Translate

Sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Aralık 2013 Perşembe

Efsane kent : ATLANTİS ve TROYA





17. Yüzyıl haritalarından 21. Yüzyıl filmlerine: 
Efsane kent : ATLANTİS

2002’de vizyona giren 'Atlantis: Kayıp İmparatorluk' filmi 
izleyiciyi İzlanda'ya götürüyor. 
Ama Atlantis'in arkeoloji coğrafyasındaki öyküsü, 
Akdeniz ve Ege'den Anadolu'daki Troya kentine, 
Spil Dağı'na... bambaşka yollar izliyor.


Kayıp Uygarlık

Atlantis'i, 'Kayıp Uygarlık’ diye de anılan bu efsanevi ülkeyi ele alan film, roman ya da araştırma türü yapıtların sayısı, 1980 yılında yapılan bir değerlendirmeye göre, 2 bin ile 10 bin arasında...



Atlantis'in adının geçtiği ilk yazılı belge

İnsanoğlunun hayal gücünü ve gerçeği bulma kaygısını böylesine besleyen, pek çok edebi ve sinematografik kurguya, pek çok bilimsel çalışmaya konu olan Atlantis'in adının geçtiği ilk yazılı belge ise Atinalı filozof Platon'un (İ.Ö. 428-348) Timaios ve Kritios diyalogları...

Timaios'ta Atinalı devlet adamı ve şair Solon'un Misır'a gidişi anlatılır. Solon Nil deltasındaki Sais kentinin rahipleriyle konuşur. Platon, Solon'dan aktarır ve şöyle der:



"Öncelikle, hatırlayalım, Mısırlı rahiplerin açıklamalarına göre, dışarıda, Herakles sütunlarının ötesinde yaşayan halklarla berisinde yaşayan bütün halklar arasında çıkan savaşın üzerinden 9 bin yıl geçmiş. Denildiğine göre (sütunların) berisinde olan ve komutanlığı üstlenip bütün savaşı götüren bizim kentimizmiş, ötesinde Atlantis Adası'nın kralları varmış; o ada ki, bir zamanlar Libya ve Asya'dan büyükmüş, ama depremlerle suların altına gömülüp geride sadece, büyük denize açılanların önünü kesen aşılmaz bir balçık bırakmış."



Atlantis ülkesi, Poseidon'un halkı

Kritias'ta ise başka ayrıntılara da yer verilir. Dünyanın kuruluşunda, tanrılar yeryüzünü aralarında paylaşırken Atlantis, denizlerin hakimi Poseidon'a düşüyor. Poseidon topraktan gelmiş insanlardan Euenor'un kızı Kleito'yu seviyor, onu merkez adaya, yerleştiriyor ve beş kuşak erkek çocuk yetiştiriyor onunla birlikte. Adayı oğulları arasında dağıttığı on bölgeye bölüyor, hepsinin başına da en büyük oğlu Atlas'ı getiriyor.



'Oreikhalkos' denen ateş gibi parlak madeniyle 
ünlü çok zengin bir ülke

Atlantis, Kritias'ta bir yeryüzü cenneti olarak betimlenir: Bitkileri, hayvanları ve özellikle altın, bakır, demir ve 'oreikhalkos' denen ateş gibi parlak madeniyle ünlü çok zengin bir ülke; ideal bir demokrasiyle yönetiliyor; yöneticiler surlar, köprüler, kanallar ve tünellerle bezenmiş kentler, limanlar kuruyor. Ama yüksek uygarlık düzeyine karşın ahlak ve siyasal yaşam giderek yozlaşıyor. Buna kızan Zeus'un hışmına uğruyor Atlantis ve "talihsiz tek bir gecede denizin sularına gömülerek kayboluyor". 


Çağlar boyu Atlantis efsanesi 

İki bin yılı aşkın bir süre önce başlayan Atlantis efsanesi geçmişten günümüze güncelliğini koruyor. Ortaçağ'da Arap coğrafyacılara, onlardan da Avrupalı yazarlara geçen bu efsane, ilk kez Rönesans'ta akılcı bir biçimde açıklanmaya çalışıldı. Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşfinden sonra da tekrar alevlendi. Aydınlanma Çağı'nda ulusçu tutkularda billurlaşarak, İsveç ve İtalya dahil, pek çok ülkede, 'uygarlığın bu topraklarda başladığı' iddiasıyla sürdü. Montaigne, Buffon, Voltaire için ‘Atlantis' bir 'gerçeklik' idi. 19. Yüzyıl sonunda okyanusbilimcilerin ve arkeologların ilgisini çeken Atlantis,karanlıkçı kesimler tarafından da kullanıldı. 20. Yüzyıl'da ise Atlantik'in yeri hakkında pek çok sav ileri sürüldü.



'Herakles Sütunları’nın bugünkü 
Cebelitarık Boğazı olduğu yaygın görüştür

Dolayısıyla Atlantis daha çok Cebelitarık'ın ötesinde aranmıştır. 1882’de Britanya ticaret gemisi Jesmond, Madeira'nın batısında Azor Adaları'nın güneyinde, haritalarda adı geçmeyen bir adaya rastlar. İçinde mumyasıyla bir de lahit bulunur bu adada. Böylece Atlantis arayışı hız kazanır ama bu gizemli adayı yeniden görmek, başka hiçbir gemiye nasip olmaz! 



Sovyetler devrede...

1981'de 'Madeira varsayımı' Sovyet okyanusbilimciler sayesinde yeniden gündeme gelir. Araştırma gemisi Akademisyen Kurşarov'un ekibi Portekiz'in 720 km. batısında bulmuştur Atlancis'i. İddialarını gizemli oluşumları yansıtan (yaklaşık bir metre eninde plakalar) 460 sualtı fotoğrafıyla desteklerler. Tepesi suyun 30 metre altında bulunan 'Ampere Denizaltı Dağı'dır bu. Aslında iki yıl önce çektikleri fotoğraflarda da duvar ve merdiven kalıntıları saptamışlardır. Ancak dağın yamaçları 3 bin metre derinliğe uzandığından 'yitik kıta'nm çok sınırlı bir alanı kapladığı düşüncesi, bu varsayımı ciddi biçimde zayıflatır.

Atlantis, Güney Amerika'da da aranır. Bolıvya'daki Poopo Gölü siti varsayımına Peru'nun yüksek platolarında sadece uçaktan görülen devasa Nazca resimleri kanıt olarak gösterilir. Bazılarına göre Maya Uygarlığı'nın temelinde Atlantis vardır. Mayaların karmaşık bir yazı sistemi geliştirmiş, zengin bir ekonomiye dayalı parlak ve uzun süreli bir uygarlık kurmuş olmaları bu ihtimali cazip kılar.



Kaptan Cousteau'nun Santorini teorisi

Kaptan Cousteau da otuz kişilik Calypso ekibiyle Atlantis'in peşine düşer; Bahama, Asor, hatta Hint Okyanusu'nun doğusundaki Coco Adaları'nı bile araştırdıktan sonra Atlantis'in Ege Denizi'nde Girit'in kuzeyindeki eski adıyla Thera, şimdiki adıyla Santorini Adası'nın bir parçası olduğuna kanaat getirir.

Girit Adası'ndaki Minos Uygarlığı'nın önde gelen merkezlerinden biri olan ve bir kısmı İ.Ö. 1657'de son 10 bin yılın ikinci en büyük yanardağ patlamasıyla oluşan dev dalgaların altında kalan Thera'nın Atlantis olabileceği görüşü, pek çok tarihçi tarafından da kabul görür. Adanın güneyinde bulunan, hamamları, taş döşeli yolları, çanak çömlek dolu depoları, üç katlı evleriyle fazla hasar görmeden günışığına çıkartılmış Akrotiri kenti, buranın eski sakinleriyle Atlantis arasında bağ kurmayı kolaylaştırsa da Minos Uygarlığı'nın mazisi İ.Ö. 3000'den öteye gitmemektedir...


Ve diğer Atlantisler

Karayipler, Bermuda Adaları, Kanarya Adaları, Güney İspanya'da ki Tartessos kenti, İzlanda, İskandinavya, Kuzey Denizi, Grönland'ın kuzeydoğusundaki Spitzberg Takımadaları, Seylan, Sibirya, Sahra... Değişik zamanlarda değişik kişiler Atlantis'in buralarda olduğunu iddia ederler.

Bazıları Atlantis'in Tarihöncesi çağda Avrupa ile Amerika arasında uzanan bir kara köprüsü olduğunu söyler; bazıları da jeolojik çağlar süresince batıya doğru giderek bugünkü yerini almış olan Amerika kıtası olduğunu...

Son yer tespiti, Fransız jeolog ve prehistoryacı Jacques Collina-Girard'dan gelir. Ona göre Atlantis tam da Platon'un sözünü ettiği yerde, Cebelitarık Boğazı'nın Atlas Okyanusu'na açıldığı noktada bulunmaktadır. Dördüncü dönem buzul çağı uzmanı da olan bu bilim adamı aslında Avrupa ile Kuzey Afrika arasında 19 bin yıl önceki nüfus hareketlerini araştırmak üzere yola çıkmıştır. Ama bu arada Cebelitarık Boğazı topografyasının deniz seviyesindeki oynamalarla büyük değişime uğradığını, 20 bin yılda deniz seviyesinin yaklaşık 135 metre yükseldiğini saptar. 

Bir zamanlar iyice dar olan Cebelitarık'ın batısındaki eski takımadaların varlığı dikkatini çeker. Takımadaların ortasında yer alan ve bugün en yüksek katmanı suyun 56 metre altında bulunan Spartel Sığlığı'na atfen Spartel Adası olarak anılan adanın, Platon'un sözünü ettiği Atlantis'in merkezi olabileceğini savunur Collina-Girard: 

"Atlantis'in yerini tespit ederken Platon'dan yola çıkmıyorum, Cebelitarık Boğazı'nın çıtağında Platon’dan 9 bin yıl önce sulara gömülmüş bir adanın mevcudiyetini gösteren jeolojiye dayanıyorum. Açığa çıkan bu gerçek Platon'un metninin özüyle örtüşüyor. Aslında daha önce kimsenin bu bağlantıyı kurmamış olması beni şaşırtıyor. Ama bu kuşkusuz disiplinlerin ayrılığından kaynaklanıyor. Jeologlar tarihçi olmadıklarından Atlantis'le pek ilgilenmezler; prehistoryacıların da hepsi jeolog değildir."



Atlantis Anadolu'da mı?

Fransız jeolog ve prehistoryacı Jacques Collina-Gırard, "Kimse yüzde yüz eminim diyemez" görüşünde. Fakat, "Benim teorimin Platon'un metinleriyle en fazla uyuşan teori olduğunu görüyorum" diye eklemeyi de ihmal etmiyor.

Son yıllarda Anadolu da Atlantis varsayımlarına konu oldu. 'Atlantis Troya'dır' adlı çalışmasıyla 1992'den beri bilim çevrelerinin dikkatini çeken Alman jeoarkeolog Dr. Ebehard Zangger, Atlantis öyküsünün aslında Troya Savaşı'nın yeniden anlatımından başka bir şey olmadığını söylüyor. Yani kısaca, "Atlantis Troya'dır" diyor.



Atlantis ve Troya: Aynı öykünün iki biçimi

Son yıllarda Anadolu da Atlantis varsayımlarına konu oldu. 'Atlantis Troya'dır' (Pan Yayınları, 1999) adlı çalışmasıyla 1992'den beri bilim çevrelerinin dikkatini çeken Alman jeoarkealog Dr. Ebehard Zangger, kitabında şu satırlara yer veriyor: 

"Atlantis efsanesi üzerine tek gerçek kaynak olan Platon'un ayrıntılı yazısını aldım kütüphaneden. Ünlü filozofun Ege'deki Geç Tunç Çağı hakkında görece güvenilir bir döküm sunduğunu görünce gözümün önündeki perde kalktı. Genellikle sanılanın tersine Platon, biri Yunanistan'da, diğeriyse başka bir yerde bulunan iki büyük uygarlıktan söz ediyordu. 

İkinci uygarlık Atlantis' idi ve bu iki kültür tayin edici öneme sahip bir savaşa tutuşmuştu. Savaşı kazanan Yunan askerleri yurda döndükten bir süre sonra müthiş deprem ve seller yaşandı. Bu doğal felaketler Yunanistan'daki uygarlığın sonunu getirdi, Atlantis'in değil (en azından, Atlantis'teki çöküşün başlatıcısı değillerdi). 

Bu iki düşman güç üzerine Platon'un anlattıkları, Geç Tunç Çağı toplumları hakkındaki bilgilerimizle büyük ölçüde uyuşuyordu. Sadece olayların tarihleri ve yer adlarıyla ilgili birkaç problem kalmıştı. Ama konuyla ilgili literatürü araştırdığımda, bunları çözmek iki gün bile sürmedi. Atiantis'in sonuna ilişkin efsanevi anlatı ile Ege bölgesinde Tunç Çağı'nın sonuna ilişkin arkeolojik bilgiler arasındaki birkaç farklılık, makul bir şekilde açıklanabiliyordu. 

Eğer vardığım sonuçlar doğruysa, Atlantis öyküsü aslında Troya Savaşı'nın yeniden anlatımından başka bir şey değil. Yunanistan'daki Akha uygarlığıyla Ege'nin öbür kıyısında, Türkiye'nin kuzeybatısında bulunan Troya kentini anlatıyor bize. 

Yani kısaca: Atlantis Troya'dır. Batı dünyasının en ünlü iki efsanesi olan Atlantis ve Troya, M.Ö. 1200 dolayında Ege bölgesi Tunç Çağı kültürlerinin çöküşünü anlatan aynı öykünün iki farklı biçiminden ibaret"



'Hayal ülke' Batı Anadolu'daki Sipil Dağı'nda (Manisa)

Londra Üniversitesi'nden arkeolog Peter James ise 'The Sunken Kingdom, Atlantis Mystery Solved' adlı kitabında (Krallığın Çöküşü, Atlantis'in Sırrı Çözüldü; 1995), Lydia Kralı Tantalos'un ülkesinin Atlantis ile özdeş olduğunu, dolayısıyla 'hayal ülke'nin Batı Anadolu'daki Sipil Dağı'nda (Manisa) bulunduğunu ileri sürüyor.

İstanbul Üniversitesi'nden Klasik Arkeoloji Profesörü Elif Tül Tulunay da Tunç Çağı'nda Anadolu'dan yapılan göçleri inceleyen çalışması 'Pelops'un Gizemi'nde (Graphis Yayınları, 1998), Antik kaynaklan yorumlayarak Sipylos (Sipil) dağında krallık kurmuş Tantalos'un adının Atlas gibi 'taşıyıcı' anlamına geldiğine dikkat çekiyor ve Anadolu'da İ.Ö. 7 binden beri madeni aletlerin kullanıldığını, dolayısıyla bir 'mitos' olarak yorumlanan Atlantis'in Batı Anadolu topraklarında yaşanmış bir maden uygarlığı olabileceğini belirtiyor. "Tantalos'un kentinin gerçekten var olup bir zelzele sonucu fışkıran suların altında kalması ve açılan yarıkta kaybolması neden mümkün olmasın?" sorusunu dile getiriyor.

Atlantis, başta öğrencisi Aristoteles olmak üzere, pek çok kimsenin inandığı gibi, Platon'un düş gücünün bir ürünü mü? Yoksa gerçekten var oldu mu? Bugüne kadar çözülememiş bir giz.

Ama Platon bu 'efsane'yi ister Atina devletine dokuz bin yıllık bir mazi yaratma hevesiyle kaleme almış olsun, isterse de yozlaşmanın gelişmiş bir uygarlığı nasıl bir anda yok ettiğine örnek göstermek için uydurmuş olsun, şurası bir gerçek ki Atlantis hem hayallerimizi süslemeye hem de bilim adamlarının kafasını kurcalamaya daha uzunca bir zaman devam edecek.


‘Atlantis: Kayıp İmparatorluk' filminin yönetmenleri Gary Troudale ve Kirk Wise, efsanevi kentin İzlanda'da olduğu varsayımını benimsemişler.



Popüler Tarih Dergisi / Mart 2002 / MINE HAKSAL




Ama biz animasyon Atlantis'i çocuklarımıza bırakalım, onun yerine Luc Besson/ Le Grand Bleu-Atlantis,1991 , soundracklerini yapan Eric Serra'yı dinleyelim : http://www.youtube.com/watch?v=8J5ptf0POnA



ve bir başka Atlantis filmi:


İzlencede O tarihte, Yunan medeniyeti yokken ,
Yunan ögeleri görülse de !!!!


__________.



ATLANTİS TROYA'DIR

Jeoarkeolog Dr. Eberhard Zangger, efsanevi kayıp kıta Atlantisin Troya olduğu öne sürdüğü kitabıyla 1992 yılından bu yana bilim çevrelerinin dikkatini çekiyor. Atlantisin yeri hakkında bugüne kadar pek çok iddia ortaya atıldı. 

Ancak bunları hiçbiri bugüne kadar kesin olarak kanıtlanamadı. Eski uygarlıkların, yüksek mühendislik bilgileri ile su bentleri, yapay limanlar gibi su tekniğine bağlı büyük projeleri gerçekleştirebildikleri son yıllardaki arkeolojik çalışmalar sonucu kesinleşmiş durumda. 

Zangger bu yeni bulgularla Platonun Atlantisini farklı yorumluyor. Artık Platonun liman tasvirleri hayal ürünü sayılmıyor. Zangger, geçmişe ilişkin bilgilerimizin doğa bilimlerinde ortaya çıkan çağdaş gelişmelerin ışığı altında nitelik değiştirdiğini belirtiyor. 

Buna karşılık, arkeologların çağdaş araştırma ve tekniklerinden yeterince yararlanamadığını, geleneksel eğitim almış arkeologların geçmişe ilişkin katkılarının azalmaya başladığını öne sürüyor.

(arka kapak)


_____


SANTORİNİ VOLKANI VE MİNOAN PÜSKÜRMESİNİN 
TÜRKİYE’DEKİ İZLERİ

Tefra tabakaları volkanik püskürmelerin yaşı, volkan külünün yayılış alanı ve insan ile doğal çevre üzerindeki etkilerinin saptanması bakımından büyük bir öneme sahiptir. 

Bu tip tefra tabakalarına güzel bir örnek olarak, Doğu Akdeniz tabaınıdan alınan derin deniz sondajlarında çok ratlanan, İÖ 17. yüzyılda çok güçlü bir püskürme oluşturan Ege adalarından biri olan Santorini verilebilir. Volkanik kül tabakalarına Ege adalarındaki karasal tortullarda ve batı Anadolu’daki göllerin tortullarında da rastlanmıştır. 

Göl tortullarındaki volkanik külün jeokimyasal analizi ve radyokarbon yaşlandırmaları bunun Santorini’nin Minoan püskürmesine ait olduğunu göstermektedir. Batı Anadolu göllerinde bulunan tefra tabakası içeren sediment tabakaları aynı bölgede ki diğer göllerde de bu tabakaların bulunabileceğini işaret etmektedir. 






BU  BATAN BİR ADA MIDIR?

Finding Atlantis: National Geographic Documentary




__________ATLANTİS TROYA'MIDIR?___________





28 Şubat 2013 Perşembe

CADI KAZANI VE ÖZGÜRLÜK


ARTHUR MİLLER (1915-2005) VE CADI KAZANI



1950’li yılların Amerika’sındaki Faşist senatör McCarthy’nin tetikçiliğinde, ülkedeki komünist, sosyalist ve hatta demokrat bütün aydınların/sanatçıların, düşüncelerinden dolayı yurt hainliğiyle suçlandığı, işsiz bırakıldığı, her türlü baskıya maruz kaldığı bir dönemi, l692’de Salem’de yaşanılan büyücü avı benzeştirmesiyle anlattığı Cadı Kazanı, yalnızca Amerika Birleşik Devletleri için değil, özgürlük düşüncesinin kısıtlamaya uğradığı/uğratıldığı her ülkede aynı uyarıcı etkiyi yaratmasını başaran bir metin olmuştur.

Bu başarıda kuşkusuz McCarthy’ci baskıcı dönemde kendisinin de büyük çapta zarar gördüğü, işsiz bırakıldığı ve oyunlarının uzun süre Amerika Birleşik Devletleri’nde sahnelenmediği gerçeğinin de payı büyüktür sanırım…Ancak kendi ülkesinde sahnelenmezken, ülkesi dışında hızla sahnelenmeye başlayan bir yazara dönüşmesi de işin olumlu yanıdır kuşkusuz…

Kuşkusuz bunda, sorgulanması sırasında asla ödün vermeyen yiğit duruşu büyük katkı sağlamıştır.

Ve daha çarpıcı bir gerçek de l953 yılında Cadı Kazanı ülke sınırları dışında bir başka ülkede sahnelenirken Miller’e pasaport verilmediği ve yurtdışına çıkışının engellendiği ayıbının bile yapıldığıdır bugün Dünyayı, özgürlük ve demokrasi götürme savıyla kana bulamakta olan ABD tarafından…

Tuncer Cücenoğlu, 2010

****


AKM VE CADI KAZANI

Arthur Miller'in eserini Sabahattin Eyüboğlu-Vedat Günyol tercüme etmiştir. İstanbul Kültür Sarayı (AKM) 27 Kasım 1970 de, sahnede bir dekorun projektörlerden tutuşması sonucu çıkan yangında büyük hasara uğramıştır !

O zamanlar görevli olan Alman teknik müdür Grohmann , bir sahne provası sırasında, yangın güvenlik önlemlerini almış, ancak çelik perdelerin kapalı olmasının prova çalışmalarında zorluk gerekçesi nedeniyle, perdeleri kaldırması istendiğinde, o da buna yangın tehlikesi nedeniyle karşı çıkınca, zorla mekanik sistemin anahtarlarlarının istenmesine sinirlenerek "Siz bu binayı yakarsınız bu gidişle" diyerek anahtarları isteyen kişiye fırlatmıştır. 27 Kasım 1970 de Devlet Tiyatroları'nın temsili akşamı, Arthur Miller'in Cadı Kazanı oyunu sırasında, sahne portalının yanındaki projektörlerin perdeleri tutuşturmasıyla başlayan yangın, yağmurlama sisteminin çalışmaması, sahnenin dört yanındaki çelik perdelerin kapanmaması yüzünden yangın tüm salon ve fuayeleri kül etmiştir.

Eğer yağmurlama sistemi çalışmasa bile, perdeler kapanmış olsaydı, yangın sadece sahneye hapsolacak başka yere sıçramayacaktı.

Bir sigara dumanından bile etkilenip devreye girebilen bir yağmurlama ve çelik perdenin çalıştırılmaması büyük bir sorumsuzluk örneği olarak tarihe geçmiştir. Üstelik o zaman Topkapı Sarayı'ndan özenle getirilip sergilenen Padişah 4. Murat'a ait eşyaların da yanması çok acıdır.

Bina, 8 yıl içinde yine mimar Tabanlıoğlu tarafından onarıldı ve 1978 yılında bu kez ''Atatürk Kültür Merkezi'' adıyla ikinci kez açılmıştı. Grohmann 1980'ler de ayrıldıktan gerekli özen ve usulüne uygun kullanım yapılmadığı için bakımsızlıktan harap hale gelmiştir.

İsmail Aksu (musiki dergisi)

Not: Tadilat sırasında Eylül 2012 de AKM tekrar yandı ! Bakalım söz verildiği gibi sonuçlanacak mı ? SB.



***


KOCAKARI YADA CADILIK, BÜYÜCÜLÜK


Sümerlerde Ninkursag hayat tanrıçasıydı. Asurlularda İştar hem ana tanrıça, hem de sağlık tanrıçasıydı. Mısırlıların ulu tanrıçası İsis aynı zamanda hekimdi. Hititlerin Kubaba (veya Kubebe)'sı, Friglerin Kibele'si, Efeslilerin Artemis'i, Yunanlıların Demeter'i hayat. bereket ve ölüm tanrıçalarıydı. Minoslular, Mikeneliler, Giritliler de iyileşmek için sağlık ve hayat tanrıçalarından medet umarlardı. Ölüm tanrıçası, aynı zamanda yeniden doğuş tanrıçasıydı. Asurluların ölüm tanrıçası Gula "ulu hekim" olarak da bilinirdi. İsis de ölüm sembolleri taşırdı. Varoluş çizgisinde hayat ve ölüm birbirinden ayrılmaz gerçeklerdi.

Antik kültürlerde iyi ilahlar sağlık bilgileriyle mücehhez ve sağlığı korumakla görevliyken, habis şeytanlar hastalık ve sağlıksız yaşamdan sorumluydular. Tarihte ilk olarak Sümerler hastalık şeytanlarını tanımlamışlardı. Bu tanımlama daha sonra Mezopotamya, Mısır, Yunan, Roma ve Kuzey kavimleri tarafından da benimsendi. Şeytanların gücünün hastalık yaptığı inancı hristiyan eksorsizm ayinlerinin de temelini teşkil eder. 

Sümer, Asur, Mısır ve eski Yunan'da M.Ö. 3000 yıllarına kadar tedavi uygulamaları hemen hemen tamamiyle rahibelerin elindeydi.  O dönemlerde rahibelik yani tanrıçaların hizmetkarlığı kadınlara mahsustu.  Tıbbi reçetelerde kullanılan bitkisel, hayvansal ve madensel maddeler hakkında da geniş bilgi sahibi olmaları gerekirdi. 

Sümer'de ülkenin ekonomik, politik, kültürel ve sosyal hayatı üzerinde etkisi olan çok çeşitli rahibeler mevcuttu. İşler tapınaklarda görülürdü. Dini liderlerle politik liderler arasındaki ilişki de güçlüydü. Ur'da tanrı Nanner'in hemen hemen bütün yüksek rahibeleri kraliyet ailesinin üyeleriydi. Asur ve Mısır'da da rahibeler kraliyet ailesinden veya asillerden geliyordu. Yüksek rahibeler ve hükümdar arasındaki ilişki öylesine yakındı ki eski kültürlerde kraliçelerin çoğu aynı zamanda tapınak hekimleriydi. Ur'da M.Ö.3000 yılında yaşamış kraliçe Şubad'ın mezarı açıldığında sadece gıda maddeleri değil, aynı zamanda ağrı kesici reçetelerle, bronz ve çakmak taşından yapılmış tıbbi aletler de bulunmuştu.
            
M.Ö.2300 yılında yaşamış Mentuhetep, M.Ö.1500 yılında yaşamış Hatşepsut ve M.Ö.100 yılında yaşamış Kleopatra gibi Mısır kraliçeleri'nin çoğu ünlü hekimlerdi. Mısırdaki mabet ve mezarların duvarlarındaki resimler sık sık kadınları rahibe/hekim rolünde gösterir. Ayrıca, Diodurus, Öripides, Pliny ve Herodot'un kitapları bu rolleri teyid eder. Zamanla, antik kültürlerde kadın şifacılar arasında bazı rol dağılımları meydana gelmeye başladı. Ebelik tamamen kadınlara ait bir fonksiyondu ancak bir rahibe tarafından uygulanması gerekmezdi. Rahibelerin sayısı azdı ve mevkileri yüksekti. Sayıları ancak tapınağa gelen hastaları tedavi etmeye yetiyordu. Ayrıca, doğum günlük, mekanik bir hadise, ebelik ise pratikle kolayca kazanılabilecek bir yetenekti. Bu sebeplerden ebelik tapınak dışına çıkarıldı. Bununla beraber, Sümerlerde ve Mısırlılarda ebeler eğitiliyorlardı. Ebeler pratik bilgiler edinmek yanında dua ve büyü de bilmek zorundaydılar. Zira, herşeye rağmen dini inkar edemezlerdi. Bu şekilde ebelik ile bir sağlık sorununun çözümü ilk defa rahibelerden başkasına geçmiş oldu. Zamanla ebe ve rahibe arasındaki rol ayrımı çok zayıflayacak ama ebeler rahibelere açıkça hasım olmayacaklardı. Bu rol ayrımı gelecek için önemli olacak bir başlangıçtı.
    
Rahibelerin tıp üzerindeki tekeli zamanla ortadan kalktı ve kadınlar tıbbın yetkili uygulayıcıları olmaktan çıkarılıp, tıbbı saptıran ve bilimsel olmayan uygulamalar yapan kişiler olarak tanınmaya başlandılar.
      
Kadınların statüsünün kısıtlanmasındaki ilk adım dini fonksiyonlarının ellerinden alınması olmuştur. Sonuçta dini fonksiyonları ile birlikte tıbbi fonksiyonları da elden gitmiştir. Bu değişimin ne zaman ve nasıl gerçekleştiğini tam olarak bilmek mümkün olmamakla birlikte M.Ö.2000 ila 3000 yıllarında yakın ve orta doğuya Hint-Avrupa kavimlerinden gelen istilalar sonucu olduğu söylenebilir. Hint-Avrupa kavimlerinin dinlerindeki güçlü erkek tanrı hakimiyeti, istila edilen orta doğu kavimlerindeki dişi tanrı'nın yerini almaya başladı. 

Asurlular ve Mısırlılarda yaradılış efsaneleri yeniden kaleme alındı ve erkek ilahlar dişilerle eşit pozisyonlara kavuşturuldu. Önceleri doğurmak için bir erkeğe ihtiyaç duymayan bakire ana tanrıçalar tanrılarla evlendirilmeye başlandı. Ana tanrıça Kibele'nin kocası Attis (diğer isimleri: Temmuz, Adon, Adonay, Adonis) Sakarya ırmağının kızı Nana'nın (ki bu Kibele'nin başka bir sıfatıydı)  ak bir badem içini bağrına basmasıyla doğmuştu, kışın ölür, ilkbaharda yeniden doğardı.(Not: Suriye'de her yıl kışa doğru Adon'u bir yaban domuzu öldürüyordu. Bundan dolayı Samilerde domuz eti'nin lanetlenip, yasaklandığı söylenir). 

Yani, zayıf bir kocalık rolü verilmişti. Matriyarkal toplumun Anadolu büyük tanrıçası Kibele'ye patriyarkal toplumun tanrılar tanrısı Zeus'u (veya Jupiter) Girit'te doğurmak şerefi verildi. Böylece Kibele tanrının anası oldu. Efsanelerin incelenmesinden anlaşılacağı gibi bu değişim büyük mücadelelere yol açtı. Yunan mitolojisinde, Miken devirlerinden beri tapınılan, doğumun ve ebeliğin koruyucusu, tanrıça Hera ile sonraları evlendirildiği (kardeşi) tanrı Zeus arasındaki mücadele, tanrıçanın gücünün azalıp yokolması ile sonuçlanır. Buna istilaların mı yoksa toplumlarda zaten varolan değişimlerin mi sebep olduğunu bilemiyoruz ancak, sonuç, yaradılış sürecinde ve toplumsal dünya görüşünde kadınlara verilen öncelikli rolün erkekler lehine sona ermesi olmuştur.

Mabetlerden çıkarılmakla kadınlar tıptan da çıkarılmış oldular. M.Ö.2900'lerde Mısır'da İmhotep adlı bir adam saray doktoru olarak atandı. Bu kişi saray doktoru olarak atanmış olduğu bilinen ilk erkektir. İmhotep bilimsel yöntemlere hakimiyeti ve bilgisi dolayısıyla kısa sürede ün kazandı, doktorların hamisi haline geldi ve tanrı Ptah'ın yanında ilah seviyesine yükseltildi. 

Sonraları Yunanlılar onu kendi şifa tanrıları Eskülap yaptılar. Adonis'in oğlu Bergama'lı Eskülap'ın iki kızı Hygea (Hijya) ve Panacea'nın isimleri bugün tıpta önemli anlamları haizdir. Hijyen, koruyucu hekimlik; panacea ise her derde deva anlamındadır. M.Ö.7. yüzyıldan itibaren Hygea, resimlerde, Eskülap'a hastaları sunan, onun tavsiyesiyle tedavi yapan, elinde nadiren bir yılanla ya da daha çok şifalı bitki dolu bir sepetle tasvir edilen masum ve güzel bir kadın olarak görünmeye başladı. Yani, kadın, hekimlikten hekim yardımcılığına ya da hemşireliğe geriledi.
            
Erkeklerin tıbba girişi ile Mısır tıbbında önemli değişiklikler meydana geldi. Tıp dinden bağımsız olarak gelişmeye başladı. Mistik özelliğini kaybetme sürecine girdi. Daha önemlisi rahibelerin iyileştirici ilahileri ve merhemlerinin yerini cerrahın bıçağı almaya başladı. Mısır tıbbında erkek hakimiyeti ile birlikte mumyalama sanatı da gelişip M.Ö.2300 yıllarında mükemmelleşti. Mısır mumyacıları daima erkekti ve bu uygulama onlara derin anatomi ve cerrahlık bilgisi kazandırdı. Gözlem ve bulgular hem mumyacılar hem de cerrahlar tarafından kaydedildi ve kullanıldı. Hastalık sebepleri  ilahi güçlerde değil insan vücudunda aranmaya başlandı.

 "Erkek tıbbı" bilgi ve yeni buluşlar, "kadın tıbbı" ise hurafe anlamı kazanmaya başladı.

Yunan toplumunda hipokratik düşüncenin gelişip yerleşmesiyle yeni tıpçılar tarafından kadın şifacılar'a karşı tepkiler yaygınlaşmaya başladı. Atina'lı ebe Agnodice M.Ö.4.yüzyılda erkek elbiseleri giyip hekimlik icra ettiği için halk mahkemesine çıkarılıp yargılandı, ancak kadınların baskısıyla ceza verilmedi. Bu kadın çok başarılı sezaryen ameliyatlar yapmakla ünlüydü.

Romalılarda da Yunanlılardaki gibi hipokratik okulların etkisiyle kadınlar tıptaki rollerini kaybetmeye başladılar. Ancak toplumun fakir kesimlerinde varlıklarını sürdürdüler. Roma'da ebeler Medica, Obstetrica veya Saga olarak anılıyordu.Pliny, saga olarak Elephantis, Salpe ve Sotira'dan bahseder. Bunlar sadece ebe değil aynı zamanda pekçok hastalığın tedavisinde geleneksel reçetelerle başarı sağlayan şifacılardı. M.S.1. yüzyılda yaşamış Africana adlı şifacı kadın sara ve kısırlığı tedavi etmesiyle ünlüydü. 

Augustus'un kızkardeşi ve Mark Antuan'ın karısı Octavia ile Messalina ev tababeti konusunda oldukça becerikliydiler. Halk arasında ne kadar ünlü olurlarsa olsunlar, kadın şifacılar devrin hipokratik hekimleri tarafından küçümseniyorlardı. Cato (M.S.150-230) onları düşükçüler diye sıfatlandırıyor, Tertullian (M.S.150-230) yöntemleriyle alay ediyor, Galen (M.S.129-201) ise geleneksel tıbbı kocakarı masalları  ve Mısırlı şarlatanlığı  diye nitelendiriyordu. Başka pekçok yazar onları ampirikçi, zehirci veya fahişe olarak isimlendiriyordu. Büyücü sıfatının da verilmesinden sonra sagalar idam edilmeye başlandılar. İlk hristiyanlar da büyücülükle itham edilip idam edildiler.


İlk hristiyan şehitlerinden Theodosia, Nicerata ve Thekla kadın şifacılardı.

İngiltere'de 13. yüzyılda açılışından itibaren Oxford ve Cambridge Üniversiteleri kadınları öğrenci olarak kabul etmedi. Buna rağmen, kadınlar sadece şifacı olarak değil cerrah olarak da tıp uygulamalarına devam ettiler. Cerrahların, tıpçı sayılmadıkları için, dahil olduğu Berberler Loncası'na kabul edildiler. 1389 yılında kurulan Cerrahlar Loncası da kadınları üyeliğe kabul etti. 1421'de Üniversiteler Parlamentoya başvurarak Tıp okulunda okumamış olanların doktorluk yapmasının ve kadınların tıp uygulamalarında bulunmalarının yasaklanmasını talep ettiler. Bu dilekleri 100 yıl sonra gerçekleşti. 1518'de Tıp Kolejine verilen imtiyaz beratında "Büyücülük, sihir ve biraz da ilaç kullanarak cüretkarca tedavi yapmaya çalışan ve Tanrı'nın hoşnutsuzluğuna sebep olmaktan başka bir şey yapmayan cahil kadınların" yetkisiz olduklarından bahsediliyordu. 1563 yılında çıkarılan bir yasa ile büyücülüğe ölüm cezası getirildi.

Eski Türk kavimlerinde inanılan din Şamanizm idi. İptidai şamanizmin temsilcileri kuzey ormanlarında yaşayan kavimlerden Uryankıt'lardı. Bu kavim Göktürk yazıtlarındaki Kurıkan'ların torunları ve bugünkü Urenha ve Yakut Türklerinin ataları sayılmaktadır. Cengiz hanın sol kol beylerinden biri olan Odaçı, Uryankıtlardandı. Odaçı adı Uygurca ve başka türk lehçelerinde eczacı anlamına gelen otacı ile aynı anlamdaydı. İptidai şamanizmde hekim veya eczacı ile şaman aynı şahıstı.

Altay şamanistlerine göre en büyük tanrı Ülgen'dir. Ülgenin 7 oğlu ve 9 kızı vardı. Kızları özel ad taşımaz, hepsine Akkızlar veya Kıyanlar denir. Bunlar şamanların ilham perileridir. Şamanist panteonunda Ülgen'in akkızlarından başka birkaç iyi dişi ruh vardır. Altaylarda Umay, Ana Maygıl, Ak Ene; Yakutlarda ise Ayısıtlar bunların belli başlılarıdır.

Bazı şamanistlere göre en kuvvetli şamanlar kadın şamanlardır. Eski devirlerde şamanlığın kadınlara mahsus bir sanat olduğunu gösteren emareler mevcuttur. Yakutlarda erkek şamanlar özel cübbeleri olmadığı zaman kadın entarisi ile ayin yaparlar. Özel şaman cübbesinin göğsünde kadın memelerini temsil eden yuvarlak madeni şeyler bulunur.

Büyücülükten yargılananların %85'i kadındı ve çoğu ilaçla değil büyü ile tedavi yapmakla suçlanıyordu. 

Binlerce kadının büyücülükle itham edilip öldürülmesine rağmen kocakarılar ve temsil ettikleri tıp sistemi orta çağları aşıp 18. yüzyılın ortalarına kadar gelebildi.

Prof.Dr.K.Hüsnü Can Başer
(A.Ü.Farmakognozi Anabilimdalı Başkanlığı Eczacılık Fakültesi Dekanlığı yapmıştır.)




***

YANİ TARİHTE CADILIK ANATANRIÇA İLE BAŞLAMIŞ OLDU.


Taş çağı devrinde erkekler avlanmaya giderken, kadınlar bitkiler toplardı. Bitkilerin hangisi zehirli hangisi kullanışlı, hangisi şifalı,vs... bu bilgilerin hepsi anneden kızlarına aktarılırdı. Kadınların bitkilerle transa geçtiği ( Apollo tapınaklarındaki rahibe/rahiplerin defne yaprakları çiğneyip transa geçtikleri gibi) bu yüzden de toplumun OTACISI, EBESİ, BÜYÜCÜSÜ, MEDYUMCUSU ve tabii ki CADISIYDI.

Ay Tanrısı Sümerlilerde NANNA dır , Asurlarda SIN . Ay tanrı/tanrıçaları Cadılık sembolü olarak kullanılmıştır. Cadılar ay ışığında ayinlerini yapar ,kurban verir ve dans ederlerdi. Bu gelenek Eleusis gizemlerinden geçmiştir. Kybele-Demeter-Hekate-İsis- İştar ,İnanna cadılık konsepti içindedir. Anaerkil bir çağdan Babaerkil bir çağa geçişte ve erkeklerin kadınlar üzerindeki mutlak hakimiyetini korumaktan geçer Cadılık ile suçlamalarda....

Cadıların kullandığı/cadılara karşı kullanılan tuz , kötü ruhları kovmak için Roma döneminde cenaze töreni sonrasında evlerde kullanılırdı. Bugün bile bazı yerlerde ,kötü olaylar takip etmesin diye omuz üzerinden tuz serpiştirilerek kovulduğu düşünülür.


Halkı sindirmeye çalışan bağnaz krallıklar,toprak sahipleri ve çıkarcı kişiler , toprağını, bilimi ve adaleti savunan insanları suçlayıp korkutmak için Cadılık suçlamalarını kullanmışlardır. Dini etkiden de yararlanılmış ve aykırıların toplumdan ayıklanması ,mal varlıklarına el konulması ile "düşman" elimine edilmiştir.




Avrupa'da binlerce insan cadılık ve benzeri suçlardan işkence görmüş ve diri diri yakılmıştır . 




Ortaçağ'dan önemli birkaç dava : 




İskoçya - Kuzey Berwick Cadı mahkemesi 1590 = 2000 kadar dava , 1560-1707 yıllarında 3000-4000 arası cadılık suçlaması ile ölüm...




İsveç - Torsaker Cadı mahkemesi 1675 = 6 erkek 65 kadın başaşağı yakılarak 71 kişi. 1975 de Özür Anıtı dikildi.





Amerika- Salem Cadı mahkemesi 1692-1693 arası , 19 kişi asıldı, biri preslenerek öldü, 50 kişi suçunu itiraf etti ve ölümden kurtuldu. 150 kişi hapse atıldı, 200 kişi suçlandı... Elizabeth Proctor çocuğunu hapishanede doğurdu,ölüme mahkum edilmişken serbest bırakıldı. Malını mülkünü kaybetti, çünkü o var olmayan kişiydi. Tekrar evlendi ve daha sonraki mahkemelerle çeyizini geri almayı başardı. (detay :)




Trier Cadı mahkemesi 1581-1593 = 1000 kişi olduğu söylentileri var , ama açıklanan rakam 368 kişi.




Fulda Cadı mahkemesi 1603-1606 = 250 kişi öldürüldü.




Würzburg Cadı mahkemesi 1626-1631 = Tüm bölgede 900 , şehrin farklı yerlerinde 219 , Würzburg'ta 157 kadın,erkek ve çocuk (9-10-12 yaşlarında) kazıkta yakıldı.




Bamber Cadı mahkemesi 1626-1631 = 300 ila 600 kişi 




Engizisyon mahkemelerinden sonra hiç kadın kalmamıştı bu da nüfus için tehlikeli bir durumdu. 




En meşhur "cadı" 8.Henry'nin ( evlenebilmek için Anglikan kilisesini kurduğu ) karısı Anne Boleyn'dir. Kanuni ile 3.Murad'ın çağdaşı ve "Altınçağ" filminde " "Türk Sultanı’yla mı evleneyim" sözünü edip küçümseyen I.Elizabeth'in de annesidir .




İngiltere'de 1735 Cadılık Yasası uyarınca , Cadılık ile suçlanıp 1944 yılında mahkum olan en son kişi Helen Duncan'dır. 



1945 te bir daha cadılık faaliyetleri yapmamak üzere serbest bırakıldı, lakin 1956 da tekrar yakalandı ve kalp krizinden evinde öldü. Cadılık Yasası 1951 de Churchill tarafından kaldırıldı. Bu yasaya göre Cadılık, büyücülük ve medyumculuk yapmak yasaktı.



The History Channel cadılar üzerine bu tarihi süreci anlatmaktadır.(Türkçe)









SALEM BELGESELİ



Ölümlerinden 250 yıl sonra itibarları iade edildi, lakin....


İngilizce olarak Salem 'deki trajediyi anlatan 

belgesel için tıklayın :  Salem Witch Trials



*******

FİLM


CADI KAZANI - Les sorcières de Salem ,1957



Yönetmen: Raymond Rouleau, Fransa ,Almanya
Oyuncular : Simone Signoret, Yves Montand, Mylène Demongeot, Jean Debucourt, Pierre Larquey

Senaryo : Arthur Miller'ın 1953 tarihli sahne eseri "The Crucible" ı uyarlayan Jean Paul Sartre.

Arthur Miller'ın 1952'de yazdığı bir oyundur. Oyun, ilk defa Broadway'de 22 Ocak 1953'te sahnelenmiştir. İlk eleştiriler olumlu olmasa da bir sonraki yıl başka bir prodüksyonla oyun klasikleşmiştir. Günüzümde Amerika'daki lise ve üniversitelerde, diğer ülkelerde de olduğu gibi okutulmaktadır.

Oyun, iki kere beyazperdeye aktarılmıştır. Miller'ın versiyonu, ona senaryo kategorisinde bir Akademi Ödülleri Adaylığı kazandırdı. Oyun aynı zamanda Robert Ward tarafından 1961'de operaya da uyarlanmış ve Pulitzer Ödülünü kazanmıştır.



İngilizce altyazı ile Fransızca izlemek için:











****



FİLM


CADI KAZANI - The Crucible , 1996


Yönetmen: Nicholas Hytner , ABD
Oyuncular: Daniel Day-Lewis , Winona Ryder, Joan Allen


Türkçe dublaj izlemek için tıklayın:
http://blog.muhabbetten.com/cadi-kazani-the-crucible-1996-turkce-dublaj-online-izle.html


****




Cadı Kazanı, benzer politikaları yaşayan tüm ülkeler ve toplumlar için geçerliliğini sürdürmektedir. Özellikle Türkiye’de son dönemde yaşanan olaylar da bu yargıyı kanıtlar niteliktedir !






İyi seyirler
SB.



***


ELİZABETH VE OSMANLI


Bakire Kraliçe’nin ’bekáretini’ Osmanlı Padişahı korudu!


 "Altın Çağ" filmindeki "Bakire Kraliçe" I. Elizabeth sadece bizde değil, İngiltere’de de gündemindeydi.


Bunun başlıca nedeni, İngiltere’de dinin ve milliyetçiliğin yükselişe geçmesi. Bu çevreler "kutsallık" mertebesine çıkardıkları "Bakire Kraliçe"yi özlemle anıyor. Ve dolayısıyla bu durum "Bakire Kraliçe" dönemine ilişkin tartışmaları da beraberinde getiriyor. Bizim açımızdan ilginç olan ise, bu tartışmaların merkezinde biz Türklerin olması.

"Bakire Kraliçe"yle ilgili tartışmalara geçmeden önce yazımıza bir tespitle başlayayım:

Deniyor ki, "Altın Çağ" filminde I. Elizabeth "Türk Sultanı’yla mı evleneyim" sözünü müstehzi bir ifadeyle söyledi! 

Sanıyorum kendisiyle alay ediyordu! Ya da filmi çekenlerle!

"Bakire Kraliçe" (1533-1603) 16. yüzyılda yaşadı.

Bu yüzyılda Osmanlı Devleti bir dünya imparatoruydu; Mısır, Tunus, Libya, Cezayir, Yemen, Hicaz, Suriye, Kıbrıs, Azerbaycan, Gürcistan, Kırım, Romanya, Macaristan, Bulgaristan, Yunanistan vs Osmanlı’nın hákimiyet alınıydı. Osmanlı kara ordusu Viyana kapılarında, donanması Fransa Nice kıyılarındaydı. Karadeniz ve Kızıldeniz tamamen Türk iç denizi, Akdeniz ise "Türk Gölü"ne dönüşmek üzereydi. 

Böyle bir imparatorluk karşısında, sosyal ve politik meselelerle uğraşan; İspanya’nın her an yutmaya hazır olduğu bir İngiltere Kraliçesi, Türk Padişah’ından alay eder gibi bahsedecek öyle mi? Hadi oradan!

Kraliçe I. Elizabeth biyografisine geçmeden önce dönem şartlarını bilmemiz gerekiyor. Bunun için ise bir aşk hikáyesi hakkında bilgi sahibi olmamız şart!

TENİ BEYAZ DİYE İDAM EDİLECEKTİ


I. Elizabeth’in babası VIII. Henry farklı bir kraldı. 1491’de dünyaya geldi. 11 yaşında, İspanya Kralı Ferdinand’ın dul kızı Catherine d’Aragon ile evlenmesine karar verildi.

18 yaşında hem kral oldu hem de dünya evine girdi. 25 yaşında Anne Boleyn adlı genç bir kıza aşık oldu.

Evlenmek istedi. Ama...
Ama İngiltere, Batı Avrupa ülkeleri gibi Katolik’ti.
Katoliklerde boşanma ancak Papa’nın izniyle olabiliyordu.

Henry, Papa'dan boşanmak için gereken izni alamadı. Katolik İspanya'nın kralı da bu boşanmaya karşı çıktı ve Kraliçe Catherine aracılığıyla İngiliz sarayındaki ağırlığını sürdürmek istedi. Papa'ya baskı yaptı. 

Diğer yanda Kral Henry de İspanya’nın, içişlerine müdahalesinden rahatsızdı.

Sonuçta: Bir yıl önce Martin Luther'in tüm kitaplarını yaktıran, Protestanları idam ettiren ve bu nedenle Papa tarafından "Dinin Savunucusu" unvanını alan Kral Henry, yeni bir kilise ve mezhep kurdu: Anglikanizm. 

Görünür neden aşk gözükse de, iki ülke arasındaki kıyasıya çekişme, İngiltere reformlarını ateşleyen fitil oldu. Böylece Avrupa’da doğmakta olan Rönesans İngiltere’ye geldi. 

Bu gelişmenin bir diğer boyutu ise, İngiltere’de burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasıydı; bu yeni üretim biçimi kendi değerlerini topluma kabul ettirmek istiyordu.

"Reformist" Kral Henry bu arada áşık olduğu Anne Boleyn ile gizlice evlendi. Aynı yıl, 7 Eylül 1533’te I. Elizabeth doğdu.

Ancak şansızdı: Teninin fazla beyaz olması nedeniyle hayalet olduğu söylenerek celláda teslim edildi. Elizabeth, annesi Boleyn sayesinde kurtarıldı.

Elizabeth kurtarıldı ama annesi üç yıl sonra, başka erkeklerle zina yaptığı gerekçesiyle kafası uçurularak idam edildi. 

Kral Henry on gün sonra Jane Seymour ile evlendi. Jane Seymour, bir yıl sonra Kral Henry’e en büyük armağanı verirken; Prens Edward’ı doğururken öldü.

Kral Henry 1543’te ölünce, Edward 9 yaşında, "VI. Edward" olarak tahta çıktı. VI. Edward 16 yaşında çocuksuz olarak ölünce, I. Elizabeth'in diğer üvey kardeşi (Kraliçe Catherine’in kızı) I. Mary, Kraliçe oldu. İlk kez İngiltere tahtında bir kadın oturdu.

I. Mary de çocuksuz öldü ve böylece I.Elizabeth 17 Kasım 1558 tarihinde 25 yaşındayken tahta çıktı.

Evet, bu bilgilerden sonra Kraliçe I. Elizabeth’in "müstehzi ifadeyle konuşması" meselesine gelebiliriz...

KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN



OSMANLI TARİHİNİ DEĞİŞTİRDİ


Önce bir olgu:

16. yüzyıl boyunca en güçlü Hıristiyan devleti İspanya idi.

Osmanlı ise yazdığım gibi bir dünya deviydi.

Bu iki süper güç yüzyıl boyunca birbirleriyle çatıştı. 

Osmanlı siyaseti gereği, Katolik İspanya’ya karşı, hep Protestan Hıristiyanların koruyucusu oldu.

İspanya tahtında Kral II. Felipe (1527-1598) vardı. Sadece İspanya’nın değil Sicilya, Napoli, Portekiz ve Hollanda’nın da hükümdarıydı. Venedik, Ceneviz, Malta kontrolü altındaydı.

I. Elizabeth’in üvey kız kardeşi Mary ile dört yıl evli kaldı.
Mary ölünce tahta geçen Kraliçe I. Elizabeth ile de evlenmek istedi. Olmadı.

İspanya, İngiltere üzerindeki nüfuzunun bitmesini, hele hele Protestanlığın gelişmesini istemiyordu. "Bakire Kraliçe"yi gözüne kestirdi!

I. Elizabeth’i zor günler bekliyordu. Kendisi ve ülkesi tehdit altındaydı. İmdadına Osmanlı yetişti.

Osmanlı, önce İngiliz ticaretini destekledi. 11 Eylül 1581 anlaşmasına göre, İngiliz gemileri Akdeniz’deki Türk limanlarına rahatça girip ticaret yapabilecekti.

İspanya Kralı II. Felipe, Osmanlı’yı karşısına almak istemedi; ince bir diplomasi yürütüp, "barış çubuğu" içmek istedi. 

Bu hal, Fransa ve İngiltere’yi korkuttu; biliyorlardı ki Osmanlı yanlarında olmazsa, İspanya onları yutardı.

Osmanlı, II. Felipe’e yüz vermedi. İngiltere’nin koruyuculuğuna devam etti. İlk İngiltere elçisi William Harborne, 26 Mart 1583’te İstanbul’a gelerek göreve başladı.

O tarihlerde Osmanlı tahtında Sultan III. Murad (1546-1595) vardı. Osmanlı, topraklarını genişletmeyi sürdürdü: Fas, Lehistan, Tebriz ve Şirvan gibi İran’ın bir bölümü vs.

SULTAN 3.MURAT

Kraliçe I. Elizabeth, Osmanlı yönetiminin gönlünü hoş etmek için, yalnız padişahı değil, padişahın annesi Valide Sultan Nurbanu’yu, eşi Safiye Sultan’ı, hocası Sadeddin Efendi’yi, vezirlere, Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa gibi komutanları hediyelere boğdu. 

Mektuplarında, "putperest" dediği Katoliklere karşı Türk yardımı istedi. Kendini İslam’a yakın göstermek için, Protestanlıkta da tıpkı Müslümanlıkta olduğu gibi resimlere ibadetin yasak olduğunu yazdı.

III. Murad yanıt mektubunda şöyle dedi:

"Siz dahi südde-i sa’adetime ita’at ve inkıyada sabit-kadem olup, ol caniblerde vakıf ve muttali olduğunuz ahbarı arz ve ila’m etmekden hali olmıyasız."


Kısaca, "siz büyük bir mutlulukla Osmanlı’ya bağlandınız, gerisini merak etmeyiniz" diyordu.


Osmanlı desteğini alan I.Elizabeth, 1588’de "İspanya Armadası" denilen deniz savaşında İspanya’yı yendi. Osmanlı donanması bu savaş sırasında İspanyol gemilerini Akdeniz’de oyaladı ve savaşın, dolayısıyla tarihin seyrini değiştirdi.

Bu savaş sonrasında İngiltere büyük bir güç olarak tarih sahnesine çıkarken, Protestanlık artık durdurulamaz oldu.

TARİH YENİDEN YAZILIYOR

Gelelim bugüne:

İngiltere’de tarih kitaplarının yeniden yazılması gündemde.

Eşitlik ve İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Trevor Philips, Türkler’in, İngiltere-İspanya Savaşı’nda Kraliçe I. Elizabeth’i kurtardığını, bunu tarih kitaplarına yazmak gerektiğini söyledi. 

İngiliz Daily Mail gazetesi, "Şimdi de azınlıkları mutlu etmek için mi tarih kitaplarımızı değiştireceğiz" başlığını attı. 

İngiliz milliyetçileri, "İngiltere tarihi şanlı zaferlerle doludur, kimsenin yardımına ihtiyacımız yok" diye tepki gösterdi. 


Yani mesele döndü dolaştı yine bizim başımıza "patladı!"


Londra Üniversitesi’nden Jerry Brotton, Kraliçe’nin, Osmanlılardan yardım istediği mektubu, 2004 yılında ortaya çıkardı. Ancak bu belgeye karşı çıkanlar da oldu. Dr. Simon Adams, "Mektup 1585’te yazılmış. Yani savaştan tam üç yıl önce" diyordu.

Tartışmalar hala sürüyor...

Sonuç olarak, kim ne derse desin, hangi filmi nasıl çekerse çeksin; 

I. Elizabeth bekasını, yani kalıcı olmasını ve ölümsüzlüğünü Osmanlı Padişahına borçluydu!

’Bakire Kraliçe’ istese Osmanlı Padişahı’yla evlenebilir miydi?

I. Elizabeth 17 Kasım 1558 tarihinde iktidar koltuğuna oturduğunda, Osmanlı Sarayı’nın tahtında Kanuni Sultan Süleyman vardı. Aralarında 39 yıl gibi büyük bir yaş farkı vardı.

Üstelik Sultan Süleyman, baş kadını Hürrem Sultan’a hala áşıktı.
Ayrıca iki eşi daha vardı; Mahidevran Kadın ve Gülfem Hatun.

Kraliçe Elizabeth’in kafasındaki "Doğu" ve "Türk" imajı nasıldı, bilmiyoruz. Ama Harem öyle uzaktan görüldüğü gibi Batı masallarına pek benzemiyordu.

Sultan Süleyman’ın eşleri arasında özellikle Hürrem Sultan ile Mahidevran Kadın arasında sürekli saç saça kavga vardı. İki sultanı, ancak Padişah’ın annesi Valide Hafsa Sultan araya girip durdurabiliyordu. 

Kayınvalide Hafsa Sultan Saray’a cariye olarak alınmış ve Yavuz Sultan Selim’in karısı olmuştu. İddiaya göre Leh Yahudi’siydi.

Diğer sultanlar gibi, Hürrem Sultan da bu topraklara yabancıydı.

Batı tarihçilerine göre Hürrem Sultan’ın gerçek adı: Roxelana, Roza, Rossa, Rosanne, Ruziac veya La Rossa idi.

İtalyan ve Fransız olduğu iddia edilmekle birlikte, kökeni kesin olarak bilinmiyordu. Rus Papaz Rogatino’nun kızı olduğu da, Kırım Hanı Mengli Giray’ın kızı olduğu da söyleniyordu. Kimilerine göre ise Hazar Yahudi’siydi. (Hazar Yahudileri Türk boyudur- SB)


HÜRREM
Dünyayı titreten Sultan Süleyman, Hürrem Sultan’ın bir sözünü iki etmiyordu.

Bir hükümdarla köle kökenli bir kadın arasındaki bu tutkuyu yadırgayan halk, Hürrem Sultan’ın padişaha büyü yaptırdığına inanıyordu.

Kim ne yaparsa yapsın, ne derse desin sonunda Hürrem Sultan amacına ulaştı: Sarayın tek hákimi oldu. Böylece Osmanlı tarihindeki "kadınlar saltanatı" Hürrem Sultan ile başladı.

Kraliçe I. Elizabeth, Sultan Süleyman’ı eş olarak seçmemekle kendisine ve ülkesine iyilik yapmıştı. Yoksa Hürrem Sultan’dan çekeceği vardı!


NURBANU SULTAN

Kraliçe I. Elizabeth’in koca adayları arasında, Kanuni Sultan Süleyman’dan sonra tahta geçen II. Selim (1524-1574) de vardı.

Kraliçe I. Elizabeth, Hürrem Sultan gibi bir kayınvalide ister miydi, bilinmez! Ama II. Selim’in eşi Nurbanu Sultan da çok dişliydi.

Nurbanu Sultan kimi tarihçilere göre İtalyan/Venedikli, kimilerine göre ise Yahudi’ydi!

Ahmet Refik gibi tarihçiler, Nurbanu Sultanı Yahudileri devlet işlerine karıştırmakla suçladılar hep. Yahudi iş kadını Ester Kira’yla olan ticari ilişkileri bu iddiayı güçlendiriyordu.

Nurbanu Sultan, tıpkı kendisini yetiştiren kayınvalidesi Hürrem Sultan gibi devlet işleriyle yakından ilgilendi. 

Kraliçe I. Elizabeth, II. Selim’e eş olabilir miydi? Sanmam. Padişah eşi ve kızlarından çok çekmişti ve kraliçeyi görecek gözü yoktu. 

Peki, Kraliçe I. Elizabeth tahtın bundan sonraki hákimi III. Murad’la evlenebilir miydi?

Bunun yanıtı için sadece bir örnek olay yazalım:

Nurbanu Sultan kocası II. Selim vefat edince, ölüm haberini kimselere haber vermedi. Kocasının cesedini, oğlu III. Murad Manisa’dan İstanbul’a gelip tahta oturana kadar sarayın buzhanesinde sakladı. 


SAFİYE SULTAN

Kraliçe I. Elizabeth kuşkusuz Nurbanu Sultan gibi sert bir kayınvalide istemezdi.

Ama III. Murad’ın eşi Safiye Sultan da Valide Sultan’ı aratmayacak bir kişilikteydi. Safiye Sultan’ın biyografisi hakkında türlü iddialar var:

Adriyatik denizinden bir gemiyle geçerken korsanlara esir düşmüş, önce Ferhad Paşa’ya sonra güzel ve zeki oluşu nedeniyle Osmanlı Sarayı’na satılmıştı. III. Murad Safiye Sultan’ı çok sevdi. Ama...

Bu durum annesi Nurbanu ile aralarının açılmasına neden oldu.

Nurbanu Sultan, gelini Safiye Sultan’ı gözden düşürmek için oğluna dünyalar güzeli cariyeler sundu. Ne yapsa ne etse III. Murad’ı Safiye Sultan’dan vazgeçiremedi.

Nurbanu Sultan ölünce, Safiye Sultan Osmanlı Sarayı’nın tek hákimi oldu. Rahmetli kayınvalidesi Nurbanu Sultan’ın Yahudi Ester Kira’yla yürüttüğü ilişkileri bile devam ettirdi! Kraliçe I. Elizabeth’le iyi ilişkiler kurdu. 


HANDAN SULTAN

16. yüzyıl artık geride kalıyordu. 

Kraliçe I. Elizabeth hala bekárdı. Ama artık yaşlanmıştı. Safiye Sultan’ın oğlu III. Mehmed tahta çıktığında 29 yaşındaydı. Kraliçe ise 58 yaşında. Bu evlilik gerçekleşebilir miydi?

Sultan III. Mehmed’in gözü Handan Sultan’dan başkasını görmüyordu. Dolayısıyla bu evliliğin gerçekleşmesine de olanak yoktu.

Kraliçe I. Elizabeth ile Sultan III. Mehmed aynı yıl 1603’te vefat ettiler.


Şaka bir yana, gelelim sorumuza:

Hani filmde Kraliçe soruyor ya, "Türk Sultanı’yla mı evleneyim" diye?

Öncelikle belirtelim: "Seçen" Kraliçe değil, Osmanlı Padişah’ı olurdu. 


Ve "veraset" meselesi yüzünden "Bakire Kraliçe"nin de pek şansı yoktu.



Yazmadan edemeyeceğim: 


İngiltere feodalizmi tasfiye edip "kapitalizmin" çarklarını döndürüp toplumu harekete geçirirken, Osmanlı siyasi açıdan dünya devi olmasına rağmen, ticari hayatındaki dinsel gelenekçilik yüzünden hem ticari hem de kültürel anlamda gericileşme sürecine girdi.


Bugün durum ortada; İngiltere nerede biz neredeyiz? Onlar Kraliçe I. Elizabeth için film üzerine film çekiyor.


Biz her şeyi sineye çekiyoruz!


Soner Yalçın, Hürriyet 2007

***


ELİZABETH

Yönetmen : Shekhar Kapur , 1998 İngiltere
Oyuncular: Cate Blanchett,Geoffrey Rush, Vincent Cassel

Katolik kraliçe Mary ölür ve tahta pek istenmese de protestan olan ve öldürmeye kıyamadığı kardeşi Elizabeth geçer. Elizabeth in önünde uzun ve bolca dikenli bir yol vardır. etrafında hem destekçileri hem de her fırsatta katolik egemenliği geri getirmeye çalışan insanlar vardır. bunun yanında evlenmesi ve kendisinden sonra tahta geçmesi gereken bir vasil bırakmak zorundadır. Tüm bu zorlukların arasında Elizabeth in İngiltereyi nasıl yöneteceği ise tam bir muammadır.

Sadece Cadıları değil, Kilise karşıtlarını da yaktılar....

Sonrasında ise ...  bir Protestan Tahta geçer ...





ELİZABETH : ALTIN ÇAĞ / Elizabeth: The Golden Age


Yönetmen: Shekbar Kapur , 2007 Fransa ,İngiltere
Oyuncular: Cate Blachett, Clive Owen, Abbie Cornish

Kraliçe Elizabeth'in kuzeni olan İskoçya Kraliçesi Mary Stuart, İngiliz tahtını ele geçirmek için İspanya Kralı Philip ile çeşitli komplo planları yapmaktadır. Elizabeth'in sadık ve güvenilir danışmanı Sir Francis Walsingham, kraliçeyi komplo ve tuzaklardan koruyabilmek için vargücüyle çaba gösterir. İmparatorluğunu korumak için savaşa hazırlanmakta olan Elizabeth, macerapest ruhlu yakışıklı denizci Raleigh'e karşı hissettiği beklenmedik duygular ile kraliyet sarayındaki görevleri arasındaki hassas dengeyi tutturmak zorundadır.




***


Osmanlı yardım etmeseydi , bugün dünya hangi eksende dönecekti acaba ?

Şimdi ise bulunduğumuz konuma bak ! 
Yardım eli uzatmış eli ısırıyorlar....


Dönecek , dönecek ,dönecek ....




İyi Seyirler

SB.


***