Translate

EGE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
EGE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ağustos 2013 Çarşamba

ANADOLU KÜLTÜRÜNDE DEFNE AĞACI








Türkçedeki “Defne” isminin kaynağı antik Daphne söylencesi olup, bu durum Anadolu’nun özgün biyolojik sürekliliğinin, özgün kültürel sürekliliğinin de kaynağı olduğu görüşümüzün en bariz kanıtıdır.

Defne ağacı Laurus nobilis’in anavatanı Anadolu ve Balkanlar’dır.

Bütün yıl koku yayan ender ağaçlardan biridir. Kökeni Anadolu olan ve etkili bir kokusu olan defnenin, Anadolu kökenli kültürleri etkilemesi de kaçınılmazdır.

Hititler , “alanza” adını verdikleri defne ağaçından ilaç elde etmişlerdir.

Antik dönemde , kendisi de Anadolulu olan Apollon’un gözdesi olan bir ağaçtır defne. 

Güneşli yerleri seven bir ağaç olması , onun Güneş Tanrısı Apollon ile ilişkilendirilmesine neden olmuş, her dem yeşil kalması da onu ölümsüzlüğün sembolü yapmıştır.

Hititlerin Güneş Tanrıçası törenlerinde kullandığı güneş kursu motifi, belki de defne yaprağı dallarıyla tamamlanıyordu. Ne de olsa her devirde güneşe tutukun bir ağaçtır defne.

Mitolojide Apollon , peri kızı Daphne’yi elde etmek istediğinde, peri kızı ondan kurtulmaya çalışmış, kurtulamayacağını anlayınca Toprak Ana’dan yardım istemiş, Toprak Ana da onu defne ağacına dönüştürmüştür.

Bunun üzerine Tanrı Apollon, değerli kahramanların, muhariplerin ve sanatçıların başlarına defne yaprakları takılmasını istemiştir. Antik Yunan ve Roma’da önemli kişilerin başlarını defne yapraklarıyla süsledikleri bilinmektedir.

Antik çağlarda Apollon tapınaklarının çevresi defne ağaçlarıyla yeşillendirilmiş olmalıdır. Zira Apollon tapınaklarında görevli biliciler, geleceği görebilmek ve kendilerine başvuranların isteklerini gerçekleştirebilmek için Tanrı Apollon’a adanmış olan defne yapraklarını çiğniyor ve uykuya yatıp (istiareye yatıp) onun kehanet gücüne sahip oluyorlardı. Kahinden uygun cevabı alanlar, başlarına bir defne çelengi takarak evlerine gönderiliyorlardı.

Bu ritüel Didim Apollon Tapınağında da uygulanmaktaydı. Defne ağacının yapraklarında güçlü bir zehir vardır. Antik çağlarda rahipler bunu çğneyince kendilerinden geçerler ve delirecekmiş gibi olurlardı. O zaman aşkın duruma geçerek biliciliğe başlarlar, gaipten, yani bilinmeyenden haber verirlerdi. Yani defne, antik çağlarda Tanrı’ya ulaşma ve öteki aleme geçiş aracıydı.



Mitolojide Apollon’a özgünlenen defne ağacı, Osmanlı döneminde efe kültürünün totem niteliğindeki kutsal ağacı olarak konumunu devam ettirmiştir.

Efe ve zeybek kültüründe bu ağaca “teknel” denilirdi. Bu ağaç, ölümün olduğu kadar, bedeli ölüm olsa bile vefakarlığın da sembolüdür. Efenin yanına, kızan (genç erkek) kabul edilebilmek için bir tören yapılır; bu törende sabahın ilk ışıkları ile dağa çıkılır; merasim sonunda, defne ağacına silahlar asılırdı.

Efe ve zeybekler normal zamanlarda bu ağacın olduğu dağlarda gezmezler. Tören sonunda bu ağaç ile kızan özdeşleştirilir; efe bıçağını bu ağaca saplar ve “Sözünde durmayanın şu yatağan böğrüne batsın mı?” diye kızana sorardı.

Kızan adayı bu soruya “Evet” derse efenin grubuna kabul edilirdi. Böylece efe, grubuna yeni katılan genç erkeğe ihanetinin bedelinin ölüm olacağını hatırlatırdı.




Ege dağlarında gezen kızanlar da herhalde bu ağacı gördüklerinde ve kokusunu duyduklarında kızanlığa giriş töreninde verdikleri sözleri hatırlarlardı. Ağacın keskin ve uyandırıcı kokusu mesajın unutulmamasını sağlayan bir hatırlama aracıydı belki de.

Efe geleneğinin Ege’nin özgün florasıyla ilişkisini göstermesi açısından ilginç bir ritüeldir bu uygulama. Antik çağlarda daphne olarak bilinen bu ağacın mitolojideki öyküsü de efelerin ritüelleriyle örtüşmektedir.

Zira Daphne, Apollon’dan kurtulmak, bakire kalabilmek için kendini defne ağacına dönüştürür. Daphne kendisine Artemis’i örnek almaktadır. 

Artemis tapınmalarında da tapınaklara sadece bakire genç kızlar ve bakir genç erkekler kabul edilirdi. Kızan ve zeybekler de efenin izni olmadan evlenemezlerdi. Kızanların bakir kalmaları, belli bir amaç için fedakarlıkta bulunmaları ile teknel (defne) ağacının mitolojik hikayesi birbirine oldukça paraleldir.

Zaten kızanlık töreninin sonunda da teknel ağacı ile kızanın özdeşleştirilmesinin mantığında bu vardır.

Zeybek kültüründe defne ağacının kesilmesi ve yakılması hem yasak hem de günahtı. Bu ağacın yetiştiği yerlerin bereketli olduğuna inanılırdı. Defne ağacının meyveleri kutsal sayıldığı için bu meyveyi zeybekler silahlarına sürerlerdi. Böylece onun kendilerini koruyacağına , silahlarını güçlü kılacağına inanılırdı. 

Bu ağaca zeybekler arasında “ölüm ağacı”, yetiştiği dağlara da “ölüm dağı” denirdi. Bu nedenle zeybekler, zorunlu olmadıkça bu ağacın bulunduğu dağlarda gezmezlerdi.

Hatay ilinde, günümüzde Harbiye olarak bilinen Roma döneminde Apollo kültü ile ilgili bir alan olan Daphne, sevmeye ve sevişmeye özgünleşmişti. Romalı komutanlar, askerlerinin Harbiye dolaylarına ve defne ormanına gitmelerini yasaklamıştı. Bu yasak ile efe ve zeybeklerin defne ağacının olduğu yerler gitmemeleri , ondan uzak durmaları birbirine benzer uygulamalardır.

Defne ağacı Anadolu’da halk ilaçları yapımında da kullanılır. Roma döneminin Adanalı hekimi Dioscorides, defne yapraklarının mide , ağız yaraları, iltihap ve akrep sokmalarında kullanıldığını belirtmiştir.

Yapraklarının özsuyu antiseptik olup, karın ağrısı, romatizma, adale uyuşması hastalıklarında ağrı kesici olarak kullanılır. Ayrıca soğuk algınlığı ,siyatik, şeker, kulunç ağrısı, uyuz, çıban, basur, öksürük ve ülser hastalığında yararlanılır. Batı Anadolu’da meyveleri iştah açıcı olarak kullanılmaktadır.

Günümüzde defne ağacının özellikle kas ve eklem hastalıklarında kullanılması, antik dönem ve sonrasında bu ağacın kas gücüyle görev yapan savaşçı insanlara özgünlenmesinin nedenlerinin de ipucunu vermektedir. 

Defne ağacının yukarıda belirtilen özellikleri onun büyü uygulamalarında da kullanılması sonucu doğurmuştur. Her derde deva olarak algıladığından olacak, Antalya’nın Kale ilçesinde , dallarının kabukları soyulmak suretiyle defneden nazarlık yapılmaktadır. Besbelli nazara da iyi gelmektedir defne !

Günümüzde defne ağacı yaprakları yemeklere tat ve koku vermek için de kullanılır. Defnenin hoş kokulu yaprakları kurutularak baharat yapılır ,sos , çorba ve sirkelerde aroma verici olarak kullanılır. Defne yaprağı özellikle balık yemeklerinde tercih edilir. 
Defne yaprakları ile meyvelerinden elde edilen yağ çok kalitelidir. Bu nedenle kozmetik ve sabun sanayinde kullanılır.

Defne ağacının, etkili kokusu dolayısıyla arı peteklerini, elbise, halı ve kilimleri güveden koruma, çamaşırların güzel kokmasını sağlama gibi işlevlerle kullanımı da söz konusudur. Türkiye defne ihracatında dünyada ilk sıradadır.

Defne , muhteşem kokusu ve güzel görünümüyle bütün Anadolu uygarlıklarında yer edinen ender ağaçlardandır. Bu yüzden adı binlerce yıldan beri değişmemiş, ismi farklı kültürleri de birbirine bağlamıştır. 

O Anadolu’nun mağrur kızı, bir ideale adanmış yaşamların sembolü, savaşçıların ise baş tacıdır.



Yazı: Hasan Torlak
Botanik Danışmanı : Doç.Dr.Galip Akaydın
Yolculuk Dergisi, 2011 Sayı 79 




ek yazı



…//…



23 Mart 2013 Cumartesi

EGE DENİZİ'NİN ADI NEREDEN GELİYOR ?




"Türkiye'deki Tarihsel Adlar" adlı eserinde Bilge UMAR "Türkiye'deki tarihsel adlar üzerine araştırma yapmak, Türkiye'nin tarihi üzerine araştırma yapmaya benzer. Gidebileceğiniz genişliğin, inebileceğiniz derinliğin sonu yoktur" demektedir. 

Yazar, Anadolu'daki tarihsel adlar ve kökenleri incelendiğinde bunların sanılanın aksine Helenlerden kalma isimler olmadığını, Anadolu'nun eski bir dili olan Luwi dilinden kalma olduğunu belirtmektedir. 

Bilge UMAR'ın bu çalışması Ege kelimesinin anlamı ve bu adlandırmanın nerelerden geldiği konusunda özellikle kelimenin etimolojik kökeni hakkında büyük bir bilgi birikimi sunmaktadır.

Bilge Umar'a göre Etimolojik olarak Yunan dili ile açıklanamayan Ege ismi, Anadolu'nun diğer bir çok tarihi ismi gibi önceki kültürlerden Türkçe'ye miras kalmış bir isimdir. Yunan kültürünce, etimolojik olarak sahiplenilemeyen Ege adına bir köken ve açıklama getirmek için AEGEUS adında bir destan kişisi yaratılmıştır.

Efsaneye göre; Atina'da düzenlenen Panathenaia bayramında, Giritli atlet Androgues öldürülür. Bu olay üzerine Girit kralı, diyet olarak Atina'dan her yıl kurban edilmek üzere, yedi kız ve yedi erkeğin gönderilmesini ister. Çok ağır olan bu şart üzerine Atina Kralı Aegeus, oğlu Theseus'dan Girit kralını öldürmesini ister ve onu bir gemi ile Girit'e gönderir. Eğer kralı öldürmeyi başarırsa, dönüşünde gemiye beyaz yelken çekmesini ve böylece uzaktan müjde vermesini ister. Eğer öldürememişse yelkenlerin siyah olarak donatılmasını tembih eder. Theseus, Girit'e gider ve giriştiği savaşta galip gelerek kralı öldürür. Atina'ya dönmek üzere denize açılır. Bu sırada zafer sarhoşluğundan babasının öğüdünü unutur ve siyah yelken çeker. Kıyıda oğlunu bekleyen Aegeus siyah yelkeni görünce oğlunun mağlup olduğunu zanneder ve üzüntüsünden denize atlayarak intihar eder. Aegeus'un intihar ettiği yer Atina Körfezi'dir. Bu nedenle bu körfez ve çevresi "Aegeus Pontos" "Ege Denizi" olarak adlandırılmaya başlanmıştır.

Ege Denizi'nin Türkler tarafından kullanılan tarihi adı Adalar Denizi'dir. Bu görüşü destekler mahiyette çok sayıda yazılı tarihi belge bulunmaktadır. Türkler 1081 yılında Ege Denizi ile ilk karşılaştıklarında bu denize üzerindeki adaların çokluğundan dolayı "Adalar Denizi" adını vermişlerdir. Bölgede hüküm süren Aydınoğulları Beyliği ve Osmanlı kaynaklarında, hep "Adalar Denizi" olarak geçmektedir.

Piri Reis, 1519 yılında yazmış olduğu "Kitab-ı Bahriye" adlı eserinde, "Şunu bilmek gerektir ki, adalar arası denen yere "Erso Peloga" derler. Biz buradaki adaları münasip olduğu şekilde anlattık" demekte ve bu adalar arasındaki tüm adaları ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır. Katip Çelebi, 1656 yılında yazmış olduğu "Tuhfetü'l-Kibar Fi Esfari'l Bihar" adlı eserinde; "Boğazdan dışarı Rumeli kıyıları Ece Ovası, Kavala, Ayanoroz, Lonkoz, Kesendire, Selanik Körfezi, Koloz ve İstin Körfezleri, Eğriboz, Atina ve Mora'dan Anadolu ve Menekşe Burnu ki Anadolu'dan Tekir Burnu nice ise Rumeli'nde bu da öyle köşeler ve geçit yeridir. Karadan denize girip Girit Adasının doğu batı uçları bu iki burunlar ucuna uzanıp öteki Akdeniz adalarının çoğu bu ortada bulunmaktadır. Bundan dolayı bu ortalığa "Adalar Arası derler" diye yazmaktadır.

Atatürk'ün Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nden sonra verdiği emir, "Ordular! İlk Hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!" şeklindedir. Atatürk, NUTUK'un 444'üncü sayfasında, bu emrin sonrasında yaşanan gelişmeleri vurguladığı ifadesinde "... ordularımız İzmir rıhtımında ilk verdiğim hedefe, Akdeniz'e ulaşmış bulunuyorlardı." yorumunu yapmakta, Adalar Denizi ifadesini dahi kullanmamaktadır. 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması'nın 12'nci maddesinde Bahr-i Sefid Adaları için Island of Eastern Mediterranean ifadesi geçmektedir. 

Ancak Lozan Antlaşması'nın ayrılmaz parçası olan altı devlet kararı incelendiğinde Ege ifadesine rastlanmaktadır. İstanbul Deniz Matbaası tarafından 1930 yılında basılan "Türk ve Yunan Deniz Harbi Hatıratı ve 1909-1913 Yunan Bahri Tarihi" adlı eserde Ege Denizi ibaresine rastlanmamakta ve Adalar Denizi ifadesi kullanılmaktadır.

Faik Sabri DURAN'ın 1938 yılında yayınlanan, lise kitapları, sınıf III, Türkiye Coğrafyası (Kanaat Kitabevi, İstanbul), adlı kitabının 26'ncı sayfasında, Ege bölgesinin alanları biraz daha geniş tutulmuş ve bu bölgeye Garbi Anadolu (Batı Anadolu) adı verilmiştir. Aynı eserde sayfa 27'de Ege Denizi ifadesi, sayfa 70 ve sayfa 328'de sunulan haritalarda ise Adalar Denizi ifadesi kullanılmıştır.

6-21 Haziran 1941 tarihleri arasında, Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde icra edilen Birinci Coğrafya Kurultayı'nda adlandırma konusunda standartlaşmayı sağlamak maksadıyla Ege Denizi terimi kabul edilerek kullanılmaya başlanmıştır.

Dz.Kur.Yb.Selçuk AKARI

KAYNAK
Deniz Harp Okulu Pusula Dergisi,Yıl 2011, Sayı 70 (tıklayın)
("Dil Tarih ve Coğrafya Denkleminde Ege Denizi'nin Adlandırma Tarihi ve Ege Kelimesinin Anlamı.")




DOĞRULUK SONSUZLUĞUN GÜNEŞİDİR..
NASIL OLSA DOĞAR..


****

21 Şubat 2013 Perşembe

GİRİT AÇILIMI VE GÜNEYDOĞU AÇILIMI



YIL 1909. İttihat ve Terakki mensubu Edirne mebusu Haşim Bey, ağustos ayında Girit’te Rumlar tarafından hunharca öldürülen Osman Efendi (Koraşaki) ile Hüseyin Ağa (Subaşaki) adlı iki Türkün naaşlarını kartpostal yaptırıp devlet erkânına gönderdi. 

Mesajı açıktı: Girit elden gidiyor!

Osmanlı Devleti ise, dört büyük ülkeye güvenip, açılım yaparak sorunu çözeceğini umuyordu. Oysa Girit’te daha önce kaç kez açılım yapmıştı...

Kafanız fazla karışmasın; en iyisi olayları baştan yazalım...

Osmanlı ordusu Akdeniz’in en büyük adalarından olan Girit’i 1645-1669 yılları arasında Venediklilerden aldı.

Adanın Müslümanlaştırılması konusunda farklı bir metot uyguladı: Balkanlarda “şenlendirme” adıyla yaptığı zorunlu iskânı bu kez adada uygulamadı. Fakat zorunlu olmasa da Girit, Türk göçü aldı. Bu arada Osmanlı, Kapıkulu askerinin evlenme yasağını kaldırdı. 
Bunlar Rum kızlarıyla evlendi. Bazı Rumların da din değiştirmesiyle Girit nüfusunda Müslüman sayısı kısa sürede çoğaldı.

Anımsatmalıyım: İhtida eden Rumların bir bölümü, 823-963 yılları arasında adaya egemen olan Müslüman Araplar idi. Bizans’ın zoruyla Hıristiyan olmuşlardı. Bu gerçeği saklamayanlardan biri de, Giritli ünlü yazar Nikos Kazancakis (1883-1957) idi. El Greco’ya Mektuplar eserinde Arap soyundan (Abadyotlardan) geldiğini iftiharla yazdı. Dünyaca ünlü ressam El Greco da (1541-1614) Giritliydi. Neyse...

1700’lü yıllarda ada nüfusunda Rumlar ve Türkler hemen hemen eşitti. Adanın dili Rumca, Arapça, Türkçe karışımı olan, yerel halkın Giritçe dediği dildi. Bu dil Rumcaya yakındı. Bunun sebebi, Osmanlı idaresinin Türkçeye gerekli özeni göstermemesiydi. İlginçtir; Girit’te Türk dilinin unutulmamasını sağlayan Horasan kökenli Bektaşi tekke ve zaviyeleriydi.

Türk ve Rumlar arasında yıllar içinde akrabalık sayısı arttı. Et ve tırnak gibi oldular. Ancak ne zaman Osmanlı ekonomisinde duraklama ve gerileme dönemi başladı; Girit’te isyanlar patlak verdi. Bunda, Ortodoksların hamiliğine soyunan Rusya’nın payı büyüktü. 1768’de Çariçe Katerina’nın kışkırtmasıyla, ticari filoya sahip zengin tüccar Yanis Daskoloyanis önderliğinde Rumlar (Sfakyalılar) ayaklandı.

Osmanlı isyanı bastırdı; Daskoloyanis ve arkadaşları idam edildi ama 100 yıldır et ve tırnak gibi yaşayan Rumlar ve Türkler arasında güven kaybı başladı.

Ne yazık ki, yaşanılacak sonraki tarihsel süreç adanın bu iki halkını birbirine düşman edecekti.

Bunun içsel olduğu gibi dışsal nedenleri de vardı. Öncelikle, siyasi, sosyal ve ekonomisi altüst olan Avrupa yeniden kuruluyor; yeni ittifaklar oluşturuluyordu.

Bu nedenle 1821’de Mora Yarımadasında başlayıp Girit’e sıçrayan isyan Avrupa’dan çok destek buldu. Bu desteğin siyasi yanı gibi kültürel yanı da vardı; Rönesans’la birlikte Batıda antik Yunan hayranlığı başlamıştı.

Rumların camilere, tekkelere, çiftliklere, vakıflara saldırmasını; Türk köylülerini öldürmesini Avrupa seyretti. Kılı kıpırdamadı. Can güvenlikleri kalmayan köylerdeki Müslümanlar şehirlere göç etti. Ancak Rumlar şiddeti her geçen gün artırdı. Osmanlı, Mısırdaki Kavalalı Mehmet Ali Paşadan yardım alarak ayaklanmayı ancak 4 yılda bastırabildi. Cephe savaşları için eğitilen askerler küçük çetecilerle başa çıkmakta zorlanmıştı.

İsyanın bastırılması ve Osmanlının Doğu Akdeniz’e tekrar hâkim olma ihtimali, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın hoşuna gitmedi. Bu üç devlet Osmanlıdan Yunanlılara, Sırbistan ve Romanya’da olduğu gibi prenslik vermesini istedi. Avrupa’da da büyük bir kamuoyu baskısı vardı. Şair Lord Byron, ressam Delacroix, yazar Victor Hugo vs. gibi aydınlar eserlerinde Yunan isyanına destek çıktı.

Kuşkusuz mesele sanatçılarla çözülmedi; İngiliz, Fransız ve Rus donanmaları Mora’daki Navarin Limanındaki 57 Türk gemisini batırıp sekiz bin Mehmetçik'i şehit ettiler.

Osmanlı şaşkındı; ne yapacağını bilemedi. Çünkü Yeniçeri Ocağını daha yeni tasfiye edip, Asakir-i Mansure-i Muhammediye teşkilatını kurmuştu. Savaşacak askeri gücü yoktu. Sonuçta Osmanlı, Yunanistan’ın bağımsızlık talebinden vazgeçmesi ve kendisine her yıl belli miktarda vergi vermesi karşılığında, Mora Yarımadasında Yunan Prensliği kurulmasını kabul etti.

Aradan çok geçmedi. Rusya da Osmanlıya iki yandan saldırdı. Erzurum’u, Edirne’yi aldı. İngiltere ve Fransa, Rusya’nın ilerleyişinden memnun olmadı. Taraflar bir masa etrafında buluştu. Buradan ne karar çıktı dersiniz; Yunanistan’ın bağımsızlığı! 
Enosis (birleşme) için ilk adım atılmış oldu… 

Girit Rumları fırsatı kaçırmadı; Yunanistan’la birleşmek için hemen ayaklandılar. İsyan bu kez çabuk bastırıldı. Rumlar Avrupa’dan da gerekli desteği bulamadı. Çünkü emperyal devletler, hasta adam Osmanlıyı nasıl paylaşacakları konusunda henüz hemfikir değillerdi.

Öyle ki, Osmanlı; İngiliz ve Fransızların Avrupa Konseyi’ne alınma sözüyle Rusya’ya savaş açtı. Ruslar da sıcak denizlere inme hülyasından hiç kopmadı. Giritli Rumların umudu da Rusların bu hülyasıydı... Her fırsatta ayaklandılar ve her isyanda bir siyasi hak elde ettiler. Nasıl mı? Açılımın birinci aşaması: Genel af çıkarıldı.

RUSLAR dindaşları Yunanlıları, İngilizlere kaptırmamak için, Çar II. Aleksander’ın yeğeni Grand Düşes Olga’yı Yunan Kralı Georgios ile evlendirdi. Bu düğünde bir dedikodu çıktı; Ruslar çeyiz olarak Girit’i Yunanlılara verecekti! Dedikoduya o kadar inanıldı ki, Girit’in fanatik milliyetçi dağlıları Sfakyalılar, Mihail Korakas önderliğinde ayaklandılar. 16 Ağustos 1866da Selino kazasındaki Müslümanları kadın çocuk demeden öldürdüler. Osmanlı ordusu çetecilerin peşine düştü. Tam isyanı bastıracakken devreye İngiltere ve Fransa girdi.

Teklifleri şuydu: Girit Yunanlılara verilemezdi ancak Osmanlı da Girit Açılımı yapmalıydı.

Nasıl olacaktı bu açılım?

1. İlk şart, askeri harekât hemen durdurulmalıydı.
2. Ayrıca silah bırakacak isyancılar için umumi af çıkarılmalıydı. 

Tanıdık geliyor mu? Devam edelim:

3. Girit yoksuldu; ada halkı iki yıl vergiden muaf olmalıydı.
4. İdari reformlar da yapılmalıydı; Padişahın atayacağı valinin biri Türk, diğeri Rum iki yardımcısı olmalıydı.
5. Ayrıca resmi yazışmalarda Türkçe zorunluluğu kaldırılmalıydı.

Osmanlı açılımı kabul etti. Türkler rahatladı; köy ve mezralarına döndü. Müslümanlar, “Bu açılım ne kadar güzelmiş,” demeye başladı.

Açılımın ikinci aşaması: Jandarma yeniden düzenlendi OSMANLI’nın 1878de Ruslara yenilmesi Girit’te yeni bir ayaklanmaya neden oldu. Olan, köylerine dönen açılım kurbanı Türklere oldu; evleri, tarlaları yakıldı; canlarından oldular.

Osmanlı ordusu yine isyancıların peşine düştü. Ve devreye yine Avrupalılar girdi. Onların bastırmalarıyla, diğer Osmanlı vilayetlerinden farklı, Girit’e özel imtiyazlar tanındı; yani yeni bir sözleşme/açılım yapıldı.

25 Ekim 1878' deki bu Halepa Sözleşmesi/Açılımı şöyle olacaktı: 

1. Girit Valisi sadece Müslümanlardan seçilmeyecekti, Hıristiyan da olacaktı.
2. Vilayet genel meclisinde Rumlar (49/31) çoğunlukta olacaktı.
3. Hıristiyan kaymakamlar Müslüman kaymakamlardan sayıca fazla olacaktı.
4. Vilayet Meclisi ve mahkeme dili Rumca olacak; ancak resmi zabıtlar ve dilekçeler Rumca ve Türkçe olabilecekti.
5. Ve en önemlisi asayişi sağlayan jandarma, yerli halktan seçilecekti.

Osmanlı bu açılıma da “Evet” dedi. “Yeter ki kardeş kanı dursun,” diyordu.

Fotyadi Paşa, Sava Paşa, Kostaki Anthopulos Paşa, Nikolaki Sartinski Paşa gibi isimleri sırasıyla Girit’e vali atadı. Diyeceksiniz Artık bu açılım adaya sükûnet getirmiştir!

Hayır... Açılımın üçüncü aşaması: Avrupa’ya müdahale hakkı 1885-1888' de Girit iki ayaklanmaya daha sahne oldu. Fakat en büyük isyan 1896' da oldu. Artık taraflardan biri asker değildi; Ağride, Kaliveste, Resmoda, Hanyada vd. 250 yıldır birlikte yaşayan komşular birbirine silah sıkmaya başladı. Girit yanıyordu. Tabii yine beklenen oldu; İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya, Rusya olaylara müdahale etti. Asayiş amacıyla savaş gemilerini Girit’e gönderdiler.

Ve Osmanlıya yine, yeni bir sözleşme/açılım dayattılar:

1. Girit valisi kesinlikle Hıristiyan olacaktı.
2. Bu Vali, adada karışıklık çıkması halinde Batıdan silah ve asker yardımı isteyebilecekti.
3. Hemen genel af ilan edilecekti.
4. Memurların üçte biri Hıristiyan olacaktı.
5. Avrupalı hukukçular adli bir ıslahat reformu hazırlayacaktı. 

Osmanlı bu açılıma da boyun eğdi.

Başkent İstanbul’un Girit’te açılım yapmaktan başı dönmüştü. 
Ancak 25 Ağustos 1896 Nizamname / açılımı Girit’ten kopuşu hızlandırdı.

Elleri silahlı Rumlar artık şehir merkezlerinde bile gezip, kimseden korkmadan Türkleri öldürmeye başladı. Bu cinayetler sonucu, Amcaoğlu Hüseyin, Bedeloğlu Mehmet, Bunacuoğlu Selim Ağanın çoban oğlu, Yanatoğlu Halim, Salih Kaziyatoğlu, Güldanoğlu Hüseyin, Muradoğlu Hasan, Osman Korethaki gibi yüzlerce Türk öldürüldü. Resmolu Hüseyin Subaşaki gibi Türkler şehit edildikten sonra, hıncını alamayan asiler tarafından kafatası bıçak ve sopalarla delik deşik edildi.

Türkler korunaksızdı.

Girit’in Hıristiyan valisi, kasten Osmanlıdan asker yardımı istemiyordu; Türklerin Girit’ten gitmesini istiyordu. Girit’te oluk oluk Türk kanı akıyordu.

Tek tek öldürmeler kısa zamanda toplu katliamlara neden oldu. Elida, Ahladina, Nisiya, Balyovici, Sika, Lisinsi, Mulina, İskalavos, Handra, Akriba, Lamnon, Ziru gibi Türk köyleri yakılıp yıkıldı; Müslüman ahalisi öldürüldü.

Türkler adadan kaçış yolu arıyordu artık.

Hanya ve Resmo’da altmış bin Müslüman sığınmacı kurtarılmayı bekliyordu. Giritli Müslümanlar, açılım gereği Osmanlının Girit’e asker çıkaramayacağını anlayınca, İran Şahı Muzafferiddin Handan yardım istedi! Sadece Girit’te değil Yanya’daki feryatlara Avrupalının kulağı kapalıydı.

Sonunda Osmanlı, 18 Nisan 1897de Yunanistan’a savaş açtı. Beklendiği gibi bir ay gibi kısa sürede Yunan ordusunu perişan etti. 
Türk ordusu Atina’ya girecekken, Rus Çarı II. Nikolay’ın isteği ve İngiltere’nin baskısıyla II. Abdülhamid Türk ordusunu durdurdu. 
Yapılan barış görüşmelerinde galip Osmanlı, bırakın bir avuç toprak almayı, savaş tazminatını bile alamadı. Aksine Girit’teki nüfuzunu kaybetti...

Açılımın dördüncü aşaması: Girit Özerk/Otonom ilan edildi 
DİYECEKSİNİZ ki, Osmanlı ordusu, Yunanlıları yenince Girit’teki Rumlar korkup sinmişlerdir. Ne gezer!

En acıklısı Girit’te yaşandı. Türkler, Rumları kesecek iddiasıyla Avrupa devletleri (İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya) adaya asker çıkardı. Asayişi artık onların askeri sağlayacaktı!

O halde Girit’te Türk askerine gerek var mıydı? Diyorlardı ki, Osmanlı askeri gidince Rumlar bir daha ayaklanmazdı!

Gülmeyiniz, aynı gerekçeler günümüzde Kıbrıs için de söyleniyor...

1. Avrupa’nın bu kandırmasıyla Türk askeri 1898de Girit’ten çekildi.
2. Ada özerk ilan edildi.
3. Girit’in kaderi, Avrupalılara bırakıldı. Avrupalılar, Rumların ve Türklerin can ve mal güvenliklerini güvence altına aldıktan sonra adadan ayrılacaklardı. Girit’e böylece barış gelecekti. Harika!
4. Tabii bu arada bir şart daha ileri sürüldü: Girit valisini seçme hakkı Osmanlı padişahına bırakıldı. Ancak istisnai bir durum vardı; büyük devletlerin o valiyi onaylaması gerekiyordu. Yoksa kendileri atama yapacaklardı. Ne oldu dersiniz; Osmanlının karşı koymasına rağmen Prens Otto Girit Valisi yapıldı.

Kısa bir süre sonra dört devlet adadan çekildi.

Rumlar hemen adaya Yunan bayrağı çekti. Hani barış gelecekti; beyaz güvercinler uçacaktı adanın üzerinde? Osmanlı büyük bir diplomasi başarısıyla (!) bayrağı indirtti. Karşılık olarak, Avrupa ülkelerinin ve Yunanistan’ın tepkisini çekmemek için, İstanbul’da sahnelenen Girit adlı tiyatro oyununu sansürledi. Şaka gibi...

Ve sonuç: Toprak Kaybı

OSMANLI, Avrupalı dört devletin oyalayıcı sözlerine, teminatlarına ve “açılım masalları”na hep inandı. Bunun karşılığında Girit’i kaybetti.

Bu da şöyle oldu: 1910’da Girit Meclisi Yunanistan’la birleşme kararı aldı.

Anadolu’nun birçok yerinde mitingler yapıldı; Türkler, Girit’te savaşmak için gönüllü asker olma müracaatında bulundu; Yunan malları boykot edildi, gemileri Osmanlı limanlarına sokulmadı; Osmanlı konuyu Lahey Hakem Mahkemesine götürmek istedi vs. vs. Bunların pek yaptırımı olmadı. Girit onca açılıma rağmen 1913’te Osmanlının elinden kuş olup uçtu, gitti!

Giden toprağın yüzölçümü 8.336 kilometrekare idi.

Prof. Dr. Mete GÜLMEN
23.02.2012 , Güncel Meydan'dan alıntıdır.


ŞİMDİ BUNU BUGÜN GÜNEYDOĞUDA DA YAŞANANLARA UYARLAYIN !!!

TAKTİK HER ZAMAN AYNI, AMA TARİHTEN DERS ALANLARA DEĞİL..!

İZZETTİN ÇOPUR'UN KONU İLE İLGİLİ MAKALELERİ 
KIBRIS VE GİRİT KONUSUNDA SABAHATTİN İSMAİL'İN KİTAPLARINI DA TAVSİYE EDERİM.

***