Translate

HAKKARİ TAŞLARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
HAKKARİ TAŞLARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ocak 2014 Pazartesi

HAKKARİ/İSKİT/ORTA ASYA - TÜRKLERDE BALBAL/TAŞBABA




Soldan sağa:
*İskit (çizimler), MÖ. 600-300 , Ukrayna
*Hakkari Taş Steller , MÖ.2000
*Orta Asya Türk Taşbaba 6.-7.yy, 


From left to right:
*Collection of drawings of Scythian stelae, ranging from c. 600 BC to AD 300, Ukraine
*Hakkari Stel, 2000 BC ,Turkey
*Central Asia Turkish Baba, 6th-7th c AD, 


.......


Veli SEVİN 
BELLETEN, 243, Cilt: LXV - Sayı: 243 - Yıl: 2001 Ağustos

1998 yılında Hakkari kent merkezindeki Ortaçağ Kalesinin kuzey etekleri üzerinde 13 adet taş stel bulundu. Yükseklikleri 0.70 m. ile 3.10 m. arasında değişen bu stellerin yalnızca bir yüzleri işlenmiştir. Stellerden 11 tanesinde suspansuar (codpiece) giyimli çıplak erkekler resmedilmiştir. Bellerinde enli bir kemer vardır. Bunun üzerine daima aynı türde bir hançer asılıdır. Figürler her iki ellerinde bir kap tutarlar. Bunun deriden bir tulum (skin) olduğu anlaşılır. Steller üzerinde, çok sayıda balta, hançer, bıçak ve mızrak gibi madeni silahların yanında, dağ keçisi ve geyik gibi yabani hayvan ile insan figürlerine yer verilmiştir. Yurt tipi bozkır çadırlarının varlığı dikkat çekicidir. Stellerden ikisi farklı özelliktedir ve kadınlara ait oldukları sanılır.

Hakkari stelleri farklı yerel ustalarca ve fakat belli ikonografik kurallar göz önünde bulundurularak yapılmışlardır. Bunlar çadırlarda yaşayan güçlü bir yönetici sınıfa (ruling elite ) aittir.Yanlarındaki balta ve hançer gibi silahların tipolojik özelliklerinden M.Ö. 2. binyılın ikinci yarısı içlerine ait oldukları anlaşılmaktadır.

Bu türlü taşlar eski Anadolu ve Yakın Doğu’da fazla görülmezler. Buna karşılık M.Ö. 3. binyıldan M.S. 12.yüzyıla kadar geçen uzun sürede Avrasya steplerinde yüzlerce örnekle temsil edilirler. Özellikle, aralarında uzun bir zaman farkı olmakla birlikte, Orta Asya’ nın Göktürk dönemi anthropomarf mezar taşları ile her iki elde tutulan bir kap nedeniyle yakın ilişkiler kurmak mümkündür.


BELLETEN, 243, Cilt: LXV - Sayı: 243 - Yıl: 2001 Ağustos // ayrıntılı: LİNK


...




in Russian language about Turkish stels:




İSKİT TAŞBABA MÖ. 5.yy / Man statue. Scythians. 5th century BC - Archaeological museumof the Archaeology institute NAS of Ukraine.

***



"Zwischen dem bosporanischen Reich und den Skythen der Krim bildeten sich im 2.Jh.v.Chr.enge Verbindungen, die durch dynastische Ehen swischen den Vertretern der beiden Staatenbildungen untermauert wurden.

So heiratete Kamnasarya, eine Köningin von Bosporos, einem adligen Skythen namens Argotas. Senamotis, die tochter des Skythenkönings Skiluros, nahm sich den Bosporaner Herakleides zum Mann.

Der gemeinsame Hauptfeind von Skythen und Bosporaner, dessen Druck die bisherigen Gegner zur friedlichen Koexistenz brachte, waren anscheinend die benachbarten sarmatischen Stämme."


Mithradates VI.Eupator, der Bosporos und die sarmatischen Völker
Olbrycht Marek J.





Eski Gürcistan Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili'nin Annesi Prof. Dr. Giuli Alasania “Gürcüler ve İslâm Öncesi Türkler"kitabında Gürcü Arşivlerinde ki çok ciddi belgelere dayanarak İskitlerin Türk olduğunu net bir şekilde ifade ediyor.

Ayrıca kitapta İslâmiyet’i kabulden önceki Türk-Gürcü ilişkilerini ele alıyor ki, bu sahada yapılan çalışmaların ilki diyebiliriz. Gürcü tarihinin eski oluşunu ve istikrarlı alfabesini göz önüne getirirsek, Orta Asya Türk tarihi için Çin kaynakları ne ifade ediyorsa, Kafkas bölgesi için Gürcü kaynakların aynı değerde olduğunu anlarız. Eserde Gürcülerin Hunlarla, Hazarlarla, Kıpçaklarla, İskitlerle ilişkileri anlatılıyor.

İskitlerin Türk olup olmadığı tartışmasında, Gürcü kaynaklarında çok önemli bilgiler var; Gürcüler İskitleri Türk kabul etmişlerdir. 

“Gürcüler ve İslâm Öncesi Türkler” için 300 dolayında Gürcüce ve Rusça kaynak kullanıldığını söylersem çalışmanın ciddiyetini her hâlde anlatmış olurum................/ BASIN




Giuli Alasania, Gürcüler ve İslam Öncesi Türkler
Çev. Nanuli Kaçarava- Karen Yayınları, Trabzon-2013

Turgay KABAK.............. / LİNK





Scythian kamennaya baba from Ol'chovcik Oblast Doneck (Tachtay) Height 26.4 ,n. (0.67m.) A helmet, short sword and whip hanging from the belt are recognizable from the front, armed warriors with neck rings.
 (for image link:)




İSKİT TAŞBABA MÖ.5.yy, And Kadehi ile





// SKYTHEN SİND DİE TÜRKEN
// İSKİTLER TÜRKTÜR
// SCYTHIANS ARE THE TURKS



















9 Ocak 2013 Çarşamba

Anadolu Türklerin ikinci yurdu değildir, Anadolu Türklerin anayurdudur...ve Türk Ordusu




Okullarda bizlere, Türklerin Anadolu’ya, 1071 yılında Malazgirt zaferiyle hâkim oldukları ve Göktürk Devleti’nin tarihte kurulan ilk Türk Devleti olduğu öğretildi. Ancak yapılan yeni araştırmalar, Türklerin Anadolu’ya ilk olarak M.Ö.7. ve 6. yüzyılda geldiklerini gösteriyor. (aslında daha da gerilere giderek, Türklerin öz be öz vatanı olduğu kanıtlanmıştır. -SB.)

DYAP (Doğu Anadolu Yüzey Araştırmaları Projesi)’nin proje Başkanı Doç. Dr. Alpaslan Ceylan, bu tezi savunanlardan birisi ve verdiği bir demeçte şu açıklamayı yapıyor: 

“… Erzurum’un Karayazı ilçesindeki Cuni mağarasındaki kaya resimlerinde Oğuz boylarına ait bazı damga mühürler yer alıyor. Kars’ın Kağızman ilçesinde de geçen yıl ortaya çıkardığımız ve Milattan sonra 4. ya da 5. yüzyıla ait olduğu tahmin edilen kaya resimleri, runik harfler de Türk tarihi açısından çok önemli bulgular. Ayrıca Hakkâri stelleri gibi onlarca tarihî ve kültürel bulgu, Türklerin Anadolu’ya geliş tarihiyle ilgi önemli ipuçları veriyor. Atalarımız M.Ö 7. ve 6. yüzyıllardan itibaren geldikleri Anadolu’da kalıcı olmuşlardır.”

Göktürk Devleti’nin “ilk Türk adını taşıyan devlet” olduğu tezini çürüten, Afyon Kocatepe Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ekrem Memiş’in açıklamaları da aynı doğrultuda:

“Anadolu Türklerin ikinci yurdu değildir. Anadolu Türklerin anayurdudur. Anadolu’da bundan 8 bin yıl önce de Türk devletinin varlığı belgelerle kendini gösteriyor. Bu yanlış, öğrencilere öğretiliyor. Elimizdeki metinler M.Ö.2200’lere ait bir olayı anlatıyor. Akat Kralı Mezapotamya’dan gelmiş. Fırat nehrini aşarak Anadolu’ya geçmiş. Anadolu’da o zaman küçük küçük şehir devletleri var. Bu küçük şehir devletlerinden 17’si Hatti Kralı Pampa’nın önderliğinde bir araya gelmişler ve Akat Kralı’na karşı vatanlarını korumak için mücadele etmişler. Bu 17 kraldan biri de çivi yazılı metnin 15. satırında geçen Türki Kralı İlşu-Nail’di. 

Burada geçen Türki kelimesinin Türk olduğuna şüphe yok. 2 bin yıl da buradan koyduğumuzda 4 bin 250 yıl önce Anadolu’da Türk kavmi olduğu gerçeği karşımıza çıkıyor.”

Prof. Memiş, Anadolu’nun en eski sahiplerinden Hurriler’in devamı olan ve milattan önce binlerde yaşayan Türki Krallığı’nın “Türk adını taşıyan ilk devlet” olduğunu vurguluyor.
Bin yıllık ata yurdu Anadolu’nun, esasında binlerce yıllık Türk yurdu olduğunu Mustafa Kemal Atatürk’ün sözlerinden de öğreniyoruz.

“Bu memleket, (ANADOLU) dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir müstesna mevcudiyetin ‘Yüksek tecellisine’ sahne oldu. Bu sahne en aşağı yedi bin senelik öz Türk yurdu ve Türk beşiğidir…"

Peki, binlerce yıllık tarihe sahip olan Türklerin, ordusu ne zaman ve nasıl kuruldu? Gelin bunu da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin internet sitesinden öğrenelim.

“Türklerin gerek Orta Asya’da gerekse Orta Asya dışındaki geniş sahalarda ve çeşitli yabancı kavimler üzerinde hâkimiyet kurmaları ancak güçlü orduları sayesinde olabilmiştir. Kişi olarak askerliğe gönül veren Türkler tüm dünyaya ordu-millet olduklarını kanıtlamışlardır. Göktürk Kitabeleri’nde belirtilen tanrı vergisi askerlik görevi, Türklerin bütün zamanlarda ülküsü kabul edilmiştir.

Türk Ordusu’nun ve Türk Kara Kuvvetleri’nin ilk kuruluş tarihi MÖ 209 yılıdır. Asya Hun İmparatoru Mete tarafından kurulan ordu, aynı zamanda da ilk teşkilatlı Türk ordusudur. Mete Han tarafından kurulan ilk daimi Türk ordusu 10′lu teşkilat sistemine göre oluşturulmuştur. Bu teşkilatta en büyük birlik 10.000 kişilikti ve bu birliğe “tümen” adı veriliyordu. Tümenler de 1000′li, 100′lü ve 10′lu olmak üzere kademeli olarak küçülen birliklere ayrılıyordu. Söz konusu bu teşkilat, ufak değişikliklerle bütün Türk devletlerinde varlığını sürdürmüştür.

Türk Deniz Kuvvetleri’nin tarihi, Anadolu Selçuklu Devleti ile başlamıştır. 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonraki yıllarda Türkleri açık denizlerle tanıştıran ilk öncü beyi Emir Çaka (Çağa Bey) Bey zamanında ilk Türk donanması denize indirilmiştir. (1081) Çaka Bey’in Bizans donanmasını yendiği Koyun Adaları Zaferi’nin tarihi olan 19 Mayıs 1090, Türk Deniz Kuvvetlerinin kuruluş tarihi olarak kabul edilmiştir. 1401 yılında da Gelibolu Deniz Üssü tamamlanmıştır.

Türk Hava Kuvvetlerinin tarihi ise, 1 Haziran 1911′de kurulan “Tayyare Komisyonu” ile başlamıştır.

Anadolu Selçuklu Devleti, ömrünü tamamladığında yerini Anadolu Beyliklerine bırakmış; bu beylikler arasında Osmanlı Beyliği, kısa sürede en kuvvetlisi hâline gelmiş ve gazilerden kurulu beylik ordusu, İmparatorluk zamanında yeniçeri ve tımarlı sipahilerden oluşan yeni bir daimi orduya geçilmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu, en zayıf döneminde Birinci Dünya Savaşı’na katılmış, dünya coğrafyası ve siyasal düzeni üzerinde yaşamsal rol oynayan Çanakkale Muharebeleri, Türk milletinin yeniden doğuşunu simgelemiştir. Birlikte yola çıktıkları müttefiklerinin yenilgisi, Osmanlı İmparatorluğunun da sonu olmuş, ülke toprakları işgal edilerek ordu dağıtılmıştır.”

Mondros Ateşkes Antlaşması hükümlerine göre silahları alınıp dağıtılan Osmanlı ordusu, işgalci devletler ve Damat Ferit Paşa hükûmeti tarafından antlaşma hükümlerine uymak zorunda bırakılmıştır. Terhis edilen Osmanlı Ordusu’nun yerine, millî güçlerden oluşturulan bir direniş örgütü olan Kuva-yi Milliye Hareketi ortaya çıktı.

Kuva-yi Milliye, Anadolu’nun ilk silahlı direniş gücüdür. Anadolu’nun işgali üzerine başlayan ve bağımsızlık mücadelesi veren Kuva-yı Milliye’ ye, Osmanlı askerleri de katılmışlardır. Bağımsız yerel yönetimlerde dağınık olarak faaliyet göstermelerinin yarattığı sıkıntılar sonucunda, Atatürk’ün girişimiyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşundan sonra bir araya getirilmiş ve 1. İnönü savaşında da düzenli bir orduya dönüştürülmüştür.

İşte bu tarihte eşi ve benzeri olmayan Türk Ordusu; MÖ 201 yılında gerçekleştirdiği Tatung-Fu (Çin Sındığı) savaşının ardından, Malazgirt Zaferi ile Anadolu topraklarına silinmesi mümkün olmayacak bir damga vurmuş, İstanbul’un fethi ile çağ açıp-çağ kapatmış, Çanakkale’de yazdığı destanlarla Anadolu’yu geçilemez kılmış, Sakarya Meydan Muharebesi ile Anadolu’nun tüm yollarını düşmanlarına kapatmış ve nihayet Büyük Taarruz-Başkumandanlık Muharebesi’nde elde ettiği zaferle şanlı tarihini taçlandırmıştır.

Türk ordusu ve yirminci yüzyılın en büyük asker ve devlet adamı olan Mustafa Kemal ATATÜRK

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından tarihe karışan Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarında, sonsuza dek sürecek Türk Cumhuriyeti’nin temellerini atmışlardır.

Beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, 2 bin yıllık tarihi geçmişi olan bir Ordu’nun askerleri kurmuştur…

Bu gerçeği hiç kimse inkâr edemez

***
Kozmik Oda ile başlayan Ordu’yu yıpratma süreci, sözde Balyoz Davası sonucunda çıkan mahkûmiyet kararlarıyla en üst seviyeye çıkartılmıştır. Orduyu sindirme ve vesayet altına alma siyaseti, fırsat kollayan iç ve dış düşmanları cesaretlendirmektedir. Yabancı basında Türk Ordusu ile ilgili olumsuzluk içeren haberlerin yer aldığını, basınımızdan öğreniyoruz.
Cumhuriyetimizin 89. Yılını kutlamaya hazırlandığımız bu günlerde, güçlü bir orduya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız vardır.

Türk Ordusu siyasetin dışında kalmalıdır, buna bir itirazımız yoktur ancak; Türk Silahlı Kuvvetleri, iç ve dış düşmanlarımıza karşı tek caydırıcı unsurumuzdur. Orduyu yıpratarak bir yerlere varılamaz.

Türk Milleti, Ordusu ve milletiyle bir bütündür…
Bu bütünü kimse ayıramaz…
Yeter ki biz ordumuza güvenmeye ve destek vermeye devam edelim…

Tülay Hergünlü
21.10.2012
Hakimiyeti Miiliye



SB.

12 Aralık 2012 Çarşamba

UYGARLIK DOĞUDAN DOĞAR - URARTULAR

Altıntepe'de bir Duvar Resmi


Urartu Devleti'nin bilinen ilk kralı, başkent Arzaşkun'da oturan Aramu'dur. IX.yüzyılın ortalarında yaşayan bu kral ve başkenti hakkında fazla bilgi yoktur. Ondan 12 yıl sonra tahta, başka bir sülaleden gelen I.Sarduri (840-830) çıktı. Bu zamanda devletin başkenti Van Ovası içindeki yalçın kayalığın üzerinde kurulmuş bulunan ve Asurlular'ın Turuşpa dediği Tuşpa'ya taşınmıştı. I.Sarduri'nin oğlu İşpuini (830-810) , Minua (810-785/80) , I.Argişti (785/80-760) ve II.Sarduri (760-730) dönemlerinde Urartu Devleti'nin gücü doruğuna ulaştı. 

Ülkenin en geniş sınırları kuzeyde Ermenistan ve Güney Gürcistan'a ,kuzeybatıda Erzincan'a, güneydoğuda Urmiye Gölü'nün güney kıyılarına , barıda Fırat ırmağı ve Toros silsilelerine, doğuda da Hazar Denizi yakınlarına değin uzanıyordu. Hatta I.Argişti 780lerde Malatya'ya karşı yaptığı bir seferde Tuatte oğullarının ülkesi yani Tabal'dan söz eder ki, bu ifade Urartu etkisinin Fırat'ın batısına değin yayıldığının kanıtı olabilir. 

Ele geçirilen ülkelerde askeri ve ekonomik amaçlı pek çok kent kurulmuştu. Minua merkezi bölgede , Kevenli, Yukarı Anzaf, Körzüt ve Aludiri'yi (Patnos) , batıda Şebeteria (Palu) ,doğuda Urmiye Gölü'nün güneyinde inşaasına babasıyla ortaklaşa giriştikleri Kalatgah ve Meşta ile kuzeyde , Iğdır Ovası içinde , kendi adını verdiği Minuahinli'yi (Karakoyunlu) kurdu.

I.Argişti Aras ırmağının kuzeyinde Erebuni (Arin Berd) ve kendi adını verdiği Argiştihinli'yi (Armavir Blur) ;
II.Sarduri ise Van bölgesinde , kendi adıyla anılan Sardurihinli (Çavuştepe) ile batıda , Fırat kıyısındaki Tumeişki (Habibuşağı) ve doğuda da İran Azerbaycan'ında ve Tebriz'in kuzeyindeki Libliuni'yi (Seqindel) ülkelerine yeni birer merkez olarak kazandırmışlardır. 

VIII.yüzyılın ortalarına gelindiğinde Urartu'nun etki alanı Torosları aşıp Suriye'ye doğru genişlemeye başlamıştı. Kral II.Sarduri, Arpad, Melid, Gurgum ve Kummuh gibi Geç Hitit beylikleriyle bir koalisyon kurup Asur kralı III. Adadnirari'nin oğlu, güçsüz kral V. Assurnirari (754-745) yenilgiye uğratılmıştı.

Ancak bu arada bir darbe ile tahta çıkan yeni Asur kralı III.Tiglath-pileser (745-727) 743 tarihinde II.Sarduri'yi ,koalisyon ordularıyla birlikte Adıyaman-Gölbaşı yöresinde bozguna uğratınca Urartu egemenliğine büyük darbe vuruldu ; hatta 735'te başkent Tuşpa'nın kuşatıldığından söz edilmekle birlikte bu savın doğruluğu kuşkuludur.

II.Sarduri'den sonra tanta çıkan I.Rusa (730-713) döneminde Urartu güneyden Asur kralı II.Sargon'un (721-705) , kuzeyden de göçebe Kimmerler'in saldırısına uğradı ; kutsal kent Muşaşir Asurluların eline geçti (714) ; ülkenin kuzey sınırları ise Kimmerlerce talan edildi. Kral I.Rusa bu felaketlere dayanamayıp yaşamına son verdi.

Anadolu VIII.yüzyılın sonlarından itibaren büyük bir sıkıntı yaşamaya başladı. Sorun, kuzeyli göçebelerin kaosa yol açan akınlarından kaynaklanıyordu. Kimmer (Asurca Gimmeri) adını taşıyan bu insanlar XV.-XIV yüzyıllardan VIII.yüzyılın ilk yarısına değin Volga nehrinden Karadeniz'in kuzeyine doğru yayılan alanda yaşıyorlardı. Genellikle Hint-Avrupa kmkenli ve Trakyalıların bir dalı olarak kabul edilen Kimmerler çeşitli boylar halinde göçebelerden oluşmaktaydı. VIII.yüzyılın ortalarında, doğudan gelen İskitler'in topraklarına girmeleri üzerine yerlerinden oynayarak güneye doğru hareketlenip Traskafkasya üzerinden Doğu Anadolu'ya girdiler. VIII.yüzyılın son on yılı içinde Urartu Devleti'nin sınırlarına dayandılar. Yeni süvari taktikleri ve yeni türde çok etkili yay ve okların da yardımıyla Anadolu'da yüz yıl kadar sürecek bir terör çağını başlattılar.

Yaşadıkları ülkenin kayalık yapısı ve sert iklim koşullarına ayak uydurmayı başaran Urartular'ın en büyük ve özgün çalışmaları bayındırlık alanında olmuştur. Çünkü, büyük kaleler ve kentlerle buralarda yaşayacak tarımcı bir toplum yapısı olmaksızın bölgede egemenlik kurmak oldukça zordu. Onlardan günümüze kalmış çok sayıda kale, kent, su bendi ve kanalı, karayolu ve kaya anıtı bu bayındırlaşma çalışmalarının en canlı tanıklarıdır.

Kaleler çeitli amaçlara yönelikti. Bunlardan en öenmlileri idari merkez durumunda olanlardı. Bu türe giren kalelerde daima bir yönetici sarayı ile bir ya da birkaç tapınak bulunyordu. Kimi kaleler ise yalnızca askeri amaçlıydı. Nispeten küçük boyutlu olan bu türdeki tesisler bir surla çevrili olmakla birlikte, içinde önemli bir yapılaşmaya gidilmiş değildi. Bunlar zor durumlarda sığınma amacıyla kurulmuş olmalıydı. Ayrıca ,daha çok çiftçilikle uğraşan köylülerin oturduğu savunmasız yerleşme yerleri de bulunmaktaydı. Bunlar ekilebilir arazi yüzeyinden hafifçe yükselen hüyükler üzerindedirler ve sursuzdurlar.

Urartu Devleti'nin en uzak sınır noktalarına değin dağılmış idari merkez niteliğindeki kalelerinden en görkemlisi kuşkusuz ki başkentleri Tuşpa'dır (Van Kalesi) . Havzanın en büyük ve en bereketli düzlüğü olan Van Ovası'ndaki kent, doğu-batı doğrultusunda 1200 m. kadar uzanan ,yaklaşık 100 m genişliğinde , 80 m kadar yüksekliğinde bir kayalık ile çevresinde kurulmuştur. 

Bu elverişli alan III.binyıldan beri yerleşme görmektedir. Asurluların Turuşpa dediği baikentin sitadelinde saraylar, tapınaklar ve kral mezarları gibi görkemli anıtlar yer almaktaydı. Çevresi güçlü ve yüksek surlarla kuşatılmıştı. Erken saraylar ve tapınaklar sitadelin en yüksek noktasındaki İç Kale'de kuruludur. Bu kesim hala ayakta duran ayrı bir savunma sistemiyle korunmaya alınmıştır. İç Kale'den günümüze ulaşan Urartu dönemi kalıntısı ise oldukça az sayıdadır.

Van Kalesi'ndeki kayalara oyulmuş Urartu anıtlarından en etkileyicisi kral mezarlarıdır. Kayalığın güney yamaçları üzerindeki bu anıt mezarlar geniş ve yüksek bir salon ile bunun çevresindeki odalardan oluşur. İçine çok sayıda bireyin gömülebildiği bu oda-mezar anlayışı Van bölgesinde Erken Demir Çağı'ndan (1200) beri bilinmektedir. Van Gölü'nün kuzey kıyıları üzerindeki Ernis (Ünseli) ,Erçek Gölü'nün kuzeydoğu ucundaki Karagündüz ve Van Ovası'nın kuzeydoğusundaki , Erek Dağı eteklerindeki Yoncatepe'de Urartu Krallığı öncesine uzanan oda-mezarlar ortaya çıkarılmıştır. Toprak altında gömülü bu odalardan bazılarına ,kuyu biçimli küçük bir giriş mekanı (dromos) yardımıyla girilip çıkılabilmekteydi. Bu ilkel örneklere karşılık Van Kalesi'ndeki kral mezarları görkemli cephe ve kapılarıyla dünyanın en erken mezar anıtları durumundadır. Bunlardan, kayalığın güneybatı ucundaki I.Argişti'ye aittir. Cephesinde kralın siyasi ve askeri başarılarını anlatan yazıtlar kazılı olan bu mezar önde geniş bir salon ile bunu çeviren 5 odadan oluşur. Salon ve tüm odaların duvarlarında dikdörtgen nişler bulunmaktadır. Mezar odalarına cesetler, yüksek sekiler üzerine ya da tekneler içine, taş tunç ya da pişmiş toprak sandukalara yatırılarak bırakılmış, yanlarına zengin armağanlar ile kişisel eşyalar konulmuştur ; ancak tüm kral mezarları soyulmuş olduğundan içlerindeki eşyalar konusunda bilgi yoktur.

Urartular bazen ölülerini yakıyor ve külleri özel vazolara (urne) koyarak saklıyorlardı. Ağızları kapatılan bu gibi vazoların omuzları üzerine genellikle, cesedin ruhunun girip çıkabilmesi için birkaç delik açılmıştır. Çoğu kez yakılanlar ile gömülenler aynı mezar odasına beraberce yerleştirilmişlerdir. Bununla birlikte Van Kalesi'nin doğu ucunda, içine yalnızca yakılan kimselere ait külleri içeren vazolar konmuş bir anıt mezar da bulunmaktadır.

Tuşpa sitadelinin kuzeydoğu yamacında II.Sarduri'nin yaptırdığı bir kutsal alan vardır. Olasılıkla üzeri yarı-açık olan ve Analıksız denen bu kutsal alan, anıtsal nişleri ve bazalt stelleri (dikilitaş) ile Uratular'ın dine verdikleri öneme tanıklık etmektedir. Dinsel inanışlarında stellere tapmaya özel bir önem veren Urartular bu tür ibadeti açık havada yapıyorlardı. Daha küçük olmakla birlikte, açık hava kutsal alanlarına merkezi bölgedeki Yeşilalıç ile batı sınırındaki Altıntepe'de rastlanmıştır. 

Açık hava kutsal alanlarının yanında Urartular'ın kendilerine özgü bir tapınak anlayışları vardı. Çatısı ağır payelerle taşınan görkemli tören salonları, revaklı avluları, depoları ve sunaklarıyla birlikte büyük bir külliye oluşturan bu tapınakların içinde, tanrı yontusunun durduğu en kutsal kesim (cella) kar planlı yüksek bir kule biçimindeydi. Dış yüzeylerine tanrılara adak olarak sunulmuş tunç kalkanların asılı olduğu bu yapının önündeki geniş avluda kurbanlar için taştan sunaklar ve üç ayaklı altlıklar üzerinde duran tunç kazanlar bulunmaktaydı. Sunaklar farklı biçimde olabilmekteydi. Örneğin Van Toprakkale'de sunak bazalttan oyulmuş bir anahtar deliği şeklinde, Çavuştepe ve Erzincan Altıntepe'de ise alçak kenarlıklı yuvarlak bir tekne biçimindeydi.

Cellanın iç duvarları mavi ve kırmızının egemen olduğu duvar resimleri ve ender olarak da taş oymalar üzerindeki kakmalarla bezeliydi. Alçak kapısı ve cephe düzeni açısından farklı olmakla birlikte ,Asur kralı II.Sargon'un 714 yılında yağmaladığı Muşaşir kentindeki baş Tanrı Haldi'nin tapınağını gösteren kabartma, bir Urartu cellasının önden görünümü hakkında iyi bir fikir vermektedir. 

Kuzey Suriye kökenli olduğu sanılan kule biçimli cella'nın VIII.yüzyılın başlarına ait en eski temsilcileri , her ikisi de Minua tarafından kurulmuş , Van'ın 10 km kadar kuzeyindeki Yukarı Anzaf ile Ağrı'nın Patnos ilçesindeki Aznavurtepe kalelerinde ortaya çıkarılmıştır.

Hurri etkili olduğu anlaşılan Urartu dini çok tanrılıydı. Krallığın kuruluşundan kısa süre sonra oluşturulan bu devlet dini hakkında en iyi bilgiyi, Van Ovası'nın doğu ucundaki Meherkapı yazıtı vermektedir. Kayalara oyulmuş dikdörtgen biçimli bir tapınak kapısını temsil eden bu anıtta Urartu Devleti'nin resmi tanrıları ve tanrıçaları ile bunlara başkentte kurban edilecek adak hayvanlarının cins ve sayıları sıralanmaktadır. Tanrı listesinin başında Haldi, Teişeba ve Şivini'nin adları geçer.

Tanrılar tanrısı Haldi sefere çıkan kralı kutsayan, koruyan ve zafer getiren bir savaş tanrısıydı. Büyük bir mızrakla simgelenen bu tanrının savaşta daima ordunun önünde gittiğine inanılıyor, adak olarak çeşitli silahlar sunuluyor ve bunlar tapınaklarda saklanıyordu. Nitekim bu tanrının tapınaklarında bir 'savaş kültü'nün varlığını kanıtlayan mızrak, kılıç, kalkan, ok ve yay gibi silahlara rastlanır.

İkinci sıradaki Fırtına ve Gök Gürültüsü Tanrısı Teişeba Hurri kökenliydi ; Hititler ona Teşup diyorlardı. Savaşta kaçan düşmanı şimşekleriyle yaktığına inanılan bu tanrının simgesi üç şualı şimşek demeti idi.

Üçüncü sıradaki Şivini yine Hurri kökenliydi ve Güneş Tanrısı'ydı. Simgesi güneş kursu olan bu tanrıya Hititler Şimegi demekteydi. Meherkapı listesinde bu üç büyük tanrının yanında 60 tanrı ve 16 tanrıçanın da adı geçmektedir ; ancak bunların pek çoğu hakkında yeterli bilgi yoktur. 

Sözgelimi kabartmalar üzerindeki dağ keçisi, akrep, karışık yaratık ve başaklı tanrılar ile çoğu kez törensel bir ziyafette tahtına oturur durumda karşılaşılan tanrıçanın kimliği bilinmez. Bununla birlikte şurası açıktır ki , Urartu halkını ortak bir dinin çatısı altında toplamak amacıyla IX.yüzyılın sonlarında düzenlenen bu resmi devlet tanrılarının sayısı, ele geçirilen ülke tanrılarının katılımıyla zaman içinde giderek daha da artmıştı. I.Argişti'nin batıdaki Hate ve Supani ülkelerinden getirip Aras boyundaki Erebuni'ye yerleştirdiği 6600 kişi ile birlikte taşınan tanrı İubşa bunun en iyi örneklerinden biridir.

Boynuzlu bir başlık giyen Urartu tanrıları çoğu kez kutsal hayvanların üzerinde ayakta duru vaziyette betimlenmiştir. Örneğin Haldi arslan , Teişeba boğa ve Şivini de atıyla gösterilmektedir ; ancak hayvanların tanrılarla ilişkileri konusu tam olarak açık değildir. Örneğin arslanın hem Haldi ve hem de Teişeba, boğanın hem Teişeba ve hem de Şivini tarafından kullanıldığına ilişkin kanıtlar vardır. Hayvan üzerinde duran tanrı motifi II.binyılın başlarından beri görünen bir Anadolu özelliğidir.

Sarayları yalçın kayalıklar üzerindeki sitadellerde inşa edilmişti. Bu yüzden de ,geniş, düz alanlarda kurulmuş Asur saraylarının aksine genellikle iki katlıydı. Alt kat mutfaklar, kilerler, depolar, tuvaletler vb. hizmetlerle ilgili birimlere ayrılmıştı. Kalın payeler üzerinde taşınan ikinci katta ise büyük bir kabul salonu ile harem dairesi bulunuyordu. Bu türde eyalet sarayının tipik bir temsilcisi Van yakınlarındaki Çavuştepe'dedir.

Büyük çapta kayalara oyularak inşa edilmiş bu sarayın gneyi teraslıdır. Saraya dışardan güneydeli merdivenli bir girişle ulaşılabilmektedir. Alt kat, kuzey ve güneydeki iki büyük koridor ile ince uzun bir salon ve yan mekanlardan oluşur. Ortadaki salonun tabanına üç derin mahzen oyulmuştur. Bunlar çoğu kez kış yağışlarını depolayan birer sarnıç ,aynı zamanda da sıcak yaz aylarında yiyecekler için soğuk hava deposu olarak hizmet görüyorlardı. Doğu ve batıda içlerinde ocak, çeşme ve atık su küvetlerinin bulunduğu iki ayrı mutfak vardı. Çeşmelere su, hemen gerilerindeki taştan platformlar üzerine yerleştirilmiş zaman zaman doldurulan depolardan sağlanıyordu. Kuzeybatı uçtaki küçük bir yuvarlak mekan tuvalet olarak kullanılıyordu. Gerek pis su ve gerekse tuvalet atıkları, temel inşaatları sırasında kayalara oyulmuş kanallar yardımıyla surların altından geçirilerek kalenin dışına akıtılıyordu. Böylece hijyen konusunda çözüm getirilmeye çalışılmıştı.

Kaleler içinde, saray ve tapınaklardan sonra en önde gelen yapılar depo binalarıydı. Uzun ve sert geçen kış ayları nedeniyle fazla sayıda nüfus barındıran kaleler içinde büyük depolar yapılması bir zorunluluktu. Bunlar tahıl ambarı ve şarap mahzeni olmak üzere iki türdedir. Şarap mahzenleri ışık almayan loş ve nemli alanlara inşa edilmiştir. Genişlikleri zaman zaman 500 m2 yi bulan bu yapıların çatıları genellikle taş altlıklara oturan ahşap direkler ya da kalın kerpiç payelerle taşınıyor ; içlerinde karınlarına kadar toprağa gömülü ve her biri 1500 litre alabilen büyük küpler sıralanıyordu. Küplerin boyunları üzerinde çoğu kez kabın kapasitesini ifade eden çivi yazısı ve hiyeroglifler kazılıdır. Karmir-Blur'daki bir tahıl ambarının 750 tonu aşkın bir kapasitesi olduğu hesaplanmıştır.

Urartu ülkesinin gelişmesi için her türlü alt yapı hizmeti devlet tarafından planlanmıştı. Gerçekten de Urartu uygarlığının böyle bir bölgede gelişip büyümesindeki etkenlerden en önemlileri kurdukları alt yapı sistemleri ve acımasız doğaya karşı getirdikleri çözümlerdir. Bunlardan günümüze kalabilmiş olanlar ise sulama ve karayolu tesisleridir. Toprakların verimini arttırmak ve özellikle kurak yaz aylarındaki sulama ile ilgili gereksinimi karşılamak amacıyla ülkenin en uç noktalarına değin su kanalları ve bentler inşa edilmişti. Krallar ve soylular, Asurlular gibi , meyve bahçeleriyle üzüm bağları kurmaya çok meraklıydılar. Hatta yeni bir kentin planlanması sırasında yanına daima bir üzüm bağı ve meyve bahçesinin kurulmasına özen gösteriliyordu. Bu bahçelere krallar çoğu kez kendi adlarını (Sarduri'nin Fidanlığı) ya da bazen eşleri veya kızlarınınkini (Tariria Hanımın Yeri) vermekteydi. Bu yüzden sulamacılığa büyük bir gereksinim duyulmaktaydı. Urartu su tesislerinden günümüze en iyi durumda kalmış olanları Van bölgesindedir. 

Kral Minua'nın yaptırdığı 56 km uzunluğundaki Minua Kanalı (Şamram Kanalı) 2800 yıl önce inşa edilmiş olmakla birlikte hala hizmet verecek kadar sağlam kalmıştır. Van'ın kuşuçumu 20 km kadar güneydoğusundaki bir su kaynağını Van Ovası'na akıtan bu kanal öncelikle Urartu krallarının karli park ve bahçelerini sulamak ve belki de başkent Tuşpa'nın etrafını çeviren hendeği su doldurmak amacıyla inşa edilmiştir. Ortalama 2.50 , bazen de 4.00 m yi bulan genişlikteki kanal kimi zaman kayaya oyulmuş, kimi zaman da örme taştan bir yatak içinde akıtılmış ve yer yer yükseklikleri 10 m yi aşan destek duvarlarıyla güvence altına alınmıştır. Kanalın en ilginç yönlerinden biri, Gürpınar Ovası içinde Hoşap Çayı'nın üzerinden geçmiş oluşudur. Günümüzde kalmamış olmakla birlikte, bu geçişin Asurlular'dan tanınan şekilde bir su kemeriyle gerçekleştirilmiş olduğu söylenebilir. Kanalın destek duvarları üzerinde kral Minua'ya ilişkin 15 inşa yazıtı bulunmaktadır. Yazıtlar kanalın zorlukla inşa edilen özel bölümlerindedir.

Urartu dili Hurrice ile akrabaydı. Her ikisi de Hint-Avrupa ve Sami dillerle ilişki olmayan Doğu-Kafkasya dil ailesine mensuptur. Bu iki dilin Prot-Hurri denilebilecek ortak bir atadan kaynaklanıp, Doğu Anadolu, Transkafkasya ve Kuzeybatı İran'da Urmiye Gölü havzasına yayılmış eski anavatanda birbirlerinden ayrı ayrı geliştikleri sanılır.

Urartular Hititler gibi Çivi yazısı ve resim yazısı kullanıyorlardı. Çivi yazısı taş anıtlar, tunç eserler, iri depo küpleri, kil tabletler ve mühürler üzerine ; resim yazısı ise daha çok mühürler ve kap kacak üzerine yazılıyordu. Resim yazısı az gelişmişti ve genellikle gündelik işlerde kullanılıyordu. IX.yüzyılın sonlarında ortaya çıkan çivi yazısı Asur'dan alınmıştı ve hecelerden oluşuyordu.

Prof.Dr.Veli Sevin
Anadolu Arkeolojisi - kitabından


***
Bir duvar yazıtı...

Menua oğlu Argişti
Yüce Tanrı Haldi için bu yazıtı tesis etti
Tanrı Haldi’nin yüceliği ile Menua oğlu Argişti.
Güçlü kral, büyük kral...
Biainili ülkesinin kralı, krallar kralı. 
Tuşpa kentinin yöneticisi...
Hükmeden yüce Tanrı Haldi’ye yalvardım. 
0 yılda ordumu tekrar topladım ve…
Diauehi ülkesine ve kralı Mannudubi’ye karşı sefere çıktım
19.255 erkek çocuk, 10.140 canlı savaşçı, 23.280 kadın.
Toplam 52.675 kişiyi o yıl tutsak aldım...
Bazılarını katlettim bazılarını canlı olarak götürdüm. 
1104 at ve 35.015 büyük boynuzlu ve... 
1829 küçük boynuzlu sığırı ülkeme taşıdım.. 
Ve bütün bunları Tanrı Haldi için bir tek yıl içinde başardım
Biainili ülkesinin gücünü göstermek ve düşman ülkelerini zaptetmek için İrpuni kentini inşa ettim. 
Ülke yaban idi ve benden önce buraya hiçbir şey inşa edilmemişti.
Burada yüce işler başardım. 
Getirdiğim 6600 savaşçıyı buraya yerleştirdim..

ve Bir beddua...

Ben Argişti oğlu Rusa, bu tapınağı ben yaptım. 
Kim bu tapınağı yıkar, yok eder veya ben yaptım derse tanrı Haldi, tanrı Şivini ve tanrı Teişeba tohumunu bu dünyadan kaldırsın, yok etsin...


TOPRAKKALE'den Tanrı HALDİ ,( M.Ö. 685-645 )


***
Urartu Müzesi'nin Temeli Atıldı

Van Kalesi'nin kuzeyinde, Abdurrahman Gazi Türbesi'nin karşısında inşasına başlanan Urartu Müzesi, 12 bin 300 metrekare kapalı, toplam 52 bin metrekare alana yapılıyor. 
Doğu Anadolu Bölgesi ile Kuzeybatı İran, Irak'ın bir bölümü ve Aras Vadisi'ne kadar uzanan bir coğrafyada 3 bin yıl önce hüküm süren Urartu Krallığı'na ait eserler, başta krallığın başkenti Van ile çevresindeki kale, tapınak ve nekropollerde, uzun yıllar önce başlatılan kazı çalışmalarıyla ortaya çıkarıldı. Eserlerin teşhir edildiği 400 metrekarelik alana sahip Van Müzesi sergi salonunun yetersiz olması nedeniyle kazılarda gün yüzüne çıkarılan 90 bini aşkın eserden sadece 2 bin 443'ü sergileniyor. 

Bunun üzerine, dünyanın ilk Urartu Müzesi'nin yapılmasına karar verildi. Urartu Krallığı'na, Tuşpa adıyla başkentlik eden Van Kalesi'ndeki surlar da restore ediliyor. Urartu Kralı 1. Sardur tarafından M.Ö. 840-825 yıllarında inşa edildikten sonra uzun yıllar Urartu Krallığı'nın başkenti olan Van Kalesi (Tuşpa), Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca başlatılan restorasyon ve kazı çalışmalarıyla eski ihtişamlı günlerine dönmeye hazırlanıyor.

Basın 12.09.2012

***
MEHMET KUŞMAN / Van Çavuştepe Kalesi Bekçisi
TARİHÇİLERE URARTUCA ÖĞRETİYOR

Dünyada 38 kişi Urartuca biliyor ve 37`si akademisyen. Vanlı Mehmet Kuşman ise hiçbir eğitim almadan kendi çabalarıyla öğrendiği dili okuyor ve yazıyor. Bekçiliğini yaptığı kalenin içinde de kendisini bir Urartu gibi hissediyor.... basından 2011

kendi sitesi

Urartu ile ilgili daha fazla haber :


SB.

1 Kasım 2012 Perşembe

Harf Devrimimizin 84. Yılı Kutlu Olsun!



Halûk Tarcan: Latin alfabesi Ön-Türk alfabesidir




“Arkadaşlar, bizim güzel âhengdâr, zengin lisanımız yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bunu anlamak mecburiyetindesiniz. Anladığınızın asarına yakın zamanda bütün kâinat şahit olacaktır. Buna katiyetle eminim. Şimdi sözden ziyade iş zamanıdır...

Çok işler yapılmıştır, amma bugün yapmaya mecbur olduğumuz son değil lâkin çok lüzumlu bir iş daha vardır. Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmelidir. Her vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperverlik ve milliyetperverlik vazifesi biliniz. Bu vazifeyi yaparken düşününüz ki, bir milletin, bir toplumun yüzde onu, yirmisi, okuma-yazma bilir, yüzde sekseni, doksanı bilmezse bu ayıptır. Bundan insan olanlar utanmak lâzımdır. Bu millet utanmak için yaratılmış bir millet değildir; iftihar etmek için yaratılmış, tarihini iftiharla doldurmuş bir millettir!

Fakat milletin yüzde sekseni okuma-yazma bilmiyorsa bu hata bizde değildir. Türk’ün seciyesini anlamayarak kafasını bir takım zincirlerle saranlardır. Artık mazinin hatalarım kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları düzelteceğiz. Bu hataların düzeltilmesinde bütün vatandaşların çalışmasını isterim. En nihayet bir sene, iki sene içinde bütün Türk toplumu yeni harfleri öğreneceklerdir. Milletimiz yazısıyla, kafasıyla bütün medeniyet âleminin yanında olduğunu gösterecektir.”


Mustafa Kemâl ATATÜRK, 9-10 Ağustos, Sarayburnu










YENİ HARFLERİN KABULÜ


1 Kasım 1928'de Latin esasından alınan harfler, (Türk dilinin özelliklerini belirten işaretlere de yer vererek) "Türk harfleri" adıyla 1353 Sayılı Kanunla kabul edilmiştir. Yazı dilinde kullanılan Arap harflerinin yerine Türk harflerinin alınmasını ifade eden Harf Devrimi yapılmıştır.

Arap harflerinin Türkler tarafından kullanılması, İslamiyet'in kabulünden sonra başlamış ancak bu harfler, Türk diline hiç bir zaman uyamamıştır. Türkçe, Arap harfleri ile kolay yazılıp okunamıyordu. Harf İnkılabının hedefi, okuyup yazmayı kolaylaştırmak ve yaymak, modern öğretim ve eğitimin gerçekleşmesini sağlamaktı. Harf İnkılabının ilk adımı, 20 Mayıs 1928'de 1288 sayılı kanunla, Arap rakamlarının kullanılmasına son verilerek, uluslararası rakamların kabulü ile başlamıştı.

Atatürk, 9 Ağustos 1928 gecesi İstanbul'da Sarayburnu Parkı'nda düzenlenmiş bir şenlik sırasında, Harf Devrimini halka duyurmuştur; "Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Arkadaşlar, bizim güzel ahenkli, zengin lisanımız (dilimiz) yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak mecburiyetindeyiz. Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle behemehal pek çabuk bir zamanda mükemmel bir surette anlaşacağız ki, Milletimizin yazısıyla kafasıyla bütün medeniyet aleminin yanında olduğunu gösterecektir. Vatandaşlar, yeni Türk harflerini çabuk öğreniniz. Bütün millete, kadına, erkeğe, köylüye, çobana, hamala, sandalcıya öğretiniz" demiştir. Harf Devrimi, büyük bir tarihi olaydır. Çünkü, sosyal, kültürel ve siyasi alanda geniş yankıları olmuştur.

1 Kasım 1928'de Latin alfabesine dayalı yeni Türk Alfabesinin kabulünden sonra, 24 Kasım 1928'de yayımlanan Millet Mektepleri Talimatnamesi gereğince, yurdun her köşesinde Millet Mektepleri açılmış, halka yeni harflerle okuma yazma öğretilmiştir. Atatürk bu çalışmalara "Millet Mektepleri Başöğretmeni" sıfatıyla katılmıştır.



TEKRAR ÖZÜNE DÖNMEK : 


Latin değil, TÜRK Abecesi!

Atatürk, Abece ithal etmedi. Gecesini gündüzüne

katarak araştırdı ve Türk Dili'ne "17 bin yıllık" 

abecesini geri verdi.












                      
SERVET SOMUNCUOĞLU     

SİBİRYADAN ANADOLUYA TAŞLARDAKİ TÜRKLER




Türk tarihinin Avrasya steplerindeki sessiz tanıklarını yerinde görüp inceleyerek yüksek kaliteli fotoğraflarla belgeleyen Servet Somuncuoğlu’nun bu eşsiz eseri kamuoyunda ve bilim çevrelerinde büyük ilgi görmüştür.  Eser, Türklük bilincine kattığı yeni heyecanların ötesinde ciddi ve bilimsel yaklaşımıyla Türk Tarihi araştırmacıları için vazgeçilmez bir başyapıt niteliğindedir.

Doç Dr. S. Yücel Şenyurt 
Gazi Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Başkanı
Arkeologlar Derneği Genel Başkanı





Türk tarihi nerede nasıl başlar? Sorusunun cevabı bu eşsiz eserin sayfalarında sergilenmektedir. Büyük kısmını birlikte yaptığımız saha gezilerinde sayısız resim alanını birlikte inceledik, o fotoğraflarını çekti. Doğuda Ulan Ude’den Anadolu’nun topraklarına kadar Avrasya coğrafyasının derinliklerinde gizli ve gizemli tasvirlerin fotoğraflarının yer aldığı eser, ilk basıldığında hakkettiği değeri gördü. İkincisinde daha fazla göreceğine eminim. Kitabın sayfalarındaki her bir resmin sanat değeri taşıdığı muhakkaktır.  Onları çekenin ve bu eseri meydana getirenin duygularını, heyecanını en önemlisi Türk Kültür Tarihine karşı hizmet aşkını yansıtmaktadır.

Prof.Dr. Ahmet Taşağıl
Mimar Sinan Ünv.
Fen-Ed. Fak. Tarih Bölümü Başkanı





Taştaki Türkler 

Bugün Avrupa Birliği denilen büyük yapıyı oluşturan devletler; milli devletlerdir. AB'nin başını çeken Fransa, Almanya, İngiltere,  İtalya, İspanya; kendi içinde milli kimliğine bağlı; o kimlikle övünç duyan ülkelerdir. Demokrasi dediğimiz yönetim biçimi de işte bu milli devletlerin yönetim biçimi olarak gelişmiş ve yaygınlaşmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti de bir milli devlet olarak kuruldu. Gel gör ki küreselleşme adı verilen 1980 sonrası dönemde; Türkiye Cumhuriyeti'nin milli kimliği yok sayıldı. Bu kimliğe karşı Batı'dan ve içimizden çifte saldırı başlatıldı. İçimizden gelen saldırı;  din adına yürütüldü. Dışımızdan gelen saldırı ise cumhuriyeti kuran büyük kimlik olan Türklüğü aşağıladı, horladı. Çünkü, bu kimlik
Batı emperyalizminin Türkiye ve Ortadoğu'yu yutmasını engellemişti. Batılı emperyalizmin iç uzantıları da bu kimlikten söz etmeyi, şovenistlik, faşistlik gibi gösterdi. Böyle olunca da büyük Türk milletinin çocukları; kendi milli kimliklerinden korkar, utanır hale geldiler.

İşte bu horlama döneminin doruğa çıktığı günümüzde; devletten umudunu kesen araştırmacılar işe bizzat el attılar. Bu çabaların sonucunda da ortaya değerli eserler çıktı. Bunların en başında da hiç kuşkusuz ki TAŞTAKİ TÜRKLER adlı çalışma gelir.

TEŞEKKÜRLER 'A/Z YAPI'

Taştaki Türkler adlı çalışma, Türk tarihi ile ilgili yeni ve çok ilginç belgeler sunan bir fotoğraf albümü sayılabilir. Başında Prof. Ahmet Taşağıl, Prof. D. D. Vasilyev, Sencer Divitçioğlu, Özcan Yüksek, Ersin Alok gibi uzmanların tanıtım yazıları bulunuyor.

Bu zorlu çalışmayı yürüten, aylarca uğraşıp o taşlardaki fotoğrafları çeken ve bir sunuşla bilimin emrine veren kişi ise Servet Somuncuoğlu... Servet Somuncuoğlu TRT'de bir yapımcı ama Türk dünyasında kayalara kazılmış resimlerin peşine düşmüş. 150 bin kilometre yol kat etmiş. 5 ay boyunca dağlarda, çöllerde, vadilerde binlerce resim çekmiş. Kendisine bu çalışmasında 'A/Z YAPI' mesenlik etmiş.

Ufkumuzu zenginleştiren, Türk tarihi ve kültürü ile ilgili olarak bize bulunmaz bir hazine sunan Servet Somuncuoğlu'na gerçekten müteşekkirim... Onun bu çabasının, üniversitelerimize örnek olmasını istiyorum. Şimdiye kadar Türk Tarih Kurumu'nun bile başaramadığı bir işi; bir mücahit olan Servet Somuncuoğlu ile ona destek olan A/Z YAPI başardı.

Ben; A/Z YAPI'nın genç yöneticileri olan Cevdet Erdem ile Ali Coşkun'a ayrı bir teşekkürü de borç biliyorum. Bu genç girişimciler tek görevlerinin ev yapıp satmak ve böylece zengin olmak olmadığını; asıl işlerinin ülkelerine hizmet olduğunu kavramışlar. Kazançlarının bir bölümünü bu kutlu görev için ayırmışlar. 

Şimdi A/Z YAPI’YI öbür inşaat şirketlerimize örnek gösteriyorum: Lütfen sizler de içinden çıktığınız milletin tarihini, kültürünü, geleneklerini araştıracak çalışmalara destek olun. Bu işleri devletten beklemek yerine özel sektörün taşın altına elini sokması çok güzel sonuçlar verecektir.

TAŞTAKİ TÜRKLER isimli çalışma bunun bir örneğidir. Sibirya'dan Kars'a kadar uzanan çok geniş Türk dünyasında Servet Somuncuoğlu'nun yaptığı çalışma, bu konuda atılmış ilk adımdır. Sayın Somuncuoğlu, A/Z Yapı’nın katkısıyla yeniden bir Doğu Asya çalışması yapmış; binlerce resim çekerek dönmüştür.Yani, Türk kültürünün kayalara aktarılan izlerini tespit etmek ve bunun yorumunu yapmak konusunda ilk adım atılmıştır ama iş daha bitmemiştir.


NEDEN ÖNEMLİ?

Taştaki Türkler adlı çalışmada özet bilgilerle bize sunulan yüzlerce resim var. Bu resimler (petroglif), Türklerin yaşadığı bölgelerde bulunuyor. Buralarda karşımıza çıkan yazı da eski Türk alfabesi olan Kök Türk alfabesiyle ilgilidir. 65 ayrı alanda bulunan kaya resimlerinin tarihi, MÖ 14. bin yıla kadar uzanıyor. Böyle olunca da Türk tarihi ile ilgili olarak var olan bilgilerin de yeniden değerlendirilmesi gerekiyor. Taştaki Türkler adlı bu koleksiyon gösteriyor ki, Türk milletinin tarihi; Asya'da binlerce yıl eskiye uzanıyor. Yine bu milletin egemen olduğu alan, Moğolistan'dan Anadolu'ya kadar uzanıyor. Çünkü kaya resimlerinin benzerliği; bu konuda en kuvvetli tanıktır. 

Anadolu'daki Türk tarihinin Selçuklulardan çok öncelere uzandığını bilen birisi olarak bunun kayalardaki kanıtını yakalamaktan son derece mutlu oldum. Bu kanıtlardan bazılarını sizinle paylaşacağız.

Rıza Zelyut
Güneş Gzt.
11.09.2008





Sümer Ve Türk Dillerinin Tarihi İlgisi ile Türk Dili'nin Yaşı Meselesi - Osman Nedim Tuna
TÜRK DİLİ'NİN BEŞ BİN YILI / Selahi DİKER
ORHUN'DAN ANADOLUYA TÜRK DAMGALARI / PROF.DR.TUNCER GÜLENSOY 









"TÜRKÇE KONUŞUYORLARSA BİLİN Kİ TÜRKTÜR. 
GENÇLERİMİZ TÜRKLÜĞÜMÜZE AİT NE VARSA ÖĞRENMEYE ÇALIŞSINLAR. GENÇLERİMİZ AYRICA BİZİM ESKİ ALFABEMİZİ OKUSUNLAR, ÖĞRENSİNLER, BU ÇOK ÖNEMLİ. 
YARIN ÖBÜR GÜN BENİM KANIM BÜTÜN YAZILARIN BİZİM YAZILARIMIZDAN ÇIKTIĞINI İSPAT EDEBİLİRLER VE DİLİMİZİN DE BÜTÜN DİLLERİN ANASI OLDUĞUNU DÜNYAYA DUYURABİLECEKLERDİR. 
BÜTÜN DİLLERİN ANASI TÜRKÇE VE BÜTÜN YAZILARIN BAŞLANGICI DA TÜRKÇEDİR. TÜRK DİLİ ÇOK ZENGİN BİR DİL VE MATEMATİKSELDİR. 
DİLİMİZİ MUHAFAZA ETMEYE ÇALIŞALIM VE KENDİ KÜLTÜRÜMÜZÜ ÖĞRENELİM. BATILILARIN BİZİ KÜÇÜMSEMESİ VE BARBAR OLARAK ADLANDIRMASININ HİÇBİR DAYANAĞI YOKTUR. 
BEN IRKÇILIK YAPMIYORUM, BİZ MEDENİYETE SAHİP BİR TOPLULUĞUZ VE BÜTÜN MEDENİYETLER DE ORTA ASYA'DAN GELİYOR. "


M. İLMİYE ÇIĞ / 2011





                                           
SERVET SOMUNCUOĞLU İLE
Karlı Dağlardaki Sır



                                     


The Romans borrowed the Etruscan alphabet.




26 Eylül 2012 Çarşamba

TÜRK TARİH TEZİNİN KANITLANDIĞINDAN HABERİNİZ VAR MI?



ESKİ TÜRKLERDEN DUVAR YAZISI/ AT  OK VE KURT BAŞI


BATI MERKEZLİ TARİHE BAŞKALDIRAN ADAM: ATATÜRK

Atatürk'ün en önemli özelliklerinden biri Kurtuluş Savaşı sonrasında Batı Merkezli Tarihe Başkaldırmasıdır. Atatürk biyografilerinde ve yakın tarih anlatımlarında nedense hep gözardı edilen bu gerçek, Atatürk'ü Atatürk yapan en önemli neteliklerinden birdiir.Kurtuluş Savaşı'yla Batı emperyalizminin siyasi oyunlarını bozan Atatürk, 1930'larda ortaya atıp, yerli ve yabancı bilim insanlarının tartışmasına açtığı Türk Tarih Tezi'yle de Batı emperyalizminin kültürel oyunlarını bozmuştur. Bu durumdam çok rahatsız olan Batı, Attatürk'ün olümünden hemen sonra Türk Tarih Tezi'ni ortadan kaldırmak için harekete geçmiştir.

Sömürgeci Batı, 19. yüzyılda kurmaca bir tarih ve dil tezi geliştirerek, bu tezlerle Doğu'yu "köksüzleştirip" sömürmek istemiştir. Batının Doğuyu sömürmek için ileri sürdüğü bu tarih ve dil tezlerinin temel mantığı Doğudaki bütün eski ileri uygarlıklara HİNT AVRUPALI DAMGASI VURARAK sahip çıkmak üzerine kuruludur. Böylece Anadolu'da, Mezopotamya'da, Hindistan'da vb eski ileri uygarlıklara sahip çıkan Batı bu topraklarda yaşayan Doğu toplumlarını, "Bu topraklar geçişte bizimdi..." diyerek bu topraklardan atmaya çalışmıştır....

İşte Atatürk, Türk Tarih Tezi ile Batı'nın bu ırkçı ve kurmaca tarih tezine, yani Batı Merkezli Tarih Tezi'ne başkaldırmıştır.

Üstelik Atatürk'ün bu başkaldırısı, "omurgası kırık aydınlarımızın" iddia ettiği gibi "kurmaca" değil tamamen "bilimsel" bir başkladırıdır. Çünkü Türk Tarih Tezi'ni kanıtlmaya çalışan bilim insanları, Sümerolog Landsberger, Hititolog Güntenbirk, Antropolog E. Pitard gibi dünyaca ünlü bilim insanlarıdır...

Dahası sıkı durun, Atatürk'ün 1930'larda ileri sürdüğü, Hititlerin, Sümerlerin, Etrüsklerin Türklüğü ve Türklerin ilk yerleşip medeniyet kurdukları yerlerden birinin Anadolu olduğu biçimindeki tezlerin birçoğu bugün (2010) modern bilim tarafından kabul edilmektedir.

İşte, OMURGASI KIRIK AYDINLARIMIZIN BİLMEDİĞİ GERÇEKLER:

ANTİK KAYNAKLARDA TÜRK ADI

Türk adının ilk görüldüğü yerlerden biri Anadolu ve civardır. Bilim insanlarına göre Türk adının ilk geçtiği kaynaklardan biri Museviliğin kutsal kitabı Tevrat’tır. Tevrat’ta Nuh’un oğullarından biri olan Yafes’in oğlu Gumar (Gomer), onun da oğlu Tugarma’dır. Avam Galanti, Tevrat’ta geçen bu Tugarma sözcüğüyle Türklerin kastedildiğini ileri sürmüştür. Tugarma’nın ise, Uygur, Tiros, Avar, Hun, Barsil, Zarna, Kozar (Hazar), Sanar, Bulgar, Sabir adlı oğulları olmuştur. Tugarma sözcüğü Tevrat’ta dört kez geçmektedir: (Tekvin Mahlukat Bab 10, paragraf 3; Tevazrih-i Evvel, Bab 1, paragraf 6; Hezekiyel, Bab 27, paragraf 14; Hezekiyel, Bab 38, paragraf 6) 

Galanti’ye göre, Tugarma (Thorg-ama), MÖ 250’den sonra Tork, Turk, Türk olarak söylenmiştir. 
Tevrat’ta geçen bu isimlerden bazıları, “Türk soylu” kavimlerle ilişkilendirilmektedirler. 
Örneğin, “Aşkenaz’ın İskitler”, “Gomer’in Kimmer”, “Madia’nın Med”, “Tiras’ın Tura veya Turan” olduğu ileri sürülmüştür. 
Türk adı, Tevrat dışında en eski antik kaynaklarda da karşımıza çıkmaktadır. Eski ve ortaçağ yazarlarından Hekataios, Hesiodos, Heredot, Strabon, Pliny, Pomponius Mela, Ptolemaeus, Horeneli Moses, Annanius Shirakatsius eserlerinde Türklerden söz etmişlerdir. 

İsveçli El Tabbert Stralenberg, Herdot’un “IV. Tarih” kitabında tasvir edilen Hakas kabilesinin, “Asya’dan Avrupa’ya göç etmiş ve Herodot’un devrine kadar orada yaşamış olan İskitlerin çocukları” olduklarını belirtmiştir (Stralenberg, 1888, s.3,4). 
E. İ. Eyhvald, Herodot’un “Türragetler” ve “Türklerden” söz ettiğini belirtmiştir. (Kitap IV, 21). Herodot, Dnestr (Dinyester)in üst katına Türkleri yerleştirmiştir. 
Pliny ve Pomponius Mela’nın bahsettikleri Türk kabileleri Strabon’da Türragetler (Tyrrhen) olarak geçmektedir. Ayrıca Satrabon’un yazılarında Uygur Türklerinden de söz edilmektedir. 

Başta Herodot olmak üzere Antik çağ yazarları, Orta ve Kuzey İtalya’da MÖ. 900-700 yılları arasında güçlü Etrüsk devletini kuran “Tyrrhenus”lardan söz etmişlerdir. Bu Tyrrhenus sözcüğüyle kastedilen Turanlılardır. “Y” harfinin “u” okunduğu dikkate alınacak olursa “Tyrrhen”in, “Turan” sözcüğünün Yunanca telafuzu olduğu kolayca anlaşılacaktır. İlk olarak İsac Taylor’un 18. yüzyılda yaptığı çalışmalardan sonra bugün birçok bilim insanı Etrüsklerin Türk kökenli olduğunu kabul etmektedir. 
Tyrrhenler, Truva Savaşı’ndan sonra Truva şehri yakılıp yıkılınca oradan kurtulup İtalya’ya göç etmişlerdir (Aenias’ın torunları). Tyrrhenuslar, Türk İskit (Saka)’lerle birleşerek Tyrr-Saka (Tursaka) adını almışlardır. 

Prof. Manfred Korfmann, Truva Savaşı sonrasında şehirden kaçanlar arasında Turcilerin de bulunduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla, Turcilerin ve Tyrrhenler’in ataları olan Truvalılar da Türk kökenli bir topluluktur. 

ANADOLU VE CİVARINDA ÖN TÜRK DEVLETLERİ

Arkeolojik kazılar sonunda Ön Türklerin ilk yaşam alanlarından birinin Mezopotamya’dan Doğu Anadolu’ya oradan İç Batı Anadolu’ya kadar uzanan bölgeler olduğu anlaşılmıştır. Örneğin, Elamlılar, Kaslar, Hurriler, Urartular, Hattiler, Subarlar ve Turukalar Kuzey Mezopotamya ve Anadolu civarında yaşamış Türk kavimlerinden birkaçıdır. 

Sümerler gibi Mezopotamya’da yaşayan Asyenik Elamlar Türkçe gibi “bitişken” bir dil kullanmışlardır. Türkçe ve Elamca şekil ve yapısal bakımdan birbirine o kadar çok benzemektedir ki Hamit Zübeyir Koşay’ın ifadesiyle “Her iki dil arasında aynılık” vardır. Bu aynılığın en açık kanıtlarından biri, her iki dildeki çok sayıda ortak kelimedir. Elamlılar, MÖ. 3. Binyıl ortalarında Sümerlerden aldıkları çivi yazısını kullanmaya başlamışlardır. Elam adı, Türkçede, “İl-em” (benim ilim), “El-em” biçimlerinden zamanla “Elam” haline dönüşmüştür. (ayrıca Muazzez İlmiye Çığ-Sümerlerde Tufan/Tufanda Türkler: "yapılan son çalışmalar Sümerlerle Türklerin ilişkisini kesin olarak ortaya koymuştur"der. )

Mezopotamya ve Anadolu civarında yaşayan Türk kavimlerinden biri de Kaslardır. I. Binin ilk yarısında Zagros Dağları civarında varlık gösteren Kasların dilleri Türkçeyle akrabadır. Kas hükümdarlarının isimleri öz Türkçedir. Hatta bu isimlerden bazıları Göktürk Yazıtlarında bile karşımıza çıkmaktadır. 

MÖ. 3. Bin yılın ortalarından itibaren Mezopotamya’da Yukarı Dicle bölgesinde ortaya çıkan ve zamanla Ön Asya’ya yayılan Hurriler de Türk kökenlidir. E. Forer gibi bazı bilim insanları Hurrilerin Türklerle akraba olduğunu ileri sürmüştür. Türkçe gibi “bitişken” bir dil kullanan Huriler, Hitit çağında Anadolu’un en etkili kavimlerinden biridir. Hurricede sözcükler arka arkaya gelen son ekler aracılığıyla türetilmektedir. Hurice ve Türkçe arasındaki benzerlik ortak kelime hazinesinden çok iki dilin yapısal özellikleriyle ilgilidir. Hurriler uzun süre Anadolu’nun doğu ve güneydoğu bölgelerine egemen olmuşlardır. MÖ. 2. Binlerde Hititler başta olmak üzere birçok kavimi derinden etkileyen Hurriler, MÖ. 1. Binde tarih sahnesinden çekilmişlerdir. 

MÖ. 600 ile 900 arasında Doğu Anadolu’da Van merkez olmak üzere hüküm süren Urartular da Anadolu’daki Ön Türk kavimlerinden biridir. Urartuca da Türkçe gibi “bitişken” bir dildir. Urartucanın Hitnt-Avrupa dilleriyle hiçbir bakımdan benzerliği yoktur. Urartuca yine bitişken bir dil olan Hurriceyle de akrabadır. Aslında her iki dilin aynı kaynaktan doğduğu ve MÖ. 3. Binde birbirinden ayrıldığı kanıtlanmıştır. 
MÖ. 3. Binlerde İç Anadolu’da yaşayan ve Hititleri derinden etkileyen Hattiler, Hint-Avrupalı olmayan bir dil kullanan Asyenik kavimlerden biridir. Hattiler de Sümerler, Elamlılar, Huriler ve Urartular gibi “bitişken” bir dil kullanmışlardır. Hattice birçok bakımdan Türkçeye benzemektedir. 

Mezopotamya ve Anadolu arasında yaşayan Ön Türk kavimlerinden biri de Subarlardır. Azeri dil bilgini Firudun Agasıoğlu Celilov, MÖ. 3.ve 4. Binyıllarda Dicle’nin yukarısında Asurlarla Urartular arasında Subarların (Su kenarında yaşayan insalar) yaşadıklarını ileri sürmüştür. 

Subarların biraz aşağısında Türk dilli Kumanlar, Gutiler, Lulular, Urmiye Gölü’nün güneyinde ise yine Türk dilli Turukalar yaşamaktadır. 
Ayrıca yine Mezopotamya ve Doğu Anadolu arasında Kumug, Kaşgal, Güger, Salur gibi Türk dilli halklar yaşamaktadır. 

Son zamanlarda yeniden Türk Tarih Tezi’nin izini süren bazı Türk bilim insanları, yaptıkları araştırmalar ve incelemeler sonrasında Kuzey Mezopotamya ile Doğu Anadolu arasında Ön Türklerin yaşadıklarını tesbit etmişlerdir. A. Erzen başkanlığında ve Prof. Kılıç Kökten, Prof Oktay Belli, Prof. Muvaffak Uyanık, Prof. Ersin Akok, Prof W.Freh ve Prof E. Feigel’den oluşan bir gurup arkeolog ve eski çağ tarihi uzmanı Doğu Anadolu bölgesinde yaptıkları araştırmalar sonunda çok önemli sonuçlar elde etmişlerdir.

Prof. Arif Erzen, Kafkaslardan Kuzey Suriye ve Irak’a kadar uzanan yükesk Anadolu yaylasında MÖ. 4. Binlerde Ural-Altay dili konuşan hakların oluşturduğu çok güçlü bir kültürün var olduğunu ileri sürmüştür. 

ŞARTAMHARİ METNİ VE TÜRKİ KRALLIĞI

MÖ. 2350-2150 tarihleri arasında Mezopotamya’da çok büyük bir imparatorluk kurmuş olan Akad hükümdarlarından Naramsin, “Şartamhari Metni” olarak bilinen ve “Mücadelenin Kralı” anlamına gelen yazılı kaynakta, MÖ. 2000’lerde Anadolu’da Türklerin yaşadıklarını belirtmiştir. Adı geçen belge üç kopya halinde ele geçirilmiştir: İlki, Mezopotamya Babil’de, ikincisi Mısır Tel el Amarna (Mısır)’da, üçüncüsü de Anadolu Hattuşaş (Boğazköy)’ta ele geçirilmiştir. 

Hattuşaş arşivinde “KBO-III, 13” sıra numarasıyla belirtilen bu yazılı belge Hitit çivi yazısıyla (MÖ.1750- 1200) Akadca orjinalinden kopya edilerek taşa yazılmıştır. H. G. Gütterbock tarafından çözümlenen bu belgede Akad Kralı Naramsin’e karşı 17 Anadolu kralının güçlerini birleştirerek harekete geçtikleri anacak yenildikleri anlatılmaktadır. Burada bizim için önemli olan bu 17 kraldan birinin TURKİ kralı İlşu-Nail adlı kral olmasıdır. 

Aynı olaydan bahseden Delaporte da “Les Hittites” (Hititler) adlı eserinde Sargon’un üçüncü halefi Naramsin’e karşı Kuzey Mezopotamya ve Anadolu’da 17 krallığın bir kualisyon kurduğunu ve bu krallıklar arasında TOURKİ kralının da olduğunu ve “İlloushoumail”in “Tourki” karlı olduğunu söylemiştir. 
Şartamhari Metni’nin 15. satırında yer alan “TURKİ kralı” ifadesi çok açık bir şekilde Anadolu’da MÖ. 2000’lerde adıyla sanıyla Türklerin yaşadıklarını göstermektedir. 

Şartamhari Metni Kral Naramsin’e Aittir.

Eski Çağ’da Anadolu’da “Türk olmadığını” iddia eden Prof. Ekrem Akurgul, Turki Krallığı’ndan söz edilen Şartamhari Metni’nden hiç söz etmezken, Doç. Dr. Ekrem Memiş, Şartamhari Metni’ninde geçen Turki Krallığı’nı, Nuh’un Yafes adlı oğlunun torunlarından “Thorg-ama” nın kurduğunu iddia etmiştir.

MARİ TABLETLERİ VE TURUKKU KRALLIĞI

Ayrıca Fırat kıyısında Mari bölgesinde ele geçirilen tabletlerin (MÖ.4000-2000) 13 tanesinde TURUKKU adlı bir kavimden söz edilmektedir. Sadi Bayram, bu tabletlerin Türkçe tercümelerini yayınlamıştır. 
Önce Sümerlerin, daha sonra da Asurlular ve Babillerin egemenliğinde kalan Mari şehri, bugünkü Suriye sınırları içerisindeki Tell Hariri kentidir. Fransız Arkeoloji Enstitiüsü’nün 1933-1939 yılları arasında yaptığı kazılarda ortaya çıkarılan Mari şehrindeki kraliyet sarayında Asurlulara ait MÖ. 1870-1740 yılları arasında yazılmış bir çok çivi yazılı tablet bulunmuştur. Bugün Louvre Müzesi’nde sergilenen Akadca yazılmış bu tabletlerin metinleri Fransıza tercümeleriyle birlikte Georges Dossin tarafından 1950 yılından itibaren yayınlanmaya başlanmıştır. 
Dört cilt halinde yayınlanan bu Mari tabletlerinin 13 tanesinde toplam 22 defa “Turuku”, “Turukku”, “Turukki, ve “Turuk” biçiminde bir kavim adı geçmektedir. 

Bu tabletlere şöyle birkaç örnek vermek mümkündür:
16 numaralı tablet : “...Uyuyanları uyandıran ve uyandırdıklarına hiç tayın vermeyen Turukkular gibi yapacağız”.
21 numaralı tablet : “...Bu akından beri Turukkular’ın sayısı fazla görünmüyor. Fakat artabilir. Onlar gelmeye devam edecekler.”
22 numaralı tablet : “...Bana yazdığın Turukkular’la ilgili haberler değişti.”
23 numaralı tablet : “... Bana Turukkular hakkında yazmıştın. Turukkular’ın çıkış hareketinde bulundukları gün çok meşgul olduğumdan sana haber veremedim.”
87 numaralı tablet : “...Kral bana herşeyden önce, Turukkular’ın hücum ettiklerini, Nithim’i kuşattıklarını yazdı.” 

Güneydoğu Anadolu’da yaşayan, savaşçılıkları ile Orta Asya Türk akıncılarını andıran, ana merkezden yaklaşık 400 km. uzaklaşıp, düşman ordugâhlarına saldıran bu Turukkular, Türk’ten başka kim olabilir ?

Bu tabletlerde ayrıca Asur Kralı Şamsi Addu’nun oğlu İsme Dagan’ın Turukularla barış imzaladıktan sonra, Turukulardan Zazaya’nın kızını oğlu Mutasgur’a gelin almıştır. 
Yine bu tabletlerde Turukuların Asurlulara Ahazim bölgesinden saldırdıkları anlatılmaktadır. Burada sözü edilen “Ahazim” bölgesi MÖ. 2300’lerde Türklerin ve Hurrilerin yerlişim bölgesi olan “Harizm” bölgesi olmalıdır. “Harizm” adı da büyük ihtimalle “Hurri” sözcüğünden gelmektedir. 

MÖ. 2000’LERDE ANADOLU'DA TÜRK ADI

Batı merkezli tarihin esiri bilim insanlarınca “MÖ.2000’lerde Anadolu’da Türk yoktur!” denmesine karşın arkeolojik, filolojik ve etnolojik bulgular Eski Çağ’da Anadolu’da Türklerin yaşadığını göstermektedir.
Türklerin MÖ 2. Binlerde Kuzey Mezopotamya ve Doğu Anadolu civarında yaşadıklarını kanıtlayan bu belgelerden biri Asurlulara ait tabletlerde geçen ve Arkeolog Dossin’in, “TUUR” ve “TURAN” biçiminde okumuş olduğu bir kelimedir. 

Antik Çağda İç Anadolu’da, Kilikya ve Kapadokya bölgesi civarında kullanılan bazı kral, tanrı ve yer yurt adlarının, Çin kaynaklarında görülen, “Türk” adının türevlerine fazlaca benzerlik göstermesi, “MÖ. 2000’lerde Anadolu’da Türklerin yaşadığı” tezini güçlendirmektedir. J. G. Frazer bir yazısında bu konuda şu düşüncelere yer vermiştir:
“Bütün dağlık Batı Kilikyası’nın, sonraları Greklerce Zeus diye sayılıp kabul edilen, bir tanrıyı kişiliğinde simgeleyen papaz krallar tarafından yönetildiğini biliyoruz. Bu kralların çoğunun adı ya Ajaks ya da TEUKEROS idi. Bu adlar Kilikyalı adların Grekçeye çevrilmiş biçimleri idi. 

Teukeros sözcüğü Kilikya krallarında sık sık rastlanan TRAK, TROK, TURKU ve TROKA adlarının Grek söyleyişine uydurulmasından ileri gelmişe benziyor.
Unutulmamalıdır ki, Korikos mağarasında –Kilikya’da- Zeus’un papazlarının adları arasında sık sık Tarkuvaris, Tarkumbiyos, Tarkimos, Trokoarbasis ve Trukumbigremis gibi adların arasında Grekçe Teukuros adı görülür. Hitit tanrısı Teşüp’ün bir adının da Torkom olduğu unutulmamalıdır.” 

Kilikya ve Kapadokya krallarında sıkça rsatlandığı söylenen bu adlar çok tanıdıktır. Türk adının zaman içindeki ses değişimi izlendiğinde geçmişte Türklere, “Trak”, “Türü”, “Töre”, “Türük”, “Turuk”, “Tork” gibi adlar verildiği görülecektir. Dolayısyla Kilikya krallarına verilen “Trak”, “Trok”, “Turku” gibi adların değişik coğrafyalarda Türklere verilen adlara birebir benzemesi, ilk çağda Kilikya ve Kapadokya bölgesinde yaşayan halkın “Türk kökenli” olabileceğini düşündürmektedir. Bilindiği gibi bu bölge daha sonra Hititlerin yerleşeceği İç Anadolu ve civarıdır.

Selahi Diker, “Kapadokya” adının da Türkçe olabileceğini ileri sürmüştür. Kapadokya adının Akamen Elamcasıyla: “Ka-ut-ba-du-ka” biçiminde yazıldığını ve Türkçe “Kt-batuk-ya” yani (Het-batuk-ya) biçiminde yazılması gerektiğini ileri süren Diker, bu sözcüğün anlamının ise: “Hatti halkının battığı ülke” olması gerektiğini belirtmiştir. Diker, Hatti-Hitit ve Türkçe Battı-Batık szöcükleri arasındaki ilişkiye dikkat çekerek: “Her ne kadar adını Galata sınırındaki Kappadoks ırmağından aldığı söyleniyorsa da (Strabon, s.291) bu bizim yorumumuzu değiştirmez. Zira, bu ırmak adı da hemen hemen aynı etimolojiye sahiptir: Kappadoks – Kappadok-s Türkçe Kt-patuk –su “Hattilerin battığı ırmak…” biçiminde bir değerlendirme yapmıştır. 

Anadolu’da MÖ. 2. Binlerde Türklerin yaşadıklarını gösteren en önemli kanıtlardan biri Antik kaynaklardaki bazı yer adlarıdır. Örneğin, Antik kaynaklarda Anadolu’da TAUR adını taşıyan dağlardan söz edilmektedir (Pontus Tauru, Anadolu Tauru). Taur sözcüğü “dağlı insanlar”, “dağlılar” anlamında Türkçe kökenli bir yer adıdır. Tau/taw/tav “dağ” ve ar/er “insanlar” sözcüklerinden oluşmuştur. 

BULAMAÇ HÖYÜK HEYKELİ VE ÖN TÜRKLER

Erzurum’un Pasinler ilçesi yakınlarında Bulamaç Höyük kazısında MÖ. 1100-1500 yılları arasına tarihlendirilen bir insan başı heykelciği bulunmuştur. Yapılan analizler sonucunda yumurta büyüklüğündeki insanbaşı heykelciğinin Proturklere ait olduğu anlşılmıştır. 
Pasinlerde, MÖ. 1100-1500 yıllarına ait heykelcikte, Orta Asya Türk eserlerinde bulunan “bıyık”, “keçi sakal” gibi detaylar yeralmaktadır. Heykel başının en öenmli özelliği göz, ağız, bıyık ve sakalının Asyetik unsurlar barındırmasıdır. Yrd. Doç. Dr. A. Semih Güneri, bulunan arkeolojik eserler hakkında yaptığı açıklamada, “Türkçe konuşan kabilelerin MÖ. 3000’den itibaren Doğu Anadolu’ya gelişlerine ilişkin arkeolojik belgeleri 10 yıllık çalışmayla gün ışığına çıkardıklarını” belirterek, “Ermenilerin yörede 6. Yüzyıldan itibaren yaşadığı iddia ediliyor. Bulamaç Höyük kazılarında Türklerin buralara 1000 yıl daha erken geldiğini kanıtlayan bulgular bulduk” demiştir. 

DPT tarafından desteklenen OTAK (Orta Asya’da Türk Kültürünün Arkeolojik Kaynakları) projesi kapsamında Pasinler Ovası Bulamaç deresi yakınlarından bulunan Bulamaç Höyük I’de Ortaçağ ve Urartu dönemi arasındaki kültürlere, Bulamaç Höyük II’de ise Son Tuç çağına ait surlar ve küplere rastlanmıştır.
Bulamaç Höyük kaızlarında bulunan baş heykelciği, Türklerin Anadolu’da 3500 yıldır yaşadığını kanıtlayan son arkeolojik bulgulardan biri olması bakımından son derece önemlidir.

HAKKARİ TAŞLARI VE ÖN TÜRKLER

“Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” sözü aslında bilimi tanımlamak için kullanılabilecek en güzel ifadelerden biridir; çünkü bilimde “mutlak doğru” diye birşey yoktur. Tarih biliminde de yeni bilgi ve bulgular eski bilgi ve bulguları değiştirir. Tarih ve arkeoloji bilimleri öteden beri tarihi gerçeklerin değişebileceğini göstermiştir. Örneğin, yeni bulunan Hakkari Taşları, Eski Türk Tarihi hakkında bilinenleri değiştirecek türdendir. 
Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Veli Sevin ve eşi Doç Dr. Necla Sevin başkanlığında bir ekip tarafından 1998’de Hakkari’de yapılan kazılarda ele geçirilen 13 adet dikili taş, başlangıçta Batılı bilim çevrelerinde heyecan yaratmış, dünyaca ünlü “National Geograpic” dergisi bu konuda 2 sayfalık bir yazıya yervermiş, Amerikan Arkeoloji Enstitüsü’nün yayın organı olan “Archeology” dergisi de 2000 yılı Ağustos sayısında Veli Sevin’in kazı çalışmalarına tam 8 sayfa ayırarak, Hakkari Taşları’nı dünyaya duyurmuştur. National Geographic Dergisi’nin haberinde Hakkari Taşları’nın Anadolu, Orta Asya ve Avrasya uygarlıklarıyla ilgili ip uçları vereceğini belirtmesi son derece anlamlıdır. 

Hakkari Taşları’nı bulan Veli Sevin o günlerde Hürriyet gazetesine verdiği bir demeçte şunları söylemiştir:

“Üç yıl önce kepçeyle kazı yapan bir kişi, tarihi kları görünce valiliğe haber verdi. Kültür Bakanlığı kazı başlattı. Bölgede dikilitaşlarla birlikte, içinde 50’ye yakın iskelet ve bazı eşyalar günışığına çıkarıldı. Bunlar çok önemli arkeolojik eserler. Dikilitaşların dönemin kralları tarafından oluşturulan sitelerde kullanılmak üzere yapıldığını belirledik. Yaptığımız çalışmaların meyvelerinin uluslar arası dergilerde yeralması ve Türkiye’den övgüyle sözedilmesi bizi grurlandırdı. Önümüzdeki yaz (2001) dikilitaşların kökenini araştırmak üzere Doç. Dr. Necla Sevin’le birlikte Orta Asya’ya giderek araştırmalar yapacağız.” 

Hakkari Taşları, Türk Tarih Tezi üzerinde yeniden düşünülmesi gerektiğini göstermektedir. Artık bilim insanlarımızın, “Antik çağlarda Anadolu’da Türk yoktu, Türkler 1071’de Anadolu’ya girdi!” biçimindeki “genel kabulun” esiri olmaktan kurtulup 1998 yılında Hakkari’de bulunan taşlara göz atmaları gerekmektedir 
Hakkari Taşları, Türklerin ilk yaşadıkları yerlerden birinin Doğu Anadolu ile Hazar Denizi arasındaki bölge, yani Kafkaslar olabileceğini düşündürtmektedir. 

MS. 6. yüzyıl Çin kaynakları, Türklerin atalarının Hsi Hai (Batı Denizi)’nin batı kıyılarında yaşadıklarını, sonraları buradan doğuya doğru göç ederek Turfan Havzası ve Ergenokon’a yerleştiklerini yazmaktaydı. Kimi tarihçiler, Çince Batı denizi denilen yerin Hazar Denizi olduğunu ileri sürerken, kimileri Batı denizinin Aral ya da Isık gölleri civarları olduğunu ileri sürmektedir. 

Hakkari Taşları diye adlandırılan bulgular, ilk dikildikleri şekli koruyan, insan biçiminde ve 13 adet dikili taştır. En ilginci söz konusu taşlar eski Anadolu ve Ön Asya kültürüne yabancı özellikler taşımaktadır. Ön yüzlerinde kabartma ve çizgi tekniğiyle yapılmış resimler vardır. Taşlar cepheden görünen çıplak ve güçlü bir erkek figürü biçiminde yontulmuştur. Balta, hançer, mızrak, topuz gibi madeni silahlarla donatılmış figürler birer kahraman savaşçıya benzemektedirler. Çadır resimleri, yaşamlarını bozkır çadırlarında geçirdiklerini göstermektedir. Figürlerin üzerindeki işaretlerden taşların ait olduğu toplumun at kullanmayı da bildikleri anlaşılmaktadır. 

“Hatta tüm koşum donanımlarıyla betimlenmiş bir süvari figürü Yakın Doğu’nun bilinen en eski örneği durumundadır. Dikili taşlardan ikisi silahsız kadınlara aittir. Bunlardan biri 3.30 metre boyundadır. Yerel bir hanedana ait bu taşlar, İÖ. 1450 ile 1000 yılları arasında ölmüş ataları anma amacıyla bir tür mezar taşı olarak yapılmıştır.” 

Eski Çağ Tarihçisi Veli Sevin, Hakkari Taşları’nın Ön Türklere ait olduğunu düşünmektedir. Sevin: “Orta Asya ile Şaşırtıcı Paralellik” başlığı altında Hakkari Taşlarıyla Orta Asya’da ele geçirilen Türklere ait dikili taşları karşılaştırmıştır:

“Hakkari taşları, gerek ikonografik, gerekse felsefi açıdan kuzeyin Avrasya bozkır inanışlarına yakın özellikler taşır. (…) Hakkari taşlarının en ilginç yönü, kahraman figürlerinin göğüsleri üzerinde sıkı sıkıya (olasılıkla deriden) bir kırba (tulum) taşımasıdır. Merkezi konumlu bu içki kabı tüm sahnenin odak noktasıdır. Bu kabın simgesel açıdan büyük önem taşıdığı, savaşçının tüm kahramanlıkları ile silah ve eşyalarından ön plana alınarak belirginleştirilmiştir. En erken örnekleri Hakkari ve İran Azerbaycan’ında ortaya çıkan bu ilginç poz, taşları Batı Avrupa ve Güney Rusya –Ukrayna’daki en eski benzerlerinden ayırır. (…) Buna karşılık Orta Asya’da Kırgızistan, Kazakistan, Batı Çin ve Moğolistan’da yüzlerce benzer söz konusudur. Hakkari taşlarıyla Orta Asya’dakiler arasındaki paralellik şaşırtıcıdır.” 

Sevin, Hakkari Taşları’nın Orta Asya’daki örneklerden daha eski olduğunu, dolayısıyla bilinenin aksine Anadolu’dan Orta Asya’ya tersine bir göçün söz konusu olabileceğini ifade etmektedir. 
Veli Sevin, yaptığı araştırmalar sonunda Hakkari Taşları’nı MÖ. 2030-1690 arasına tarihlendirmiştir. Bu tarihlendirme MÖ.2.Binyılın ortalarına denk gelmektedir ki, aynı dönemde Anadolu’da Hitit İmparatorluğu hüküm sürmektedir. Üstelik Hitit İmparatorluğu, Hakkari Taşları’nın bulunduğu Doğu Anadolu’ya kadar yayılmıştır. Bu durum Hakkari Taşları’nı yaratan uygarlıkla Hititler arasında bir ilişki olabileceğini göstermektedir. Veli Sevin de bu duruma dikkat çekerek Hakkari Taşları, Hititler ve Orta Asya arasında bir ilişki olduğunu ima etmektedir:

“İÖ. 2. Binyılın ortalarında Anadolu’da Hitit İmparatorlarının hüküm sürdüğü yüzyıllarda Hakkari yaylalarını yurt tutmuş bir hanedana ait bu türde taşlar Yakındoğu’ya büyük çapta yabancıdır. Ancak, Azerbaycan ve İran Azerbaycanında, Hazar Denizi’nin batı ve güneybatısındaki Aşhanekeran, Dübendi ve Erdebil yakındaki Meshkin Shar Ovası’nda çok sayıda stelin ( dikili taşın) varlığı bilinmektedir. Güneydoğu Anadolu’da Garzan Ovası ve Antakya yakınındaki Tell Açana’nın V. Tabakasında benzer birkaç örnek bulunmaktadır. Bununla birlikte çıplak savaşçı avcıları betimleyen bu türde stellerin en erken örnekleri İÖ. 4. Binyılın ikinci yarısında Kuzey Karadeniz Bölgesi, özellikle Ukrayna ve Kırım’da görülür. Bunlar zaman içinde batıda Portekiz ve İspanya’dan, doğuda Moğolistan ve Çin’e yayılan geniş bir coğrafyada binlerce örnekle ortaya çıkar. 

Orta Asya’da İÖ. 3000’den İS. 12, 13. yüzyıllara değin çok uzun bir süre çeşitli halklarca kullanılmışlardır. Kırgızistan, Kazakistan, Altay, Sbirya bölgeleri, Tuva yöresi ve Moğolistan’da geniş alanlara dağılan Orta Asya stellerinin en çarpıcı özelliği Hakkari’dekiler gibi iki ellerinde daima bir kap tutuyor olmalarıdır. Bu özellik derin anlamları olan simgesel bir sözlük görünümündedir. Binlerce yıldır unutulmayan bu gelenek Hakkari stelleri ile Orta Asya stellerini birbirine yaklaştırır.” 

Veli Sevin, Hakkari Taşları’nı yaratan uygarlığı Orta Asya’ya bağlarken MÖ. 2.Binlerde Doğu Anadolu’da yaşayan bir Orta Asyalı kavimden, Turukkular’dan da söz etmektedir. 
1998 yılında Hakkari Taşları’nın bulunmasıyla “Eski Anadolu’da Türk olmadığı” genel kabulüne çok ciddi bir darbe vurulmuştur. Söz konusu taşlar, eski Anadolu’da Türklerin yaşadığının en güçlü kanıtlarından biridir. Eski Çağda Anadolu’da Türklerin yaşadığını gösteren, Hakkari Taşları, “Hititlerin Türklüğü Tezi”nin üzerinde daha fazla düşünülmesi gerektiğini ve “Türklerin Anadolu’ya 1071’de girdikleri” bilgisinin artık sorgulanması gerektiğini çok açık bir biçimde ortaya koymaktadır.

GEN ARAŞTIRMALARI: TÜRKLER 40.000 YILDIR ANADOLU'DA

Atatürk’ün, “Anadolu en aşağı 7000 yıllık Türk beşiğidir” düşüncesi ve bu düşünce doğrultuda ortaya atılan Türk Tarih Tezi 21. yüzyılda –bugün- yapılan “gen araştırmalarıyla” doğrulanmaktadır. 

Genetik bilimindeki başdöndürücü gelişmeler, sadece geleceğe değil geçmişe de ışık tutmaktadır. DNA moleküllerinin dizlişi toplumsal köken araştırmalarında büyük kolaylıkalr sağlamaktadır. Bugün, Natonal Geographic dergisinin yürüttüğü “Genografi” projesi kapsamında dünyanın gen haritasının çıkarılmasına çalışılmaktadır. Tarih, ekeoloji ve entroploji bilimlerinin günümüzdeki en büyük yardımcılarından biri “genetik” bilimidir. Ancak Türkiye bu konuda dünyanın birhayli gerisinde kalmıştır. 

Dünyadaki Bu genetik araştırmalaraı yakından takip eden az sayıdaki bilim insanlarından biri Timuçin Binder’dir. Kaliforniya Üniversitesi’nde Antropoliji eğitimi alan ve İTÜ İnsan ve Toplum Bilimi Bölümü’nde öğretim üyeliği yapan Antropolog Timuçin Binder, gen araştırmalarının “Anadolu Türklerinin büyük bir bölümünün 40 bin yıldır bu toraklarda yaşadıklarını” gösterdiğini belirtmiştir.

Gen araştırmalarına göre 1071 ve sonrasında Orta Asya’dan Anadolu’ya gelenlerin oranının yüde 10/15 arasında olduğunu belirten Timuçin Binder, 10 Aralık 2007’de Sabah gazetesine verdiği demeçte şu değerlendirmeleri yapmıştır:

“Türkiye’de yaşayan insanların büyük bölümünün 40 bin yıl önce de bu topraklarda yaşamış olmaları… Yani Türkler 1071 yılında Anadolu’ya gelmedi. Hatta 40 bin yıldır buradan kıpırdamamışlar. Bu topraklara aitler. Orta Asya’dan geldiği söylenenler buralı aslında.

Orta Asya’dan Anadolu’ya göç oldu ama, gelenlerin sayısı çok az(!) Gen araştırmaları bugün Türkiye’de yaşayan insanların ne kadarının Orta Asya kökenli olduğunu ortaya çıkarıyor. Buna göre Türkiye’nin genetik yapısı Tarih Öncesi dönemde bugünkü şeklini alıyor. Orta Asya’dan göç edenlerin sayısı yüzde 10/15 civarında. Dolyaısıyla gelenler nüfüs yapısını da değiştirmemişler. Hiç de ‘Orta Asya’dan Anadolu’ya bir kısrak başı gibi uzanan’ bir durum söz konusu değil. (1071) Orta Asya göçü bir efsane. Zaten gelen az sayıdaki insanın geni de çok daha kalablaık toplulukların (Anadolu’ya daha önce gelen Türklerin) içinde kaybolmuş. Ayrıca (1071ve sonrasında) gelenlerin Türk mü, İranlı mı veya Afgan mı olduğunu da bilmek zor.” 

40 bin yıldır Anadolu’da yaşayan ve Anadolu’nun “dip kültürünü” meydana getiren insanların “bizim atalarımız” olduğunu belirten Binder, Anadolu’ya sonradan gelen Türklerin, Anadolu’daki insanlarla (Ön Türklerle) kaynaşıp karıştıklarını da şöyle ifade etmiştir:

“Anadolu’da, Orta Asya’dan göç etmeyen yüzde 85/90’ın anlatılmayan öyküsü ve öyküleri var. Orta Asya göçünden önce Anadolu’da yaşayanların bizimle ilgisi yokmuş gibi başka topluluklar olarak gösteriliyor. Bizim atalarımız olarak gösterilmiyor. Onlar vardı, ancak biz gelince gittiler gibi anlatılıyor. Ama bu raştırmalar bunun öyle olmadığını gösteriyor. Onlar bizim atalarımız.” 

Antropolog Timuçin Binder’in, “gen araştırmalarına” dayanarak 2007 yılında aktardığıu bu bilgiler, “Hititlerin Türklüğü” tartışmasından çok daha “radikal” ve çok daha “önemli” başka tartışmaları gündeme getirmektedir. Gen araştırmaları, MÖ 2000’lerde Anadolu’da yaşayan Hititlerden çok önce (MÖ.38.000’lerde) bu topraklarda Türklerin yaşadığını ortaya çıkarmaktadır. Nitekim gerçekten de arkeolojik ve filolojik bulgulgular, Hitit öncesi Anadolu’da yaşayan Hattilerin, Hint-Avrupai dil kullanmayan Asyenik bir kavim olduğunu göstererek, bu gen araştırmalarını desteklemektedir. 

ÖN TÜRKLERİN ANA VATANLARI ANADOLU VE CİVARIDIR

MÖ. 3.. hatta 4.Binlerde Doğu Anadolu’da Türklerin yaşadığını belirten bilim insanlarından biri de Osman Nedim Tuna’dır. Tuna: 40 yıllık araştırmaları sonunda: “Türklerin en az MÖ. 3500’lerde Türkiye’nin doğu bölgesinde bulunduğu tespit edilmiştir.” demektedir. 

Sümerlerle Türkler arasındaki ilişki konusunda 40 yıl çalışan Osman Nedim Tuna’ya göre MÖ. 3500’lerde Anadolu’da Türkler yaşıyordu. Tuna şöyle demektedir: 

“Şu halde Türkler daha MÖ. en az 3500’lerde bugünkü Türkiye’nin doğusunda oturuyorlardı…”

Güney Anadolu’da İslahiye yöresi’nde Gedikli’de bulunan ve M.Ö.3000 sanlarına ait olduğu tespit edilen, yüzeyi 20x21 m, derinliği 2.50/3m. olan, Ateş Evi’nde, 159 toprak kül kabı ve yanık kemikler bulunuştur. Yapılan analizler sonunda bu buluntuların Türklere ait olduğu ve Türk kültürüne ait izler taşıdığı belirlenmiştir. 

Selahi Diker, 35 yıllık araştırmalar sonunda kaleme aldığı “Anadolu’da On Bin Yıl, Türk Dili’nin Beş Bin Yılı” adlı çalışmasında, Anadolu’nun çok eski çağlardan beri “Türklerin ana yurdu” olduğunu ileri sürmektedir: “…(Anadolu) Türk kültür tarihini on bin yıl öncesine götürebiliriz. (….) Türkler bundan 8300 yıl öncesinde Anadolu’da yaşamıştır.” 

ANADOLU'DA ÖN TÜRKLERE AİT KAYA RESİMLERİ VE YAZITLARI

Ön Türk araştırmacısı Kazım Mirşan’a göre Türkler, MÖ.15.000’lerde Anadolu’ya gelmişlerdir.

“Bugün, Türkiye’de Orta Asya, Yenisey, Aral, Balkaş, Pamir, Kazakistan, Kırgızistan, Tamgalı Say, Talas, Issıq Kölü, Başkurtistan v.s mevcut onbinlerce pigtogram (mağara resmi), petroglif (yazıelemanlı kaya resmi- tamga) ve yüzlerce yazıtın aynısı ya da yakın benzeri geniş bir coğrafyaya dağılmış olarak Anadolu’da da mevcuttur. Bunlar Türklerin Anadolu’da -17.000 öncesine varan varlığının kanıtlarıdır. 

Sadece Doğu Anadolu yaylasında, tarihleri MÖ. 15.000, 1000 olarak tesbit edilen tam 45.000 kaya üstü yazıtı ve mağara resmi mevcuttur. Kazım Mirşan tüm bu kaya resimleri ve yazıtlarına eserlerinde yer vermiştir.” 

Kazım Mirşan’ın, Batı merkezli tarihin kölesi bilim insanlarına bir türlü kabul ettiremediği bu kanıtlar, (kaya üstü yazıları ve mağara resimleri) Anadolu’yu Orta Asya’ya bağlamakta ve Türklerin MÖ. 15.000’lerde Anadolu’da yaşadıklarını göstermektedir.

“Yazıt, tamga ve mağara resimlerindeki bu ayniyet ve yakın benzerlik ‘en azından’ Orta Asya Türk yurdu ile Anadolu insanı arasındaki bağın açık göstergeleridir.” 

Özellikle Doğu Anadolu yüksek yaylasındaki 40 bin civarındaki kaya resmi arasında Kazakistan’daki Kara-Tau sembol ve şekillerine benzer resimlern bulunması bu resimleri yapanların ortak kökenli olduklarını göstermektedir. 

Anadolu’daki Ön Türk yazıtlarının belli başlıları şunlardır:
1. Van-Hakkari, Tir-i Sin Yaylası Yazıtları
2. Gavaruh Vadisi
3. Hırkanis Suyu Mezar Vadisi
4. Pagan Köyü
5. Başet Dağı
6. Put (Yedi Salkım Köyü)
7. Cudi Dağı
8. Varagöz Yaylası
9. Çilgiri Yazıtı
10. Van Ahtamar Yazıtı
11. Erzurum Cunni Mağarası
12. Oy-Onul Trabzon Mağara Yazıtları
13. Sinop Tersane Kapıüstü Yazıtı
14. İstanbul Fikirtepe Toprak Kabı
15. Kemerburgaz Mağarası Toprak Kabı
16. Erenköy UW-ON Yazıtı
17. Ödemiş Damgaları
18. Side Hamam Yazıtı
19. Midas (At-Esiç Öz) Yazıtı 

Prof. Dr. Hamit Zübeyr Koşay tarfından bulunan Erzurum Cunni mağarasındaki resimleri Divan-ı Lügat-it Türk ve Cami’ül Tevarih’teki Anadolu Türkmen aşiretlerinin damgalarıyla karşılaştıran Kazım Mirşan çok önemli benzerlikler keşfetmiştir.
Cunni mağarasına kazınmış olan yazılar, Ön Türklerin Doğu Anadolu yaylasından Anadolu içlerine doğru ilerlediklerini göstermektedir. 

Cunni mağarasında iki ayrı çeşit Ön Türkçe yazıt bulunmuştur. İlk gurupta OQ İSİLİS, ON İSİLİS ve OQ ANILIS sözcükleri okunmuştur. 
İsilis: etiliş, ediliş; Oq: ok olma, yok olma; Anılıs: angılış, anlayış, anlamlarındadır. 
Cunni mağarasındaki yazılar, yaklaşık olarak MÖ 3000’lere tarihlendirilmiştir. Kazım Mirşan’a göre buradaki ISUB ÖG Alfabesi (Tarihteki ilk Türk alfabelerinden biri) Ön Mısır’a gitmiş ve Mısır Hiyerogliflerinin temelinde yer almıştır. 

Kazım Mirşan’ın ısrarla üzerinde durduğu eski Anadolu topluluğu Friglerdir. Yazıları henüz tam olarak çöülemeyen Batı Anadolu’nun “tarımcı” toplumu Frgilerin “Türk kökenli” olduğunu idda eden Kazım Mirşan, Batılı bilim insanlarının temel yanılgısının, Frig yazıtlarını Hint-Avrupai dil kurallarıyla çözme ısrarı olduğunu belirtmiş ve kendisinin bu yazıtları Ön-Türkçe olarak okuduğunu ileri sürmektedir. 

SAHİ, FİRİGLERİN KÖKENİ NEYDİ?

Frig yazıtlarını okumak için 2008 yılında Eskişehir'e gelen Fransız Milli Bilimsel Araştırma Merkezi üyesi Prof. Dr. Drew-Bear, araştırma ve incelemelerinden sonra, "Türkiye’de Frig esintileri var. Frig Vadisi’nde yetişen Türkler, Friglerin torunları" açıklamasını yapmıştır.1969’dan beri Grekçe ve Latince taşları okuyan Prof. Dr. Thomas Drew-Bear, Anadolu’daki yazıtları okumakla ve yayımlamakla görevli olan Prof. Bear, araşatırma ve incelemelerinden sonra şunları söylemiştir:

"Frig yerlileri bir dağ tanrıçası olan Kibele’ye tapıyorlardı. Roma’da bile Frig halkının özellikleri görülüyor. Frigler, Anadolu’da oldukları için çok gelişmiş bir medeniyete sahipti. Frig alfabesinin Fenikelilerden geldiği anlaşılıyor. Ancak Frigler söz konusu alfabeyi geliştirdi. Friglerin kendilerin özgü dilleri vardı. En eski Frig belgeleri MÖ 7 ve 8. yüzyıllara ait kaya anıtlarıdır. Midas şehrinde yazılı anıtlar ve kabartmalar var. Frig devletinin yıkılmasının ardından Frigce yazılmamaya başlandı. Ancak, MÖ 2. yüzyılın ikinci yarısında Frigce yazılara tekrar rastlıyoruz. Bu yüzyılın ardından Frigler artık kayalara değil mermer ve kalker taşlara yazdı. Yıkımın ardından Roma İmparatorluğu ile Anadolu’da barış hüküm sürmeye başladı. Halk zenginleşti. Anadolu’dan ayrılmayan Frig halkı tekrar canlandı ve dillerini konuşmaya, yazmaya başladı…. 

Frigler, sunakların ve mezarların üzerine yazılar yazıyordu. Mezar başlarına ölenlerin isimlerini, yaşlarını, neden öldüklerini, akrabalarının isimlerini ve ölenlerin mesleklerini yazıyorlardı. Ölenler için şiirler de yazıyorlardı. Bu şiirler Frig halkının ne kadar kültürlü olduğunun kanıtıdır. Genç ölen bir kızın mezarında ’Yazık, evlenmeden öldü. Çiçek açılmadan soldu’ yazıyor. Genç bir erkeğin mezarında da ’Kendi annesine ve babasına bakamadı’ yazıyor. Mezarlarda lanetlemeler de var. Mezarlarda ’bir kişi mezara zarar verirse tanrılar onu cezalandırsın’, ’kendi çocuklarının ölümlerini görsün’, ’evi yansın’, ’evlenemesin’, ’ne toprak, ne de deniz onu taşısın’ gibi korkunç lanetlemeler var."
Friglerin sunaklardaki yazılarda da “Adalet Tanrısı’ndan” bahsettiklerini ifade eden Drew-Bear, "Bundan Frig döneminde bu topraklarda adaletsizlik olduğu anlaşılıyor. Bu tanrı Frigya dışında bulunmaz. Frigler Adalet tanrısını iki erkek figürü olarak betimlerdi. Birinin elinde ölçü, diğerinin elinde bir tartı vardı. Ancak, kısa olmasından dolayı bazı Frig yazılarını çözemiyoruz. Uzun yazılar çıkarsa Frig alfabesinin hepsini çözebiliriz" .

Frig halkının genellikle tarım ve hayvancılıkla uğraştığını belirten Drew-Bear, Friglerin birçok bakımdan Anadolu Türklerine yakın olduklarını şöyle ifade etmiştir: 

"Frigler tarımla uğraşıyordu. Gelişmiş bir tarım kültürü bulunuyordu. Atları, öküzleri ve katırları vardı. Kağnı kullanıyorlardı. Kadınların başları örtülüydü. Türkiye’de Frig esintileri var. Frig Vadisi’nde yetişen Türkler, Friglerin torunları. Yani Frigler hala Frigya’da yaşıyor. Frig Vadisi’ne Doğu’dan, Kuzey’den ve Afrika’dan göçler olsa da Friglerin torunları hala bu vadide."

İŞTE "TÜRKLERİN SAKLI TARİHİ"....

ATATÜRK'ÜN 1930'LU YILLARDA ORTAYA ATTIĞI VE YERLİ YABANCI YÜZLERCE BİLİM İNSANININ ARAŞTIRMALARIYLA BİÇİMLENEN TÜRK TARİH TEZİ BUGÜN (2010) DOĞRULANMAKTADIR. ANCAK, 80 YILDIR ATATÜRK'ÜN TARİH VE DİL TEZLERİYLE DALGA GEÇEN OMURGASI KIRIK AYDINLARIMIZ HALA UTANIP SIKILMADAN TÜRK TARİH TEZİNİ CİDDİYE ALMAMAKTADIRLAR.

Türk Tarih Tezi hergeçen gün daha da doğrulanmaktadır. Ancak omurgası kırık aydınlarımız hala o eskiyi türküyü çığırmaktadır! 


Sinan MEYDAN, 21 Haziran 2010
alıntıdır.





TÜRKİC HİSTORY : ile ilgili bir adres
...
SB.