Translate

ANATANRIÇA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ANATANRIÇA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ekim 2013 Cumartesi

Tarihte Pars Motifinin Türklerde Yaygınlığı






Küçük Asya’da Pars Kültü

Anadolu’da da leoparların, insanın ilgisini çok eski devirlerden beri çekmiş, hatta bir kült hayvan konumuna yükselmiş olduğu söylenebilir. Nitekim dünyaca tanınan Konya Çatalhöyük’te arkeolojik kazılar neticesinde keşfedilen Neolitik Çağ(M.Ö. 8000-5500) döneminde yer alan M.Ö. 6000’li yıllara ait Leopar Tapınağı (Leopard Shrine) bunun belki de en eski kanıtlarından biridir. 

Anılan bu tapınağın iç duvarlarından birinde solda dişi, sağda ise erkek olmak üzere iki leopar kabartma tasviri (Anadolu Medeniyetler Müzesinde bunlar Çatalhöyük VI.A.44 veVI.B.44 no’lu leopar kabartmaları olarak geçer) bulunmaktadır. 

Sözü edilen butasvirlerin üzerinde ise leoparlara özgü lekelerden hareketle bu leoparlarınaslında kar leoparı, yani pars olma ihtimalinin oldukça yüksek olduğu ifade edilebilir. Ian Hodder (2006: 7, 20-21) tarafından M.Ö: 7400-6000 yılları olarak tarihlendirilen, yani günümüzden tam 9000 yıl öncesine ait olan dünya çapında tanınan Çatalhöyük’te gerçekten de en çok bulunan memeli türün motifi leopara aittir.

Bu yönden bu höyük yerinin gerçekten birçok ilginç olguya imza atmış olduğu söylenebilir. Daha da yakından bakacak olursak leopar motifi bu kazı bölgesinde ortaya çıkan mirasın içinde resim olarak %65 (ki buna en yakın oran ancak kızıl geyiğe aittir - %12), rölyef olarak ise leopar ile ilgili oran %35 (ki bu alanda birincilik %46 ile sığır motifine aittir). 

Kıyas için şu bilgilere de yer vermekte yarar vardır. Resim ve rölyef alanında kurtların sahip olduğu oran %0’dır, oysa leoparın oranı,yukarıda da gösterildiği gibi % 65 ve %35’tir. Çok ilginçtir ki, Çatalhöyük’te diğer tür memelilerin rölyef bazında sahip oldukları oran bakımından leopardan sonra koyun gelmekte, o da ancak %19’luk gibi oldukça geride kalan bir orandır. Fakat aynı zamanda hayvan kalıntılarında kirpi, yaban tavşanı, kurt, köpek, tilki, ayı, kemirgen, katır, yaban domuz, alageyik, kızıl geyik, karaca, sığır, keçi, koyun şuya da bu oranda temsil edilirken, ilginçtir ki, leopara ait kalıntılar nerdeyse hiçyoktur (Hodder 2006: 9-11). 

Toplam yaklaşık 650.000 parça hayvan kemiği kazı neticesinde kayda geçirildi ve 24.000’i de sınıflandırıldı (Hodder 2006: 260), ancak neredeyse hiç bir leopara ait kalıntıya denk gelinmemiş, ancak 2004’te Antropoloji araştırmacısı Nerissa Russell kolyenin bir unsuru biçiminde delikli bir leopar kemiğini bulmuştur (Hodder 2006: 259-261). Zaten bulunan bu leopar kemiği Çatalhöyük toplumunda kadınların sahip olduğu güçlü toplumsal pozisyona ışık tuttuğu biçimde yorumlanabilir (Hodder 2006: 261). 

Büyük bir olasılıkla bu buluntunun inançsal bir anlam içerdiği söylenebilir. Resim ve kabartma rölyeflerin yanı sıra leopar motifleri leopar postlu erkek ve kadın heykelleri biçiminde vardır (Hodder 2006: 9-11).

Kazı yerinden çıkarılan ve kumaş ile deri süslemesinde kullanıldıkları tahmin edilen kilden yapma baskı mühürleri içerisinde leopar motifli mühürler de yer almaktadır (Hodder 2006: 233). Toplumsal boyutta cinsiyetler arası farkın özellikle erken dönemler için hiç olmadığı ya da çok düşük düzeyde olduğu düşünülen Çatalhöyük toplumunda (Hodder 2006: 211) leoparların cinsiyetlerinin arasında fiziksel farklılıklarının hem doğada hem de bu kazı yerinde bulunan nesneler örneğinde görüldüğü gibi büyüklük ya da boy bazında neredeyse gözlemlenemediği (Melaart 1967; Hodder’de 2006: 208) gerçeği düşünüldüğünde çok ilgi çekici gelebilir. 


ÇATALHÖYÜK - PARSLAR


Bu ilginç bilgi ise acaba leoparın aynı zamanda cinsiyetler arası ayırımın olmadığı ya da en az düzeyde olduğunun sembolü olabilir mi? diye düşünmemize yol açabilmektedir. Aynı zamanda kazı yerinde neredeyse hiç bir leopar kemiğinin rastlanmaması gerçeğinin Ian Hodder tarafından bu yırtıcı, avcı, güçlü ve çevik olmanın yanı sıra analık bağlarının “güçlü ve kalıcı” olduğu (Estes 1992: 411;Hodder’de 2006: 207) gözlemlenen ve çita ile aslandan farklı olarak tek başına yaşadığı, topluluk dışı durduğu ve evcilleştirilmesinin neredeyse imkansız olduğu bilinen leopar ile ilgili Çatalhöyük toplumunda bir çeşit inançsal uygulamalarla ilgili olabileceği yönünde yorumlanmaktadır (Hodder 2006: 52-53, 261).

Bütün bunlarla birlikte Çatalhöyük civarındaki kırsal yerleşim yerleri sakinlerinin Toros Dağlarının güneyinde leoparların görüldüğü yönde bilgi vermiş oldukları (Hodder 2006: 73) gerçeği de çok önenmlidir.

2.300.000-10.000 yıl öncesini kapsayan Yontma Taş (Paleolitik) Devrinden sonra Milattan 8000 yıl önce iklimde yumuşamanın meydana gelmesiyle birlikte insan mağaradan düz ovalara iner ve toplayıcılık ekonomisinden üretici ekonomiye geçer. Aynı dönemde hayvanların evcilleştirilmesine başlanır. Bolluk ve bereketin simgesi olarak Ana Tanrıça fikri yine ilk kez Neolitik (Cilalı Taş) dönemde ortaya çıkar. Hayvanların hâkimi olduğu düşünülen ve yine Anadolu Medeniyetler Müzesinde sergilenen bir Ana Tanrıça figürü konumuz itibariyle çok ilgi çekicidir. 

Çünkü bilinenlerin içerisinde en eski tanrı tasviri olduğu kabul edilen bu Ana Tanrıça’nın oturduğu taht iki yanından da tasvir edilmiş iki leopar tarafından korunmakta, bu ise bu figürü diğer Ana Tanrıçaları figürlerinden farklı ve belki de daha özgün kılmaktadır. Yani buradan anlaşılabileceği üzere leoparlar yine Küçük Asya ya da başka adıyla bilindiği gibi Ön Asya coğrafyasında çok eski dönemlerde de saygın bir yere sahipti.

....

Türklerde pars/ bars/ irbis/ alabars/ alaparıs olarak bilinmekteydi. 
Kimi araştırmacılara göre ise pars/bars sözcüğü Leopard sözcüğündeki pardın eşanlamlısıdır. Pars kültünün yaygın olduğu Türk halklarından biri Yenisey Kırgızları olmuştur. Hatta eski Türk yazısının Yenisey varyantına sahip olan Yenisey Kırgızlarının önderlerinin adı Bars Bek idi. Annesi Türgiş/Türkeş Türklerinden olan ve eşi ilk Kök Türk kağanlığını kuran İlteriş Kağan’ın oğullarından Kül Tegin ile (Kağan olduktan sonra Bilge Kağan adını alan) Mogilyan’ın küçük kız kardeşi olan Bars Bek daha sonra kendisini Kağan, devletini de Kırgız Kağanlığı olarak ilan etmiştir (Ugdıjekov 2003: 43, 89).

Pars motifi Türk halklarında çok eski zamanlardan beri uzayda bir yıldıztakımının adı olarak, Kök Türk ve Uygur dönemlerinde de sosyo-kültürel boyutta etkisini sürdüren bir motif olarak kullanılagelmiştir (Esin 2001: 26, 140, 45). Özellikle bilim dünyasının eski Yunan tarihçisi Herodot’un M.Ö. V.yy’da sözünü ettiği İskitlerin kültüründe de parsın önemli bir yere sahip olduğu söylenebilir. Yazılı tarihi kaynaklarda yer alan anlatım tarihinden çok daha öncesinde, yani, M.Ö. IX-VIII.yy’larda Merkezi Asya’da konar-göçerlik kültürün geliştiğini gösteren arkeolojik çalışmalar gerçekleştirilmiştir. 

Asya kıtasının tam merkezinde yer alan Tıva Türklerinin yaşadığı topraklarda İskitlere ait olduğu bilimsel olarak ileri sürülen çok sayıda arkeolojik buluntu Arjan-1 (kazı yılları:1971-1974) ile Arjan-2 (kazı yılları: 2001-2002) kurgan kazılarında gün ışığına çıkarılmış, bilime kazandırılmıştır (Çugunov vd. 2004: 3-6). 

Konumuz açısından Arjan-1 olarak bilinen kurgan kazısı neticesinde ortaya çıkarılan M.Ö. VII-VI.yy’lara ait yüzü içe bakacak biçimde daire şeklinde çevrilmiş bir kedigil familyasına ait yırtıcı hayvan motifli kemer tokası büyük önem arzetmektedir (Çugunov vd. 2004: 5). 

Fakat çok ilginçtir ki, Kuzey Kafkasya’daki M.Ö. VII.yy’ın ikinci yarısına ait olan Kelermes-1 adlı kurgandan elde edilen yine kedigiller familyasına mensup olduğu anlaşılan yırtıcı bir hayvanın “Kelermes Panteri” olarak isimlendirildiği (Çugunov vd. 2004: 4) gibi Tıva’daki Arjan-1 kurganından çıkarılan kemer tokasındaki hayvan da panter olarak kabul edilmiştir (Çugunov 2004: 5). 

Oysa ki Hakas Cumhuriyeti’nin 1992’den 2003 yılına dek geçerliliği olan ve fikir müellifliği Prof.Dr. Viktor Butanayev’e ait olan resmi devlet armasında yer alan Tagar kültürüne (M.Ö. VIII-II.yy’lar) ait benzer buluntuda kiyırtıcı hayvan motifi kar leoparı olarak tanımlanmaktadır (Butanayev vd. 2008:53, 593). 

1992-2003 yıllarında arasında geçerli olan Hakas Cumhuriyeti resmi devlet armasındaki pars yukarıda sözü edilen Arjan-1 kurganında keşfedilen vepanter olduğu iddia edilen kemer tokasıyla aynı şekle sahip olduğunun belirtilmesinde yarar vardır. Ayrıca panterin Sibirya’da var olduğuna ilişkin bir bilgiye tarafımızca henüz ulaşılamamıştır. 

Bu arkeolojik buluntudan esinlenerek, daha ilerideki bir bölümde de değinileceği gibi, N.F.Katanov Hakas Devlet Üniversitesi Sayan-Altay Türkiyat Enstitüsü resmi ambleminde kar leoparına yerverilmiştir. Kar leoparı olarak düşündüğümüz, ancak yayın müellifleri tarafından panter olarak nitelendirilen figür ve tasvirlerin yanı sıra Tıva topraklarındaki Arjan-2 (M.Ö. VII.yy’ın ikinci yarısı) kurganından çıkarılan maddi kültür eşyaları üzerinde kaplan, kurt, yabani domuz, deve, at, geyik, boğa, koç ve dağ keçisi gibi güçlü hayvanların tasvirleri de yaygın olarak yer almakta olup bir bütün olarak tanınmış İskit Yabani Hayvan Stilini oluşturmaktadır (Çugunov vd. 2004: 1-16).

Bu arada İskit kültürünün en eski anıtlarının Karadeniz’de değil, Sayan-Altay ve Moğolistan bölgelerinde yer aldığını (Butanayev vd. 2008: 54) da burada vurgulamakta fayda var. Tagar arkeolojik kültür döneminde sanatta en yaygın yırtıcı hayvan motifleri kurt, kaplan ve pars olması (Butanayev vd. 2008: 58) konumuz açısından çok önemlidir. 

Pars adının Türklerde yaygın olduğunu gösteren başka bir örneğin ise Afrika kıtasının kuzey doğusunda bulunan Mısır topraklarında Orta Çağ’da kurulan Memluk Türkleri devletinin önderlerinden birinin de ordularıyla Kayseri’ye kadar ilerleyen, Moğolları Türk ve İslam dünyası tarihinde tek yenebilen hükümdar olarak Anadolu’da Türkmen beylikleri destekleyen, Ermeni ve Haçlıları yenilgiye uğratarak Orta Doğu’dan uzaklaştıran Kıpçak Türklerinden olup Altın Ordu Hakanı ve Cengiz Han’ın torunu Berke Han’ın damadı olan ve Türkiyye olarak tanınan Mısır Türk Devletine en güçlü zamanını yaşatan Orta Çağ dönemi en büyük Türk yöneticilerinden biri olarak kabul edilen Sultan Baybars (1223-1277) olduğu bilinmektedir.  (Biyografi.Net [http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=3077], Vikipedi Özgür Ansiklopedi (2007) [http://tr.wikipedia.org/wiki/Baybars]). 

Oysa“bay” sözcüğünün anlamı genel Türkçede yalnızca “zengin” değil, aynı zamandada “kutsal” anlamına da gelebilir. Örneğin, Hakas Türkçesinde Pay Hazın “zengin kayın ağacı” değil, “kutsal kayın ağacı” demektir (Hakas-Orıs Söstik 2006: 779).

Dolayısıyla “baybars” sözcüğü “kutsal pars” anlamına da gelebilir. Afrika kıtasının kuzeyinde yer alan Mısır topraklarında hayatını sürdürmüş Kıpçak Türklerinden gelen ve “devletin kölesi” anlamına gelen Memlük kumandanlarından Baybars (Gumilev 2003: 223-224) Türk ve Orta Doğu tarihinde etkin bir rol oynamış Türklerdendi. Kazak Türklerinin tarihinde yer almış önemli şahsiyetlerden biri olan ve günümüzde türbesi eski Yassı (Türkistan) şehrindeki Hoca Ahmet Yesevi Mozolesi kompleksi içinde bulunan Jolbarıs Han adının da anlaşılabileceği üzere pars kültüne yönelik saygınlığı yansıttığı söylenebilir. Jolbarıs Han (1690-1740) ise Ulu Cüz’ün önderi ve önde gelen siyaset adamıydı ([http://www.inform.kz/kaz/article/1225806]).

Hem Karluk hem de Uygur yönetimi altında varlığını sürdürmüş bulunan Barshan adıyla bilinen bir şehir vardı (Gumilev 2003: 70, 107). Bars adının Barsbek ya da Parsbit şeklinde Museviliği kabul eden ve bunun yanı sıra atalarından devraldıkları Şamanlık dinlerini yaşatmış bulunan Hazar Türklerinin içinde de kullanıldığına ve Türk adları olarak kabul edildiğine ilişkin bilgi mevcuttur (Golden 1980: 159, 205-206.). 

Günümüzde de hem Ön Asya’da hem de Orta Asya’da Beybars, Baybars, Barsbek, Aybars, vs. kişi adlarına denk gelmek pek olasıdır. Bu ise kurt motifinin yanı sıra pars motifinin de varlığını eski dönemlerden günümüze dek Türk dünyası coğrafyasındaki sosyo-kültürel süreklilik ve bütünlük sürecinde sürdürdüğüne ilişkin oldukça güçlü bir kanıtolarak kabul edilebilir. Bu konu daha sonraki bölümlerde irdelenecektir. Örneğin Türk dünyasında tanınan Manas destanının baş kahramanının Bars Yılında dünyaya gelmesi ([http://e-bishkek.kg/?q=node%2F15]) kar leoparının eski Türk kültüründe çok önemli bir yere sahip olduğunu gözler önüne sermektedir. 

IX.yy’ın sonunda Volga Bulgar Hanlarından Almas (Almuş) tarafından yönetilen Volga Bulgaryası’nın başkenti Bolgar şehrinin ve devletin arması olarak “Yürüyen Pars” sembolü kabul edilmiştir. Hatta günümüzde Çuvaş Cumhuriyeti’nde süren devlet arması tartışmasında araştırmacılardan Prof.V.D.Dimitriyev (1995: 115-121; Danilov’da [http://gov.cap.ru/hierarhy.asp?page=.%2F94353%2F116882%2F116920%2F116926%2F161765%2F303768%2F303778]11.04.2010/23:40) 

Günümüz Çuvaş Cumhuriyeti’nin resmi devlet armasında karleoparı sembolünün yer alması gerektiği görüşündedir.Kimi araştırmacılara göre ise kar leoparı motifi Volga Bulgar devletinin ortak ve resmi arması olarak XII.yy’dan itibaren kullanılmaya başlanmıştır (Davletşin: 2008 [http://www.tatmir.ru/article.shtml?article=834&section=0&heading=0] 11.04.2010/23:54). 

Yine XIV.yy Anadolu’sunda İlhanlı Hükümdarlarından Sultan Olcaytu döneminde Erzurum’da 1310 yılında yaptırılan Yakutiye Medresesi konumuz açısından oldukça ilgi çekicidir. Çünkü bu Medresenin Taçkapısının üzerinde taşüzerinde bir kabartma tekniğiyle yapılmış birbirine bakan iki pars figürü yeralmaktadır. Araştırmacıların genelde bunları aslan olarak kabul etse de bunlarınkar leoparı olma olasılığı çok daha güçlü görülmekektedir (Arslan 2007: 20-23). Kanımızca bunda belki de erkek aslanlara özgü olan ve mutlaka tasvir edilen o güzel yelelerinin bu iki figürde yer almaması gerçeği de bu olasılığı pekiştiren bir gerekçe olarak değerlendirilebilir. 

Oysa ki tasvirlerden de anlaşılacağı üzere,kesin olmamakla birlikte, bu iki parsın erkek cinsinden olması pek muhtemeldir, çünkü karın bölgeleri içe doğru çekik bir biçimde şekillendirilmiştir. Yine bu konuda Anadolu’dan örnek vermek gerekirse Doğubeyazıt İshak Paşa Sarayı ile Tortum Bağbaşı Haho Kilisesi gibi yapı girişlerinde de yer alan pars tasvirleri birçok mimarlık anıtta karşımıza çıkmaktadır (Arslan 2007: 20-23)

Parsın bir kült hayvan olarak eski Türk döneminde kabul edilmesine benzer bir biçimde Amerika kıtasının yerlilerinde yine leopargiller familyasına mensup puma ya da jaguar gibi yırtıcı hayvanların kült hayvanlar olarak kabul edilmesi biçiminde görüldüğü ifade edilebilir. Doğal olarak Sibirya’da puma ya da jaguarın varlığı söz konusu olmadığı gibi Amerika kıtasının sıcak bölgelerinde de karleoparının varlığına ilişkin bilgiler mevcut değildir. 



Timur B. Davletov 


ayrıca farklı bir kaynaktan da 


ORTA ASYA’DAN ANADOLU’YA TÜRK SANATINDA PARS FİGÜRÜ İKONOGRAFİSİ

Türklerde Kar leoparı Pars / Bars / Jolbars / İrbis / Alabars / Alapars olarak bilinmekteydi. Kimi araştırmacılara göre ise, Pars/ Bars sözcüğü Leopar sözcüğündeki Pardın eş anlamlısıdır. Pars Türk kültüründe önemli bir yere sahiptir.“Oğuz” Ongun olarak “Gök Tanrı”nın temsilcisi “KÜN/GÜNEŞE ve eki AYA en çok yaklaşan “ÇİFT BAŞLI KARTALI seçmiştir. “İç Oğuz” Tek başlı kartalı ve “Dış Oğuz” ise yeryüzünde yüksek dağların başında “Gök Tanrı”nın temsilcisi “KÜN/GÜNEŞE ve eki “AYA” en çok yaklaşan “PARS”  ile kartaldan oluşan “SİMURG” kuşunu seçmiştir. Bunda parsın çok çevik ve güçlü bir yırtıcı hayvan olmasının yanı sıra, büyük sürüler hâlinde değil de tek başına avlanması ve yolun sonuna ulaşmadan avını terk etmemesidir. Bundan dolayı parsa yolun sonuna/hedefe varan sözcüğünün karşılığı JOL-BARIS adı verilmiştir.


Pazırık (Berel Koruganı) Koruganında bulunan kilimde pars figürü

___________
_____.



17 Temmuz 2013 Çarşamba

MİLETOSLU ASPASİA ve PERİKLES ATİNASI





Aspasi'nın Atina'ya gittiği zamanlarda kentin sosyal yaşamı, günümüzden oldukça farklıydı.



O zamanlarda Atina'da kadınlar , ikinci sınıf insan olarak görülür ve genel olarak dört sınıfa ayrılırdı:

Gyne Gamete (kutsal anne) olarak adlandırılan evin hanımı, yani resmen evlenilen gerçek eşler;

Pallake denilen nikahsız alınan kadınlar, cariyeler;

yoldaş, kız arkadaş olarak değerlendirilen Hetairalar ;

Pornai adı verilen kısa süreli, geçici cinsel istekleri gideren kadınlar 

...

Özgür kadınlar tek başlarına soğa çıkamıyor, genç erkekler ve kızlar birbirlerini sadece kurban ve cenaze törenlerinde ya da şenliklerde görebiliyorlardı.

Kızlar ancak ana-babalarıyla, evli kadınlar ise sadece kocalarıyla yemek yiyebilirlerdi. Kadınların siyasal hakkı yoktu ve ülke yönetiminde hiçbir şekilde söz sahibi değillerdi. 

Evliliklerde sevginin bir rolü yoktu. Atina'da çok yaygın olan şu söz, bu konuyu özetle anlatmaya yeter:

"Sevmek için bir oğlana, çocuk yapmak için de bir kadına gerek vardır."

Atina'da erkekler için evdeki kadın, sadece çocuk doğuran ve onlara annelik yapan bir kadın olarak görülürdü. Erkeklerin bedensel zevkleri için başka kadınlara, hatta hem cinslerine yönelmeleri çok doğal karşılanıyordu.

Özellikle (MÖ.) 6.yüzyılda kadın bedeninin ticari bir meta olarak görülmesi sonunda , Atinalı yasa yapıcı Solon (640-558) ilk genelevleri açmak zorunda kalmıştı. Dikterion adı verilen bu evler, devlete aitti ve her evde görevli memurlar işleri düzenler, gelirler de, Porniketos adı altında devlet kasasına aktarılırdı.

Porneler, yani fahişeler, kendi içlerinde sınıflara ayrılmışlardı. 

En alttaki kadınlara Dikteriades adı veriliyordu ; bunlar en alt sınıftaki erkeklere hizmet ederlerdi. bu kadınlar, belli bir giysi giyer, güneş batmadan sokağa çıkamaz ve kentten izinsiz ayrılamazdı. Dikteriadesler, özellikle ailesinin terk ettiği ya da korsanların kaçırarak Akdeniz pazarlarında sattıkları çocuklar arasından seçilerek yetiştirilirdi.

Orta sınıf fahişelere Auletrides adı verilirken ; bu sınıftaki kadınlar elden ele dolaşmalarından dolayı halk arasında "Zarlar" olarak anılırdı.

Yüksek tabakaya hizmet eden kadınlara da , Hetaira adı verilmişti. Bu kadınlar bilim, felsefe, müzik, tarih, edebiyat ve sanat konularında eğitilmişlerdi. 

Ünlü yontucu Praksiteles'in sevgilisi Phryne'nin "Knidoslu Afrodit Yontusu"na modellik yaptığı söylenir. Büyük İskender'in sevgilisi Thais, onun ölümünden sonra Ptolemaios I ile evlenerek Mısır Kraliçesi olmuştur. Bu iki kadın da ,gerçek Hetaira'dırlar.

Aspasia da kimi kişilerce haksız olarak hetairalar içinde sayılmıştır. Hetairalar, genellikle para almazlar, sevgililerinden armağan kabul ederlerdi. Ancak Atinalı Europa gibi bir Drahmiye birlikte olanlar da çıkmıştır. Ayrıca Hetairaların aşıklarına pek seyrek bağlı kaldıkları, esas düşüncelerinin para kazanmak olduğu yazdığı söylenir: " Neden uzun mektuplar yazarak canımı sıkıyorsun? Yazdıkların bana vız gelir. Benim istediğim elli Drahmi'dir. Beni seviyorsan parayı ver, yok paran kıymetliyse beni rahat bırak".

Atina'da yine Solon'un sınıflamasına göre özgür vatandaşlar gelirlerine göre dört sınıfa ayrılmıştı:

Pentekosioimedimnoi (beşyüz kile insanlar) adı verilen aristokratlar birinci sınıfı oluştururdu. Bunlar savaşta paralı askerlerin giderlerinden , tahkimatlardan ve gemilerin sağlanmasından sorumluydu.

Savaşta süvarileri oluşturan Hippeisler, ikinci sınıf soylulardı.

Üçüncü sınıfta ,Zeugitler adı verilen çiftçiler, zanaatkarlar yer alırdı. Bunlar da , savaşta Hoplitleri, yani piyadeleri oluşturuyordu.

Dördüncü sınıftaki Thetler, yani mülksüz özgür ücretli işçiler ise ,savaş gemilerinde genellikle kürekçilik yapıyordu.

Tüm bunların dışında yer alan Meteikoslar yani Atina'ya dışarıdan gelen yabancılar, köleler vatandaş sayılmıyorlar, halk meclisine bile giremiyorlardı. Genellikle ticaret ve santla uğraştıkları için oldukça zenginleşen Meteikoslar, ender durumlarda altı bin oyla vatandaş sayılsalar bile, yine de kimi haklardan yoksun tutuluyorlardı.

Durumu daha kötü olan köleler ise, aile köleleri, işlik/madenlerde çalışan köleler ve "iş makinesi" gibi kullanılan devlet köleleri olmak üzere belli başlı üç sınıfa ayrılmıştı. Köleler ancak özgürlüklerini elde ettiklerinde bir parça insan yerine konuluyordu. Ancak bu tip kölelerin içinde çok zenginleşerek fakir düşen efendilerine yardım edenler de çıkmıştır.

Perikles'in 451 yılında çıkardığı "Vatandaşlık Yasasına" göre yabancıların Atinalı vatandaşlarla evlenme izinleri yoktu. Böyle evlilikten doğan çocuklar vatandaş sayılmıyordu. 

Bu durumda, Aspasia'nın Atinalı özgür bir vatandaşla evlenmesi olanaksız gibiydi, Çünkü o, Metoika adı verilen yıllık altı ila on iki Drahmi arasındaki bir parayı kelle vergisi olarak ödeyip, Atina'da oturan bir Meteikos sayılıyordu. Taşınmaz mal edinmesi de olanaksızdı. O halde bir şeyler yapmalıydı.....





MİLETOSLU ASPASİA - A.SEMİH TULAY
Remzi kitapevi

Bundan 2500 yıl önce Ege Denizi'nin iki yakasında yaşayan ve geceleri "erimiş gün ışığı"yla aydınlanan insanların, aynı zamanda hırsları, kaygıları, sevinçleri, umutları ve büyük aşkları da vardı kuşkusuz.

Her iki yakada, o dönemde dünya tarihine damgasını vuracak olayların yanı sıra özellikle Miletoslu Aspasia ile Atina'nın güçlü lideri Perikles arasında büyük bir aşk yaşandı. Bu aşk, karşıtlarının her fırsatta onları çekiştirmelerine neden oldu. Tüm engellemelere iftiralara karşın ne Aspasia ne de Perikles ödün vermeden sevgilerine sonuna kadar sahip çıktılar. 

A.Semih Tulay, Miletoslu Aspasia'da bu kararlı ve onurlu duruşun öyküsünü anlatıyor.
(arka kapak)

A.Semih Tulay Afrodisias, Milet müze müdürlüğü yapmıştır.
Öyküde kullanılan özel adlar (Semira dışında) gerçek tarihi, mitolojik kişiliklere ve yer adlarına ilişkin olup, özgün biçimleriyle yazılmıştır.


İyi Okumalar
SB


***





28 Şubat 2013 Perşembe

CADI KAZANI VE ÖZGÜRLÜK


ARTHUR MİLLER (1915-2005) VE CADI KAZANI



1950’li yılların Amerika’sındaki Faşist senatör McCarthy’nin tetikçiliğinde, ülkedeki komünist, sosyalist ve hatta demokrat bütün aydınların/sanatçıların, düşüncelerinden dolayı yurt hainliğiyle suçlandığı, işsiz bırakıldığı, her türlü baskıya maruz kaldığı bir dönemi, l692’de Salem’de yaşanılan büyücü avı benzeştirmesiyle anlattığı Cadı Kazanı, yalnızca Amerika Birleşik Devletleri için değil, özgürlük düşüncesinin kısıtlamaya uğradığı/uğratıldığı her ülkede aynı uyarıcı etkiyi yaratmasını başaran bir metin olmuştur.

Bu başarıda kuşkusuz McCarthy’ci baskıcı dönemde kendisinin de büyük çapta zarar gördüğü, işsiz bırakıldığı ve oyunlarının uzun süre Amerika Birleşik Devletleri’nde sahnelenmediği gerçeğinin de payı büyüktür sanırım…Ancak kendi ülkesinde sahnelenmezken, ülkesi dışında hızla sahnelenmeye başlayan bir yazara dönüşmesi de işin olumlu yanıdır kuşkusuz…

Kuşkusuz bunda, sorgulanması sırasında asla ödün vermeyen yiğit duruşu büyük katkı sağlamıştır.

Ve daha çarpıcı bir gerçek de l953 yılında Cadı Kazanı ülke sınırları dışında bir başka ülkede sahnelenirken Miller’e pasaport verilmediği ve yurtdışına çıkışının engellendiği ayıbının bile yapıldığıdır bugün Dünyayı, özgürlük ve demokrasi götürme savıyla kana bulamakta olan ABD tarafından…

Tuncer Cücenoğlu, 2010

****


AKM VE CADI KAZANI

Arthur Miller'in eserini Sabahattin Eyüboğlu-Vedat Günyol tercüme etmiştir. İstanbul Kültür Sarayı (AKM) 27 Kasım 1970 de, sahnede bir dekorun projektörlerden tutuşması sonucu çıkan yangında büyük hasara uğramıştır !

O zamanlar görevli olan Alman teknik müdür Grohmann , bir sahne provası sırasında, yangın güvenlik önlemlerini almış, ancak çelik perdelerin kapalı olmasının prova çalışmalarında zorluk gerekçesi nedeniyle, perdeleri kaldırması istendiğinde, o da buna yangın tehlikesi nedeniyle karşı çıkınca, zorla mekanik sistemin anahtarlarlarının istenmesine sinirlenerek "Siz bu binayı yakarsınız bu gidişle" diyerek anahtarları isteyen kişiye fırlatmıştır. 27 Kasım 1970 de Devlet Tiyatroları'nın temsili akşamı, Arthur Miller'in Cadı Kazanı oyunu sırasında, sahne portalının yanındaki projektörlerin perdeleri tutuşturmasıyla başlayan yangın, yağmurlama sisteminin çalışmaması, sahnenin dört yanındaki çelik perdelerin kapanmaması yüzünden yangın tüm salon ve fuayeleri kül etmiştir.

Eğer yağmurlama sistemi çalışmasa bile, perdeler kapanmış olsaydı, yangın sadece sahneye hapsolacak başka yere sıçramayacaktı.

Bir sigara dumanından bile etkilenip devreye girebilen bir yağmurlama ve çelik perdenin çalıştırılmaması büyük bir sorumsuzluk örneği olarak tarihe geçmiştir. Üstelik o zaman Topkapı Sarayı'ndan özenle getirilip sergilenen Padişah 4. Murat'a ait eşyaların da yanması çok acıdır.

Bina, 8 yıl içinde yine mimar Tabanlıoğlu tarafından onarıldı ve 1978 yılında bu kez ''Atatürk Kültür Merkezi'' adıyla ikinci kez açılmıştı. Grohmann 1980'ler de ayrıldıktan gerekli özen ve usulüne uygun kullanım yapılmadığı için bakımsızlıktan harap hale gelmiştir.

İsmail Aksu (musiki dergisi)

Not: Tadilat sırasında Eylül 2012 de AKM tekrar yandı ! Bakalım söz verildiği gibi sonuçlanacak mı ? SB.



***


KOCAKARI YADA CADILIK, BÜYÜCÜLÜK


Sümerlerde Ninkursag hayat tanrıçasıydı. Asurlularda İştar hem ana tanrıça, hem de sağlık tanrıçasıydı. Mısırlıların ulu tanrıçası İsis aynı zamanda hekimdi. Hititlerin Kubaba (veya Kubebe)'sı, Friglerin Kibele'si, Efeslilerin Artemis'i, Yunanlıların Demeter'i hayat. bereket ve ölüm tanrıçalarıydı. Minoslular, Mikeneliler, Giritliler de iyileşmek için sağlık ve hayat tanrıçalarından medet umarlardı. Ölüm tanrıçası, aynı zamanda yeniden doğuş tanrıçasıydı. Asurluların ölüm tanrıçası Gula "ulu hekim" olarak da bilinirdi. İsis de ölüm sembolleri taşırdı. Varoluş çizgisinde hayat ve ölüm birbirinden ayrılmaz gerçeklerdi.

Antik kültürlerde iyi ilahlar sağlık bilgileriyle mücehhez ve sağlığı korumakla görevliyken, habis şeytanlar hastalık ve sağlıksız yaşamdan sorumluydular. Tarihte ilk olarak Sümerler hastalık şeytanlarını tanımlamışlardı. Bu tanımlama daha sonra Mezopotamya, Mısır, Yunan, Roma ve Kuzey kavimleri tarafından da benimsendi. Şeytanların gücünün hastalık yaptığı inancı hristiyan eksorsizm ayinlerinin de temelini teşkil eder. 

Sümer, Asur, Mısır ve eski Yunan'da M.Ö. 3000 yıllarına kadar tedavi uygulamaları hemen hemen tamamiyle rahibelerin elindeydi.  O dönemlerde rahibelik yani tanrıçaların hizmetkarlığı kadınlara mahsustu.  Tıbbi reçetelerde kullanılan bitkisel, hayvansal ve madensel maddeler hakkında da geniş bilgi sahibi olmaları gerekirdi. 

Sümer'de ülkenin ekonomik, politik, kültürel ve sosyal hayatı üzerinde etkisi olan çok çeşitli rahibeler mevcuttu. İşler tapınaklarda görülürdü. Dini liderlerle politik liderler arasındaki ilişki de güçlüydü. Ur'da tanrı Nanner'in hemen hemen bütün yüksek rahibeleri kraliyet ailesinin üyeleriydi. Asur ve Mısır'da da rahibeler kraliyet ailesinden veya asillerden geliyordu. Yüksek rahibeler ve hükümdar arasındaki ilişki öylesine yakındı ki eski kültürlerde kraliçelerin çoğu aynı zamanda tapınak hekimleriydi. Ur'da M.Ö.3000 yılında yaşamış kraliçe Şubad'ın mezarı açıldığında sadece gıda maddeleri değil, aynı zamanda ağrı kesici reçetelerle, bronz ve çakmak taşından yapılmış tıbbi aletler de bulunmuştu.
            
M.Ö.2300 yılında yaşamış Mentuhetep, M.Ö.1500 yılında yaşamış Hatşepsut ve M.Ö.100 yılında yaşamış Kleopatra gibi Mısır kraliçeleri'nin çoğu ünlü hekimlerdi. Mısırdaki mabet ve mezarların duvarlarındaki resimler sık sık kadınları rahibe/hekim rolünde gösterir. Ayrıca, Diodurus, Öripides, Pliny ve Herodot'un kitapları bu rolleri teyid eder. Zamanla, antik kültürlerde kadın şifacılar arasında bazı rol dağılımları meydana gelmeye başladı. Ebelik tamamen kadınlara ait bir fonksiyondu ancak bir rahibe tarafından uygulanması gerekmezdi. Rahibelerin sayısı azdı ve mevkileri yüksekti. Sayıları ancak tapınağa gelen hastaları tedavi etmeye yetiyordu. Ayrıca, doğum günlük, mekanik bir hadise, ebelik ise pratikle kolayca kazanılabilecek bir yetenekti. Bu sebeplerden ebelik tapınak dışına çıkarıldı. Bununla beraber, Sümerlerde ve Mısırlılarda ebeler eğitiliyorlardı. Ebeler pratik bilgiler edinmek yanında dua ve büyü de bilmek zorundaydılar. Zira, herşeye rağmen dini inkar edemezlerdi. Bu şekilde ebelik ile bir sağlık sorununun çözümü ilk defa rahibelerden başkasına geçmiş oldu. Zamanla ebe ve rahibe arasındaki rol ayrımı çok zayıflayacak ama ebeler rahibelere açıkça hasım olmayacaklardı. Bu rol ayrımı gelecek için önemli olacak bir başlangıçtı.
    
Rahibelerin tıp üzerindeki tekeli zamanla ortadan kalktı ve kadınlar tıbbın yetkili uygulayıcıları olmaktan çıkarılıp, tıbbı saptıran ve bilimsel olmayan uygulamalar yapan kişiler olarak tanınmaya başlandılar.
      
Kadınların statüsünün kısıtlanmasındaki ilk adım dini fonksiyonlarının ellerinden alınması olmuştur. Sonuçta dini fonksiyonları ile birlikte tıbbi fonksiyonları da elden gitmiştir. Bu değişimin ne zaman ve nasıl gerçekleştiğini tam olarak bilmek mümkün olmamakla birlikte M.Ö.2000 ila 3000 yıllarında yakın ve orta doğuya Hint-Avrupa kavimlerinden gelen istilalar sonucu olduğu söylenebilir. Hint-Avrupa kavimlerinin dinlerindeki güçlü erkek tanrı hakimiyeti, istila edilen orta doğu kavimlerindeki dişi tanrı'nın yerini almaya başladı. 

Asurlular ve Mısırlılarda yaradılış efsaneleri yeniden kaleme alındı ve erkek ilahlar dişilerle eşit pozisyonlara kavuşturuldu. Önceleri doğurmak için bir erkeğe ihtiyaç duymayan bakire ana tanrıçalar tanrılarla evlendirilmeye başlandı. Ana tanrıça Kibele'nin kocası Attis (diğer isimleri: Temmuz, Adon, Adonay, Adonis) Sakarya ırmağının kızı Nana'nın (ki bu Kibele'nin başka bir sıfatıydı)  ak bir badem içini bağrına basmasıyla doğmuştu, kışın ölür, ilkbaharda yeniden doğardı.(Not: Suriye'de her yıl kışa doğru Adon'u bir yaban domuzu öldürüyordu. Bundan dolayı Samilerde domuz eti'nin lanetlenip, yasaklandığı söylenir). 

Yani, zayıf bir kocalık rolü verilmişti. Matriyarkal toplumun Anadolu büyük tanrıçası Kibele'ye patriyarkal toplumun tanrılar tanrısı Zeus'u (veya Jupiter) Girit'te doğurmak şerefi verildi. Böylece Kibele tanrının anası oldu. Efsanelerin incelenmesinden anlaşılacağı gibi bu değişim büyük mücadelelere yol açtı. Yunan mitolojisinde, Miken devirlerinden beri tapınılan, doğumun ve ebeliğin koruyucusu, tanrıça Hera ile sonraları evlendirildiği (kardeşi) tanrı Zeus arasındaki mücadele, tanrıçanın gücünün azalıp yokolması ile sonuçlanır. Buna istilaların mı yoksa toplumlarda zaten varolan değişimlerin mi sebep olduğunu bilemiyoruz ancak, sonuç, yaradılış sürecinde ve toplumsal dünya görüşünde kadınlara verilen öncelikli rolün erkekler lehine sona ermesi olmuştur.

Mabetlerden çıkarılmakla kadınlar tıptan da çıkarılmış oldular. M.Ö.2900'lerde Mısır'da İmhotep adlı bir adam saray doktoru olarak atandı. Bu kişi saray doktoru olarak atanmış olduğu bilinen ilk erkektir. İmhotep bilimsel yöntemlere hakimiyeti ve bilgisi dolayısıyla kısa sürede ün kazandı, doktorların hamisi haline geldi ve tanrı Ptah'ın yanında ilah seviyesine yükseltildi. 

Sonraları Yunanlılar onu kendi şifa tanrıları Eskülap yaptılar. Adonis'in oğlu Bergama'lı Eskülap'ın iki kızı Hygea (Hijya) ve Panacea'nın isimleri bugün tıpta önemli anlamları haizdir. Hijyen, koruyucu hekimlik; panacea ise her derde deva anlamındadır. M.Ö.7. yüzyıldan itibaren Hygea, resimlerde, Eskülap'a hastaları sunan, onun tavsiyesiyle tedavi yapan, elinde nadiren bir yılanla ya da daha çok şifalı bitki dolu bir sepetle tasvir edilen masum ve güzel bir kadın olarak görünmeye başladı. Yani, kadın, hekimlikten hekim yardımcılığına ya da hemşireliğe geriledi.
            
Erkeklerin tıbba girişi ile Mısır tıbbında önemli değişiklikler meydana geldi. Tıp dinden bağımsız olarak gelişmeye başladı. Mistik özelliğini kaybetme sürecine girdi. Daha önemlisi rahibelerin iyileştirici ilahileri ve merhemlerinin yerini cerrahın bıçağı almaya başladı. Mısır tıbbında erkek hakimiyeti ile birlikte mumyalama sanatı da gelişip M.Ö.2300 yıllarında mükemmelleşti. Mısır mumyacıları daima erkekti ve bu uygulama onlara derin anatomi ve cerrahlık bilgisi kazandırdı. Gözlem ve bulgular hem mumyacılar hem de cerrahlar tarafından kaydedildi ve kullanıldı. Hastalık sebepleri  ilahi güçlerde değil insan vücudunda aranmaya başlandı.

 "Erkek tıbbı" bilgi ve yeni buluşlar, "kadın tıbbı" ise hurafe anlamı kazanmaya başladı.

Yunan toplumunda hipokratik düşüncenin gelişip yerleşmesiyle yeni tıpçılar tarafından kadın şifacılar'a karşı tepkiler yaygınlaşmaya başladı. Atina'lı ebe Agnodice M.Ö.4.yüzyılda erkek elbiseleri giyip hekimlik icra ettiği için halk mahkemesine çıkarılıp yargılandı, ancak kadınların baskısıyla ceza verilmedi. Bu kadın çok başarılı sezaryen ameliyatlar yapmakla ünlüydü.

Romalılarda da Yunanlılardaki gibi hipokratik okulların etkisiyle kadınlar tıptaki rollerini kaybetmeye başladılar. Ancak toplumun fakir kesimlerinde varlıklarını sürdürdüler. Roma'da ebeler Medica, Obstetrica veya Saga olarak anılıyordu.Pliny, saga olarak Elephantis, Salpe ve Sotira'dan bahseder. Bunlar sadece ebe değil aynı zamanda pekçok hastalığın tedavisinde geleneksel reçetelerle başarı sağlayan şifacılardı. M.S.1. yüzyılda yaşamış Africana adlı şifacı kadın sara ve kısırlığı tedavi etmesiyle ünlüydü. 

Augustus'un kızkardeşi ve Mark Antuan'ın karısı Octavia ile Messalina ev tababeti konusunda oldukça becerikliydiler. Halk arasında ne kadar ünlü olurlarsa olsunlar, kadın şifacılar devrin hipokratik hekimleri tarafından küçümseniyorlardı. Cato (M.S.150-230) onları düşükçüler diye sıfatlandırıyor, Tertullian (M.S.150-230) yöntemleriyle alay ediyor, Galen (M.S.129-201) ise geleneksel tıbbı kocakarı masalları  ve Mısırlı şarlatanlığı  diye nitelendiriyordu. Başka pekçok yazar onları ampirikçi, zehirci veya fahişe olarak isimlendiriyordu. Büyücü sıfatının da verilmesinden sonra sagalar idam edilmeye başlandılar. İlk hristiyanlar da büyücülükle itham edilip idam edildiler.


İlk hristiyan şehitlerinden Theodosia, Nicerata ve Thekla kadın şifacılardı.

İngiltere'de 13. yüzyılda açılışından itibaren Oxford ve Cambridge Üniversiteleri kadınları öğrenci olarak kabul etmedi. Buna rağmen, kadınlar sadece şifacı olarak değil cerrah olarak da tıp uygulamalarına devam ettiler. Cerrahların, tıpçı sayılmadıkları için, dahil olduğu Berberler Loncası'na kabul edildiler. 1389 yılında kurulan Cerrahlar Loncası da kadınları üyeliğe kabul etti. 1421'de Üniversiteler Parlamentoya başvurarak Tıp okulunda okumamış olanların doktorluk yapmasının ve kadınların tıp uygulamalarında bulunmalarının yasaklanmasını talep ettiler. Bu dilekleri 100 yıl sonra gerçekleşti. 1518'de Tıp Kolejine verilen imtiyaz beratında "Büyücülük, sihir ve biraz da ilaç kullanarak cüretkarca tedavi yapmaya çalışan ve Tanrı'nın hoşnutsuzluğuna sebep olmaktan başka bir şey yapmayan cahil kadınların" yetkisiz olduklarından bahsediliyordu. 1563 yılında çıkarılan bir yasa ile büyücülüğe ölüm cezası getirildi.

Eski Türk kavimlerinde inanılan din Şamanizm idi. İptidai şamanizmin temsilcileri kuzey ormanlarında yaşayan kavimlerden Uryankıt'lardı. Bu kavim Göktürk yazıtlarındaki Kurıkan'ların torunları ve bugünkü Urenha ve Yakut Türklerinin ataları sayılmaktadır. Cengiz hanın sol kol beylerinden biri olan Odaçı, Uryankıtlardandı. Odaçı adı Uygurca ve başka türk lehçelerinde eczacı anlamına gelen otacı ile aynı anlamdaydı. İptidai şamanizmde hekim veya eczacı ile şaman aynı şahıstı.

Altay şamanistlerine göre en büyük tanrı Ülgen'dir. Ülgenin 7 oğlu ve 9 kızı vardı. Kızları özel ad taşımaz, hepsine Akkızlar veya Kıyanlar denir. Bunlar şamanların ilham perileridir. Şamanist panteonunda Ülgen'in akkızlarından başka birkaç iyi dişi ruh vardır. Altaylarda Umay, Ana Maygıl, Ak Ene; Yakutlarda ise Ayısıtlar bunların belli başlılarıdır.

Bazı şamanistlere göre en kuvvetli şamanlar kadın şamanlardır. Eski devirlerde şamanlığın kadınlara mahsus bir sanat olduğunu gösteren emareler mevcuttur. Yakutlarda erkek şamanlar özel cübbeleri olmadığı zaman kadın entarisi ile ayin yaparlar. Özel şaman cübbesinin göğsünde kadın memelerini temsil eden yuvarlak madeni şeyler bulunur.

Büyücülükten yargılananların %85'i kadındı ve çoğu ilaçla değil büyü ile tedavi yapmakla suçlanıyordu. 

Binlerce kadının büyücülükle itham edilip öldürülmesine rağmen kocakarılar ve temsil ettikleri tıp sistemi orta çağları aşıp 18. yüzyılın ortalarına kadar gelebildi.

Prof.Dr.K.Hüsnü Can Başer
(A.Ü.Farmakognozi Anabilimdalı Başkanlığı Eczacılık Fakültesi Dekanlığı yapmıştır.)




***

YANİ TARİHTE CADILIK ANATANRIÇA İLE BAŞLAMIŞ OLDU.


Taş çağı devrinde erkekler avlanmaya giderken, kadınlar bitkiler toplardı. Bitkilerin hangisi zehirli hangisi kullanışlı, hangisi şifalı,vs... bu bilgilerin hepsi anneden kızlarına aktarılırdı. Kadınların bitkilerle transa geçtiği ( Apollo tapınaklarındaki rahibe/rahiplerin defne yaprakları çiğneyip transa geçtikleri gibi) bu yüzden de toplumun OTACISI, EBESİ, BÜYÜCÜSÜ, MEDYUMCUSU ve tabii ki CADISIYDI.

Ay Tanrısı Sümerlilerde NANNA dır , Asurlarda SIN . Ay tanrı/tanrıçaları Cadılık sembolü olarak kullanılmıştır. Cadılar ay ışığında ayinlerini yapar ,kurban verir ve dans ederlerdi. Bu gelenek Eleusis gizemlerinden geçmiştir. Kybele-Demeter-Hekate-İsis- İştar ,İnanna cadılık konsepti içindedir. Anaerkil bir çağdan Babaerkil bir çağa geçişte ve erkeklerin kadınlar üzerindeki mutlak hakimiyetini korumaktan geçer Cadılık ile suçlamalarda....

Cadıların kullandığı/cadılara karşı kullanılan tuz , kötü ruhları kovmak için Roma döneminde cenaze töreni sonrasında evlerde kullanılırdı. Bugün bile bazı yerlerde ,kötü olaylar takip etmesin diye omuz üzerinden tuz serpiştirilerek kovulduğu düşünülür.


Halkı sindirmeye çalışan bağnaz krallıklar,toprak sahipleri ve çıkarcı kişiler , toprağını, bilimi ve adaleti savunan insanları suçlayıp korkutmak için Cadılık suçlamalarını kullanmışlardır. Dini etkiden de yararlanılmış ve aykırıların toplumdan ayıklanması ,mal varlıklarına el konulması ile "düşman" elimine edilmiştir.




Avrupa'da binlerce insan cadılık ve benzeri suçlardan işkence görmüş ve diri diri yakılmıştır . 




Ortaçağ'dan önemli birkaç dava : 




İskoçya - Kuzey Berwick Cadı mahkemesi 1590 = 2000 kadar dava , 1560-1707 yıllarında 3000-4000 arası cadılık suçlaması ile ölüm...




İsveç - Torsaker Cadı mahkemesi 1675 = 6 erkek 65 kadın başaşağı yakılarak 71 kişi. 1975 de Özür Anıtı dikildi.





Amerika- Salem Cadı mahkemesi 1692-1693 arası , 19 kişi asıldı, biri preslenerek öldü, 50 kişi suçunu itiraf etti ve ölümden kurtuldu. 150 kişi hapse atıldı, 200 kişi suçlandı... Elizabeth Proctor çocuğunu hapishanede doğurdu,ölüme mahkum edilmişken serbest bırakıldı. Malını mülkünü kaybetti, çünkü o var olmayan kişiydi. Tekrar evlendi ve daha sonraki mahkemelerle çeyizini geri almayı başardı. (detay :)




Trier Cadı mahkemesi 1581-1593 = 1000 kişi olduğu söylentileri var , ama açıklanan rakam 368 kişi.




Fulda Cadı mahkemesi 1603-1606 = 250 kişi öldürüldü.




Würzburg Cadı mahkemesi 1626-1631 = Tüm bölgede 900 , şehrin farklı yerlerinde 219 , Würzburg'ta 157 kadın,erkek ve çocuk (9-10-12 yaşlarında) kazıkta yakıldı.




Bamber Cadı mahkemesi 1626-1631 = 300 ila 600 kişi 




Engizisyon mahkemelerinden sonra hiç kadın kalmamıştı bu da nüfus için tehlikeli bir durumdu. 




En meşhur "cadı" 8.Henry'nin ( evlenebilmek için Anglikan kilisesini kurduğu ) karısı Anne Boleyn'dir. Kanuni ile 3.Murad'ın çağdaşı ve "Altınçağ" filminde " "Türk Sultanı’yla mı evleneyim" sözünü edip küçümseyen I.Elizabeth'in de annesidir .




İngiltere'de 1735 Cadılık Yasası uyarınca , Cadılık ile suçlanıp 1944 yılında mahkum olan en son kişi Helen Duncan'dır. 



1945 te bir daha cadılık faaliyetleri yapmamak üzere serbest bırakıldı, lakin 1956 da tekrar yakalandı ve kalp krizinden evinde öldü. Cadılık Yasası 1951 de Churchill tarafından kaldırıldı. Bu yasaya göre Cadılık, büyücülük ve medyumculuk yapmak yasaktı.



The History Channel cadılar üzerine bu tarihi süreci anlatmaktadır.(Türkçe)









SALEM BELGESELİ



Ölümlerinden 250 yıl sonra itibarları iade edildi, lakin....


İngilizce olarak Salem 'deki trajediyi anlatan 

belgesel için tıklayın :  Salem Witch Trials



*******

FİLM


CADI KAZANI - Les sorcières de Salem ,1957



Yönetmen: Raymond Rouleau, Fransa ,Almanya
Oyuncular : Simone Signoret, Yves Montand, Mylène Demongeot, Jean Debucourt, Pierre Larquey

Senaryo : Arthur Miller'ın 1953 tarihli sahne eseri "The Crucible" ı uyarlayan Jean Paul Sartre.

Arthur Miller'ın 1952'de yazdığı bir oyundur. Oyun, ilk defa Broadway'de 22 Ocak 1953'te sahnelenmiştir. İlk eleştiriler olumlu olmasa da bir sonraki yıl başka bir prodüksyonla oyun klasikleşmiştir. Günüzümde Amerika'daki lise ve üniversitelerde, diğer ülkelerde de olduğu gibi okutulmaktadır.

Oyun, iki kere beyazperdeye aktarılmıştır. Miller'ın versiyonu, ona senaryo kategorisinde bir Akademi Ödülleri Adaylığı kazandırdı. Oyun aynı zamanda Robert Ward tarafından 1961'de operaya da uyarlanmış ve Pulitzer Ödülünü kazanmıştır.



İngilizce altyazı ile Fransızca izlemek için:











****



FİLM


CADI KAZANI - The Crucible , 1996


Yönetmen: Nicholas Hytner , ABD
Oyuncular: Daniel Day-Lewis , Winona Ryder, Joan Allen


Türkçe dublaj izlemek için tıklayın:
http://blog.muhabbetten.com/cadi-kazani-the-crucible-1996-turkce-dublaj-online-izle.html


****




Cadı Kazanı, benzer politikaları yaşayan tüm ülkeler ve toplumlar için geçerliliğini sürdürmektedir. Özellikle Türkiye’de son dönemde yaşanan olaylar da bu yargıyı kanıtlar niteliktedir !






İyi seyirler
SB.



***


28 Ocak 2013 Pazartesi

CENGİZ AYTMATOV’UN ESERLERİNDE YARATILIŞ VE TÜREYİŞ SEMBOLİZMİ


KİM NE DERSE DESİN ; 
TÜREYİŞLER HEP BİR "DİŞİ"DEN OLMUŞTUR.

İlkel insan, tabiat karşısında pasif bir tavır takınmakla yüzyüzedir. Bu tavır onu, kendinden güçlü olan ve erişilmesi mümkün görünmeyen şeylere inanmaya yönlendirir. Aynı zamanda tabiatla iç içe olan ve ona hükmetmenin, onun üzerinde tasarruf hakkı elde etmenin yollarını arayan insan, bu inanma ve tapınmayı değişik şekillerde gerçekleştirir. İlkel toplum, tarım toplumu öncesidir. Avcı ve toplayıcı toplumdur. Bu toplumlarda tapınma  şekli korku ve sevgiye dayalıdır. Tarım toplumuna geçişte de bu şekiller kendilerini hissettirir. Fırtınaya korkarak, güneşe severek tapınırlar. Dolayısıyla tanrı düşüncesinde bir ikilem belirmiş olur. “İnsan, genel mitsel kalıtımların düzenlenmesi olmadan evrendeki yaşamını sürdüremiyor. Gerçekten yaşamın doluluğunun mantıksal düşüncesiyle değil fakat yerel mitolojisinin derinliği ve genişliğiyle doğrudan orantılı olarak ortaya çıktığı görülüyor. Toplumları harekete geçiren, uygarlıklara temel olan, her biri kendi güzelliğine ve kendini zorla kabul ettiren bir kadere sahip olan bu asılsız temaların gücü nereden geliyor ve neden insan, yaşamına temel olacak somut bir  şey aradığında dünyayı dolduran gerçekleri değil de, hatırlanamayacak kadar eski imgelemlerin mitoslarını seçiyor, hatta dünyanın sunduğu nimetlerden şükranla yararlanmayı seçmek yerine gazap dolu bir tanrı adına yaşamı kendisi ve komşuları için cehenneme çeviriyor”. (1)

Campell’in ortaya koyduğu bu sorunun cevabını doğrudan ilkel toplumun psikolojisine ya da insanda sürekli var olan mit yaratma ihtiyacına bağlı olarak izah etmekten başka çaremiz yok. 
Çünkü gerek modern felsefede gerek Yunan ve Roma düşüncesinde rastladığımız birçok unsur kendisini bir bakıma ilkel mitolojiye borçludur. Öte yandan bu unsurların daha sonra dinler üzerinde de tesirleri görülmektedir. Bir tufan hadisesini, bir üçleme ve dörtlemeyi (teslis ve anasır-ı erbaa) felsefenin hemen her çağında ve dinlerde kolayca bulabilmekteyiz.  İlgi çekici başka bir  şey de bu unsurların birçok toplumlarda ortak olmasıdır. Bu da mitolojinin, yerel ve evrensel olmak üzere iki farklı karakteri olduğunu göstermektedir. Yani insanda tabiatı algılayış ve mitoloji yaratma yetisi coğrafi ve kültürel farklılıklara rağmen bir ortaklık arz etmektedir.  Bir toplumun mitoslarını saptamak nispeten kolaydır. Bunun için o toplumun efsanelerine, gazetelerine ve kitaplarına bakılır ve bunlardan topluluğun hangi temalarının mitolojik olduğu saptanır. Bir de toplumda etkin bazı sembol kümeleşmeleri vardır ki, topluluğu mitostan daha kapsamlı bir  şekilde belirler, fakat saptanmaları çok daha zordur. Bunlar toplumun tarih içinde işlenmiş, toplumun tümüne mal olmuş ve kurumlar yoluyla devam ettirilen “kültür kodları” dır. (2)
  
Cengiz Aytmatov da eserlerinde mitolojik unsurları, folklorik malzemeyi ustaca kullanan bir yazardır. Halk hikâyeleri, efsaneler, masallar, destanlar, türküler gibi halk kültürünün bütün unsurları onun eserlerinde zengin birer malzeme durumundadır. Fakat Aytmatov, bu malzemeyi olduğu gibi vermez, yaşanılan zamanla ilişkilendirip; tarihle anı birleştirir. Mitolojiye ait bir kült, sözlü edebiyat ürünü bir aşk hikâyesi, bir ozanın söylediği türkü Aytmatov’un eserlerinde olduğu gibi nakledilmez. Yazar, bu malzemelerde ön planda olan insanî bir durumu, zamanın şartlarına göre değerlendirip, bugünün insanıyla bir ilişki kurar ve ona göre eserine bir yön verir. (3)

Yazarın eserlerinde görülen en önemli mitolojik unsurların başında da kendi muhayyilesinde yarattığı yaratılış ve türeyiş efsaneleri gelmektedir. Bütün mitolojilerde olduğu gibi Türk mitolojisinde de yaratılış ve türeyiş efsaneleri ana unsurdur. Bir  şeyin kökenini anlatan her mitsel öykü kozmogoniyi (yaratılışı) önceden varsaymakta ve sürdürmektedir. Kökenle ilgili mitler yapı bakımından kozmogoni mitlerine benzemektedir. Dünyanın yaratılışı en iyi yaratılış olduğu için, kozmogoni her türlü “yaratılış”a örnek gösterilebilecek bir model oluşturur. Kökenle ilgili mitler kozmogoni mitini sürdürür ve bütünler. Dünyanın nasıl değişikliğe uğradığını, zenginleştiğini ya da yoksullaştığını anlatır. Bu sebeple bazı köken mitleri bir kozmogoni özetinin verilmesiyle başlamaktadır. (4)
  
Mitolojisi zengin olan her milletin kendine ait bir kozmogonisi muhakkak vardır. Örneğin çok zengin bir niteliğe sahip olan Yunan mitolojisine göre, ilk önce “Khaos” vardır. Yunanca “uçurum ve sonsuz boşluk” anlamına gelen Khaos, karışık ve hiçbir  şekil almamış olan, uçsuz bucaksız boşluğu ve karanlığı ifade etmektedir. Khaos’tan geniş göğüslü her  şeyin dayanağı olan “Gaia” (yer) çıkar. 

Sonra sevginin temeli, bütün varlıkları, her  şeyi bir birine doğru çeken, birleştiren hayatı kuran, çoğalma sembolü olan “Eros”  (aşk) doğar. Khaos’tan “Erebos” ve “Gece” doğar. Onlar da birleşerek yerin üst tabakasının  ışığı olan “Aither”  ve yeryüzünün  ışığı olan “Hemera”yı doğururlar. Işık meydana geldikten sonra yaratılış durmadan devam eder. Khaos bunları doğururken Gaia da ölmezlerin yeri ve yıldızlarla bezeli bulunan göğü “Uranus” u doğurur. Ona tamamıyla kendisini kaplasın, içine alsın diye kendi büyüklüğünü verir. Ondan sonra Gaia, yüksek dağları, ahenkli dalgaları bulunan Pontos “deniz”i meydana getirir. Böylelikle evrenin yaratılması tamamlanmış olur. (5) Bundan sonra Tanrıların savaşı ve en son olarak insanın yaratılışı gelir.  

Sümer-Akad mitolojilerine göre ise evrenin yaratılışı şu şekilde olmuştur; Sümer mitolojisinde evrenin kökeni ile ilgili olarak Sümer Tanrılarının bir listesini veren bir tablette adı “deniz” için kullanılan ideogramla yazılan Tanrıça  Namnu,  “Gök”ü  ve  Yer’i doğuran ana olarak tasvir edilir. Diğer mitoslarda, gökyüzünün ve yeryüzünün, başlangıçta tabanı yer,  tepesi gök olan bir dağı oluşturdukları anlatılmaktadır. Gök, Tanrı An; yer, Tanrıça Ki olarak kişileştirilmiştir; onların birleşmesinden de hava Tanrısı Enlil doğmuştur. Enlil ise Gök ve Yer’i birbirinden ayırarak, Evreni gökle yerin birbirinden hava ile ayrıldığı bir varlık biçimine sokmuştur. (6)
  
Babilonya mitolojisine göre başlangıçta evrenin, tatlı su okyanusu Apsu ile tuzlu su okyanusu Tiamat’ın dışında başka hiçbir şey bulunmuyordu. Bu iki  şeyin birleşmesinden de Tanrılar var olurlar. İki Tanrı çifti Lahmu ile Lahumu’nun birleşmesinden Anşar ile Kinşar, yani gökyüzü ile yeryüzü meydana gelir. Anşar ile Kinşar ise Gök-Tanrı Anu ile toprak ve su Tanrısı Nudimmud’u yani Ea’yı diğer adıyla Enki’yi dünyaya getirirler. (7)
  
Mısır yaratılış mitosuna göre, hayatın kaynağı kadim sulardır. Atum-ki adı  Re  ve  Khepri  ile  yer  değiştirebilir- Kaos’un sularından yükselerek, kuru toprakla üzerinde durabileceği bir tepecik yapar. İlk hayatın çıktığı “Kadim Tepecik” in Güneş Tanrısının evi Hermepolis’te bulunduğu sanılmaktaysa da, bu ayrıcalığın kendilerine ait olduğunu iddia eden başka kutsal yerler de vardır.(8)

Bu durumun her millette olduğu gibi Mısır’da da değişik yaratılış efsanelerinin bulunmasından kaynaklandığı söylenebilir. Türk mitolojisinde de, diğer milletlerde olduğu gibi çok fazla yaratılış efsanesi yer almaktadır. Ancak Türk topluluklarının farklı dinlerin etkisi altına girmesi ve yabancı kozmogonilerin etkisi, Türk kozmogonisinin kendi özelliklerinin kaybolmasına neden olmuştur.(9)
  
Verbitskiy ve Radloff tarafından Altay ve Yenisey boylarından derlenmiş olan yaratılış efsaneleri içinde en büyük ve en doğru olanı Radloff tarafından derlenen Altay Türklerine ait efsanedir.(10)
Her iki araştırmacının derlediği efsanelerdeki ana unsur yer ve göğün yaratılmadan önce her şeyin sudan ibaret olduğu inancıdır.  

W. Radloff ve Verbitskiy’in yanında Anohin ve Potanin gibi araştırmacıların da Altay, Yenisey, Yakut ve diğer Türk boyları arasında toplamış oldukları metinlere bakıldığında Türklerin dünyanın yaratılışı ile ilgili efsanelerindeki en önemli unsur “başlangıçtaki sonsuz su” inancıdır. Asya ve diğer kıtalardaki başka kültürlerde “başlangıçtaki su” veya “okyanus” kavramları ifade edilmekle birlikte Türk kozmolojisindeki özellikleri taşımamaktadır. (11)

Kuzey Amerika’da yaşayan Kızılderili kabilelerinden Çeyenlerin mitolojisine göre “başlangıçta hiç bir  şey yokmuş ve büyük ruh Maheo boşlukta yaşıyormuş. Maheo etrafına bakmış ama görünürde hiçbir  şey yokmuş. Maheo gücüyle göle benzeyen ama tuzlu olan büyük bir su yaratmış”. (12)

Çeyenlere ait bu metinde başlangıçta Tanrı'dan başka hiçbir şey olmadığı, göle benzeyen tuzlu suyun Tanrı tarafından sonradan yaratıldığı ifade edilmektedir. Oysa Türk mitolojisinde Tanrı ve sonsuz su başlangıçta vardır. 

Çin mitolojisinde de yaratılışın farklı varyantları bulunmaktadır. Bunlardan birine göre “başlangıçta iki okyanus-biri güneyde biri kuzeyde- merkezde bir kara parçası vardı. Güney okyanusunun efendisi Shu (dikkatsiz), kuzeydeki okyanusun efendisi Hu (aceleci) ve merkezdeki kara parçasının efendisi Hwuntun (kaos) idi”.  İki ayrı okyanus ve iki ayrı efendi kavramı burada Türk mitolojisi ile Çin mitolojisini birbirinden ayırmaktadır. Çin mitolojisindeki yaratılış mitinin ayrı bir varyantı olan “P’an-Ku” ile İskandinav ve  İzlanda mitolojilerinde yer alan “Ymir” mitlerinde anlatılan dünyanın bir veya iki devin parçalanmasından oluşması inancı ise Türk mitolojisine tamamen yabancıdır. Bununla beraber Sümer mitolojisindeki başlangıçtaki sonsuz su kavramının Türk mitolojisindeki kavrama yakınlığı ise ilgi çekicidir. Bunun dışında Başkurtların ünlü destanı Ural-Batır’ın ilk mısralarını oluşturan dünyanın yaratılışı ile ilgili bölümde de yine başlangıçtaki sonsuz su kavramı görülmektedir. (13)
  
Buna göre gerek Altay gerek Sümer gerek Başkurt ve gerek diğer Türk mitolojilerindeki yaratılış efsanelerinde yer alan başlangıçtaki sonsuz su kavramı ortak bir motif olarak karşımıza çıkmakta ve diğer milletlerin mitolojisinden bu yönüyle ayrılmaktadır.  Mitolojiyi eserlerinde evrensel bir boyuta taşıyan Cengiz Aytmatov da Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek adlı hikâyesine bir yaratılış efsanesi ile başlamış; deniz ile karanın birbirleri ile olan savaşını anlatırken kendine göre bir yaratılış miti oluşturmuştur. 

Aytmatov’un efsanesi de başlangıçtaki sonsuz su ile başlamaktadır:  

“Oysa bir zamanlar bambaşkaydı günler.  Şimdi o günlerin nasıl olduğunu söylemek çok zor. Kimse bir şey bilmiyor. Hatta Lura adındaki dişi ördek olmasaydı, dünyanın bambaşka olacağını kimse aklına bile getirmiyor: O ördek olmasaydı, kara ile deniz birbirlerine karşı, birbirlerine düşman olmayacaktı. Çünkü ta başlangıçta, başlangıçların başında, doğada kara diye bir  şey yoktu, bir evlek toprak bile yoktu. Her yer sularla kaplıydı. Su, su... her taraf su! Dünya kendi ekseninde dönerken su kendiliğinden ortaya çıkmıştı: Dipsiz derinliklerden, karanlık uçurumlardan…  dalgalar birbiri ardınca uçsuz bucaksız evreni kuşatmış, dört bucağı kaplamıştı. 

Dalgaların çıkıp geldiği bir yer olamadığı gibi, gidip yoğalacağı bir yer de yoktu.  Ve dişi ördek Lura, hani  şu herkesin bildiği, bugün bile başımızın üzerinden gaklayarak sürüler halinde uçan yassı gagalı ördek, yapayalnız uçup duruyordu havada. Yumurtasını bırakacağı bir kara parçası arıyor, ama bulamıyordu. Sudan başka bir  şey yoktu evrende. Yuva yapabileceği ne bir kamış, ne ufacık bir saz vardı. Lura ördeği gaklaya gaklaya uçuyor, daha fazla dayanamamaktan, yumurtasını dipsiz derinliklere düşürmekten korkuyordu. Nereye gitse, kanatları onu nereye götürse, hep su, su, yine su! Ne kıyısı, ne başlangıcı, ne de sonu vardı o büyük suyun. 

Lura bitkindi. Dünyada yuvasını yapabileceği hiçbir yer yoktu. Lura suların üzerine kondu, göğsünden yolduğu tüylerle bir yuva yaptı kendisine Dünyada toprak, işte bu yüzen yuvadan oluştu.  Yavaş yavaş büyüdü. Yavaş yavaş çeşitli yaratıklar çıktı ortaya. Bu yaratıklardan biri olan insan, hepsine üstün geldi. Kayak yaparken karların üzerinde gitmeyi, kayık yaparak sularda dolaşmayı öğrendi. Kara ve deniz hayvanlarını avladı. Beslendi ve çoğaldı. Lura ördeği, sonsuz suların ortasında meydana gelen kara parçasında hayatın öylesine zor olacağını nereden bilecekti? Deniz, karanın meydana gelmesine çok kızdı ve o günden beri sakinleşmedi. O günden beri denizle kara arasında savaş sürüp gidiyor. Ve insanoğlu bazen denizle kara, kara ile deniz arasında, çok güç durumlarda kalıyor. Deniz, insanları hiç sevmez, çünkü insanoğlu denizden çok karaya bağlı...”  

Cengiz Aytmatov’un eserlerinde mitolojik sembollerden yararlanması tesadüfî değildir. Mitolojik bilinci Aytmatov’un sanat anlayışının  şekillenmesinde de doğrudan etkilidir. Etrafındaki insanlar, bütünüyle masal ve efsane yaratmaya meyilli insanlardır. Toplum, mitoloji toplumunun bir uzantısıdır. Aytmatov’un eserinin ve sanatının oluşumunda bu toplumun etkisi doğrudandır. Onun etkilendiği en büyük etkenlerden biri de görüldüğü gibi geniş bir perspektife sahip olan Türk mitolojisidir.  

Kozmogoni mitleri köken mitlerinin bir devamıdır ve köken mitlerini sürdürmektedir.  İnsanların yaratılışı veya türeyişi de köken mitlerinin ikinci safhasını oluşturmaktadır. Türk mitolojisi ve bazı diğer mitolojilerde insanların türeyişi ile ilgili çok fazla efsane yer almaktadır. Efsanelerin çoğunda iki insanın birleşerek türemeleri olayı çok azdır. İlk bakışta temel çift, bir kadınla erkek cinsiyetinde hayvandan oluşmaktadır. Kadının pasif olması ve toplumda ekonomik bir rol oynamaması dolayısıyla ve de eylemin ve ritüellerin erkil olması yüzünden hayvanın,  ışığın, bitkilerin, dölleyici unsurların erkil olması gerektiği sanılmaktadır. Fakat bunun aksi olan çok sayıda örnekler de mevcuttur. (14)

Türk mitolojisinde Türklerin türeyişi ile ilgili efsanelerde yer alan en önemli hayvan dişi kurttur. 

Efsanelerde genellikle insanın atasının bir hayvan olduğuna dair bir inanış mevcuttur. Roux, bunun, hayvan biçimselliğinin (zoomorfizm) esas olduğu ve hayvanların uçmak, yüzmek, koku almak, yönelmek, geceleyin görmek gibi Allah vergisi olağanüstü yetenekleri itibariyle insanlardan üstün olduğu bir dünyada olağan olduğunu vurgulamaktadır. Bir Karagas klanının köstebek soyundan, bir diğerinin balıktan gelmesi, bir Kazak ailesinin baykuş soyundan gelmesi, bazı Buryatların yaban domuzundan gelmesi, Golde klanının kaplan soyundan, Teleutlar ailesinin bir kuzu veya bir kartal soyundan gelmesi ile ilgili inanışlar (15) ait olduğu halkların bu hayvanları kendilerine bir totem olarak kabul etmelerinden ileri gelmektedir.  

Türkler de kendilerine sembol olarak kurdu kabul etmiş, bu hayvanın soyundan geldiklerine veya kurdun kendilerine bir yol gösterici olduklarına inanarak, kurda bir kutsallık atfetmişlerdir. Göktürklerin türeyişiyle ilgili üç önemli efsane bulunmakta ve bunların hepsinde de Göktürklerin dişi bir kurttan türediği inancı görülmektedir. Türk mitolojisinde yer alan en önemli efsanelerden biri de  şüphesiz Ergenekon efsanesidir. Ama bu efsanede türeme unsuru olarak kurt yer almaz. 

Cengiz Aytmatov’un da, Beyaz Gemi ve Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek adlı eserlerinde,  biri Geyik Ana’dan, diğeri Deniz Kızı’ndan türeyişi anlatan iki ayrı efsaneye yer verdiği görülmektedir. 

Beyaz Gemi adlı romanda Mümin Dede’nin torununa anlattığı Boynuzlu Maral Ana efsanesi Kırgızların Buğu Boyunun beyaz renkli bir Geyik Ana’dan türediğine ilişkin bir efsanedir. Bu efsaneye göre Yenisey boylarında yaşamakta olan Kırgızlar, bir gün ölen hakanlarını gömmek üzere Yenisey nehrinin kıyısında toplanırlar. Bu sırada düşman kabilelerden biri Kırgız kabilesine saldırır ve Kırgızların toplanmasına bile fırsat vermeden hepsini öldürürler. Kırgız kabilesinde, büyüklerinden izin almadan ormana giden bir kız bir erkek çocuğu dışında hiç kimse kalmaz. Geri döndüklerinde ne analarını ne babalarını bulurlar. Daha sonra düşmanların eline geçerler ve düşmanların hakanı, bunları öldürüp Yenisey nehrine atması için topal bir nineye verir. Topal nine tam çocukları nehre atacakken yanlarında beyaz bir Geyik Ana peyda olur. Topal nineye insanların iki yavrusunu öldürdüğünü, bu çocukları evlât edinmek istediğini söyler ve onları kendisine vermesini ister. Nineyi ikna eden Geyik Ana, çocukları kendi sütüyle besler ve büyütür. Daha sonra çocukları  Kırgızların  şimdi yaşadığı Issık-Göl’ün etrafındaki bu topraklara getiren Geyik Ana, onlara yeni vatanlarının burası olduğunu söyler. Çocuklar burada çoğalarak Buğu Boyunu devam ettirirler.  

Buğular Issık–Göl çevresinde büyük ve güçlü bir toplum olurlar ve Boynuzlu Maral Ana’yı kutsal bir varlık olarak görürler. Hangi soydan hangi boydan geldikleri anlaşılsın diye, çadırların girişine maral boynuzu işlemesi koyarlar. O zamanlar Issık-Göl ormanları marallarla doludur. Buğular bir maralla karşılaşacak olsalar, hemen atlarından inerler ve ona yol verirler. Bu çok zengin bir Buğu’nun ölümüne kadar böyle sürüp gider. Ölen Buğu’nun oğulları babalarına günler, geceler süren bir yas  şöleni düzenlerler. 

Bu çocuklar babalarının zenginliklerini ve kendi ünlerini tüm dünyaya duyurmak için, babalarının mezarına, kutsal Boynuzlu Maral ana soyundan olduğu anlaşılsın diye bir maral boynuzu dikmek isterler. Avcıları ormana gönderip bir maral vurdurup boynuzunu da mezarın üstüne dikerler. Bu olaydan sonra felâketler birbiri ardınca gelir ve herkes ormanda ak maral avlamaya başlar. 
Her Buğu kendi atasının mezarına bir ak maral boynuzu dikmek için ak maral avlar, sonraları  da  bu  işin ticareti başlatılır. Bunun sonucunda ormandaki maral sayısı azalır ve bu yüzden Boynuzlu Maral ana insanlara küser ve son kalan yavrularını da alarak bir daha dönmemek üzere buraları terk eder. 

Geyik, daha çok millet ve kavimlerin türeyişleri ile ilgili efsane ve mitolojilerde elçi olarak doğru yolu gösterici, yani yeni yurtlara götürücü bir motif olarak görülmektedir. 

Cengiz Aytmatov’un romanında geleneklere bağlı olan bir kişi olarak verilen Mümin Dede, torununa bu masalı anlatırken geyiğin kendileri ve Buğu soyu için kutsal olduğunu, onları öldürmenin doğru olmadığını ve bir gün geri gelip onları buralardan kurtaracağını da söyler. Bu masala inanan çocuk, bir gün ormanda iken geyiklerin gerçekten geldiğini görür. Romanda Mümin Dede’nin kızı Bekey Hala Orozkul ile evlidir ve hiç çocukları olmamıştır. Dedesi bu efsaneyi anlatırken Boynuzlu Maral Ana’nın ilk çocuklarından olan kadın, doğum yaparken, Maral Ana’nın boynuzlarıyla sihirli bir beşik getirdiğini ve beşik gelir gelmez de çocuğun doğduğunu anlatır. Çocuk maralları görünce bunların Bekey halasına sihirli bir beşik getireceğini ve onların da çocukları olacağını düşünerek mutlu olur.  

Fakat çocuğun bu mutluluğu kısa sürer. Bir gün ormanda Orozkul, Seydahmet, Mümin Dede ve Orozkul‘un kendisine kaçak kereste sattığı Koketay, ağaçları indirmek için ormanda bulundukları sırada maralları görürler ve onları avlamak isterler. Bunun için de Mümin Dede’yi tehdit ederek maralları öldürmesi için zorlarlar. 

Geyikleri avlayıp eve getirdiklerinde çocuk bunları görünce ve özellikle geyiklerin Mümin Dede tarafından öldürüldüğünü anlayınca oradan kaçar ve kendisini Issık-Gölün sularına bırakarak kendi efsanesi ille birlikte yok olup gider. Beyaz Gemi, Cengiz Aytmatov’un en çok tartışma yaratan eserlerinin başında gelmektedir. Yazarın her eserinde olduğu gibi bu romanında da evrenselliğe ulaşma kaygısı ön plandadır. Yazar temelde millî olan bir olayı, bir takım alegori ve sembollerle evrensel bir boyuta taşır. Geyik ise bu eserde bağımsızlık sembolü, özellikle Ekim Devriminden sonra özgürlüklerini kaybeden Türk boylarının bir sembolü olarak karşımıza çıkmaktadır. Orozkul tiplemesinin kişiliğinde yazarın, rejimi sembolize etmeyi amaçladığı ve Orozkul’un çocuğunun olmamasıyla da, rejimin ömrünün uzun olmayacağını ima ettiği söylenebilir. Mümin Dede eski zamanın insanıdır ve geleneksel değerlere bağlıdır. Çocuğu kendi gelenek ve göreneklerine bağlı bir kişi olarak yetiştirme endişesi taşımaktadır. Çocuk, dedesinin kendisine anlattığı efsanedeki Boynuzlu Maral Ana’nın geçmişte olduğu gibi  şimdi de kendilerini kurtaracağına inanmaktadır ve geyik onun için bir kurtuluş sembolü olarak kafasında yer eder. Ancak geyiklerin öldürülmesiyle bütün bu ümitleri yok olur ve o da kendi dünyasında kurmuş olduğu “balıkinsan” olup Beyaz Gemi’ye ulaşmak hayaliyle birlikte ortadan kaybolur.  

Cengiz Aytmatov’un eserlerinde işlediği bir diğer türeyiş efsanesi de Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek hikâyesinde anlatmış olduğu, Nivih’lerin soyunun bir denizkızından türediğine dair efsanedir. Yazar aynı hikâyeye bir yaratılış efsanesi ile başlamıştır.

Hikâye küçük bir çocuğun (Krisk) fok balığı avcılığını öğrenmesi için babası Emrayin, amcası  Mılgın ve Orhan Dede ile birlikte denize açılmaları ile başlar. Bir süre sonra deniz üzerinde bir sis tabakası oluşur ve günlerce bu sis kaybolmaz. Yollarını kaybetmişlerdir ve onlara yol gösteren aguguk kuşu (kutup baykuşu) bir türlü görünmemekte aynı zamanda içecek suları da tükenmek üzeredir. 

Bu nedenle çocuğun bir süre daha yaşaması için diğerleri, önce Orhan dede, sonra Mılgın amca ve son olarak çocuğun babası Emrayın birer birer kendilerini feda ederler. En sonunda çocuk kurtulur ve halk arasında onun etrafında bir efsane oluşturulur. 

Diğerleri de “Orhan rüzgârı”, “Emrayin yıldızı”, “Mılgın Akay” dalgaları olarak efsanede yerlerini alırlar.  

Cengiz Aytmatov eserlerinde ferdîn hürriyeti temasına oldukça fazla önem verir. Ali  İhsan Kolcu, bunu, yazarın eserlerindeki temel güç, yani yazarın “etymon-spritüel” i olarak ifade eder. Hürriyet kavramı hep sembolik ifadelerle yansıtılır. Kolcu’ya göre, “Bu ya bir Beyaz Gemi’dir, ya gökte uçan bir çaylaktır, ya bir efsane, ya da bir çobanın söylediği memleket türküsüdür.” (16)
  
Bu hikâyede de Aytmatov, bağımsızlıkları ellerinden alınan Türk halklarının acılarını, Sovyet rejiminin neredeyse bir nesli yok eden yaklaşık yetmiş  yıllık etkilerini, birtakım sembollerle okura ulaştırma gayesindedir. Kendi yaşamış oldukları  sıkıntıları, rejimle yaşanan felaketleri gelecek nesillerin yaşamasını istemeyen ve bu yüzden kendilerini feda eden insanların fedakârlıklarını, eserinde anlatmış olduğu efsanelerin arasına sıkıştırdığı sembolik ifadelerle anlatmaya çalışmıştır. 

Aytmatov’un eserlerinde mitolojik unsurlar oldukça fazla yer almaktadır. Yazar eserlerinde, rejime olan tepkisini, yozlaşmış, millî ve manevî değerlerinden uzaklaştırılmış insanların durumunu daha evrensel bir boyutta anlatabilmek için tarihî ve efsanevî olaylardan yararlanmıştır. (17)

Gün Olur Asra Bedel romanında anlattığı Nayman Ana Efsanesindeki Mankurt motifi ile yazar, sistemin oluşturmaya çalıştığı insan tipini-efsanevî bir perspektif içerisinde- eleştirmiştir. Mankurt motifi ile yazar, geçmişini hiçe sayan, ait olduğu milletin örf, adet, gelenek, görenek, din ve kutsal sayılan değer yargılarını tanımayan, sadece yukarıdan gelen direktifler doğrultusunda hareket edip, parti çıkarlarını korumaya çalışan ve büyük lider olarak gördükleri Stalin ve Lenin’e övgüler yağdıran, sistemin modern kölelerini karakterize etmiştir.  

Bir yazarın hedefinin “ufkunu millî olanın ötesine doğru genişletmek ve evrensel olana ulaşmak” olması gerektiğini söyleyen Aymatov (18), folklorik malzemeyi eserlerinde kullanmasının sebeplerini şöyle dile getirmektedir: 

“..Mitoloji, masallar, efsaneler eski insanların yaşadığı hadiselerdir. Kulaktan kulağa gelen tarihî zenginliğimizdir. Eskiden bize kalan kültürel zenginliklerdir. 

Bunlarla bugünkü teknoloji arasında bir bağlantı kurmakta yarar görüyorum. Onun için ben ve benim gibi yazarlar da eskiden başımızdan geçmiş halkın tecrübelerini anlatan, halkın tarihîni anlatan, ışık tutan bu tür zenginlikleri kitaplarımızda kullanıyoruz. O da anlatmaya ayrı bir güzellik, ayrı bir zenginlik katıyor.” (19)
  
Aytmatov, eserlerinde öncelikle kendi kültürünü ve tarihini, kendi mitolojisini, kendi insanını vermiştir. Bunun dışında yazarın, eserlerinde Yunan mitolojisinde adı geçen bir tanrıçaya, Japonya’da kutsal sayılan bir dağa, mekânı Amerika olan fantastik bilim-kurgu bir olaya ve uzay araştırmaları gibi konulara yer vermesi, Onun milli olandan yola çıkarak evrensele ulaştığının bir göstergesidir.  Cengiz Aytmatov, kendi kültürünü, kendi insanını ve kendi tarihini çok iyi bilen bir yazardır. Onun eserlerinde halk kültürünün bütün normlarını görmek mümkündür. Halk kültürünü oluşturan  destan, efsane, masal, halk hikâyesi gibi unsurlar, insanların hangi devirde olursa olsun milli duygularını dile getiren en güzel edebi türlerdir. Masal, destan ve efsaneler bir milletin geçmişte başardıkları büyük işlerin, büyük ideallerin dile getirildiği ve gelecek nesillerin milli hafızalarını meşgul eden en önemli unsurlardır.

Aytmatov’un hikâye ve romanlarının ilham kaynağı da kendi insanının geleneksel hayatı, tarihi, destan ve efsaneleridir. Toprağın dilini çok iyi bilen yazar, bu topraklar üzerinde yaşayan bütün canlıların hikâyesini geçmişle ve yaşanılan zamanla birlikte eserlerine taşımıştır. Yazarın eserlerinde görülen folklorik malzemenin temelinde asırlar boyu  şekillenen Kırgız kültürü, Kırgız kültürü ve Kırgız sözlü geleneğinin en büyük ürünü olan Manas destanı vardır. 

Aytmatov, roman ve hikâyelerine mitolojik unsurları da katarak kendisine zengin bir üslup yaratmıştır. Bazen mitolojide geçen bir yaratılış efsanesi yazarın muhayyilesinde farklı bir boyut kazanarak eserlerinde yer alırken, bazen de bir dedenin torununa anlattığı bir masalda veya efsanede yer alan bir türeyiş efsanesi, yazarın kaleminde farklı bir nitelik kazanmıştır. Eski Türk inançlarının pek çok izlerini yine yazarın eserlerinde bulmak mümkündür. Roman ve hikâyelerinin çoğunda mekân, genellikle onun doğup büyüdüğü bozkırlar, dağlar, vadiler, göller ve göçebe kültürün yaşandığı yerlerdir. 

Yazar bazen bu mekânları bir tabiat kültü inancıyla birleştirerek eserine mitolojik bir boyut kazandırmıştır. Sürekli bir göndermeler dünyasında yaşayan Aytmatov, geçmişte yaşanan bir efsane, masal veya destanla bugünün olayını açıklamaya çalışmış, geçmişle geleceği birleştirmiştir. 

Aytmatov, eserlerinde sürekli bağımsızlığı ifade etmeye çalışmış, roman ve hikâyelerinin çoğunu bu konu etrafında yoğunlaştırmıştır. Sistemden bunalan, kendi kültürünü ve yaşam tarzını sergileyemeyen Kırgız insanının özlem duyduğu bağımsızlık teması, yazarın eserlerinde ya mitolojiye ait bir unsurla veya birtakım sembollerle ifade bulmuştur. Onun hemen hemen her eserinde mitolojiye ait bir külte, bir destana, efsaneye, masala veya en küçük bir halk hikâyesine yer verildiği görülmektedir. Masalların ya da efsanelerin modern anlatımla mükemmel bir birleşimini ortaya koyan Cengiz Aymatov’un ‘bütün eserlerinin ruhunun fazlasıyla Kırgız’ olduğunu bir kez daha hatırlatmak yerinde olacaktır.


Dr.Gülsine UZUN
Muğla Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Çağdaş Türk Lehçeleri
ve Edebiyatları Bölümü

1) Joseph Campbell, İlkel Mitoloji, Tanrının Maskeleri, İmge Kitabevi, İstanbul 1992. 
2) Şerif Mardin, İdeoloji, İletişim Yay., İstanbul 1992, ss. 115-116.
3) Ali İhsan Kolcu, Milli Romantizm Açısından Cengiz Aytmatov, Ötüken Yay., İstanbul 1997, s. 39. 
4) Mircea Eliade, Mitlerin Özellikleri, Simavi Yay., İstanbul 1993, s. 27. 
5) Şerif Can, Klasik Yunan Mitolojisi, İnkılap ve Aka Yayınevi, İstanbul 1963, ss. 5-6. 
6) Samuel Henry Hooke,  Ortadoğu Mitolojisi, (Çev.: Alaeddin  Şenel),  İmge Kitabevi, Ankara 1995, s.25.
7) Hooke, a.g.e., s. 44. 
8) Fred Gladstone Bratton,  Yakın Doğu Mitolojisi, (Çev.: Nejat Muallimoğlu), M.Ü.İ.F. Yay., İstanbul 1992, s. 68. 
9) Abdülkadir  İnan,  Tarihte ve Bugün  Şamanizm, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1986, s 13.
10) Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1993, s. 419.  
11) M. Öcal Oğuz, “Mitolojimizde ve Ural Batur Destanında Başlangıçtaki Sonsuz Su”, Milli Folklor, Ankara 1998, S. 38, s. 22.
12) Alice Marriott, Carol K. Rachlin,  Kızılderili Mitolojisi (Çev.: Ünsal Özünlü),  İmge Kitabevi, Ankara 1998, s.36. 
13) Oğuz, a.g.m., s. 23.
14) Jean-Paul Roux,  Türklerin ve Moğolların Eski Dini (Çev.: Aykut Kazancıgil),  İşaret Yay., İstanbul 1994, s.150. 
15) Roux, a.g.e., s. 150.
16) Kolcu, a.g.e., ss. 248-249. 
17) Gülsine Uzun, Cengiz Aytmatov’un Türkçeye Çevrilmiş Eserlerinde Mitolojik Unsurlar,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Muğla Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Muğla 1998. 
18) Beşir Ayvazoğlu,  “Turan Ülküsünün Büyük Yazarı Anlatıyor: Ufku Milli Olanın Ötesine Genişlemek”, Türkiye Gazetesi, İstanbul 12 Mayıs 1992. 
19) Sabiha Özen, “Her Yazar Kendi Halkı İçin Yazmayı Nazarda Tutar”, Dergâh, S. 24, İstanbul 1992, s. 13. 

Kaynakça :
*Ayvazoğlu, Beşir,  “Turan Ülküsünün Büyük Yazarı Anlatıyor: Ufku Milli Olanın Ötesine Genişlemek”, Türkiye Gazetesi, İstanbul 12 Mayıs 1992.
*Bratton, Fred Gladstone,  Yakın Doğu Mitolojisi (Çev.: Nejat Muallimoğlu), M.Ü.İ.F. Yay., İstanbul 1992.
*Campbell, Joseph,  İlkel Mitoloji, Tanrının Maskeleri,  İmge Kitabevi,
İstanbul 1992.
*Can, Şerif, Klasik Yunan Mitolojisi, İnkılap ve Aka Yayınevi, İstanbul 1963.
*Eliade, Mircea, Mitlerin Özellikleri, Simavi Yay., İstanbul 1993.
*Hooke, Samuel Henry,  Ortadoğu Mitolojisi (Çev.: Alaeddin  Şenel), İmge Kitabevi, Ankara 1995.
*İnan, Abdülkadir, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1986.
*Kolcu, Ali İhsan, Milli Romantizm Açısından Cengiz Aytmatov, Ötüken Yay., İstanbul 1997.
*Mardin, Şerif, İdeoloji, İletişim Yay., İstanbul 1992.
*Marriott, Alice; Rachlin, Carol K.,  Kızılderili Mitolojisi, (Çev.: Ünsal Özünlü), İmge Kitabevi, Ankara 1998.
*Oğuz, M. Öcal,  “Mitolojimizde ve Ural Batur Destanında Başlangıçtaki Sonsuz Su”, Milli Folklor, S. 38, Ankara 1998.
*Ögel, Bahaeddin, Türk Mitolojisi I, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1993.
*Özen, Sabiha, “Her Yazar Kendi Halkı İçin Yazmayı Nazarda Tutar”, Dergâh, S. 24, İstanbul 1992.
*Roux, Jean-Paul,  Türklerin ve Moğolların Eski Dini, (Çev.: Aykut Kazancıgil), İşaret Yay., İstanbul 1994.
*Uzun, Gülsine,  Cengiz Aytmatov’un Türkçeye Çevrilmiş Eserlerinde Mitolojik Unsurlar, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Muğla Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Muğla 1998.

***


BİR İNSANIN KADERİ , DAĞDAKİ PATİKA GİBİDİR;
BAZAN ÇIKAR, BAZEN İNER, BAZEN DE DİBİ GÖRÜNMEYEN BİR UÇURUMUN BAŞINA GELİR DURUR. İNSAN TEK BAŞINA BÖYLE YOLDA YÜRÜYEMEZ.

AMA BİRLEŞENLER, BİRBİRLERİNE OMUZ VERENLER HER ENGELİ AŞAR.
                                                   CENGİZ AYTMATOV



***