Translate

Araplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Araplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Kasım 2014 Cumartesi

Al-Khwārizmī - The father of Algebra, an Uzbek Turk







Al Khwarizmi’s contributions to mathematics and astronomy centuries ago haven’t gone unnoticed. 
A crater on the Moon is named after him.



Although invented in Mesopotamia  and Greek and Hindu mathematicians preceded the great Frenchman François Viète — who refined the discipline as we know it today — it was Abu Jaafar Mohammad Ibn Mousa Al Khwarizmi  who perfected it.

He used Al Jabr (algebra) in the title of a justifiably renowned study that became a classic textbook in leading universities for centuries: the “Hisab Al Jabr wal-Muqabalah” (The Book of Integration and Equation), introduced the use numerals that, over time, came to be known as algorithms.

Indeed, algorithm is a Latin derivative of Al Khwarizmi’s name, and rather than attributing the collective work of many mathematicians to the scholar, it is safe to grant him grandfatherhood.

This would prevent excessive praise, though his introduction of the zero as a placeholder in equations paved the way for the development of the decimal system that, in this instance, was an exclusive and accurate attribution.

Undoubtedly one of the greatest mathematicians ever, unaware that his work had changed history.

Born in Rami/Khiva-Uzbekistan c.783, died in Baghdad-Iraq c.850


...


Monument in Uzbekistan: link

Al-Khwarizmi : link


...


His works:

Hisab Al Jabr wal-Muqabalah” 
[The Calculations (or Book) of Integration and Equation], 
in Frederic Rosen, trs, 
“Mohammad Ibn Musa Al Khwarizmi: Algebra”, 
London: The Oriental Translation Fund, 1831. 


.
“Kitab Al Jama‘ wal-Tafruq bil Hisab Al Hindi” 
(The Book of Addition and Subtraction According 
to the Hindu Calculation). 
The Latin version, “Algoritmi de numero Indorum” 
(Al Khwarizmi on the Hindu Art of Reckoning) 
is the only surviving text.


“Kitab Surat Al Ard” (The Image of the Earth). 
A single surviving copy of the text (no maps) 
has been kept at the Strasbourg University Library in France, 
while a Latin translation is available at the 
Biblioteca Nacional de España, in Madrid. 






....


Al-Khwarizmi Crater on Moon



....


TÜRK KÜLTÜRÜNDE SIFIRDAN DOKUZA KADAR 
SAYI ADLARI VE MATEMATİK DEĞERLERİ 


Burada Türk halkının somut olmayan kültüründe önemli bir şekilde yer alan sıfırdan dokuza kadar olan sayı adları ve matematik değerleri üzerinde duruldu. Sıfır hariç diğer bütün sayılar Türk dili kaynaklıdır. Bu sayıların Türk diyalektlerindeki adları ve varyantları toplu olarak gösterildi. Resim yazısından düşünce yazısına geçilirken Köktürk işaretleriyle bu sayı adlarının nasıl yazıldığı anlatıldı. 

Cep telefonlarının mesajlarında ve e-posta metinlerinde bir nevi eski çağların hiyerogliflerine geri dönülürken Türklerin taş abidelere sayı adlarını bir anlaşma vasıtası olarak nasıl resmettiklerini yeni nesil öğrenmelidir. Türk düşünce sisteminde sayılar sadece somut değil, soyut olarak da kültürel bir değer taşır. Sayıların evrenselliği yanında milliliği de vardır. Fertten aileye, aileden devlete geçerken toplumun teşekkülünde sayı adları ortaya çıkmıştır. Sonra bu sayı adlarında inanç izleri de görülmüştür.


Mehmet Hazar- Mehmet Şengönül
Nevşehir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi 
TDE-Matematik bölümleri öğretim üyeleri


(Sıfır için Not : Her ne kadar makalede "sıfır" ın Arapça'dan alındığı belirtilse de "El Harezmi (Algoritma) zamanında; Sanskritçe boşluk anlamına gelen shunya sözcüğü, sifr olarak tercüme edilmiş ve bu sözcük pek çok Avrupa dillerinde kullanılan yokluk sözcüğüne karşılık gelen sözcüklerin temelini oluşturmuştur." denmektedir. El Harezmî'nin de Türk olduğu dikkate alınırsa sıfırın kaynağının da Türkler olduğunu söylemek çok yanlış olmaz...B.Tarhan - link)



in English....

From 0 to 9 in the numbers names and the mathematical values of the numbers that have a  great place in the abstract culture of Turkish public are emphasized in this paper. 

All numbers ,except for 0, are originating from Turkish language. (!see note) The names and versions of these numbers in Turkish dialects are presented collectively. It is presented that how these names of numbers are written by Kök Turk signs while passing from pictogram to ideograph. 

The rising generation should learn that how Turks depicted the names of numbers on stone monuments as a means of communication while returning to ancient period’s hieroglyphics in text messages and e-mails. The numbers have not only concrete but also abstract cultural value in Turkish thought system. The numbers are both universal and national. The names of numbers emerged during the organization process of society while they were transferring from individul to family and from family to state. In addition to that, the traces of belief are seen in these names of numbers. 


!NOTE to ZERO: Although the article write that ZERO's been known as Arabic, in the time of Harezmi (algoritma) was written in Sanskrit language "shunya" translated as "sifr" (sıfır-zero) , meaning is  "space, emptiness, nothing". Then it is not wrong to say that the source of "Zero" are the Turks, because Harezmi was a Turk..! B.Tarhan


The first known English use was in 1598.

In AD 976 Muhammad ibn Ahmad al-Khwarizmi, in his "Keys of the Sciences", remarked that if, in a calculation, no number appears in the place of tens, then a little circle should be used "to keep the rows". This circle was called (ṣifr, "empty") in Arabic language. That was the earliest mention of the name ṣifr that eventually became zero.

Italian zefiro already meant "west wind" from Latin and Greek zephyrus; this may have influenced the spelling when transcribing ṣifr. The Italian mathematician Fibonacci (c.1170–1250), who grew up in North Africa and is credited with introducing the decimal system to Europe, used the term zephyrum. This became zefiro in Italian, which was contracted to zero in Venetian. (wiki.note, that they still using the word Persian!)


....


Harezmi, (Algoritma)

Dünya bilim mirasını zenginleştiren bilim insanları arasında çok sayıda Türk bilgin de vardır. Bunların biri de matematikçi kimliğiyle öne çıkan Ebû Muhammed İbn Musa el-Harezmî’dir. Cebir biliminin kurucusu Harezmî aynı zamanda astronomi ve coğrafya alanlarında da çalışmış ve yaptığı katkılarla bu bilim dallarının gelişiminde önemli rol oynamıştır.


Prof. Dr. Hüseyin Gazi Topdemir



Çağını Aşanlar : pdf



El Harezmi Cebirin Atasıdır, Prof.Dr.Akbulut


Çalınan Türk Tarihi - link




HE WAS BORN IN UZBEKİSTAN NOT IN BAGDAT.
AL-KHWARIZMI IS AN UZBEK TURK AND 
NOT PERSIAN OR ARABIC.


"IX əsrdə özbək alimi Mahmud Əl-Xorəzmi
ÖZBEK TÜRKÜDÜR."
Russian and Uzbeks sources.




Again,
The History cannot be told without the Turks.

Regards.
SB.



NOTICE:
DON'T EVEN THINK OF STEALING!
;)














7 Temmuz 2013 Pazar

MISIR ORDUSU HAKKINDA BİLİNMEYENLER


Büyükbabası Kavalalı Türkçe dışında bir dil bilmezken hanedanın son üyesi Kral Faruk İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Arapça bilmesine rağmen Türkçe konuşamıyordu. İngilizler başarmıştı. 

Bugün Mısır’da ikinci resmi dil İngilizce!





Osmanlı ve Mısır’da modernleşme/Batılılaşma süreci aynı dönemde başladı. Her iki ülkede de askerler modernleşme ve ulus devleti inşasının dinamosu oldu. Tıp, mühendislik, haberleşme, tarım, tekstil, matbaa, gazete, tercüme, sanat faaliyetlerine kadar pek çok alanda kazandırılan yeniliklerin tamamı orduda yapılan reformun doğrudan neticeleriydi. Peki, Türk ordusu ile Mısır ordusunun bu benzerliği/ öncü kimliği ne zaman, nasıl farklılık gösterdi?

Modern Mısır’ın kurucusu bir Osmanlı; Kavalalı Mehmed Ali Paşa (1769-1849). Kavalalı dönemin tüm askerleri gibi Napolyon hayranıydı. Ve ilginç bir tesadüf sonucunda hayatını Napolyon değiştirdi!

Fransızlar Mısır’ı işgal edince Osmanlı Serdarıekrem Yusuf Ziya Paşa komutasındaki orduyu Mısır’a gönderdi. Bu orduya Kavala’dan 300 kişi katıldı.

Bunlardan biri de Mehmet Ali adında bir askerdi.

Fransızlar Mısır’dan çıkarken Kavalalı uzaktan; Napolyon’a, disiplinli Fransız askerlerine ve üniformalarına hayran oldu.

Zekası ve cesur kişiliğiyle sivrilip Mısır’ın başına geçtiğinde ilk yaptığı yeni bir ordu kurmak oldu. Bu amaçla zorunlu askerliği başlattı; Mısır’ın yoksul halkını askere aldı; onlara üniforma, silah, para ve en önemlisi kimlik verdi.

Bu aslında “ulus devlet” olmanın ilk adımıydı; Mısır yoksulu orduya alınarak, bin yıl sonra hak ve görev duygusu içinde ülkesine sahip çıkacak bir bilince kavuşturuldu. Mısır’da (pro)milliyetçilik duyguları “ulusal ordu”nun kuruluşuyla işte böyle başladı.

Fransa nasıl krallığa son verip ulus devlet kurduysa, Kavalalı da padişah boyunduruğuna son verip ulus devlet kuracaktı.


MISIR ORDUSU’NDA TÜRK SUBAYLAR

Modern ordunun oluşumu Mısır’da eğitim-öğrenimi de geliştirdi; askeri tıp ve mühendislik okulları açıldı; Fransa’dan öğretmenler getirildi; Fransa’ya öğrenciler gönderildi.

Askerin üniforması için tekstil atölyeleri kuruldu; zamanla bunlar büyütülerek sanayinin ilk adımları atıldı. Asker iaşesi için tarım ve bayındırlık alanlarında iyileştirmeler yapıldı.

Uzatmayayım.

Peki.

Modernleşmenin itici motoru olan Mısır ordusunun bileşimi neydi?

Ordu salt Mısır’da yaşayanlardan oluşturulmadı. Osmanlı topaklarından gelen Türkler, Arnavutlar, Kürtler, Çerkezler de vardı. Keza Kavalalı asker eksikliğini gidermek için Sudan’ı işgal etti.

Mısır ordusunda “her milletten adam” bulunuyordu ama Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın kesin bir talimatı vardı:

Subaylar Türk olacaktı!

Mısır ordusunda üst makamlara gelebilmek için Türkçe konuşmak, Anadolu, İstanbul, Arnavutluk doğumlu olmak şarttı.

Osmanlı’dan alınan savaş esirleri de istedikleri taktirde Mısır ordusuna girebilecekti.

Orduda emirler, talimatnameler Türkçeydi. Kahire Harp Okulu’nda dersler Türkçe veriliyordu.

Mısırlı Araplar orduda ancak yüzbaşı rütbesine kadar yükselebiliyordu. Mülazım ve mülazım evvel (teğmen ve asteğmen) rütbelerinin yarısı Türk yarısı Arap olacaktı.

Bir taburda dörtten fazla Arap teğmenin bulunması yasaktı. Vs.

Bu durumu Kavalalı şöyle açıklıyordu: “Ben, İngilizlerin Hindistan’da yaptığından farklı bir şey yapmıyorum; onların Hintlilerden oluşan ve İngilizlerin komuta ettiği bir orduları var; benim Araplardan oluşan ve Türklerin komuta ettiği bir ordum.”


“TANZİMAT EKOLÜ”

Mısır’la aynı dönemde aynı Batılılaşma adımlarını Sultan II. Mahmud‘la (1784-1839) başlayan süreçte Osmanlı da attı. Yeniçeriler yok edildi; Osmanlı ordusu yeniden kuruldu; Avrupa’dan askeri uzmanlar getirildi; askeri tıp-mühendislik okulları açıldı vs.

II. Mahmud, Abdulmecit, Abdulaziz döneminde Sadrazam Büyük Reşid Paşa’nın yetiştirdiği Tanzimat Ekolü’nü benimsemiş Ali ve Fuat Paşa’lar Batılılaşmanın sürdürücüsü oldu. Sultan II. Abdülhamid devrinde“Tanzimatçı Paşalar” geleneği rafa kalksa da II. Abdülhamid reformlara devam etti.

Mısır’da Kavalalı’dan sonra göreve gelen Abbas, kişisel olarak içe kapanık, şüpheci ve Batı’ya mesafeliydi. Bu bakımdan dedesinden devraldığı modernleşme mirasını sürdürmedi.

Abbas’ın ardından göreve gelen Said Batı taraftarıydı; Fransızlara çok yakındı; kesintiye uğrayan babası Kavalalı’nın başlattığı çagdaşlık atılımlarına hız verdi. Örneğin Süveyş Kanalı projesi Said’in himayesinde yapıldı.

Said sonrasında göreve gelen İsmail’in bir temel amacı vardı: Mısır’ı Avrupa’nın bir parçası yapmak! Bunu İngiltere’nin yardımıyla yapacağına inandı/inandırıldı. Ülkeyi yabancı sermayeye açtı; bu parayla önemli projelere kalkıştı. Sonuçta Mısır kademeli olarak borçlandırıldı ve kısa bir zamanda ülkenin mali iflası gerçekleşti. Bunun ardından 1882’de İngiliz işgali geldi. 1922’de Osmanlı’dan bağımsızlık kazanılsa da, Kral Fuat ve Kral Faruk dönemlerinde Mısır’da İngiliz kontrolü hep devam etti.

Bu süreçte İngilizler, Mısır’daki Türk varlığını kendilerine rakip gördüğü için, sarayda Türkçe konuşulmasına, orduda Türk subayı uygulamasına, eğitimin Türkçe verilmesine ince politik ayak oyunlarıyla son verdirdi. Öyle ki…

Büyükbabası Kavalalı Türkçe dışında bir dil bilmezken hanedanın son üyesi Kral Faruk İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Arapça bilmesine rağmen Türkçe konuşamıyordu. İngilizler başarmıştı. Bugün Mısır’da ikinci resmi dil İngilizce!

İngilizler ve daha sonra Amerikalılar Mısır ordusunu siyasetin-ticaretin içine sokarak, generalliği “sınıf atlamanın” aracı haline getirdiler. Bu süreç sonunda Mısır ordusu “kağıttan kaplan” olacaktı…


ÜNİFORMALI MÜTEAHHİTLER

Mısır Arap Cumhuriyeti 1952’den günümüze kadar, üç üst rütbeli asker başkan tarafından yönetildi: Nasır-Sedat-Mübarek.

Üç başkanın da sınıfsal kökeni benzerdi: İskenderiye’nin yoksul mahallelerinden birinde bir postacının oğlu olarak dünyaya gelen Nasır; Manufiye’nin bir köyünde doğan Sedat ve aynı ilin bir başka köyünde doğan Mübarek bu dileklerle orduya girmişlerdi.

Aslında bu şaşırtıcı değildi:

Mısır halkı öteden beri yoksuldu. Fakir halklarının “potansiyel aç” çocukları hayatta başarılı olmanın, yolu olarak orduya girmeyi düşlediler hep.

Orduya girince açlıklarını unutup bu kez “sınıf atlama” peşine düştüler.

Nasıl mı?

Soğuk savaşın başlangıç döneminde Nasır ile Sovyet ilişkileri gayet iyiydi. Arap Sosyalist Birliği kurma, sosyalizm soslu Arap milliyetçiliği ideolojisini Arap halklarına yayma girişimleri gibi, Nasır’la özdeşleşen tüm politik atılımlar hep bu gelişen Mısır-Sovyetler ilişkilerinin sonucu olarak doğdu. Subaylar idealistti.

İsrail ile 1948, 67 ve 73 savaşlarında yaşanan mağlubiyetler Mısır-Sovyet ilişkisini bitirdi.

Sedat, ABD’ye yakınlaştı. İsrail’le masaya oturdu ve barış anlaşması imzalayan ilk Arap lider olarak tarihe geçti.

Sedat’a büyük tepkiler oldu ve nihayetinde bir askeri tören sırasında İslamcı militanlar tarafından öldürüldü.

Sedat gitti Mübarek geldi ama ABD-İsrail ile ilişkiler daha da artarak sürdü.

ABD ile yakınlaşmak; demokrasi, asker-sivil ilişkileri bağlamında Mısır’a bir kazanç getirmedi. ABD Mısır’da tıpkı Ortadoğu’nun tamamına yakınında olduğu gibi hep otoriter ve antidemokratik siyasi yapıyı destekledi. Bölgedeki hakimiyetini bu otoriter rejimlerin başındaki isimlerle irtibata geçmek yoluyla kurdu. ABD bu kişilere askeri-mali anlamda her türlü desteği verirken, bunun karşılığında kendilerinden hizmet bekledi. Bu kişiler de üstlendikleri görevleri şimdiye dek başarıyla yerine getirdi. Bu bağlamda, Mısır ordusunda yer alan üst rütbeli subayların bu ilişkiler sonucu nüfuzlarını siyasete yansıtması daha sık görülür oldu.

Ve…

1980’lerde devletçi ekonomik yapının kırılıp neoliberal politikaların hakim hale getirilmesi Mısır ordusundaki üst düzey komutanları parasal açıdan çok etkiledi. Ülke güvenliği dışında ekonomik alanlara da “el atarak” zenginleşen bir üniformalılar grubu ortaya çıktı.

Komutanlar öncelikle ülkenin en kazançlı kapılarından biri olan, turizmle uğraşmaya, şirketler kurmaya başladı. Ardından inşaat sektörüne girdiler. Üniformalı müteahhitler türedi. Daha sonra da bankacılık sektöründe ve zirai faaliyetlerde ordu mensubu subaylar sıkça görüldü.

Mısır rejiminin sağladığı bu avantajdan sonuna dek yararlananlar ordu içindeki üst rütbeli subaylar idi. Bunun dışında alt rütbeliler ve erat/askerlerin bundan fayda sağlamalarına izin yoktu!

Ülkenin askeriyesine egemen, siyasetine vasi durumda bulunan Mısırlı üst düzey komutanların muhtelif sektörlerde zenginleşmeleri, refah sahibi olmaları nedeniyle bir anlamda Mısır devleti içinde ayrı bir devlet ortaya çıktı. Askeri/siyasi güce eklemlenen ekonomik gücün de etkisiyle Mısır ordusu adeta devlet içinde devlet halini aldı.

Yaklaşık yarım milyonluk askeri ile Afrika’nın en büyük, dünyanın ise onbirinci büyük ordusu olan Mısır ordusunun, kimler tarafından içi oyularak etkisiz hale getirildiği ortada değil mi?

Peki aynı tarihsel süreçten geçen, modernitenin öncüsü Türk ve Mısır ordusunu zamanla birbirinden ayıran parametreler nelerdir?


CHP’NİN ZAFERİDİR BU

Türk ordusu ile Mısır ordusu arasındaki temel fark, Mısır’ın 20’inci yüzyılda bir Mustafa Kemal çıkaramamış olması. Mustafa Kemal siyasi projesi olan bir liderdi. Sadece bağımsızlıkkazanmakla sınırlı bir vizyon değildi bu. İlk baştan beri cumhuriyet ve demokrasi için adım attı. Örneğin, “Ya siyaset ya askerlik” diyerek askeri kışlasına döndürdü.

Oysaki Mısır’da İngilizlere karşı bağımsızlık mücadelesi veren tüm milliyetçilerin (Urabi Paşa, Mustafa Kamil, Muhammed Ferid gibi) tek bir hedefi vardı; Mısır’dan İngilizleri kovmak. Bunun dışında bir projeleri yoktu.

Örneğin Mustafa Kemal gibi tam bağımsızlık, modern bir demokrasi, herkesin eşit yurttaş olduğu bir cumhuriyet fikri Mısırlı milliyetçilerde yoktu. Yani İngilizlerin kovulması halinde evet ülke bağımsız olacaktı, işbirlikçi hanedan ailesi tasfiye edilecek ve cumhuriyet ilan edilecekti. Ama nasıl bir cumhuriyet kurulacaktı? Ne yazık ki bu; içi demokratik meclis gibi kurumlarla, yasama yürütme yargı gibi güçler ayrılığı temelindeki bir demokratik işleyişle doldurulmuş, bilinçli olarak planlanmış bir cumhuriyet projesi değildi. Tek bir ideolojisi vardı bu cumhuriyetin: Arap milliyetçiliği.

Mustafa Kemal ve Türkiye örneğinin en büyük farkı burası. Mısır’daki “cumhuriyetçilerin” demokrasi kaygısı hiç olmadı. Mübarek daha düne kadar oğlunu yerine geçirmeye çalışıyordu.

Örneğin, 2. Dünya Savaşı sonunda Türkiye ve Mısır iki siyasi akımın mücadelesine tanık oldu.

Mısır’da temel siyasi rekabet Nasır ve rejimi ile bunun muhalifi Müslüman Kardeşler arasında yaşandı. Neydi bu rekabetin konusu: Ülke idaresini ele geçirmek! Peki hangi yolla? İktidardakini devirme yoluyla! Her türlü demokratik aracın ve yöntemin tamamen dışta tutulduğu bir dönemdi bu. Kazanan Nasır ve rejimi oldu; demokrasi yoluyla mı ya da halkın iradesini yansıtan sandık sonuçlarıyla mı? Nasır elindeki devlet gücüyle Müslüman Kardeşleri sindirdi.

Aynı dönemlerde Türkiye’de çok partili hayata geçildi ve iktidar sandık sonucu el değiştirdi. Bunu gerçekleştiren kişi ise bugün sıkça eleştirilen İsmet İnönü’ydü.

Soğuk savaş döneminin küresel planları nedenleriyle Türkiye’de askeri darbeler yaşandı.

Ama Mısır’dan tek farkı asker ne zaman geldiyse olabilecek en kısa zamanda yerini tekrar sivillere bıraktı. Demokrasi rafa ilelebet kaldırılmadı Türkiye’de. Generaller darbeyi zenginleşme aracı olarak kullanmadı.

Bugün tek adamlığa karşı çıkan Mısır Tahrir Meydanı’ndakiler, aslında bizlere Mustafa Kemal’in, İsmet İnönü’nün ne derece büyük siyaset ve devlet adamı olduğunu gösteriyor.

Ve ne yazık ki, Türkiye bugünlerde hızla tek adamlığa gidiyor.






BİZE DE ARAPÇAYI DAYATIYORLAR !!!

SB


***

4 Mart 2013 Pazartesi

ÇATALAHÖYÜK-PİRİ REİS HARİTALAR:MAPS 7/10



World Map of Ibn Hawqal , 980 A.D. , Abu al-Qasim Muhammad ibn Hawqal 

The earliest set of maps to survive from the corpus of Islamic cartography are those that accompany the text Kitab surat al-ard [Picture of the Earth] of Abu al-Qasim Muhammad ibn Hawqal [Haukal] in the manuscript dated 1086, found in the Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi in Istanbul. 

Ibn Hawqal's life has come down to us in considerable detail mainly because he was more open about himself in his book. He was born in Nisibis in Upper Mesopotamia and spent much of his life traveling, setting out on 15 May 943 and continuing on and off until 973, when he last appears in Sicily. Between these dates he covered most of Islamic Africa and large areas of Persia and Turkestan. It is possible that he acted as a trader on his travels, since his work is full of facts relating to economic activity. That he extols the Fatimid religious policy may mean he was a da'i or missionary of that sect, and this would be another reason for his moving constantly from place to place. Apart from a short work on Sicily, he is known only for his one geography book, Kitab surat al-ard, also known as Kitab al-masalik wa-al-mamalik..

The main difference between the work of Ibn Hawqal and that of al-lstakhri is in the former's discussion of the western (formerly Byzantine) part of Islam. He treats Spain, North Africa, and Sicily as three separate sections. Syria and Egypt are dealt with in more detail, and it is interesting that when later authors like Yaqut quote Ibn Hawqal they are almost always referring to these western regions.

Al-lstakhri's work was a commentary on the maps, and he states that "our plan is to describe, and to delineate on maps, the various seas, ... affixing the name of each, so that it may be known in the maps," thus showing the importance he placed on the maps. The cartography, therefore, was still the essential element in the work.

He was also interested in the composition of the maps, and at his meeting with Ibn Hawqal they compared their maps. Ibn Hawqal states that al-lstakhri

had drawn a map of Sind, but he had made some mistakes, and he had also drawn Fars, which he had done extremely well. For my part, I had drawn the map of Azerbaijan which occurs on the following page and of which he approved, as well as that of al-Jazirah which he considered excellent. My map of Egypt, however, he condemned as wholly bad and that of al-Maghrib as for the most part inaccurate.

Because he states in the text that the map "occurs on the following page," he lets it be known that the map the reader sees is the one he drew himself.

Ibn Hawqal's text as we know it today is again the result of three versions-a first redaction from about 961 dedicated to the Hamdanid Sayf al-Dawlah (died 967), a second redaction containing criticism of the Hamdanids from about a decade later, and a final definitive version from about 988. Ibn Hawqal himself seems originally to have wished to produce a set of maps, but he was carried away by his commentary, and this becomes much more voluminous and interesting than that of al-lstakhri, while to the ordinary reader the map loses its importance because of its inadequacy. All this shows, however, that the map is linked directly to the scholar in each case and not added by the copyist, as are many illustrations to manuscript books or even early printed books, which thus had a completely different provenance than the text.

Ibn Hawqal goes one stage further than al-lstakhri. In addition to his text on a particular region, he also inserts a section that describes the map literally in the simplest terms. Whether this is meant to be an aid for the cartographer is difficult to say. This description can be understood only in conjunction with the map itself and does not add to the information in the main text. The section can easily be deleted without affecting the rest of the text. An example from the section on Kirman begins:

Explanation of the names and legends that are found on the map of Kirman. The sea appears at the top of the map; to the right of this is [the legend] "The map of Kirman," then in the corner the word "West" while in the corner on the left is the word "South." Then there begins to the extreme right of the sea, going down [the page] an inscription, stretched out round the three sides of the map which says "Boundary of Kirman . . ."

What one really wishes to know is how close to the original version of these scholars is the map we see in a manuscript produced several centuries after the death of the scholar himself. This is very difficult, since probably only one of the manuscripts now extant was produced within two hundred years of the original map it was taken from. Kramers, however, has attempted to classify the surviving manuscripts using the state of the maps as his criterion. This he finds fits the state of the text as well and agrees with the comments de Goeje made about them.

Kramers finds that the texts presumed to be by al-Istakhri can be divided into two groups, and he regards one as earlier in origin. In this earlier group (Istakhri I), the maps are more geometric than the later ones (Istakhri II), while the text that goes with the later maps is more finished and polished. On the other hand, it is the earlier texts that mention the name al-lstakhri, so that Miller attributes the anonymous (Istakhri II) texts to al-Balkhi , presuming wrongly that they are earlier than the others.

The era of Arab cartography during which Ibn Hawqal worked is characterized by collections of distinctive maps accompanying geographical treatises, although these treatises are mostly alike in both the number of maps and the information they contain. During this time they no longer show any trace of the influence of European cartography and represent somewhat of a decline also in the influence of Claudius Ptolemy. The maps produced during this time were primarily artistic and ingenious schematic drawings. Compasses, ruler, and set square produced the necessary geometrical figures. Some of the maps were skillfully constructed and stylized itineraries, showing roads and towns, but without any indication of distances; while some were highly schematic world pictures. Because of the peculiar character of these groups of maps and their overall similarity, they have been called the Atlas of Islam. An atlas of this type usually consisted of 21 maps: a world map, 3 sea-charts (the Mediterranean, the Persian Gulf, and the Caspian), and 17 maps of separate Islamic countries; with a text of "standard content". These atlases probably stem from one man's work, which underwent changes as it was copied. Four known authors who drew from these maps for their writings were Abu Zaid al-Balkhi (919-921), the first to do so, al-lstakhri (Alestakhry, 934), Ibn Hawqal (980), and al-Muqaddasi (985). These maps were later used as models by other Arab and Persian cartographers who added much to them, as well as altering their appearance.

Ibn Hawqal's treatise, The Book of Roads and Provinces, is a documented derivative. While traveling in the valley of the Indus, Ibn Hawqal met al-lstakhri and this is a description of that fateful meeting:

He (Istakhri) showed me the geographical maps in his work, and, when I had commented on them, he gave me his work with the words, 'I can see that you were born under a lucky star, therefore take my work and make such improvements as you think fit'. I took it, altered it in several particulars, and returned it to him.

For both works we have the same divisions of subject-matter, and the same number of chapters; the very expressions are often identical. But the account of Ibn Hawqal is more literary and more developed; as might be expected from a native of Bagdad who, from 943 to 969 seems to have been travelling incessantly, though presumably, within the limits of Islam. Some of his other sources for the treatise include Ibn Khordadbeh, Kodama, and Aldjayhany. In the beginning of his work, Ibn Hawqal outlines the scope of his objective:

I have described the earth in its length and breath; I have given a view of the Moslem provinces, but I have taken no account of the division of climates, in order to avoid confusion. I have illustrated every region by a map. I have indicated the position of each, relative to other countries. The boundaries of all these lands, their cities and cantons, the rivers that water them, the lakes and pools that vary their surface, the routes that traverse them, the trades that flourish in them - all these I have enumerated: in a word, I have collected all that has ever made geography of interest either to princes or to people.

However, there are certain exceptions, Ibn Hawqal tells us later, which he felt it necessary to make.

I have not described the country of the African blacks and the other peoples of the torrid zone because, naturally loving wisdom, ingenuity, religion, justice, and regular government how could I notice such people as these, or magnify them by inserting an account of their countries ?

The world depicted on the above illustration is a disc-shaped earth surrounded by ocean, with two deep bays cutting into it - from the east, the Persian Gulf with the Red Sea and the Arabian Sea, and from the west, the Mediterranean Sea. Again, it can be seen that the lines of the map are very stylized and geometrical as those found on Istakhri's world map . The other map of Ibn Hawqal's illustrate a much less stylized picture of the world, but does include a circumfluent ocean, an almost land-locked Indian Ocean (after Ptolemy), and an interesting and speculative West African coastline, hinting at the Gulf of Guinea. The Nile River seems to be the only river system deemed worthy of illustration. Distortion of Europe is great with Italy laying east-west. Particularly of interest here is the inclusion of the Antipodes or Southern Continent.

Some sampling of the details of the text of Hawqal's treatise will reveal some of the geographical philosophy/theory that was so prevalent among the Moslem world in the late 10th century. In his description of the Caspian Sea region, he states:

The Western side of this sea belongs to Deilman and Taberistan and Gukan, and its borders; and part of it is bordered by the deserts of Khuarezm. On the Eastern side is Aran and Moukan and the territories of Serir and part of the deserts of Azziah: and on the north it has the desert of Azziah, to the territories of Siah Kouh: and on the south, Bakeil and Deilman and the neighboring places. This sea is not connected with any other; and if a person wishes to make a tour completely round it, nothing will impede him but a few rivers which fall into it from various quarters. The waters of this sea are bitter and dark-colored: its bottom is blackish sea, differing in this respect from the Sea of Kolzum [Red Sea] or of Oman or of Pars [Persian Gulf]. This Sea of Pars is of such clear water that one may see the white stones at the bottom; but the waters of this Sea of Khozr [Caspian Sea] are dark-colored, and in it there are not found any such things as pearls, or coral or similar marine productions. It is, however, much frequented by the ships of merchants who traffic from one town to another: but there are many trees and forests. One island is considerable, with a spring of water, and many trees: and there is another large island on the borders of Lekzan, which also has fresh water. In this ocean there are not any inhabited islands as in the Sea of Pars or of Roum [Mediterranean Sea]: but it affords much fishing. To the island bordering Lekzan they bring cattle from Berdaa in boats, and turn them out to graze and leave them until they become fat.

In addressing details, the region of Islam is defined as superior to others in that it is more extensive; bordering alike upon the northern and southern ocean is pathless desert, but inhabited and cultivated ground stretches along the diameter of the world, from China to Morocco. Of great inland seas, the Persian Gulf and the Mediterranean communicate with the outer ocean, but not the Caspian. Ibn Hawqal avoids the trap into which stumbled so many Latin geographers, and describes how one may make the circuit of this great salt lake without ever quitting terra firma except for the crossing of rivers. The extent and number of the tribes of Gog-Magog (in Turkestan) were known "only to God". Wherever he leaves the Caliphate, Ibn Hawqal is vague and uncertain. Sometimes he is downright fabulous, or rather Koranic, as in his story of the tribe of Russian Jews who were turned into monkeys for hunting on the Sabbath. Here and there, however, he preserves interesting and trustworthy notices of the outside world, as in his account of the gold mines and, still surviving, Christianity of Nubia; of the white race scattered among the blacks of the Zanzibar coast (these were doubtless the Arabs of the Emosaid migration); of the idol of Moultan in Scinde, and of the habits of the Tartars of the Volga. When he tells us that the Nile flows from the east to Fostat [Cairo], he repeats the language of earlier writers who were thinking of the freshwater canal from Suez to Babylon. In a similar way his language on the Nile sources is suspiciously like certain of the Greek and Latin expressions, as to the mysterious river springing out of a cavern near the land of Zanzibar, in a place that could be approached, but never quite arrived at.

An Arabic wheel-map, that of Abu Ishaq al-Farisl al-lstakhri and Abu al-Qasim Muhammad ibn Hawqal (950 to 970). Re-oriented with North at the top, it clearly shows the strong tendency to geometrical stylization characteristic of the second period of Arab cartography. In the original, east was at the top, just as in the T-O maps of contemporary Latin Europe, but instead of the Earthly Paradise the Arab scholars knew enough to place in the Furthest East both China and Tibet. Note also how the tip of Africa points eastwards, a mistake which the Chinese geographers were the first to correct (from Needham after Reinaud).

Of all the countries of Islam, but especially of Mesopotamia and the region of Samarcand, Ibn Hawqal has clear and fairly accurate ideas. Very curious and valuable are his notices of the contemporary travels of the men of Tarsus, and of the inns or caravanerais reserved for them in every great city of Islam, as well as of the fire-temples still existing in Persia; of the trade and manufactures of the Levantine Moslems, and of the wealth of ports like Siraf, where "some traders were possessed of four millions of dinars, and some of more; and yet their clothes were like the clothes of hired laborers". To Ibn Hawqal, the pearl of the earth was Samarcand; although he draws a picture of peace and prosperity in almost every region from the Nile to the Oxus, and from the Taurus to the Pamir. But in Sogd there is something better than the best. "In all the world there is no place more delightful or more health-giving than these three: the Plain of Samarcand, the Oasis of Damascus, the Valley of the Aileh". But the last two do not satisfy Ibn Hawqal. "A fine prospect ought to fill the view completely, and nothing should be visible but sky and verdure." Now Damascus and the Aileh, though beautiful, are of small extent, and encircled by desert;

but the Sogd, for eight days' journey, is all full of gardens and orchards and villages, cornfields and villas, running streams, reservoirs, and fountains both on the right-hand and on the left; and if one stood on the old castle at Bokhara, one could not see anything but rich country as far as the eye could reach, even to the horizon, where the green of the earth and the azure of the heavens were united.

The people were suited to the land. They spent their money in improving the roads, in building caravanerais, in repairing bridges. "Such was the hospitality of the inhabitants, that one would imagine all the families of the land were but one house." In some dwellings the doors were nailed back against the walls, and had been so for a hundred years or more, so that no stranger should ever be denied admittance. Food and lodging were to be had for money in above 2,000 inns, without recourse to the generosity of private citizens; yet every peasant allotted a portion of his cottage for the reception of a guest, and the greatest pleasure of the owner was in persuading a stranger to accept his house. By contrast with this, we may notice how on another frontier of Islam, at Derbend under the Caucasus, life was less tranquil; for the savage Tartar enemies of the city, living all around it, were "as numerous as the waves of the sea that come up to its walls". Fortunately at Atel on the Volga, the townsmen had some allies - a Jewish king, a tribe of Christian Bulgarians, and a number of Mussulman merchants. But taken altogether, Ibn Hawqal's description portrays Islam at a time of singular prosperity. Even in Ferghanah, where Moslems were obliged incessantly to watch the motions of the Turkish hordes beyond Khokand, were groves and gardens and orchards, and flourishing towns with rich bazaars, many acres of land sown with corn, and furnished with windmills and watermills, that were not known in Europe until the first Crusade.

(Ibn Hawqal I, Topkapi Sarayi Müzesi Kütüphanesi, (A. 3343), Istanbul, Turkey.
bn Hawqal II, Bibliotheque Nationale, Paris, MS. Arabe 2214, fols. 52v-53.)



al-Kashgari's world map, 
from the Diwan lughat al-Turk, 1076 A.D.

This world map, oriented with East at the top, is from a unique manuscript of al-Kashghari's Diwan lughat al-Turk. Al-Kashghari was a Turkish grammarian of the 11th century A.D. whose world map appears as an illustration to his Turkish grammar. This itself is unusual, and the map is certainly unlike any other map in Islamic literature. The individual elements of the map, symbols, and so forth, are all very much the same as those that appear on any other Islamic map, but its concept is most unusual. Although it is a map of the world, it is centered on the Turkish-speaking areas of Central Asia, with other countries receding from them toward the circumference of the world circle. In addition the scale seems to be reduced as one gets nearer the edge of the map, so that one has the impression of a fish-eye representation of the globe with Turkestan magnified in the center. The colors are described in the original as gray for rivers, green for seas, yellow for deserts, and red for mountains. (The Millet Genel Kütüphansesi, Ali Emiri 4189, Istanbul.)


Ibn al-Wardi world map, 1001 A.D.
oriented with South at the top








devam ediyor

***


23 Şubat 2013 Cumartesi

ARABİSTANLI LAWRENCE VE Üçüncü Bin Yıl

EMİR FAYSAL VE LAWRENCE (sağdan ikinci)


İngilizler;  Hz. Muhammed’in anne ve babasının kabrini yok eden, Peygamberimizin kabrini yıkmayı isteyecek kadar sapkın bir mezhep olan Vahabi Mezhebinin (ki bu yıkıma Atatürk engel olmuştur) Arap yarımadasını ele geçirmesini sağlayarak; Arapların Osmanlıyı arkadan vurmasının temellerini atmıştır. 

Kendi dışında diğer mezhep inananlarını dışlayarak kâfir ilan eden Vahabi mezhebinin; bugün Kutsal topraklara sahip olması İngilizlerin sayesinde olmuştur. Haçlı zihniyetinin neler yapabildiğine en güzel örneklerden biridir Vahabilik mezhebi.
Bu mezheple ilgili en ilginç bilgi ise Saddam arşivlerinin Amerika’ya götürülüp tercüme edilmesi ile gün yüzüne çıkmıştır. 

Mart 2008'de Washington Post gazetesinde yayınlanan bu haberde Vahabiliğin kurucusu olan Şeyh Muhammed bin Abdülvahhab'ın dedesi Bursalı bir Yahudi. 

Washington Post'un köşe yazarı Al Kamen Pentagon'un; Saddam dönemine ait kamyonlarca yer tutan arşiv belgelerinden önemli bulunanları, İngilizce’ye çevirterek beş cilt halinde bir araya getirilmesini sağladığını yazdı. 

Tercüme edilen bu belgelere göre, Şeyh Abdülvahhab'ın dedesinin adı Süleyman değil Şulman'dı. 16. Yüzyılda Bursa'da yaşayan Yahudi bir tüccar olan Şulman, daha sonra Şam'a göç etti. Sakal bıraktı, Müslüman sarığı sardı; ancak büyücü olduğu suçlamasıyla Osmanlı yönetimi tarafından Şam'dan kovuldu.
Batı öteden beri; kendisi savaşmak yerine ülkeleri ve halkları birbirine düşman etmeyi ve onları savaştırmayı başarmıştır. Yüzlerce yıl Doğu topraklarını istila etme teşebbüsünde bulunan emperyalist Batı; savaşla elde edemediğini hile ile elde etmiştir. 

Batı akılcı, Doğu ise kadercidir. 

Bu yüzden Doğu insanlarını birbirine düşürmek için en iyi yöntem; din olarak belirlemiş ve bu konuda da başarılı olunmuştur. 

İngilizler; toplumları birbirine düşürme hedeflerini gerçekleştirmek için Arabistanlı Lawrence’den çok önce İngiliz ajan Humpher’ı görevlendirmişti. 

Humpher; kaleme aldığı hatıralarında görevini açıkça yazmış: 

“1710 yılında İngiltere Sömürgeler Bakanlığı beni Mısır, Irak, Hicaz ve Osmanlı Halifelik merkezi İstanbul’da casusluk yapmak ve gizli bilgiler toplamak için gönderdi. 

Benim görevim Müslümanları birbirine düşürmek ve sömürüyü İslam ülkelerine sokabilme yollarını aramak için yeterli bilgileri toplamak idi. Bu amaçla Ebu Hanife’den çok bildiğini ve ‘Sahih–i Buhari’ kitabının yarıdan fazlasının hiçbir işe yaramadığını iddia eden Abdülvahhab’la dost olmuştum; Sürekli olarak onu, Allah seni büyük bir dahi olarak yaratmış, sana Ali ve Ömer’den daha fazla akıl vermiş diye tahrik edip, eğer sen Peygamber zamanında yaşasaydın, kesin olarak onların yerine geçerdin diyerek yüreklendirdim.”

Batının 1700’lü yıllardaki istila ve sömürü isteği; günümüze kadar artarak devam etmiştir. 

Her biri emperyalist Batı’nın ajanı olarak çalışan misyonerlerin başkanı Samaul Zouimer; sömürgeci Hıristiyanların fikirlerinde bir değişiklik olmadığını 1935 yılındaki beyanında açıkça göstermiştir: 

“Sizden Müslümanları Hıristiyan yapmanızı istemiyorum. Sizin asıl göreviniz Müslümanları İslam’dan uzaklaştırmaktır. Eğer bunda başarılı olursanız, İslam memleketlerinin sömürge haline gelmesi için fetih yollarını aşan ileri karakollar kurmuş olursunuz”
Mehmet Ali Ağca’nın suikast girişimine maruz kalan Papa II. Jean Paul 24 Aralık 1999’da Vatikan’ın; diğer dinler ve özellikle İslam dini ile ilgili düşüncesini; 

“Birinci bin yılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı, ikinci bin yılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda ise Asya’yı Hıristiyanlaştıralım”  diye çok güzel bir şekilde özetlemiştir. 

455 yıl sonra İtalyan olmayan birini neden Papa yaptıkları da bu açıklama neticesinde anlaşılmıştır. 

Amerikan Başkanı Bush; Papa’nın bu isteğini 11 Eylül saldırısından sonra Afganistan ve Irak işgali için “Haçlı Savaşı” ismini verdiği katliamlarla yerine getirmiştir. 

Türkiye için de durum farklı değildir. 2000 tarihi ile başlayan üçüncü bin yıldan bu yana; Türkiye’nin “Ilımlı İslam” adı altında İsevileştirme programı, hızla devam etmektedir.

Emperyalist Batının radikal İslam’ı yaratması ve ardından radikal İslam’ın “Ehlileştirilmesi” anlamına gelen Ilımlı İslam’ı bize dayatması; Doğunun kilidi olan ve en son Haçlı savaşları yenilgisini tatmalarını sağlayan Türkiye’den başlamıştır. 

Atatürk; Batının din argümanını kullanarak ülkeleri ve toplumları birbirine düşürme, sonrasında da “Sömürge” haline getirme konusundaki başarısını görmüş ve dinin siyasete alet edilmemesi için devlet yapısının temelini “Laiklik” üzerine oturtmuştur. 

Emperyalist Batının Atatürk’ten ve laiklik ilkesine olan bağlılığımızdan rahatsızlık duymasının nedeni budur. Haçlı zihniyeti; kendilerine son “Cihat” yenilgisini tattıran Atatürk’ten ve laik Türkiye Cumhuriyetinden intikamını “Ilımlı İslam” ile almaktadır.

“Ilımlılık” kavramı ilk olarak Komünizm üzerinde denenmiş ve başarılı olmuştur. 

Gorbaçev ile hayata geçirilen perestroika (yeniden yapılanma) komünizmin ılımlaştırılmasından başka bir şey değildir. Perestroika (yeniden yapılanma) ve glasnost (açıklık) ile komünizm; komünizm olmaktan çıkartılmış ve ardından da Sovyetler dağılma sürecine girmiştir. Ilımlı İslam ile İslam dini de İslam olmaktan çıkartılmaya ve İsevileştirilmeye çalışılmaktadır.

Bugün adına Batı tarafından “Arap Baharı” denen “Sözde demokrasi getirme” işlemi de gene emperyalistlerin Müslümanı Müslümana düşürme oyunundan başka bir şey değildir. 

Baharın uğradığı yerlerde kan, gözyaşı, şiddet ve ölüm hala hüküm sürmekte, komşu komşusunu katletmektedir. Bir Müslüman hele de komşusu olan, şahsi herhangi bir sürtüşmesi dahi bulunmayan bir başka Müslümanı sırf siyaset adına katlediyorsa orada insanlar İslam’dan uzaklaşmış demektir. 

Zira Müslümanların savaşta bile uyması gereken; elinde silah olmayanlara, kadınlara, çocuklara dokunulmayacak, gerekmediği müddetçe bitkilere bile zarar verilmeyecek gibi kurallar emperyalist Batının tuzağına düşmüş Müslümanlar tarafından yok sayılmaktadır.
İşin trajikomik yanı ise Batıya demokrasiyi getirmesi için yardım eden Suudi Arabistan, Katar gibi işbirlikçi ülkelerin demokrasiden nasibini almamış olmalarıdır.

Bu durum ise bana Giordano Bruno’nun bir sözünü hatırlatmaktadır: 


“Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı’yı kullanır”



Şebnem Özbek 
Açık İstihbarat , 21/09/2012




ATATÜRK SÖYLEV'İNDE;

“Araplar'ın Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip sözde istiklal kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok acılı bir durumdur. Araplar'ın arasında mevcud olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. 

Biz bilindiği üzere birkaç sene Araplar'dan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyet’in mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki; buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet'e lakayt olmakla itiham edildik. 

Fakat bu ittihamlara rağmen peygamberin son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin, Selahaddin'in idaresi altında, uğrunda Hıristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allah'ın inayeti ile kuvvetliyiz. 

Avrupa’nın bu mukaddes yerlere el koymak için yapacağı ilk adımda bütün İslam aleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur”

İngilizler 1914 yılı Aralık ayında Türk dostu saydıkları Hidiv Abbas Hilmi Paşa'yı yönetimden uzaklaştırarak, Mısır ve Süveyş Kanalı'na tamamen egemen oldular. Bahriye Nazırı ve 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa'nın, 14 Ocak 1915'te 14.000 deveyle iki koldan Süveyş Kanalı'na yaptığı harekât ( 1.Kanal Savaşı ) başarılı olamadı. 4 Şubat 1915'te Birüsseba - Gazze'ye geri dönüldü. 1916 yılında Süveyş Kanalı'nı almak için 2. Kanal Harekâtı yapılırken, Mekke Şerifi Hüseyin İngilizlerin kışkırtmasıyla Osmanlı Devletine karşı ayaklandı. Ayaklanmanın bastırılması için 4. Ordu'dan bir kısım birlikler Hicaz'a gönderildi. Ordunun geri kalan kısmıysa, Gazze-Şeria-Birüsseba hattında savunmaya çekildi. 1917 baharında İngilizler, Gazze'ye saldırdı. 1. ve 2. Gazze Savaşları yapıldı. İngilizler Türklerin kahramanca savunması karşısında çekilmek zorunda kaldılar.

Takviyelerini artırmaya başlayan İngilizlerin Filistin Cephesinde toplanmaları üzerine, Cemal Paşa'nın uyarısıyla Yıldırım Ordularının Irak cephesinde kullanılmasından vazgeçilerek Filistin ve Suriye'de kullanılması kararlaştırıldı. Aynı yıl 7. Ordu Komutanlığına atanan Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Ordular Komutanı General Falkenhayn ile anlaşamadı. Harbin yönetimini tenkit eden iki rapor yazarak 6 Ekim 1917'de komutanlıktan istifa etti. Savaş hazırlıklarını tamamlayan İngilizler, 24 Ekim 1917'de 138.000 askerle taarruza başladılar. Birüsseba-Gazze Savaşı'nı kazandılar. 9 Kasım 1917'de Kudüs düştü. General Allenby komutasındaki İngiliz kuvvetlerinin Mart 1918 başı ile 18 Mayıs arasındaki Telazur, 1. ve 2. Salt - Amman taarruzları başarıyla durduruldu. 1918 yılında Falkenhayn'ın yerine Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığı'na General Liman Von Sanders atandı. 7. Ordu Komutanlığına Mustafa Kemal Paşa yeniden döndü. Yığınaklarını artıran ve mevcudu 460.000'e yükselen İngiliz ordusunun 19 Eylül 1918'de Filistin'de başlattığı taarruz hızla gelişti ve Filistin tamamen İngilizlerin eline geçti.

Yıldırım Ordular Komutanı, Halep'te savunma düzeni kurma görevini Mustafa Kemal Paşa'ya bırakıp, Adana'ya gitti. 

Mustafa Kemal bir yandan İngilizlerle, diğer yandan Arap silahlı çeteleriyle mücadele etmek zorunda kaldı. Halep'in kuzeyinde bir savunma hattı kurup İngilizleri durdurmayı başardı. 31 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi'nden bir gün sonra Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığı'na atandı.


AYRICA  "MUSTAFA YILDIRIM 58.GÜN" KİTABINI TAVSİYE EDERİM. (tıklayın)





Arabistanlı Lawrence / Lawrence Of Arabia

Yönetmen: David Lean , 1962 İngiltere
Senaryo yazarı: T.E. Lawrence, Robert Bolt, Michael Wilson
Oyuncular: Peter O’Toole, Alec Guinness, Anthony Quinn, Jack Hawkins, Omar Sharif

T.E. Lawrence, Kuzey Afrika’da konuşlanmış İngiliz ordusunda görevli genç bir teğmendir. İstihbarat bölümünün harita kısmındaki pozisyonundan mutsuz olan Lawrence, bugün Suudi Arabistan olan bölgede araştırma görevi teklif edilince heyecanla kabul eder. Bölgede savaşmakta olan Arap ordusunun komutanı olan Prens Feisal’ı gözlemlemekte olan Lawrence, bir süre sonra bölgede kalarak Prens’e yardım etmeye karar verir…

Tarihin en ünlü casuslarından biri olan Lawrence, Araplar’ı Osmanlılar’a karşı kışkırtıp, Arap topraklarına batılı medeniyetlerin girmesine ön ayak olmuştu. O dönemin tarihinde önemli yeri olan T.E. Lawrence’ın anılarından gazeteci Jackson Bentley’in araştırmalarıyla sinemaya aktarılan Arabistanlı Lawrence, 1963 yılında 10 dalda Oscar’a aday gösterilmiş, en iyi film ve en iyi yönetim dalları başta olmak üzere 7 dalda ödüle layık görülmüştü…


TÜRKÇE DUBLAJ İZLEMEK İÇİN TIKLAYIN:




OSKARLARI NEYE GÖRE DAĞITTIKLARINI İYİ KAVRAYIN..!!! 


DEĞİŞEN BİR ŞEY VAR MI ? 

50-100 SENEDE BİR AYNI OYUNLAR SAHNEDE, BIKMADILAR....
BİZLER DE SEYİRCİ OLARAK BIKMADIK....MI ?????
KURUSUN ARTIK KÖKLERİ.



Lawrence ve Gertrude Bell ile ilgili başka bir yazı için tıklayın:


SB.

***



6 Ağustos 2012 Pazartesi

58 GÜN – Mustafa Kemal ile Filistin’den Anayurdun Dağlarına



58 Gün, basında tanıtımına rastlayamayacağınız, 
adeta gizli bir sansüre uğrayan, 
545 sayfa olmasına rağmen 
kısa sürede okuyacağınız, akıcı ve sürükleyici bir roman.





58 Gün’de yurtsever ve onurlu bir Türk kumandanıyla; Mustafa Kemal’le Nablus’tan başlayıp, Şeria ırmağının karanlık sularına, Aclun dağlarından Şam’a ve nihayet Anadolu’ya uzun bir yürüyüşe çıkacaksınız. Açlığın, susuzluğun, hastalığın, bin bir türlü kahpeliğin, ihanetin yenemediği vatan aşkını hissedeceksiniz yüreğinizin derinliklerinde. 

Emperyalizm, ete kemiğe bürünmüş, başında kefiyesi, üstünde İngiliz üniforması, elinde cembiyesiyle dikilecek karşınıza. Genç Türk subaylarının, neferlerinin ölüme meydan okuyan kahramanlıklarıyla gurur, hanedanın Mondros limanında emperyalizmin önünde diz çöken teslimiyetiyle utanç duyacaksınız.


Bu uzun yürüyüşün amacı; anavatanı, asıl ve asil Türk vatanı Anadolu’yu savunmaktı. Mustafa Kemal kaçınılmaz sonu görmüş, yaklaşan yenilgi ve istilayı ancak anayurdun dağlarında göğüsleyip durdurmanın mümkün olduğuna inanmıştır. Ve bu amaç için yapılması gerekenin, orduyu en az kayıpla anayurdun dağlarına ulaştırmak olduğuna karar vermiştir.


58 Gün, Kuvayı Milliye destanının hiç yazılmamış, ilk kıvılcımlarının belge-romanı. Okuyunca da göreceksiniz ki bu insanların hiçbiri gurur budalası, maceracı veya çılgın değillerdi. Yaşamak için, namusları için, onurlu bir gelecek için dövüştüler. 

Ve kazandılar…





KİTAPTAN :

24 Eylül 1918 / Damiye Köprüsü - Şeria Vadisi

-"Çarpışma yok ! Bunlar nehrin ötesine geçmek üzere bir bedeviyi rehber edinmişler. Karşıya geçer geçmez Anzakların içine götürmüş bizimkileri. Bizim süvari alayından da haber yok."

Sıcak hava birden soğuyuvermişti. Arkalarından biri ..."bu topraklar bundan böyle bize dost değil !" dedi.



26 Eylül 1918 / Zerka - Amman

-"Türk garnizonu Amman'dan ayrılıyor" uzaklaşan tayyarenin ardından "Thanks a lot !" diye bağırarak atını gerilere sürdü. 2.Hafif Süvari Tugayı komutanı General G.de L.Eyrie otomobilin arkasında, kasketini alnına eğmiş uyuyordu. Otomobil durunca uyandı ve teğmenin uzattığı kağıdı okudu : 

"Bu iyi ! Zor olmayacak ! Amman'ı da alırsak Lawrence ve Emir Faysal'ın önü açılacak. Hem batıdan, hem de doğudan Türklerin önünü kesebiliriz artık !" diye söylendi.



30 Eylül 1918 / Şam Bahçeleri

-Silahlar patladıktan sonra çoğu, Kahire'deki misyonun kapısından arkeolog olarak girmişler,üniformalı askeri danışman, eğitimci ya da tüccar olarak çıkıvermişlerdir. Tüccarlar her devrin adamını oynarlar savaşta.

-Osmanlının el yordamıyla ve eski yöntemlerle kurmaya çalıştığı şanı büyük gizli teşkilatının uygulamaya çalıştığı eski oyunlara benzemez bu oyun. Londra'da ünlü üniversitelerden devşirilmiş ve özenle eğitilmiş kadrolarca yönetilir. Sosyolojik incelemelere, arkeolojik yolculuklarda kurulan yakın dostluklara dayandırılır. Yerel kadrolarını kolejlerden, misyoner örgütlenmesinden devşirir. Büyük para isteyen bu oyun, Londra ve İsviçre bankerlerinin, elmas kulüplerinin , petrol kumpanyalarının yardımıyla oynanır.

-Oyunun ara perdesi Şam'da oynanacaktır. Rol yapma gereği duymayan ve maskelerini bir yana atan gerçek kişilerce!



10 Kasım 1918 / Adana

-Lokomotif treni Adana'dan ayrılıyordu, Kumandan bir an durakladı ; tren düdüğünün keskin sesini bastırmaya çalışarak içinden bağırdı :

"O karanlıkta Şeria nehrini nasıl geçtiysek, bu karanlıktan da geçeriz.! Bakalım bu yol bizi daha.." Sözün gerisi, tekerlerin çelik raylara vuruşu arasında dağılıp gitti. Yerine oturdu, başını cama çevirdi. Yarım kalan sözünü "Nerelere götürecek?" diyerek tamamladı. 

Ovanın karanlığına girerlerken "Çare yok ! Karanlığı yakmak için, bir kıvılcım çakmalı !" dedi.









"Almanlar kaçarken, Yahudi Tugayı, Fransız Tugayı, İngilizler, Kanadalılar , Avustralyalılar, Yeni Zelandalılar Türkleri asker-sivil katleder...Ortadoğu'daki işgale en çok direnen Türklerdir ve bugün de işgale izin vermemelidir."

58 Gün Mustafa Kemal ile Filistin’den Anayurdun Dağlarına
Mustafa Yıldırım - video












Kara günler yeniden gelip çattı…  
Korkuya yer yok!..  
Yılgınlık hiç gerekmez!..  
Nihayetinde, Ulus Dağı’na çıkılacak! 
Ve yine bir ateş yakılacak!..” 

Mustafa Yıldırım  








Mustafa Yıldırım'ın derin araştırmasıyla günü gününe ortaya çıkarılmış, ayrıntılanmış ve sonunda da nefis bir roman çıkmış. Okurken kendinizi Mustafa Kemal’in yanı başında hissedeceksiniz.







ATATÜRK SURİYE'DE








SB.