bir başka dünyaya geçiyor görünürüz. Tanrılar üzerine yalnızca usdışı değil ama itici öyküler dinleriz, ve bunlar büyük bir ciddiyetle anlatılırlar. Hesiodos Müzlere şunları söyletir: “Gerçek gibi görünen birçok asılsız şeyin nasıl anlatılacağını biliriz; ama isteyince gerçek olanı söylemeyi de biliriz.”(9)

Bu Homerik tin ve kendi tini arasındaki ayrımın bütünüyle bilincinde olduğunu gösterir. Eski kaygısızlık gitmiştir, ve tanrılara ilişkin gerçeği söylemek önemlidir. Hesiodos Homeros’tan daha geç ve daha hüzünlü bir zamana ait olduğunu da bilir. Dünyanın Çağlarını betimlerken, Bronz ve Demir çağları arasına bir beşinciyi ekler. Bu Kahramanlar Çağı, Homeros tarafından şarkıları söylenen çağdır. Onu önceleyen Bronz Çağından daha iyi, ve onu izleyenden, Hesiodos’un yaşadığı Demir Çağından çok daha iyi idi.(10)


Hesiodos ayrıca şarkılarını başka bir sınıf için söylediğini de duyumsar. Çobanlara ve çiftçilere seslenmektedir, ve Homeros’un kendileri için şarkı söylediği prensler “yamuk hükümler” veren uzaktaki kişiler olmuşlardır. Akha Orta Çağlarının romans ve görkeminin sıradan halk için hiçbir anlamı yoktu. Evrene ilişkin ilkel görüş gerçekte aralarında hiçbir zaman yitip gitmemişti; bu nedenle ilk konuşmacıları için onun şiirlerinde bu görüşü varsaymak doğaldı. Bu nedenledir ki Hesiodos’ta Homeros’un dikkate değmez gördüğü eski yabanıl masalları buluruz. Gene de Theogony’de yalnızca eski boş inancın bir yeniden dirilişini görmek yanlış olacaktır. Hesiodos yeni tin tarafından etkilenmenin önüne geçemezdi, ve kendisine karşın bir öncü oldu. İyonya bilimine ve tarihine doğru büyüyen şeyin tohumları onun şiirlerinde bulunacaktır, ve gerçekte eski düşüncelerin o durdurmaya çalıştığı bozuluşunu hızlandırmak için başka herkesten çoğunu yaptı. 


Theogony tanrılara ilişkin tüm öyküleri tek bir dizgeye indirgemek için bir girişimdir, ve mitoloji denli düzensiz bir şey için dizge zorunlu olarak öldürücüdür. Dahası, Hesiodos’un temasını irdeleyiş tini eski ırkın tini olsa da, ezgilerini söylediği tanrılar çoğunlukla Akha tanrılarıdır. Bu durum dizgeye baştan sona bir çelişki öğesi getirir. Herodotus Helenler için bir theogony yapanların, tanrılara adlarını veren ve görev ve sanatları aralarında paylaştıranların Homeros ve Hesiodos olduklarını söyler, ve bu bütünüyle doğrudur. İnsanların kafalarında eski yerel tanrıların yerini Olimpos’un pantheonu aldı, ve bu Homeros’un olduğu kadar Hesiodos’un da işiydi.


Sıradan insan tüm yerel bağlantılarından koparılan ve şiir tarafından eski tapınma nesnelerinin yerine geçirilen bu insanlaştırılmış şekillerde kendi tanrılarını güçlükle tanıyordu. Böyle tanrılar halkın gereksinimlerini doyurmaya yeteneksizdiler, ve yeri geldiğinde irdelememiz gerekecek olan dinsel yeniden dirilişin gizi budur.



V. Kozmogoni. 

Hesiodos’un kendini zamanının bir çocuğu olarak göstermesi yalnızca bu yolda olmaz. Theogony aynı zamanda bir Kozmogonidir, gerçi Hesiodos burada kendine özgü bir düşünceyi izlemekten çok eski geleneği izliyor görünse de. Her ne olursa olsun, yalnızca iki büyük kozmogonik şekilden, Kaos ve Eros’tan söz eder, ve gerçekte onları dizgesi ile bağlantı içine getirmez. Bunlar gerçekte eski bir kurgu katmanına ait görünürler. Kaos tasarımı şeylerin başlangıcının bir tablosunu sunmak için belirgin bir çabayı temsil eder. Biçimsiz bir karışım değil, ama, etimolojisinin belirttiği gibi, dahaçok ağzını açmış bir uçurum ya da boşluktur ki, orada şimdilik hiçbirşey yoktur.


Bunun ilkel olmadığından emin olabiliriz. İlkel insan tüm şeylerin en ilk başlangıcının bir düşüncesini oluşturması gerektiği gibi bir duygu taşımaz; başlangıcı yapan birşeyin olduğunu sorgusuzca kabul eder. Öteki şekil, Eros, hiç kuşkusuz bütün süreci doğuran üretme dürtüsünü açıklama amacıyla getirildi. Bunlar açıkça kurgusal düşüncelerdir, ama Hesiodos’ta bulanık ve karışıktırlar.Elimizde İÖ altıncı yüzyılın bütünü boyunca kozmogonilerin üretiminde büyük bir etkinliğin yer aldığını gösteren kayıtlar vardır, ve Epimenides, Ferekydes ve Akousilaos’un dizgeleri hakkında birşeyler biliriz. Eğer daha Hesiodos’tan önce bile bu tür kurgular varsa, en erken Orfik kozmogoninin de o yüzyıla düştüğüne inanmada duraksama göstermemiz gereksizdir.(14)


Tüm bu dizgelere ortak olan özellik Boşluğun arkasına geçme ve Kronos’u ya da Zeus’u ilk sıraya koyma girişimidir. Bu Aristoteles’in “tanrıbilimcileri” yarı-tanrıbilimci ve yarı-felsefeci olanlardan ve en iyi olanı başa koyanlardan ayırdederken göz önünde tuttuğu noktadır. Bununla birlikte açıktır ki, bu süreç bilimsel olanın tam tersidir ve belirsizce sürdürülebilir; böylece şimdiki incelememizde kozmogonistler ile onların daha ağırbaşlı araştırmaların gidişini etkilemiş olduğunun gösterilebileceği noktaların ötesinde herhangi bir işimiz yoktur.




VI. Erken Yunan Kozmolojisinin Genel Karakteristikleri. 

İyonyalılar, yazın yapıtlarından görebileceğimiz gibi, şeylerin geçiciliği tarafından derin bir biçimde etkileniyorlardı. Gerçekte yaşam üzerine görüşlerinde temel bir kötümserlik vardır, ve böyle birşey çok belirleyici dinsel kanıtları olmayan aşırı-uygarlaşmış bir çağ için normaldir. Kolofonlu Mimnermos’un gelmekte olan yaşlılık çağı için hüzün ile dolduğunu buluruz ve daha sonraki bir tarihte Simonides’in insan kuşaklarının bir ormandaki yapraklar gibi dökülmekte olması üzerine ağıtı İyonya’nın en erken ozanı tarafından, Homeros tarafından daha önce vurulmuş 
olan bir tele dokunur.


Şimdi bu duygu her zaman en iyi örneklerini mevsimlerin değişmelerinde bulur, ve büyüme ve bozulma döngüsü Ege ülkelerinde Kuzeyde olduğundan çok daha çarpıcı bir fenomendir 
ve daha açık olarak karşıtlar arasındaki, sıcak ve soğuk, ıslak ve kuru arasındaki bir savaş biçimini alır. Buna göre erken kozmolojistler evreni o bakış açısından görürler. Gündüz ve gece, yaz ve kış karşıtlığı, uyku ve uyanma, doğum ve ölüm durumundaki düşündürücü koşutlukları ile birlikte, onlara görünen dünyanın öne çıkan özellikleridir.(17)

Mevsimlerin değişmeleri açıkça bir karşıtlar çiftinin, soğuğun ve ıslağın, öteki çifti, sıcağı ve kuruyu çiğnemesi ve bu sonuncuların da kendi sıraları gelince öteki çifti çiğnemeleri yoluyla ortaya çıkarılır. Bu süreç doğallıkla insan toplumundan ödünç alınan terimlerde betimleniyordu; çünkü erken günlerde insan yaşamının kurallılığı ve değişmezliği doğanın biçimdeşliğinden çok daha açık olarak anlaşılıyordu. İnsan tılsımlı bir toplumsal yasa ve töre dairesi içinde yaşıyor, ama çevresindeki evren ilkin yasasız görünüyordu. Bu nedenledir ki karşıtların birbirlerini çiğnemelerinden türesizlik olarak ve aralarındaki dengenin uygun bir biçimde kurulmasından türe olarak söz edilir. Daha sonraki kozmoz sözcüğü de bu düşünce üzerine dayanır. 


Başlangıçta bir ordunun disiplini, ve sonra bir devletin düzenli yapısı demekti. Ama bu yeterli değildi. En erken kozmolojistler evrenin karşıtlar arasındaki sürekli bir yarışma olarak görülmesinde bir doyum bulamadılar. Bunların her nasılsa ortak bir zeminlerinin olması gerektiğini, bu zeminden çıkmış ve bir kez daha ona geri dönmek zorunda olduklarını duyumsadılar. Karşıtlardan daha birincil olan birşeyin, tüm değişim boyunca süren ve bir biçimde varolmaya ancak bir başkasında yeniden görünmek üzere son veren birşeyin arayışı içindeydiler. Arayışlarına gerçekten de bu tin içinde girmiş oldukları bu birşeyden “yaşsız” ve “ölümsüz” olarak söz etmeleri olgusu tarafından gösterilir.


Eğer, zaman zaman savunulduğu gibi, gerçek ilgileri büyüme ve oluş sürecine yönelik olmuş olsaydı, şiirsel heyecan ve çağrışım ile böylesine yüklü sıfatları bir değişim ve bozulma dünyasındaki biricik sürekli öğeye kolay kolay uygulamazlardı. 
İyonya “Monizmi”nin gerçek anlamı budur.


Prof. John Burnet
ST. ANDREWS ÜNİ.YUNANCA PROFESÖRÜ (İDİ)
Çeviren : Aziz Yardımlı (İDEA Yayınevi,2010)
DİPNOTLAR:

1) Demokritos'un böyle sınırlanan dönemin dışına düştüğü görülecektir. Sokrates'in bu genç çağdaşını “ön-Sokratik felsefeciler” ile birlikte ele alma biçimindeki yaygın uygulama
tarihsel gelişimin gerçek sürecini bulanıklaştırmıştır. Demokritos Protagoras’tan sonra gelir, ve bilgi ve davranış problemlerini öncellerinin yapmış olduğundan çok daha ciddi olarak karşılaması gerekir (bkz. Brochard, “Protagoras et Démocrite,” Arch. ii. s. 368.
2)Bkz. Sir Arthur Evans, “The Minoan and Mycenean Element in Hellenic Life” (J.H.S. xxxii. 277s). Burada şunlar ileri sürülür (s. 278): “Yeni şafakta gözümüze çarpan halk soluk benizli kuzeyliler—‘sarı saçlı Akhalar’ ve geri kalanlar—değil, ama özsel olarak siyah saçlı, esmer tenli ırktır ki, ... erken portrelerini Minos ve Mykene duvar tablolarında buluruz.” Ama eğer tarihsel zamanların Yunanlıları “Minoslular” ile aynı halk idiyse, Sir Arthur Evans’ın “Minoslular”a Yunanlılar demede duraksaması niçin gereksin? Akhalar ve Dorlar ad için özel bir hak ileri sürmezler; çünkü onu [Magna Grecia’daki ilk koloni olan] Kumae’ye (Cumae) getiren Boiotialı Graeler daha eski bir ırktan idiler. “Ön-Helenik” terimine de herhangi bir anlaşılır anlam yükleyemiyorum. Eğer Ege ırkının daha sonra raslantısal olarak bütün ulusa adını veren biraz önemsiz Akha kabilesinden daha önce orada olduğu demekse, bu doğru ama ilgisizdir. Eğer, öte yandan, Ege nüfusunda Neolitik çağın bitişinden sonraki herhangi bir zamanda gerçek bir değişim olduğunu imliyorsa, bu, Sir Arthur Evans’ın kendisinin ileri sürdüğü gibi, doğru değildir. Eğer Yunan dilinin Ege’ye kuzeyliler tarafından getirildiği demekse (ki büyük olasılıkla bu anlama gelir), bunun hiçbir kanıtı yoktur ve andırıma aykırıdır. Bildiğimiz biçimiyle Yunan dili tıpkı bizimki gibi sözlüğünde karışık bir dildir, ama özsel yapısı Hint-Avrupa dillerinin yapısına Hint-Avrupa konuşmasının herhangi bir kuzey dalının yapısından çok daha benzerdir. Örneğin ekleme(augment) Sanskritçe’ye, Eski Pers diline ve Yunanca’ya ortak ve özgüdür. Yunan dili İÖ ikinci binyılda Pers dilinden çok ayrı olmuş olamaz. Centum ve satem dilleri arasındaki popüler ayrım bütünüyle aldatıcıdır ve, Romanik dillerin tarihsel zamanlarda satem dili olması olgusu tarafından gösterildiği gibi, ikincil bir fenomen üzerine dayanır. Yunanca’nın da eski Hint ve eski Pers dilleri gibi “hundred” (?/yüz = satam, satem) sözcüğündeki sönümlü n’yi a ile temsil ettiğini belirtmek, ve bu zeminde onu bir satem dili olarak onlarla birlikte sınıflandırmak daha uygun olurdu.
4) Bu hiç kuşkusuz Sir Arthur Evans’ın hipotezinden daha yalın bir hipotezdir, çünkü o (aynı yer, s. 288) “daha erken bir Minos epiği Yunanca’ya alınmıştır” gibi bir varsayımda bulunur. Epik lehçesinin Arkadia ve Kıbrıs lehçeleri ile pekçok değme noktası vardır, ve
Arkadialıların Kuzeyden gelmiş olmaları bütünüyle olasılık dışıdır. Yenenin yiğitliğinin yenilen ırkın bir ozanı tarafından kutlanması için paralellikler yeterince vardır (Ridgeway, Early Age of Greece, cilt i. s. 664). Bu ?/Homeros, “rehine/hostage” adını açıklar mı?
5) Profesör Ridgeway (Early Age of Greece, i. s. 674) belirtir ki, Akhilles, Odysseus, Aiakos, Aias, Laertes ve Peleus gibi özgül olarak Akha adları Yunan dilinden açıklanamaz, oysa eski ırkın Herakles, Erikhthonios, Erysikhthon vb. gibi adları açıklanabilir. Hiç kuşkusuz
Agamemnon ve Menelaos Yunan adları taşırlar, ama bunun nedeni Atreus’un krallığını Pelops’un eski ırktan bir prenses ile evliliğine borçlu olmasıdır. Bu her yerde sürmekte olan assimilasyon sürecinin bir örneğidir.
7) Od. xi. daha sonraki bir tarihe bağlanmıştır çünkü Orfik düşünceler kapsadığı sanılır. Şimdiki bilgimizin ışığında, böyle bir hipotez bütünüyle gereksizdir. Söz konusu düşünceler ilkeldir ve büyük olasılıkla Ege’de yaygın olarak kabul ediliyorlardı. Orfeusculuk özsel olarak ilkel inancın bir yeniden dirilişiydi.
9) Hes. Theog. 27. İlk dizenin sözleri Od. xix. 203’ten alınmıştır). Müzler Homeros’u esinlendiren aynı Müzlerdir, ki Hesiodos’un altılı dizelerde yazdığı ve Epik lehçeyi kullandığı anlamına gelir.
10) Burada büyük bir tarihsel içgörü vardır. “Yunan Orta Çağları”nın normal gelişimde bir kopuş olduğunu ilk söyleyen Hesiodos idi, modern tarihçilerimiz değil.
14) “Rhapsodik Theogony” olarak bilinen şey konusunda Damaskios tarafından betimlenen ve Otto Kern (De Orphei Epimenidis Pherecydis Theogoniis, 1888) tarafından yeniden diriltilen görüş buydu. Yabanıl karakteri anikitesinin en iyi tanıtıdır. Bkz. Lang, Myth, Ritual, and Religion, cilt i. bölüm x.
17) Bu Prof. J. L. Myres tarafından “The Background of Greek Science” (University of Chicago Chronicle, cilt xvi. No. 4) başlıklı bir denemede açıkça gösterilir. “Karşıtlar” öğretisini Mr. Cornford’un From Religion to Philosophy’nin ilk bölümünde yaptığı gibi “dinsel bir tasarım”dan türetmeye gerek yoktur. Yunanistan’da bunlar kendilerini öyle birşeyden bütünüyle ayrı olarak dikkatimize dayatırlar, Hiç kuşkusuz kılgısal nedenlerle tarım büyüsü için de önemlidirler.

EARLY GREEK PHILOSOPHY - By John Burnet
*John Burnet was a professor of Latin at Edinburgh; from 1892 to 1926, he was Professor of Greek at the University of St. Andrews. He became a Fellow of the British Academy in 1916. In 1909, Burnet was offered, but did not accept, the Chair of Greek at Harvard University.
*THE MILESIAN SCHOOL; THALES,ANAXİMANDER,ANAXİMENES
*SCIENCE AND RELIGION
*HERAKLEITOS OF EPHESOS
*PARMENIDES OF ELBA
*EMPEDOKLES OF AKRAGAS
*ANAXAGORAS OF KLAZOMENAI
*THE PYTHAGOREANS
*THE YOUNGER ELEATICS
*LEUKIPPOS OF MILETOS
*ECLECTICISM AND REACTION.
*THE SOURCES
orjinal kitap için adres


Orjinal kitabın 380.sayfasında yazardan dipnot: "Herodotos called himself a Halikarnassian or a Thourian".!!! - "Herodot kendisine Halikarnaslı ya da Thourianlı" derdi. - Thouran -Turan... 




MONİZMİ: Felsefenin en temel sorularından “varlık bir midir yoksa birden çok mudur?” sorusuna varolan her şeyin tek bir gerçeklikten oluştuğu yanıtını veren; gerçekliğin tek bir ilkeden türetilebileceğini ya da bu tek ilkeye indirgenebileceğini savunan; birçok enson gerçeklik bulunduğunu düşünen “çokçuluk” ile iki tane enson gerçeklik ya da töz olduğunu savlayan “ikicilik”e karşı tek bir tane en son gerçeklik olduğu savunusundan ödün vermeyen; şeylerin çokluğunu saltık bir gerçekliğin değişik biçimleri ya da yüzleri olarak açıklayan felsefe anlayışı. Sümerlilerde YER ve GÖK  tanrıları , Eski Mısır'da İYİLİK-KÖTÜLÜK tanrıları, Çin'de YİNG-YANG, İran'da EHRİMEN-HÜRMÜZ hep karşıt iki ilkeyi meydana getirir.  İkicilik ve Çoğulculuk' a zıt olan Monizmi, cevher açısından, mantık ve metafizik açısında, ilmi, felesefi, ahlkai vb. diğer açılardan ele almak mümkündür.








ilgili:








3 Temmuz 2012 Salı

KİBELE / KYBELE ve ANADOLU'DA ANATANRIÇA


MADRİD'TEKİ KİBELE ANITI

TOPRAK ANAYIM , KİBELE DERLER BANA
TAPINMIŞ TÜM ULUSLAR ZAMANINDA
MISIR’DA İSİS , MEZOPATAMYA’DA İŞTAR OLMUŞUM
HİTİT’TE HEPAT , İTALYA’DA VENÜS OLARAK DOĞMUŞUM
ASIL ADIM MA’YI UNUTMUŞLAR
ARTEMİS ‘LE , DEMETER’ LE YAŞATMIŞLAR

DİKMİŞLER KOCAMAN BİR TAPINAK MİDAS’IN ÜLKESİNDE,
DİNİMİ BENİMSEMİŞLER TÜM BÖLGEDE,
MESİR MACUNU DAĞITMIŞLAR KİMİ YERDE.

YAPMIŞLAR HEYKELLERİMİ TOPRAKTAN ,KİLDEN
DAĞILMIŞIM DÜNYAYA TÜCCARLARIN ELİNDEN.

KIZLARIM OĞULLARIM SESLENİRİM SİZE
KUCAKLAYIN TOPRAĞIN GÜCÜYLE
ANAYIM BEN ANA AÇ BIRAKMAM SİZİ
SUNARIM BİNBİR LEZZETLİ NİMETLERİMİ

KÜLTÜR BEŞİĞİ ANADOLUYU UNUTMASINLAR
TOPRAĞIMI YÜREĞİMDEN KOPARMASINLAR.

SB. (şiir şahsıma aittir)






Anadolu da Ana Tanrıça Kültü: 
Ana Tanrıçadan Doğan Tanrı ve Tanrıça İnanışları

İnsanlığın başlangıcında, Doğacılık olarak adlandırılan din inanışı karşımıza çıkmaktadır. 
Doğacılık ; Fiziksel çevrede görülen, karşılaşılan olguların kişileştirilmesi, Tanrılaştırılması anlamına gelir. Doğada yinelenen olguların nedenini açıklamada güçlük çeken insanlar, bunları yönlendiren ayrı ayrı güçler (Tanrılar) olduğuna inanmıştır. 

Böylece güneşi (dünyayı ısıtan), ayı (aydınlatan), toprağı (ürün veren), akarsuları, denizi, fırtınayı vb. birer guç ve yönlendirici merkez olarak Tanrılaştırmıştır. 

Doğacılığın belirgin özelliklerinden ilki “Çok Tanrıcılık” olarak ortaya çıkmıştır. Tanrıların sayısı çoğalınca bunların kendi içlerinde bir aile oluşturdukları var sayılmış, bu tanrılardan bir taneside “baş tanrı” konumuna yükseltilmiştir.

Tanrıların doğuşu, özellikleri ve aralarındaki ilişkileri belirten zengin malzeme mitolojiyi meydana getirmiştir. Baş (Ana) Tanrı düşüncesi ise, giderek tek tanrıcılığa dönüşmüştür.


Mitoloji genel olarak; dünyanın,insanların yaradılışını, çeşitli yaşantılarını, karşılaştıkları olayları ve kültürlerinin özelliklerini konu alan çok sayıda öykü, şiir ve destandan oluşur.Toplumsal değerleri yansıtır.

Doğacılığın bir başka özelliği, tanrıların somutlaştırılması, gözle görülür biçimler, simgeler olarak düşünülmesidir. 
Birinci somutlaştırma aşaması , zoomorf’dur. Tanrıların hayvan biçiminde düşünülmesidir. 
Ikinci aşama, yarı insan-yarı hayvan biçiminde düşünülmesidir. 
Üçüncü aşama, Antropomorf’dur. Tanrıların insan biçiminde düşünülmesidir. Erkek yada kadın biçiminde olabilirler. Bu aşama ilk kez Anadolu’da ve Girit Adası’nda gerçekleşmiş ,buralardan Eski Yunanistan’a ve Roma’ya geçmiştir.

Tanrıların ölmezliği ve yaşlanmamaları kabul edilmiştir.Onlar da insanlar gibi yer, içer, evlenir, aile kurarlar. Çocukları vardır. Insanlardaki güzellik, çirkinlik, kıskançlık vb. gibi kavramlar onlar için de geçerlidir.

Somutlaştırma, Tanrıların resim ve heykellerinin yapılması geleneğini de yaratmıştır. Bu, dinsel inancın bir gereği sayılmıştır. Tanrı heykellerine “Pagan” (Put) denilmektedir. Doğacılıkta bir anlamda paganizm yani puta tapıcılıktır. Insanoğlu, Tanrısını kendisi yapmakta, sonra, yaptığına tapmakta, daha sonrada onu yaymaktadır.



ANATANRIÇA




İŞTAR- LONDON MÜZESİ






ÇATALHÖYÜK ANATANRIÇA


Modern insanın atası kabul edilen Neanderthal ve Homo Sapiens’lerin yaşadığı ve insanlık tarihinin %99'u gibi büyük bir bölümünü kapsayan Paleolitik dönemde; ilk kez inançlarla ilgili bir takım belirtilerin ortaya çıkmaya başladığı görülür. Özellikle üst Paleolitik çağın önemli gelişmelerinden biri de; İnsanların entelektüel hayatlarıyla ilgili bir takım eserlerini yapmaya başlamalarıdır. Mağara duvarlarına ve çeşitli objeler üzerine yapılan boyalı resim, gravür, alçak kabartmalar ile heykelcikler, Paleolitik dönem sanatının dikkat çekici eserleridir. Taşınabilir sanat eserlerinin en ilginç örnekleri, küçük boyda yapılmış kadın heykelcikleridir. Bu kadınlar hamile oldukları gibi kadınsal özellikleri de olağanüstü vurgulanmıştır. Anatanrıca kültününde ilk örnekleri olan bu “Venüs” yada “Anatanrıça” heykelciklerinin doğanın büyük güçleri olan “bereketi” ve “yaşamın doğuşunu” simgeledikleri düşünülmektedir. Paleolitik dönem insanın din görüşünü yansıtan bu tür heykelcikler, henüz Anadolu’da ele geçmemiştir. Bulunan bazı örnekler Avrupa kökenli olup içlerinde en tanınanlarından bir tanesi Avusturya’da ele geçen “Willendorf Venüsü”dür.

Anadolu insanının din görüşü hakkında ilk bilgileri Neolitik dönem insanı vermektedir. Neolitik dönemde, yerleşik hayata geçen ve bugünkü yaşamın temelini atan insanoğlu dinsel inanışlarını da yansıtan eserlerini günümüze bırakmıştır. Neolitik Dönemi en iyi yansıtan merkez Çatalhöyük’tür. Orta Anadolu’da, MÖ. 7.bin yılın sonlarından MÖ.6. bin yılın ortalarına kadar geçen zaman içinde, insanın kültürel ve düşünsel gelişimi izlenir. Çatalhöyük’te bu güne kadar yapılan kazılarda, değişik kültür katlarına yayılmış 40 tapınak açığa çıkarılmıştır. Tapınakların süslemelerini oluşturan duvar resimleri ve kabartmalar tıpkı üst Paleotik Dönem insanının barınakları olan mağaralarının kaya duvarlarını kabartma ve resimlerle donatmalarına benzemektedir.



Çatalhöyük’ün tapınaklarının duvarlarında yer alan kabartma ve resimlerde üç ana konu işlenmiştir: Doğum, yaşam, ölüm. Kadının hamilelik dönemi ve doğum olayı, en eski kültür katlarından itibaren tapınak duvarlarında yüksek kabartma olarak yer almıştır. Bir tapınak duvarında, sematik olarak işlenmiş, hamile bir kadın kabartmasında hamilelik, göbek çevresindeki iç içe dairelerle gösterilirken, diğer bir tapınakta ise, doğum pozisyonundaki figürün hemen altında bir koç başı ve bunun altında da üç boğa başı yer almaktadır. Bu kabartma koç ve boğayı doğuran anatanrıça olarak yorumlanmaktadır. Doğuran figür yalnızca kadını değil, “dişi” yi de temsil etmektedir. Koç ve boğanın erkekliği simgelediği düşünülürse “erkeği doğuran dişi” sonucuyla karşılaşılmaktadır. Bu Neolitik Dönem insanının yaratılış hakkındaki düşüncesini ve inancını yansıtmaktadır.Bu doğrultuda bir görüşle tapınak duvarlarında yer alan doğumla ilgili kabartmalarda ilk “yaratılış öyküsünün” canlandırıldığı yorumuna varmak doğaldır.

Yine Çatalhöyük’te ele geçen, taştan yapılmış, kabartmalı bir levhada, kadın-erkek cinselliği ve sonucunda çocuğun doğması gösterilmektedir. Bu kabartma, insanın bin yıllar boyunca, düşünce dünyasında gizemini çözmeye çalıştığı üreme, çoğalma olayının tanrısal bir yaratıcı olduğu sonucuna varıp, kafasındaki düşünce dünyasında kendi soyunun iki cinsi gibi kişileştirdiği tanrı-tanrıça çiftinin kutsal birleşmesi “hieros gamos” şeklinde ifade edilişinin kanıtı olmalıdır. Böylece tanrısal aileyi, kendi toplumunun en küçük birimi olan ana-baba-çocuk şeklinde düşündüğünün somut bir delilidir.



VENÜS ANATANRIÇA
VENÜS ANATANRIÇA



















Çatalhöyük buluntuları içinde önemli bir grubu ana tanrıça yontuları oluşturmaktadır. Özellikle tahıl ambarlarında bulunmaları ilgi çekicidir. Değişik boyutlarda, pişmiş toprak ve taştan yapılan bu heykelciklerde kadınlar:


1-Genç Kadınlar,

2-Çocuklu yada çocuk doğuracak kadınlar,
3-Yaşlı kadınlar olarak betimlenirken, ele geçen birkaç örnekte erkekler;
a-Genç erkekler (belki tanrıçanın oğlu)
b-Yaşlı ve sakallı erkekler (belki tanrıçanın kocası) şeklinde tasvir edilmiştir. Ayrıca figürinler arasında insanlar ile hayvanların birlikte tasvir edilenlerine de rastlanmaktadır.

Çatalhöyük, ana tanrıça figürinleri arasında en ilgi çekici olanı leoparlı tahtında oturmuş, doğum yapan tanrıça tasviridir. Tanrıça iki yanındaki leoparlara dayanmakta, bacaklarının arasında bir bebek yer almaktadır. Daha sonraki dönemlerdeki yontularında görüleceği gibi “potnia theron” yani hayvanlar hakimesi, doğa üstüne sonsuz egemenliğinin bir simgesi olarak hayvanları ile birlikte gösterilmiştir. Bu imge Kybele’den Artemis’e kadar bütün ana tanrıça imgelerinde de karşımıza çıkacaktır.



Neolitik Dönemin, Anadolu’daki önemli bir diğer merkezi de Burdur yakınlarındakı Hacılar yerleşim yeridir. Sanatta ve inanışta Çatalhöyük medeniyetinin Hacılar’da, neolitik çağın sonlarında, kesintisiz olarak devam ettiğini gösteren buluntuların basında, topraktan yapılmış Ana Tanrıça heykelcikleri gelmektedir.


ARTEMİS EFES /ANATANRIÇA








Hacılar’da, evlerin tabanlarında yada ocaklar etrafında ele geçen tanrıça figürlerini de Çatalhöyük figürinleri gibi kendi içinde grupladığımızda:

1-Ayakta duran tanrıça figürinleri,
2-Oturan tanrıça figürinleri,
3-Uzanmış dinlenir durumunda tanrıça figürinleri,
4-Tahtında oturan tanrıça figürinleri,
olarak 4 grupta toplayabiliriz. Genç kadın heykelciklerinde saçlar daima at kuyruğu şeklinde, yaşlı kadınlarda ise topuz yapılmış olarak ifade edilmiştir. Erkek heykelciklerinin Hacılar’da hiç bulunmamasına karşın, erkek çocuk tasvirlerine anasının kucağında yada tanrıçası ile birlikte yer verilmiştir.

Anadolu’nun hemen hemen tüm Neolitik yerleşmelerinde karşımıza çıkan çıplak kadın heykelcikleri, din tarihi ve sosyal tarih açısından önem taşımaktadır. Çünkü, bunlar kadının doğurucu niteliğinden dolayı “yaratıcı büyük ana” olarak kendisine tapılması için yapılmış görünüyorlar. Tapınılan varlığın dişi olması, neolitik insanların madersahi (anaerkil) bir toplum içersinde yaşadıklarını göstermektedir. Anaerkil yaşam, Anadolu da çok uzun bir zaman devam etmiştir, hatta Hititler ve Firigler de bile izleri görülmektedir.

Kalkolitik dönem Anadolusunda Ana Tanrıça inancının devam ettiği görülmektedir. Neolitik Dönem kadar olmasa da, ana tanrıça heykelcikleri Kalkolitik Cağ’da da yapılmaktadır.Bereket inancına dayalı olarak yiyecek, içecek kapları hamile kadın vücudu şeklinde yapılmaktadır. Anatanrıça kültünün yanısıra erkeği ve erkekliği simgeleyen boğa kültü de egemenliğini sürdürür.

MÖ.4.bin yılın sonlarına doğru Anadolu da Tunç Çağları başlar.

Sosyo ekonomik ve siyasal değişim sonucu büyük bir olasılıkla erkek toplumda ve ailede lider durumuna geçer. Bu dönemde, Sümerden başlayarak Önasya dünyasında; Düşünsel olarak yaratılan çok tanrılı bir dinde, güneş, ay su gibi büyük doğa güçleri ve iyilik, kötülük, adalet, savaş gibi kavramlar tanrılaştırılıp, insan şeklinde kişileştirilmesi ve isimlendirilmesi ile tanrısal bir alem kurulmuştur. Anadolu’da bu çağda da anatanrıça güneşle özdeşleştirilmiş ve güneş kadın olarak kişiselleştirilmiştir. Anatanrıça heykellerinin yanında sematik olarak yapılmış betimlemeler (idoller) yaygın bir şekilde, Anadolu’nun değişik merkezlerinden ele geçmektedir. Bu heykelciklerde ve idollerde en dikkat çekici özellik ise kadın cinsel organının abartılı bir şekilde belirtilmesidir. İlk Tunç Çağı’nın sonlarında “kurs vücutlu alabester idoller” olarak tanımlanan idol tipi karşımıza çıkar. Bunlar tek başlı veya dörde kadar çıkan çok başlı, tek kurs biçimi vücutlu sematik heykelciklerdir. Tek başlı olanlarda ana tanrıçanın, iki başlı olanlarda tanrıça ve kocasının, çok başlılarda tanrıça, kocası ve çocuklarının betimlendiği genel olarak kabul edilmektedir.

MÖ.II. binin başlarında, Asurlu tüccarların ticaret yapmak amacı ile Anadolu’ya gelmeleri ile Anadolu’da büyük bir kültür değişimi olmuştur. Anadolu insanı kendi tanrıları yanında, Mezopotamya tanrılarını da tanımış ve bu tanrıları da kabul ederek onlara da tapmaya başlamıştır. Bu tanrı çokluğu (pantheon) yanında, Anadolu insani hala Ana tanrıça’ya tapmaya ve onun heykelciklerini yapmaya devam etmiştir. Ana tanrıçanın bu dönemdeki en güzel yontusu, Kültepe’de ele geçen fildişi heykelciktir. Hititler’de de, Koloni Çağı’nda olduğu gibi çok tanrılı bir din anlayışının varlığı görülmektedir. Hattuşa yakınlarındaki Yazılıkaya açık hava mabedi, Hitit dini inanışını yansıtan en güzel örnektir. Yazılıkaya’da da; Ana tanrıça Hepat, tanrılar alayı karşılaşmasında, kadın tanrılar alayının başında ve kutsal hayvanı aslan üzerinde en önde yer almaktadır.



ANATANRIÇA


Ana Tanrıça Neolitik dönemdeki ihtişamına tekrar MÖ.I bin Anadolu’sunda dönmüştür. Frig ve Geç Hitit Beylikleri döneminde Ana tanrıça Kybele ve Kubaba isimleri ile tapınılan en büyük Tanrıça olmuştur.

Hititler, Kubaba adıyla taptıkları tanrıçayı yine kutsal hayvanı aslan üzerinde otururken, elinde bereket simgesi olan nar ve ayna tutarken Kargamış kabartmalarında betimlemişlerdir.

Frigler, Ana Tanricaya Kybele adıyla tapmışlar ve onun kült merkezi olan Pessinus’a, gökten bir meteor taşı olarak düştüğüne inanmışlardır. Bu taş daha sonraları büyük bir törenle Roma’ya götürülmüş ve Ana Tanrıça kültü Anadolu sınırları dışına taşınmıştır. Frigler, tanrıçaya açık hava tapınakları yaparak tapmışlardır. Kybele’nin asıl tapınma merkezi Pessinus şehri olmasına rağmen, ev biçimindeki bu basit tapınaklar, Phrygia’da Kybele Kültünün kentler dışına da taştığını bütün doğaya yayıldığını gösterir. Tanrıça bu dönemde de Potnia Theron (hayvanlar hakimesi) yani doğanın efendisidir.

Urartu’larda ana tanrıça baş tanrı Haldi’nin karısıdır. Diğer kültürlerde olduğu gibi burada da insan şeklinde betimlenmiş ve kutsal hayvanı ile gösterilmiştir.

Anadolu’nun MÖ.I bin yılından itibaren yaşadığı bu yeni kültür birikiminin devamı olan Hellenistik ve Roma dönemlerinde de, isimleri değişiklik gösterse de bereket, aşk, sağlık, savaş gibi insan yaşamında önem taşıyan olayları sembolize eden tanrı ve tanrıçalara insanlar tapmışlardır. Bu tapılan varlıkları yansıtan betimlemeleri yine insan biçiminde düşünerek şekillendirmişlerdir.



ERKEN BİZANS DÖNEMİ MERYEMANA


Anadolu’da, çok tanrılı din inanışı, Roma döneminin sonlarında ortaya çıkan, tek tanrılı bir din olan Hiristiyanlığın doğusuna kadar devam etmis, artık tek tanrılı bir dine sahip olan Bizans Devleti döneminde sona ermiştir. İlginç olan da, çok tanrılı dinlerin çoğunun doğusuna sahne olan Anadolu topraklarının, tek tanrılı bir din olan Hıristiyanlığın doğuşunada sahne olmasıdır. Hıristiyan dininin özündeki tanrıyı doğuran ana, Meryem (Theotokos Meryem) inancında da yine Neolitiğin “ana tanrıça fikri” yatmaktadır. Ikisini birbirinden ayırmak çok zordur. 

Anadolu insanının Neolitik’ten beri dünya kültürü ve uygarlığının gelişmesinde çok büyük katkıları olmuştur. Özellikle, din tarihi açısından Anadolu’nun Önasya ve antik Ege dünyasına katkıları önemlidir. 

Bu konuda en önemli yeri, şüphesizdir ki diğer tanrılara ve dinlere öncülük eden Ana Tanrıça Kültü almaktadır. 

Ana Tanrıça dininin kaynağı Anadolu’dur. Tanrıça doğayı bütün canlılığı ,verimliliği ile simgeleyen evrensel bir nitelik taşımanın yanında her türlü uygarlığın da etkeni olarak Anadolu’da doğmuştur. 

Anadolu’nun Ana Tanrıça’sından da diğer tanrı ve tanrıçalar var olmuştur.





AYASOFYA/MERYEMANA



Kaynakça:

Braidwood,, R.S., Tarih Öncesi İnsan,
Arkeoloji ve Sanat Yayınları: İstanbul 1995.

Erhat, Azra., Mitoloji Sözlüğü,
Remzi Kitabevi: İstanbul 1989.

Kulaçoğlu, B., Anadolu Medeniyetleri Müzesi Tanrılar ve Tanrıçalar,
Kültür Bakanlığı Yayınları: İstanbul 1992.

Tezcan, M. Prof. Dr., Kültürel Antropoloji,
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayınları (no: 173): Ankara 1996.

ÇAĞLAR BOYU ANADOLU’ DA KADIN ANADOLU KADINININ 9000 YILI Sergisi Kataloğu,
Kültür Bakanlığı Yayınları :  İstanbul 1993


ANATANRIÇA KİBELE


Tuhaftır ki, hem Frigya’daki Kubaba ,
hem de Kabe'deki siyah taş ,
iki meteor taştır. 


SB.

***