Translate

Justin McCarthy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Justin McCarthy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ocak 2013 Pazartesi

İLK KAN Prof. Dr. Justin McCarthy


Giriş
Tarihçiler gerçeği sevmelidir. Bir tarihçi sadece gerçeği yazmakla yükümlüdür. Tarihçiler yazmadan önce tüm ilgili kaynaklara bakmak zorundadırlar. Kendi önyargılarını gözden geçirmeli ve bunların gerçeği etkilememesi için ellerinden geleni yapmalıdırlar. Ancak bundan sonra tarih yazmalıdırlar. Tarihçilerin temel ilkesi şudur: "Bir konuyu bütün yönleriyle ele al; önyargılarını bir kenara bırak. İşte o zaman gerçeği bulmayı ümit edebilirsin."

Tarihçiler her zaman bu ilkeyi izlerler mi? Hayır, fakat iyi tarihçiler gayret gösterirler.

Bir tarihçinin görevinin gereğini yerine getirip getirmediğini anlamanın yolları vardır. Tüm önemli ilgili kaynakları incelemelidir. Amerikan tarihi ile ilgili bir kitap sadece Fransızca kaynaklara dayanıyor, Amerikan kaynaklarından faydalanmıyorsa gerçek tarih olamaz. Önemli olayların hepsi dikkate alınmalıdır. Alman ve Yahudi tarihi ile ilgili bir kitap Holocaust' ta öldürülen Yahudilerden bahsetmiyorsa gerçek kabul edilemez. İnsana rahatsızlık veren olaylar, yanlış düşünce ve önyargılarla uyuşmayan olaylar bir tarafa bırakılmak ve göz ardı edilmek yerine ele alınmalıdır. Türk ve Ermeni tarihi ile ilgili yazılmış bir kitap Ermeniler tarafından öldürülen Türklerin tarihini ihtiva etmezse gerçek sayılamaz.

Bu gayet açık. O kadar açık ki zikretmek bile gereksiz. Fakat biz bunun zikredilmesinin gerekli olduğuna inanıyoruz, çünkü bir çok tarihçi doğru tarih yazmanın ilkelerini unutmuş.

Siyasetçilerin de tarihçiler gibi gerçeğe ulaşma görevleri vardır. Siyasetçiler tarihle ilgili bir açıklama yaparlarsa, tarihçilerin görev ve yükümlülüklerini de üzerlerine almış olurlar. Tarihsel kayıtları, hatta kayıtların tümünü dürüstçe incelemek zorundadırlar. Siyasal baskı gruplarının söylediklerini doğru kabul etmemelidirler. 
Başkalarının doğru kabul ettiği şeyi doğru kabul etmemelidirler. Kendi önyargılarından hareketle herhangi bir şeyi kabul etmemelidirler. Siyasetçiler tarih konusunda beyanda bulunacaksa, tarihle ilgili konularda kararname çıkaracaklarsa, tarihin ilkelerine uymak zorundadırlar. Aksi taktirde, siyasetçilerin açıklamaları gerçeği yansıtmayacaktır. Böyle davranmak siyasi açıdan kendilerine faydalı olabilir. Belki oylarını da artırabilir. Ama bu, hiçbir zaman gerçek olamaz.

Şu tekrar açıkça ifade edilmelidir. Şayet siyasetçiler kendilerini tarihçi sanıyorlarsa, tarihçilerin de ilkelerine uymak zorundadırlar. 'Sözde Ermeni Soykırımı' konusunda karar çıkaran parlamentolar derslerini maalesef iyi öğrenememişler. Bu parlamenterlerin tarih konusunda insanı dehşete düşüren açıklamaları kötü tarihçiliğin örneklerindendir. Ermenilerle ilgili karar alan Fransız veya Avrupa Birliği Parlamentosu önyargılarıyla çelişen herhangi bir kanıtı göz önünde bulundurmuşlar mıdır? Asla.

Başkan Jacques Chirac kısa bir süre önce tüm hükümetlerin Ermeni Soykırımını kabul etmelerinin gerektiğini söylerken, Osmanlı arşivleri dahil tüm kaynakları detaylı olarak incelemiş midir? Hayır. Amerikan Kongresine 'Ermeni Soykırımını' kabul ettirmeye çalışanlar bu çatışmalarda milyonlarca Türk'ün öldüğünü kabul etmişler midir? Asla. Bu önyargılı tarihçilerin düzmece tarihinde ölenler sadece Ermenilerdir.

Fransız Parlamentosu veya Avrupa Birliği Hükümet üyelerinin hiçbir zaman tarihçilerin prensiplerine uymadıkları iddia edilir. Tarihsel konularla ilgili kapsamlı araştırma yapmaya vakitleri yoktur. Tarihle ilgili hemen hemen hiçbir eğitim almamışlardır. Arzu etmeseler de onlara şunu salık veririm: 

"Gerçeğe ulaşmak için gayret göstermiyorsanız, hiçbir şey söylemeyin."

Şunu itiraf etmeliyim ki, bir tarihçi olarak meseleyi tüm yönleriyle incelemeyi bir tarafa bırakıp ön yargılarıyla ve politik çıkarları için konuşanlara kızıyorum. Ayrıca, beni Ermeni meselesini tüm yönleriyle incelediklerini söyleyen ancak böyle bir şeyi yapmayan insanların iki yüzlülükleri de kızdırıyor.

Tarihsel bilgi tartışmaya dayanır. Bir meseleyi tüm yönleriyle anlayabilmek için gayret göstersek de hepimiz yanılabiliriz. Bütün tarihçiler hata yapabilir. Hatalarımızı tartışma ile anlayabiliriz. Bizden farklı düşünenleri dinler, delillerimiz değerlendirir, bazen de fikirlerimizi değiştirebiliriz. Başkalarının delillerini hesaba katmayanlar bilim adamı olamazlar. Başkalarının değerlendirmelerini görmezlikten gelenler gerçek tarihçi değildir.

Son günlerde Almanya ve Amerika' da Ermeni meselesi ile ilgili çeşitli toplantılar düzenlendi. Amerika'dakiler genellikle kapalı kapılar ardında yapıldı. Gizliydi. Toplantılara katılanlar dışında, hiç kimse bu toplantılarda ne olup bittiğini bilmiyor. Bazı toplantılara az sayıda izleyici kabul edildi, ama 'Ermeni Soykırımına' şüpheyle bakan konuşmacılara hiç yer verilmedi. Buna rağmen bu toplantılara hem Ermenilerin hem de Türklerin katıldığı ilan edildi. Ermeni milliyetçiler, "gördüğünüz gibi Türk bilim adamları da bizimle aynı görüşte", dediler.

Kim bu Türkler? Topluluklarına katılmalarına izin verilmeden bir testten geçen insanlar. Bu topluluğun bir üyesi olmadan önce Türklerin 'Ermeni Soykırımını' kabul etmeleri gerekir. Ermeni milliyetçileri kendileriyle aynı fikirde olmayanlarla asla bir araya gelmezler; hatta konuşmazlar. Bunun için, bu toplantıların bilimsel niteliği yoktur; bunlar olsa olsa Türkleri mahkum etmek isteyen kişilerin bir araya geldiği siyasi toplantılardır. Maalesef Türkleri mahkum etmeye çalışanların bazıları da Türk.

Burada şaşılacak bir şey yok. Size ideolojilerini, tarihsel muhakemelerini bir yana bırakan Türklerin de olduğunu hatırlatmama gerek yok. Fikir ayrılığı iyi bir şeydir, çünkü bilgelik tartışmaktan doğar. Ancak bu tür tartışmaların ana meselesi de işte budur. Bunlar tartışmak için düzenlenmemişlerdir.

Son zamanlarda Ermenilerle görüşen Türkleri kınayan birçok elektronik posta ve mektup okudum. Diğer Türkler de onları bir yönüyle ülkelerine ihanetle itham ediyorlar. Bu asla doğru değil. Hiçbir bilim adamı çoğunluğun paylaşmadığı şeyleri söyledikleri için suçlanmamalıdır. Özgürlük bilimselliğin temelidir ve yanlış yapma özgürlüğünü de kapsar. Kendileriyle aynı fikri paylaşmayanları suçlamak, profesörlerin evlerini bombalayan, öldüren, bilim adamlarını tehdit eden ve adaletten uzak Fransız yasalarından yararlanarak konuşmaya cesaret eden profesörlere dava açan Ermeni milliyetçilerinin takip ettiği bir yoldur.

Umarım Türkler hiçbir zaman bu yolu takip etmezler. İstanbul ve Ankara'da kitapçıları dolaştığımda, Türkler tarafından yazılmış Türkçe kitaplar görüyorum. Bu kitaplar Türklerin soykırım yaptıklarını iddia ediyor. Ermeni milliyetçileri tarafından yazılmış gibi gözüken röportajlar içeren Türk gazeteleri okuyorum. Yazılanlara gülüyorum. Bazen de kızıyorum. Ama yazmanın ve konuşmanın güzel bir şey olduğuna inanıyorum. Bu tür yazılar Türkiye'nin farklı görüşlere izin verecek kadar olgun ve özgüvene sahip bir ülke olduğunun kanıtıdır.

Peki bu nedenle bilim adamları eleştirilmeyecek mi? Evet. Onları hiçbir şekilde tasvip etmiyorum; benimle aynı fikirde olmadıkları, yanlış yaptıkları ve Türkiye'ye ihanet ettikleri için değil, onları bilimselliğe ihanet ettikleri için suçluyorum. Gizli toplantıları kınıyorum. Aralarında konuşup bunu diyalog şeklinde göstermeye çalışan herkesi suçluyorum. Farklılıkları reddedenleri onaylamıyorum.

Gizli toplantıları sürdüren Türk ve Ermenilere tek bir sorum olacak. Yalnız ideolojik dostlarıyla konuşan Türk veya Ermenilere tek bir sorum var. 

Her türlü bilimsel tartışmayı reddeden Türk veya Ermenilere bir sorum var. Niçin korkuyorsunuz?

Dürüst bir tartışma için davetimi tekrarlıyorum. Davalarına inananlar savunmalarını da sözleriyle yapmak mecburiyetindedirler; tartışmak için istekli olmalı ve sadece kendileriyle aynı fikri paylaşanlarla konuşmamalıdırlar.

Parlamenter ve tarihçilere bir önerim daha var: Siyaseti bir tarafa bırakın ve tarihle ilgili sorular sorun. Ermeni ve Türk tarih çalışması şu asli soru sorulmadıkça incelenemez: Türklerin yaptıkları, soykırım veya müdafaa, nasıl ifade edilirse edilsin Türkler bunu niçin yapmış olabilir?

Ermeni milliyetçilerinin beyanlarındaki en önemli meselelerinden biri Türklerin Ermenilere neden saldırdığı sorusudur. 

Türkler ve öteki Müslümanlar, Müslüman bir imparatorlukta çoğunluktaydılar. Asırlarca Ermenilerle beraber yaşamışlar ve Ermenilerin dinlerini ve geleneklerini sürdürmelerine izin vermişlerdir. Fakat, Ermeni milliyetçilerine göre, Türkler aniden Ermenilere saldırmaya karar vermişler. Bundan da kötüsü, Türkler planlı bir soykırımla tüm Ermenileri yok etmeye karar vermişler. Ermeni milliyetçileri Türkler için atfettikleri bir sürü hayali planla birçok neden üretmişlerdir. Türkler Ermenilerin mallarını çalmayı düşünüyorlarmış. Anadolu Türklerini Orta Asya'ya birleştireceklermiş fakat Ermeniler yollarının üzerinde bulunuyormuş. Osmanlıların Balkan savaşlarından gelen mültecileri yerleştirmek için Ermenilerin yaşadığı topraklara ihtiyacı varmış. Daha duygusal nedenler de uydurulmuş: Türkler Ermenileri kıskançlık sebebiyle öldürmek istiyorlarmış, çünkü Ermenilerin üstün olduğuna inanıyorlarmış. Yoksa Türklerin din düşmanlığından kaynaklanan sebepleri mi var?

Türkler Ermenilerin mallarını gasp etmek istemişler midir? 

Şayet öyle olmuşsa, İstanbul, Edirne ve İzmir'deki zengin Ermenilerin mallarına dokunmayıp, Doğu Anadolu'daki yoksul Ermenilere karşı savaş açmaları bir hayli tuhaf. Türklerin Ermenilerin mallarına imrendiklerini hiçbir zaman ispat edemeyiz. Fakat mallarını kimin çaldığını sorabiliriz. Hırsız kimdi? Mağdur kimdi? Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman Ermeniler Erivan, Karabağ ve Kars'ta Türklerden ele geçirdikleri topraklarda yaşıyorlardı. Türkler Ermenilerin topraklarını değil, Ermeniler Türklerin topraklarını çalmışlardı. 

1. Dünya Savaşı esnasında, Ruslar Doğu Anadolu'yu işgal ettiklerinde bir kez daha Türklerin ve Kürtlerin mallarını talan eden Ermenilerdi. Anadolu Müslümanları evlerini ve çiftliklerini kaybettikten 100 yıl sonra intikamlarını alır ve Ermeni topraklarını ele geçirirler.

Orta Asya Türkleriyle birleşme arzusu başta Enver Paşa olmak üzere bazı Osmanlı liderlerinin ilginç ülkülerinden biriydi. Bu, Azerbaycan hariç hiçbir zaman ciddi bir şekilde düşünülmemiştir. 

Ermeniler böyle bir plan için nasıl engel olabilirler ki? 

Orta Asya'ya giden yol Ermenistan'dan değil İran'dan geçiyordu. Ermenistan üzerinden geçmeyi düşünmeleri için çılgın olmaları gerekir. Bunu ispatlamak için haritaya bakmak kafidir. Orta Asya'ya varmak için kuzeye ilerleyen Türk Ordusu Kafkas dağlarının zirvesinden, çöl ve step alanından geçmek zorunda kalacak, sonunda Aral Denizi'nden güneye ulaşacak. Bunu Enver Paşa bile deneyemezdi. Cengiz Han bile kıyı şeridinden gitmişti. Osmanlı Anadolu'sunda yaşayan öteki Ermeniler Osmanlıların doğu çıkartması esnasında yollarını keser miydi? İlerlemeyi engellemek için orduları harekete geçirseler mesele oluştururlardı. Gerçekten de Osmanlılara karşı silahlandılar, fakat Ermeni ayaklanmasının Orta Asya ile hiçbir alakası yoktu.

Osmanlıların Balkan savaşı mültecilerine yer bulmak maksadıyla Ermeni topraklarına göz diktiği iddiası tamamen yanlıştır. Mültecilerin tamamı 1. Dünya Savaşından önce yerleştirilmişti. Hepsinin yerleştirildikleri yerler Trakya ve Batı Anadolu idi, Doğu Anadolu değil.

Türkler kendilerinden üstün olduklarını düşündükleri için mi Ermenilerden nefret edip, onları öldürmeye kalkıştılar? 

Hiçbir Osmanlı arşivinde veya beyanında böyle bir kanıt yoktur, fakat benim tercih ettiğim kanıt Türklerle yaşamış olan herkesin kanıtıdır. Son 35 yıl içinde birçok Türk'le tanıştım. Bu Türklerin çoğu insanların eşit olduğunu düşünüyorlardı. Türklerin hiçbirisi Türklerin herhangi birinden aşağı olduklarını düşünmüyordu. Osmanlı Türklerinin de farklı düşündüklerini sanmıyorum.

'Dini nefretle' alakalı iddialara gelince, tarih bunun gülünecek bir yalan olduğuna işaret ediyor. Müslümanların, Ermenileri 700 yıl boyunca kabul ettikten sonra, İslamın hükümlerini bir kenara bırakarak Hıristiyanların haklarını reddedeceklerine kim inanır? Osmanlı tarihinin hoşgörü konusunda örnek olduğu ve Hıristiyan devletlerden çok daha iyi bir geçmişe sahip olduğunu kim unutabilir? Hayır, Doğudaki Müslümanlar Ermenilerden nefret etmeye ve korkmaya başlamışlardı, fakat bu, Ermenilerin ve Rusların yaptıklarından dolayıydı.

Ermeni milliyetçilerinin tartışmaları son tahlilde tek bir iddiaya dayanır: Türkler delidirler. 

700 yıl boyunca birlikte yaşadıktan sonra Türkler bir anda Ermenilerden nefret etmeye başlamış ve onları öldürmeye karar vermişlerdir. Bundan başka hiçbir açıklama Ermeni milliyetçilerinin Türkleri suçlama isteğini tatmin edemez. Sözde soykırım için yapılan tüm açıklamalar Türklerin tamamen akıl dışı hareket ettikleri iddiası üzerine kurulmuştur.

Bu açıklamaların mantıklı olduğuna dair tartışmalar da duydum. Neticede, Almanlar da Yahudileri öldürdüklerinde akıl dışı hareket etmişlerdir. Aralarındaki farklar araştırılmaya değer. Nazilerin Yahudi düşmanlığı konusunda uzun gelenekleri var. Avrupa tarihi Yahudilere yapılan saldırılarla doludur. Aynı zamanda, Almanların Yahudilere karşı karalayıcı ve şeytani bir edebiyat geleneği vardır. Bu nedenle Hitler ve yandaşları uzun bir nefret geleneğinden yararlandılar. Yahudilere karşı iktidara gelmek için önyargıları bir araç olarak kullandılar.

Benzeri bir durum Osmanlı İmparatorluğu’nda görülmüş müdür? Ermeni ayaklanmaları başlamadan önce, Ermenilere, Almanların Yahudilere yönelik saldırılarına benzer saldırılar yapılmış mıdır? 
Hayır. 
Osmanlı popüler edebiyat geleneklerinde Ermeni karşıtlığı mevcut mudur? Hayır. 
Herhangi bir Türk siyasi partisi kampanyasını Ermeni düşmanlığı fikrine dayandırmış mıdır? Hayır. 

Esasında, Ermeni milliyetçiler Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklanıyorken bile, diğer Ermeniler Osmanlı devletine memnuniyetle kabul ediliyorlardı. Ermeniler Osmanlı İmparatorluğu’nda yüksek mevkilere gelmişlerdi. Avrupa tarzı ırksal düşmanlık Osmanlı İmparatorluğu’na yabancı bir konuydu. Alman Yahudilerinin ölümü ile sonuçlanan bir önyargı Osmanlı İmparatorluğu’nda hiçbir zaman gerçekleşmedi. ‘Irksal düşmanlığın’ Ermenilere karşı saldırganlığa yol açtığına dair iddialar tamamen hayal ürünüdür.

Türkler ve Ermeniler arasında ortaya çıkan çatışma için geleneksel sebepler bulmaya çalışmak daha anlamlıdır. Türklerin Ermenilerle savaşmalarının gerçek sebebi kolayca açıklanabilir ve tamamen makuldür: Türkler, kendilerini savunuyorlardı.

Bu, bir diğer soruyu beraberinde getirir: Türkler ve Ermeniler arasındaki savaşı kim başlatmıştır? Saldıran taraf kimdir? Kendini savunan taraf kimdir?

Diğer tarihçiler ve ben genellikle bu sorulardan kaçınmışızdır. Türklerin ve Ermenilerin tarihi üzerine düşüncelerimi dile getirirken ve yazarken, bu savaşı insanlık tarihinin talihsiz bir dönemi olarak nitelendirmişimdir. Hatta, asıl konunun kimin haksız olduğu değil, Türkler ya da Ermeniler olsa da, insanlığın acı çektiğini söylemişimdir. Bu, hala en önemli husustur. 

Fakat, saldıran tarafın kim olduğu sorusu şu anda göz önünde bulundurulmalıdır, çünkü tüm insanlığın acısına merhamet etmek, Türkleri suçlayan siyasileri hiçbir zaman tatmin etmemiştir. Ermeni milliyetçileri herhangi bir biçimde Türklerin acılarından bahsederken, Türklerin ölüm nedeninin savaş, Ermenilerin ölüm nedeninin ise soykırım olduğunu belirtmişlerdir. 

Önce Türklerin Ermenilere zulmettiklerini, daha sonra da kendi başlattıklarının mağduru olduklarını söylemişlerdir. Bu doğru mudur? Türkler Ermenilere saldırdıkları için mi acı çekmişlerdir? Olanlar Türklerin suçu mudur ve bu yüzden Türklere daha az merhamet mi göstermeliyiz? Bu soruları cevaplamak için Türkler ve Ermeniler arasındaki çatışmaları kimin başlattığını araştırmalıyız.

Genellikle söylenilenlerin aksine, Türkler ve Ermeniler arasındaki çatışma 19. yüzyılın sonlarında Osmanlı İmparatorluğu’nda değil, 18. yüzyılda dönemin İran İmparatorluğu’nda ortaya çıkmıştır. İçlerinde Ermeni Kilisesi yetkililerinin de bulunduğu Ermeniler, Rus istilacılarıyla güç birliği yapmışlardır. 1796’da, Rusların Derbent Hanını mağlup etmesi ve Derbent şehrini ele geçirmesine, o şehirde yaşayan Ermeniler aracı olmuştur. 1790’larda, bir Ermeni piskoposu, Ermenilerin ‘kendilerini Müslüman himayesinden kurtarmak için’ Rus birliklerine katılmaları gerektiğine dair vaazda bulunmuştur. Azerbaycan Ermenilerinin çoğu tarafsız kalmışlardır, fakat taraf tutanlar Rusları desteklemiştir. Ermeni gönüllü askerleri, Azerbaycan ve Erivan’ın Ruslar tarafından işgali süresince Ruslarla yan yana savaşmışlardır.

Ermenilerin Ruslara karşı sadakati, her şeyden ziyade Rus himayesi altında yaşama arzularından bellidir. Ruslar Karabağ ve Erivan’ı ele geçirdiklerinde, oralarda yaşayan ve çoğu Türk olan Müslümanları öldürmüş ya da tahliye ettirmişlerdir. Müslümanlardan kalan boş ev ve arsaları İran’daki ve Osmanlı Anadolu’sundaki Ermeniler almıştır. Sonraki on yıl boyunca ne kadar Türk tahliye ettirildiyse, o kadar Ermeni onların yerini almıştır. Unutulmamalıdır ki, Rus istilası gerçekleşmeden önce, bugün Ermeni Cumhuriyeti olan topraklardaki nüfus çoğunluğunu Türkler oluşturmaktaydı. Fakat istiladan kısa bir süre sonra, çoğunluk artık Türklerin değildi.

Ermeniler, Güney Kafkasya bölgesinde 700 yıl boyunca Türklerle beraber yaşamışlardır. Ne Türklerin ne de Ermenilerin yaşamları kusursuz olmuştur, fakat; Türklerin o bölgeye gelişinden 700 yıl sonrasında Ermenilerin hala orada yaşıyor oldukları gerçeği, Ermenilere hoşgörü ile muamele edilmiş olduğunun ispatıdır. 

Ermeniler dağlarda saklanıp ateşli bir şekilde bağımsızlık mücadelesi vermek durumunda değillerdi. Bölgenin her kısmında ikamet ediyor ve şehirlerde çalışıyorlardı ki istenilseydi buralarda kolaylıkla yok edilebilirlerdi. Fakat, barış içerisinde yaşadılar. 

Ermeni toplumu bölgenin her tarafına dağılmış bir toplumdu ve Güney Kafkasya’nın hiçbir vilayetinde çoğunluk değillerdi. Rusların gelişiyle, Ermenilerin çoğu kendi hükümetlerine karşı olup Rus işgalci güçlerine katıldılar. Ruslarla birlik olan bu Ermeniler, Rus ve Ermeni azınlıkların, 700 yıl boyunca egemenlikleri altında yaşadıkları Müslüman çoğunluğu yönetmesini istiyordu. Bu demokrasi isteği değildi. Bu halk iradesi isteği de değildi. Onlar yönetimi ele geçirmek istiyorlardı. Ve bu yolda Ermeni milliyetçilerin karşısına çıkan her Müslüman yok edilecekti. Türkler Ermenilere değil, Ermeniler Türklere saldırmışlardır.

Ruslar, 1828-29 yıllarındaki bir savaşla ve (1853-1856 arası) Kırım Savaşıyla, işgallerini Doğu Anadolu’ya kadar sürdürmüşlerdir. Ruslar Doğu Anadolu’yu işgal ettiklerinde, Anadolu ve Rus Ermenileri onlarla taraf olmuş ve onlar için casus ve keşif eri olarak vazife görmüşlerdir. Ruslar geri çekilmek zorunda kaldıklarında ise, binlerce Ermeni onlarla birlikte bölgeyi terk etmiştir. Kısacası, Ermeniler kendi ülkelerinin düşmanı ile taraf olmuşlardır.

1. 1877-78 Rus-Türk Savaşı

1877-78’de Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu arasında ortaya çıkan savaşın başlarında, Osmanlılar, Hıristiyan ya da Müslüman da olsa, kendi tebaalarına itimat edebilmeliydiler. Aslında, Hıristiyanların Osmanlı Ordusu’na kabul edilmelerinin daha ilk gününde, Erzurum’da yaşayan 84 Hıristiyan gönüllü askeri hizmet için Osmanlı Ordusu’na başvurmuştur. Ancak, Erzurum’daki Rus konsolosluğu, Hıristiyan piskoposlara, Rusya’nın ülkesi için savaşan Hıristiyanlara iyi gözle bakmadığını bildirmiştir. Böylece, piskoposlar Hıristiyanlara Osmanlı Ordusu’na hizmet etmemelerini söylemiş ve Hıristiyanlar gönüllü askeri hizmet için kaydolmayı 
bırakmışlardır.

Savaş alanında yaşayan her insan acı çeker, fakat Doğu’da yaşayan Ermeniler ne Osmanlı Hükümeti tarafından özellikle seçilmiş, ne de savaş esnasında Osmanlı’nın zulmüne maruz kalmışlardır. Tam aksine, Avrupa kaynaklarında sivil ve Müslüman yetkililerin Ermenileri Kürt saldırılarından koruduklarına dair çok miktarda delil bulunmaktadır. Ne yazık ki Osmanlılar, savaşı kaybettiklerinde, Müslümanları Ermeni saldırılarından koruyamamışlardır.

Kars Rusların eline geçtiğinde, orada yaşayan Ermeniler hem Osmanlı askerlerine hem de sivil Türklere saldırmışlardır. İngilizler, Ermenilerin, yaralı Türklerin öldürülmesinde Ruslara yardım ettiklerini rapor etmiştir. Erzurum’u işgal eder etmez, Ruslar polis teşkilatının başına bir Ermeni’yi geçirmiştir. Türklere zulme-dilmeye başlanmıştır. 6000 Türk ailesi şehri terk etmeye zorlanmıştır. Bunun üzerine İngiliz Büyükelçisi şöyle yazmıştır: 

“Şüphesiz ki Ruslar Erzurum’u işgal ettiklerinde Ermeniler, elde ettikleri Rus korumasından faydalanarak Müslüman nüfusa zarar verdiler, acımasızca davrandılar ve onları tahkir ettiler.”

Savaş esnasında Osmanlı’nın Doğu bölgesinde yaşayan Ermenilerin çoğu Ruslarla taraf olmuştur. Osmanlı’daki Ermeniler Rus işgalci güçleri için casus ve keşif eri olarak vazife görmüşlerdir. Hiç kimse, Eleşkirt vadisi Ermenilerinin yaptığı kadar candan bir şekilde Ruslarla güç birliği yapmamıştır. Onlar, güven içerisinde Rusların fethettikleri her yeri ellerinde tutacağını umuyorlardı. Fakat öyle olmayacaktı. Diğer Avrupa güçleri Rusları Eleşkirt’ten çekilmeye zorladı. Bu geri çekilme esnasında 2000-3000 kadar Ermeni ailesi de Ruslara katıldı. Bu Ermenilere verecek ev ya da arsa olamaması gibi bir durum söz konusu değildi, çünkü Ruslar istila ettikleri bölgelerdeki 70.000 Türk ailesini göçe zorlamışlardı.

2. İhtilalci Ermeni Örgütleri

Genelde Taşnaklar olarak bilinen İhtilalci Ermeni Örgütü Taşnak (Dashnaktsuthion) Partisi, 1890 yılında Tiflis’te, Rusya İmparatorluğu’nda kurulmuştur. Bu parti, Anadolu’da Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkma tasarısında daha önce kurulmuş olan Ermeni milliyetçi partileriyle birlik olmuştur. İdeolojik anlamda, parti sosyalist ve milliyetçiydi. Parti, Manifesto’sunda ‘Ermeni halkının Türk hükümetine karşı savaşı’nı ilan etmiştir. ‘Ulusal özgürlüğü korumanın ürkütücü külfetinden’ söz etmiştir. 

1892 yılının Taşnak Program’ı, toprakların yeniden paylaştırılması, toplumsal kardeşlik ve iyi bir yönetim gibi çağrıların arasında, aslında ihtilalci eğilimlerini dile getirmiştir. Bu eğilimler, ihtilalci örgütler ile savaş toplulukları kurmayı ve ‘halkı’ silahlandırmayı kapsamaktaydı. Taşnaklar, amaçlarının “savaşı teşvik etmek ve hükümet görevlilerine karşı şiddet kullanmak…” ve “hükümet kuruluşlarını yağmalama ve yıkılmaya maruz bırakmak” olduğunu resmen bildirmişlerdi.( Louise Nalbandian, “Ermeni İhtilalci Hareketi,” Berkeley, 1963, s-156-158.) Takip eden yıllarda planlarını gerçekleştirdiler.

Taşnak özdeyişi (1896) şöyleydi: “Silahlara sarılın! Savaşın! Zafer bizimdir!” ( Nalbandian, s-178.)

Burada Taşnakların ve diğer ihtilalci Ermeni hareketlerin düzenini ve felsefesini açıklamaya ne zaman ne de gerek vardır. Kendi sözleri, amaçlarının Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kanlı bir ayaklanma olduğunu açıkça belirtmektedir. Onların eylemlerini incelemek, sözlerini incelemekten daha önemlidir. İhtilalcilerin amaçları hususunda anlaşılması gereken bir gerçek vardır, fakat; Ermeni ihtilalcilerinin amaçları, diğer milliyetçi devrimcilerin amaçlarından oldukça farklıdır. 

İtalya’da yaşayanlar İtalyan’dılar ve İtalyan devrimleri çoğunluğun yönetimde olduğu bir devlet amaçlıyordu. Aynı şekilde, Polonya milliyetçileri, Rus azınlıklar tarafından yönetilen ve ezilen Polonyalı çoğunluğun yönetimde olduğu bir devlet meydana getirmeyi amaçlıyorlardı. Aynı durum tüm dünya için geçerliydi. İyi yada kötü, yöntemleri nasıl olursa olsun, bu milliyetçiler en azından çoğunluğun kendi kendini yöneteceği bir ülke için savaşıyorlardı.

Fakat Ermeni milliyetçileri için durum aynı değildir. Ermeni ihtilalcileri, kendilerinin, nüfusun yüzde yirmisinden az oldukları bir ülkeyi fethetmek için savaşıyorlardı. Üzerinde hak iddia ettikleri ‘Altı Vilayet’ olarak bilinen bölgede, Müslüman halk nüfusu Ermeni halkını dörde katlamaktaydı. Polonyalıların, İtalyanların, Özbeklerin, Güney Afrikalıların ve Cezayirlilerin aksine, Ermeniler, emperyalist bir hükümet tarafından yönetilen bir çoğunluk değillerdi. Ermeniler, ülke çoğunluğunu bozguna uğratıp onların topraklarını ellerinden almak isteyen küçük bir topluluktu. Ermeniler ülkelerinin düşmanlarından yardım alan küçük bir azınlık grubuydu, çünkü dışarıdan yardım almadan Müslüman çoğunluğu yenmeleri imkansızdı.

Eğer Ermeniler amaçlarında başarıya ulaşsalardı ne yaparlardı? Tarih bize Balkanlar’daki Türklerin acı verici akıbetinden dersler vermektedir. Bir ‘Ermenistan’ meydana getirmenin tek yolu çoğunluğu ya sürgün etmek yada öldürmekti. İhtilalciler kendilerini Müslüman egemenliğinden kurtarmadıkları sürece, Anadolu’da bir Ermeni Devleti asla var olamazdı.

Osmanlının Ermeni ihtilalcilere verdiği karşılık düşünüldüğünde bu gerçek mutlak suretle akılda bulundurulmalıdır. Osmanlılar sadece kendi hükümetlerini savunmuyorlardı. Osmanlılar, Ermeni ihtilalcilerin başarıya ulaştığı takdirde sürgün edilecek yada öldürülecek olan kendi halkını savunuyorlardı.

3. 1890 Ayaklanmaları

Ermeni ayaklanmaları 1860’larda ve daha öncesinde Batı Anadolu’da başlamıştır. Fakat, 1890’larda ihtilalci Ermeni örgütleri tasarılarını tam anlamıyla uygulamaya geçirmişlerdir.
1894’te, Sason bölgesindeki Ermeniler hükümete karşı ayaklanmıştır. Geniş isyancı topluluklar saldırılarını Osmanlı Devleti’ni temsil eden vergi toplayıcılarına, hükümet görevlilerine ve resmi dairelere yöneltmişlerdir. Aynı zamanda, bu topluluklar Kürt aşiretleriyle de savaşmışlardır. Eskiden beri, Ermeniler ve Kürtler arasında bir düşmanlık var olagelmiştir. Bu yüzden, işin bu kısmı anlaşılabilir. Ermeni ayaklanması ister tasvip edilsin ister edilmesin, şu anlaşılmaktadır ki isyancılar hükümete ve kendi ezeli düşmanlarına saldırmışlardır. Daha sonra cereyan eden olaylar ise hiçbir şekilde mazur görülemez. Osmanlı ordusu isyancıların üzerlerine gitmiş ve isyancılar geri çekilirken yolları üstündeki köy sakinlerini katletmişlerdir. Ancak buna karşılık olarak, Osmanlı ordusu ve sivil Müslüman halk Ermenileri öldürmüştür.

Önce Müslümanlar Ermenileri değil, önce Ermeniler Müslümanları öldürmeye başlamıştır. Sonuç iki taraf içinde bir felaket olmuştur.

Zeytun ve Maraş bölgesindeki Ermeni isyancıların yaptıkları da neredeyse aynıdır. İsyan, bölgede yaşayan Müslümanların toplu halde katledilmesi olmuştur. Ermeni liderin kendisi 25.000 Müslüman öldürdüğünü belirtmiştir. Osmanlı ordu-sunun bu katilleri cezalandırmaya bile imkanı olmamıştır çünkü Avrupa güçleri onları korumuştur.

Aynı yıl içinde Van’da, Ermeni milliyetçilerin yeniden ayaklanması sonucunda, isyancıların kendileri ve birçok masum Müslüman ve Ermeni hayatını kaybetmiştir. 1909 yılında Adana’daki durum da aynıdır: Hiç gelmeyen Avrupa desteğine güvenen Ermeniler ayaklanma başlatmışlardır. En çok kaybı Ermeniler vermiş olsa da, şüphesiz ki çatışmayı başlatan Ermeni isyan güçlerinin kendileri olmuştur. Türkler karşılık vermiştir. Çünkü onlar sadece devletlerini değil aynı zamanda halklarını da koruyorlardı.

Samsun’da, Van’da, Maraş’ta ve Adana ‘da katliamı başlatan Ermeniler olmuştur. Kendi ülkelerindeki Osmanlı vatandaşlarını öldürmeye başlayanlar Ermeniler olmuştur. Türkler Ermenilere değil, Ermeniler Türklere saldırmışlardır.

4. Birinci Dünya Savaşı

Öncelikle 1912 ve 1913 yıllarındaki Balkan Savaşları göz önünde bulundurulmadan, Birinci Dünya Savaşı’nda yaşanan olaylar anlaşılamaz. Balkan Savaşları, ihtilalcilere, stratejilerinin başarılı olacağına inanmalarını sağlayan bir sebep sunmuştu. Milliyetçi çeteler Balkanlar’daki Türkleri öldürmüş ve onları evlerini terk etmeye zorlamışlardı. Orduların denetimini ele geçirmek, katliam ve sürgün olaylarının sonuncusu olmuştu. Çoğu Türk olan Müslümanlar, 1912 yılında, Osmanlı İmparatorluğu’nda artık az bir çoğunluğa sahip hale gelmişlerdi. Balkan Savaşları’nın sonlarında ise tamamen azınlık durumundaydılar. Osmanlıların Balkanlardaki Müslüman halkının yüzde yirmi yedisi ölmüştü. Geriye kalan ise, kendilerini Müslüman nüfusundan arındırmış Bulgar, Yunan, Karadağ ve Sırp Devletleriydi. Bir zamanlar Müslüman çoğunlukların bulunduğu topraklarda artık Hıristiyan çoğunluklar bulunmaktaydı. Bu, Ermenilerin daha uzun vadede yapmak istedikleri şeyin tamamen aynısıydı ve Balkanlar’da işe yaramıştı.

İki tarafta Balkan Savaşları’ndan bir şeyler öğrenmişti. Türkler, Ermeni ihtilalcilerin başarıya ulaşması durumunda başlarına ne geleceğini biliyorlardı. Anadolu’daki Ermeni ihtilalcilerin amacı, Türkleri Balkanlardan gitmeye zorlayan ihtilalcilerin amacıyla aynıydı. Batı Anadolu’nun “Ermenileşmesi” için o bölgede yaşayan Müslüman çoğunluktan kurtulmak istiyorlardı. Bunu yapmak için de, Balkanlar’da etkili olan taktiklerin aynılarını uygulayacaklardı.

Henüz Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce bile, Ermeni gerilla örgütleri Rus İmparatorluğu’nda teşkilatlanmaya başlamışlardı. Bu örgütler hem Rusya hem de Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermenileri kapsıyordu. Takriben sekiz bin kadar Osmanlı vatandaşı talim görmek ve teşkilatlanmak üzere Kağızman’a gitti. Altı bin kişi Anadolu’dan Iğdır’a, daha fazlası da diğer eğitim kamplarına gitti. Türklere karşı savaşmak ve Rusların savaş mücadelesine destek olmak üzere geri döndüler. Çok sayıda silah, cephane, erzak ve hatta üniforma Anadolu’daki ambarlarda kullanıma hazır bir şekilde gizlenmişti.

Bu örgütler küçük gerilla birlikleri değillerdi. Belli bir planı olmayan terörist saldırılar yapan birkaç kişiden ibaret değillerdi. Aslında bu tarz kişisel saldırıların sayısı da oldukça fazlaydı ancak, asıl Ermeni saldırısı iyi silahlanmış ve iyi eğitilmiş isyancı örgütlerden geldi. Sayıları neredeyse yüz bin kişiye kadar ulaşmaktaydı. Osmanlı yetkilileri sadece Sivas Vilayeti’nde takriben otuz bin gerilla olduğunu hesaplamışlardı.

Ermeni tarih miti, barışsever Ermenilerin ortada hiçbir kışkırtma olmaksızın Türklerin saldırılarına maruz kaldıklarını öne sürmektedir. Gerçek, bundan oldukça farklıydı.

Vaziyeti anlamak için, 1915 baharında Osmanlı-Rus sınırındaki durumu tasavvur etmeye çalışmak gerekir. Rus cephesindeki Osmanlı ordusu virane durumdaydı. Enver Paşa cesur fakat kötü tasarlanmış bir saldırıyla Rusları Sarıkamış’ta yenmeye çalışmıştı. Fena halde başarısızlığa uğramış, ordusunun dörtte üçünü kaybetmişti. Osmanlı topraklarıyla Rus işgalci güçleri arasındaki tek engel Doğu cephesindeki Osmanlı Ordusu’ndan sağ kalanlardı. Bunlardan bazıları oldukça iyi birliklerdi. Araziyi tanıyan ve Doğu’daki jandarmalardan oluşan birlikler bilhassa etkiliydiler. Fakat Osmanlı güçleri sayıca azdı. Ruslar sayıca daha fazlaydı ve daha iyi teçhizatlanmış durumdaydılar. Osmanlı birliklerinin tek şansı savunma durumunda kalmaktı. Ön cephede herkese ihtiyaç duyuluyordu.

Ancak, binlerce kişi ön cepheye ilerleyememişti. Onların savunma hattının arkasında savaşmaları gerekmekteydi. Aslında iyi askerlerin bazıları ön saflardan çekilip, içteki düşmanlarla, Ermeni isyancılarıyla savaşmaya yollanmıştı. Rus cephesi tehlikeliydi. Nihayet çöktü. Sonunda Ruslar beraberlerinde Ermeni isyancıları getirerek Doğu Anadolu’yu istila ettiler.

1915’te, Anadolu’daki Rus istilasına hem Osmanlı Anadolu’sundan hem de Rusya’dan gelen Ermeni birlikleri öncülük ettiler. Ermeniler Rusların rehberliğini yaptılar. En önemlisi, Ermeni çeteleri ulaşımı engelleyerek Doğu’daki askeri haberleşmeyi kesti.

Ermeni komitacı ve çetelerinin oluşturduğu tehlike hem Osmanlı İmparatorluğu’nun hem de Anadolu’daki Müslümanların hayatlarını ciddi bir şekilde tehdit ediyordu.

Ermeni milliyetçileri ayaklanmaları örgütlemeye başlamadan hiçbir Ermeni sürgün edilmemiş, hiçbir Ermeni politikacı idam edilmemiş, hiçbir Ermeni Osmanlı askerleri tarafından öldürülmemiş, hatta resmi olarak savaş ilan edilmemişti. Ermeni isyancılarının eylemleri yalnız ayaklanmalardan ibaret değildi. Osmanlı Ermenileri Rus ordusuna casusluk yapıyorlardı. Kendi ülkeleri olan Osmanlı İmparatorluğu baş düşmanı Rus İmparatorluğu ile savaşırken, Ermeniler Rusya’nın yanında savaştılar. O zaman da itiraf ettikleri gibi, kendi ülkelerinin baş düşmanlarıyla bir olup onlarla birlikte savaşan vatan hainleriydiler.

Ermeni ayaklanmasının etkilerini görmek için haritaya bakmak gerekir. Ayaklanmalarının yalnızca merkezleri gösterilmektedir. Ermeni çeteleri Doğu Anadolu’da faaliyet göstermekte, ulaşımı engellemekte, haberleşme hatlarını kesmekte ve en ücra Müslüman köylere saldırmaktaydılar. Haritada sadece büyük çetelerin asıl faaliyet alanları gösterilmektedir.

İlk bakışta, bazı ayaklanma bölgelerinin garip bir şekilde seçildiği dikkati çekmektedir. Niçin Sivas? Bir ayaklanma için hiç de müsait bir yere benzememektedir. 

Sivas ilinde nüfusun sadece yüzde on üçü Ermeni’dir. Sivas hem cepheden hem de Rus desteğinden uzaktır. Fakat bir de yollara bakınız. Rus cephesine varmak için savaş malzemeleri ve taburlar Sivas’tan geçmek zorundadır. Aynı zamanda, Sivas tüm savaş bölgesine giden telgraf sisteminin de merkezi durumundadır. Sivas, ulaşımın ve haberleşmenin dar kavşağıdır. Sivas’taki herhangi bir kırılma Osmanlı savaş gücüne vurulmuş ağır bir darbe olacaktır. 

Kilikya ve Urfa’daki Ermeni ayaklanmalarının olduğu yerler de stratejik öneme haiz noktalardır. Toros tünelleri tamamlanmadığı için, Irak cephesine gönderilecek savaş malzemeleri ve askerler Kilikya’dan gemi aktarması yapılarak Urfa’dan geçmek zorundaydılar. İngilizler Gelibolu’ya saldırmak yerine Kilikya’ya saldırmayı ciddi şekilde düşünmüşlerdi (öyle yapsalardı başarılı olurlardı).

Van’daki ve Rus sınır bölgelerindeki Ermeni güçleri de potansiyel stratejik etkiye sahipti. Ruslar Batı İran’ı istila etmişlerdi. Osmanlıların Doğu’daki varlığını tehdit ederek Irak’a saldırıp İngilizlerle birleşmeyi planlıyorlardı. (Hiç kimse Osmanlı’nın İngilizleri yeneceğini beklemiyordu) Rusların ilerlemesini durdurmak için Osmanlılar Doğu’ya hareket etmeliydi. Anadolu’dan İran’a muhtemel iki yol vardı; kuzeyde Beyazıt’tan geçen yol veya güneyde Van’dan geçen yol. Bu iki yolun Ermeni ayaklanmasının ana merkezleri olması sadece bir tesadüf müdür?

Rus ordusunun Ermeni çetelerine verdiği emirler araştırılıp incelenmediği müddetçe, Ermeni ayaklanmalarının ne oranda Rusların amaçlarına hizmet etmek üzere planlandığını öğrenemeyiz. Bu tür stratejik noktaların seçimi asla tesadüfle açıklanamaz. Burada önemli olan neden buraların seçildiği değil, Osmanlı orduları için oluşturdukları ciddi tehlikedir. Osmanlılar ayaklanmaları bastırmak mecburiyetindeydiler, çünkü Ermeni çeteler Müslümanları katlediyordu; fakat Osmanlılar bunu askeri sebeplerden dolayı yapmak zorundaydılar. Ermeni isyancılar, Osmanlıların yenilmesi için Ruslara yardım eden düşman güçleriydi.

Ermenilerin Ruslara en önemli katkısı Osmanlı askerini ayaklanmalarla meşgul ederek Osmanlı’nın savaş gücünü büyük oranda zayıflatmaktı. Fakat olaya insanlık açısından bakılırsa, Ermeni ayaklanmasının en vahim sonucu, masum Müslüman halkının Ermeni çeteleri tarafından öldürülmesidir. Unutulmaması gereken diğer bir konu da, masum Ermeni sivillerin de intikam adına öldürülmeleridir. İlk kanı döken Ermeni isyancılardı. Müslümanlar çok daha fazla kayıp verdi.

Osmanlılar Ermenileri neden göçe zorladı? 

Bunu, daha öncede ispatlandığı gibi, düşmana yardım ve yataklık edeceği belli olan sivillerin yerini değiştirmek için yaptı. Belki Ermenilerin çoğu Osmanlılara karşı gelmeyecekti, fakat Osmanlılar, Ruslara, İngilizlere ve Fransızlara kimin yardım edip kimin etmeyeceğini nasıl bileceklerdi? Bence, savaşın kızıştığı anda imparatorluklarını ve halkını korumak için Osmanlılar önlem almak istediler ve isyana karışmayan birçok Ermeni’yi de göç ettirdiler. Fakat şu unutulmamalıdır ki Osmanlıların bu hareketin arkasında geçerli nedenleri vardı, ve gene unutulmamalı ki Müslümanları yurtlarını terk etmeye ilk zorlayan Ermeniler ve Ruslardı.

Ortada şüphe kabul etmez bir gerçek var. Birinci Dünya Savaşı esnasında daha önceki yüzyılda olduğu gibi Ermenilere karşı ilk savaşı açan Türkler değildi. Savaşı başlatan Ermenilerdi.

5. Azerbaycan ve Ermenistan

Birinci Dünya Savaşının sonunda saldırılma sırası Azerbaycan Türklerine gelmişti. Bakü’deki Bolşeviklerle ittifak yapan Ermeni milliyetçileri, Türk nüfusunun yarısını şehri terk etmeye zorladı. Sadece Bakü’de, neredeyse hepsi Türk olan, 8 bin ile 10 bin kişi kadar Müslüman öldürüldü. Ermeni gerilla lideri Andranik 60 binden fazla Türk mülteciyi kaçmaya zorlayarak Nahçivan ve Güney Azerbaycan’daki köyleri yakıp yıktı. 420 köy talan edildi. Yüzlerce köy hasar gördü ve binlerce Türk katledildi. Erivan’daki Türklerin üçte ikisi öldürüldü. Türkler Bakü’de ve diğer bazı yerlerde intikam aldılar, fakat öldürülen ve sürülenlerin çoğu Türklerdi.

Erivan, Kars ve Azerbaycan’daki Türkler tamamen Rusların kontrolü altındaydı. Hemen hemen hepsi silahsızdı, savaşmak için ne istekleri ne de güçleri vardı. Savaşı başlatan Ermenilerdi. Türkler Ermenilere değil Ermeniler Türklere saldırdı.

6. Ermeni İddiaları

‘Ermeni Soykırımı’ olduğunu iddia edenlerin, meseleleri olduğu gibi ele almak yerine ayıklayarak ve bağlamından çıkararak inceleme alışkanlıkları var.

Bize Osmanlı Devletinin Ermenileri göçe zorladığı ve birçok Ermeni’nin bu sırada öldüğü anlatılıyor. Ölenlerin sayısı abartılmışsa da, doğru yanları var. Fakat hangi nokta göz ardı ediliyor? O da şudur: Göçten sonra Ermenilerin çoğu hayatta kalmıştır. Bu da soykırım planının olmadığının göstergesidir.

Bize 1890’larda onbinlerce Ermeninin Müslümanlar tarafından öldürüldüğü söyleniyor. Bunun doğru tarafı var. Hiç bahsedilmeyen ise onbinlerce Müslümanın Ermeniler tarafından öldürüldüğü ve bu katliamı Ermenilerin başlattığıdır.

Birinci Dünya Savaşı ile alakalı hiç bahsedilmeyen bir gerçeği iyi biliyorsunuz -- onbinlerce Müslüman öldü. Sadece bir tarafın ölülerinin sayıldığı her savaş soykırımmış gibi görünür.

Sonuç

Bugün tartıştığımız fakat asla bahsedilmeyen bir gerçek var -- Ermeniler kendi başlattıkları savaşlar yüzünden öldüler. Türkler Ermeni saldırılarına karşılık verdi. Türkler bazen aşırı tepki gösterdiler, bazen intikam duygusu ile hareket ettiler, bazen de Türklerin ve Kürtlerin yaptıkları doğru değildi. Fakat kan dökmeyi Türkler başlatmadı. Türkler ve Ermeniler arasında 1790’larda başlayan çatışmayı Türkler başlatmadı. Türkler ve Ermeniler arasında Birinci Dünya Savaşı esnasında çıkan çatışmayı da Türkler başlatmadı.

1796’da Ermenilere saldıran Türkler miydi? Hayır, kendi ülkelerinin düşmanlarıyla ittifak yapanlar Ermeni isyancılardı.

1828’de Ermenilere saldıran Türkler değildi. Fakat Türklerin evlerine ve arazilerine el koyanlar Ermenilerdi.

1878’de Ermenilere saldıran Türkler miydi? Hayır, Rus istilacılara bir kez daha yardım edenler Ermeni isyancılardı. Erzurum’daki Türklere işkence edenler de Ermenilerdi.

1890’larda Ermenilere ilk saldıran Türkler miydi? Hayır, Türklere ilk saldıranlar Ermeni isyancılardı.

1909’da Ermenilere ilk saldıran Türkler miydi? Hayır, fakat Müslümanlara saldırmaya başlayanlar Ermeni ihtilalcileriydi.

1915’de Ermenilere ilk saldıran Türkler miydi? Hayır, Van’ı istila edip oradaki Müslümanları öldürenler Ermeni isyancılardı. Müslüman köylerine baskın düzenleyip Müslümanları yollarda öldürenler Ermenilerdi. Osmanlının memurlarını öldüren, Osmanlı ordusunun haberleşme sistemini tahrip eden, casus, gerilla ve partizan gruplar olarak Rusların yanında yer alanlar Ermenilerdi.

1919’da Ermenilere ilk saldıran Bakü Türkleri miydi? Hayır, Türklere saldıran Ermenilerdi.

Bazıları Osmanlılar tarafından iyi yönetilmediklerini bahane ederek, Ermeni isyancılarının eylemlerinde haklı olduklarını iddia ederler. Tarihteki birçok dönemde Osmanlının Doğu Anadolu’yu iyi yönetmediği doğrudur. Fakat Ermeni isyanının başladığı dönemde Osmanlı yönetiminin büyük ölçüde ilerleme kaydettiği de bir gerçektir. II. Mahmut’la başlayan, Tanzimat döneminde sürdürülen ve İttihat ve Terakki Partisinin reformlarıyla doruğa çıkan 19. yüzyıl reformları, Osmanlı hükümetinin doğudaki kontrolünü arttırmıştı. Ermenileri, aynı Zeytun’da olduğu gibi, ayaklanmaya sevk eden aslında bu gelişme ve ilerlemeydi; çünkü güçlü bir merkezi yönetim vergileri daha iyi topluyordu.

Ermeni isyanları sırasında hayat şartları daha iyiye gidiyordu. Rus istilasına uğrayan ve Müslümanların sürüldüğü bölgeler bu iyi şartların dışında kalıyordu. Rus eylemleri de Ermeni milliyetçileri tarafından destekleniyordu. Suçlanması gerekenler Ermeni milliyetçileri ve onların Rus müttefikleriydi.

Ermeni ayaklanmalarının nedeni her ne olursa olsun Osmanlıların ve oradaki Müslümanların tepkileri haklı görülebilir. Müslümanların aşırılıkları tıpkı Ermenilerin aşırılıkları gibi hiçbir zaman haklı gösterilemez, fakat Ermeni ayaklanmasına karşı gelmek ahlaki ve politik açıdan elzemdi. Ayaklanan Ermeniler Müslüman çoğunluk üzerinde egemenlik kurmak isteyen bir azınlıktı. Böyle bir adaletsizliğe karşı savaşmak padişah hükümetinin vazifesiydi.

Azınlıkların barış içinde yaşama hakları vardır. Bütün yasal haklarıyla, yasalar önünde eşit olmalıdırlar. Dini özgürlükler olmalı ve korunmalıdır. Tüm bu haklar azınlıklara garanti edilmelidir. Fakat bir azınlığın çoğunluk üzerinde egemenlik kurma hakkı asla olmamalıdır. Bir azınlığın çoğunluğu öldürerek ve yurdundan sürerek çoğunluğu ele geçirme hakkı asla olmamalıdır. Milliyetçi Ermeni isyancılar işte bunları yapmaya çalıştılar.

Ermeni isyancılara karşı duran Türkler ahlaki açıdan doğru olanı yaptılar. Kullandıkları yöntemler her zaman doğru değildir. Savaşın kızıştığı anlarda suçlar işlendi, hatalar yapıldı. Fakat Türkler bir azınlığın egemenliğine karşı koymakta kesinlikle haklıydılar Türklerin kendilerini savunma hakları vardı.

Daha önce ifade etmiştim ama bir kez daha tekrarlamaya değer. Osmanlılar Ermeni asilere karşı koyarken akılcı bir davranış içindeydiler. Ermenilerin öteki asilerden hiçbir farkı yoktu. Osmanlılar Doğu Anadolu, Arabistan ve Bosna’da Müslüman isyancılara, Balkanlarda ise Hıristiyan isyancılara karşı savaşmışlardı. İmparatorluklarını ve halkını korumak için savaşmışlardı. Doğal olarak aynı şekilde Ermeni isyancılara karşı savaştılar. Bir çok hataya karşın, Osmanlılar görevlerini ifa etmeye çalıştılar.

Türkler ve Kürtler kimseyi kırmayan masum kuzular mıydı? Hayır. Fakat saldırıya maruz kaldılar ve karşılık verdiler. Bazen hiddetle öldürdüler ve masumlar zarar gördü. Her iki tarafta da masum Türkler ve Ermeniler zarar gördü. Bazen Ermeniler Türklerden daha çok mu zarar gördü? Evet. 

Savaşta geçen bir yüzyılda bazen Türkler daha fazla kaybetti, bazen de Ermeniler: savaş hali.

Bunun yanında savaşı başlatanlarla savaşa karşı duranların eylemleri arasında ahlakî bir fark vardır. Masum sivilleri öldürenlerin mazereti olamaz, ancak asıl suçlu katliamı başlatanlardır. Benim ülkem Amerika, Adolf Hitler ve Nazilerin vahşetine Alman şehirlerini bombalayarak karşılık verdi. Bu esnada sivilleri de öldürdü. Bazı eylemler, mesela Drestlen’in bombalanması affedilemez. Ancak asıl suçlunun kim olduğu konusunda şüphesi olan var mı? Suçlu olanlar Hitler ve yandaşlarıydı. Asıl suçlu olanlar davaları uğruna öldürme eylemini ilk başlatanlardı.

Kimse Türklerin tamamen masum olduğunu iddia etmesin, fakat asıl suçlu masumları öldürmeyi ilk başlatanlardır.

Meseleleri kimin başlattığı sorusu önemlidir. Hem ahlakî, hem tarihî yönden önemlidir. 

Yüzyılı aşan bir savaş hali süresince Türkler ve Ermeniler birbirlerini öldürmüşlerdir. Öldürme eyleminim kimin başlattığı sorusu iyi anlaşılmalıdır, çünkü saldırganlık nadir olarak, fakat savunma hakkı her zaman haklı gösterilebilir. 

Kendilerini savunanların eylemleri zaman zaman savunma sınırlarını aşabilir ve tam bir intikama dönüşebilir. Bu, savaşta çok sık karşılaşılan bir durumdur ve eleştirilmemelidir. Fakat suçlanması gerekenler, savaşı başlatanlar, ilk vahşeti yapanlar ve kan dökülmesine sebep olanlardır. Meseleleri başlatan her zaman Ermeni milliyetçileri olmuştur. Ermeni isyancıları olmuştur. 

Suç daima onların üzerinde kalacaktır.


Bu yazı, Amerika’lı profesör Justin McCarthy ’nin 2002 yılında vermiş olduğu “First Shot” adlı konferansın çevirisidir.

Çevirenler
Yrd. Doç. Dr. A. Serdar ÖZTÜRK, Tolga KAYADELEN, Murat ALTUNBAŞ
Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
İngiliz Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı



ilgili adresleri tıklayın:

Tallarmeniantale

DEATH AND EXILE ,The Ethnic Cleansing of OttomanMuslims 1821-1922 , Justin McCarthy  (e-book)

ERMENİ İSYANI 1894- 1920

Türkiye - Azerbaycan ve Soykırım / Türk Dünyası Araştırmaları

AZERBAYCAN – ERMENİSTAN İLİŞKİLERİNDE RUSYA VE İRAN FAKTÖRÜ(1828 – 2000) EMİN ŞIHALİYEV

ERMENİLERİN "SÖZDE SOYKIRIMININ " İÇYÜZÜ - Emin ŞlKALIYEV

Ermeni Sendromu /Sindromu - Aygün Hasanoğlu (Azerbaycan Türkçesi ile)

TÜRK SOYKIRIMI - KEMAL ERMETİN

I.DÜNYA SAVAŞI VE KURTULUŞ MÜCADELESİ SIRASINDA MARAŞ'TA ERMENİ MEZALİMİ

Devlet Arşivlerinde Ermeniler Tarafindan Yapilan Katliam Belgeleri (1914-1921) Cilt 1

Devlet Arşivlerinde Ermeniler Tarafindan Yapilan Katliam Belgeleri (1914-1921) Cilt 2


Lt.TVERDOHLEBOF - Rus Albayın günlüğü
GÖRDÜKLERİM YAŞADIKLARIM / 
I WİTNESSED AND LİVED THROUGH / 
CE QUE J’AI VU ET VÉCU MOI-MÉME (ERZURUM 1917-1918)


EDWARD TASHji (TAŞÇI ) - THE TRUTH MUST BE TOLD - ARMENİAN ALLEGATİON

Ahmet Rustem Bey, The World War and the Turco-Armenian Question, Berne, 1918

TAŞNAK PARTİSİ'NİN YAPACAĞI BİR ŞEY YOK - OVANES KAÇAZNUNİ (Ermenistan'ın ilk Başbaşkanı)

Erich Feigl a Myth of Terror (English)

Erich Feigl - Ermeni Mitomanyası

ARMENiA SECRETS OF A CHRiSTiAN TERRORiST STATE - SAM WEEMS

Armenian Terror Report - ATAA The Assembly of Turkish American Associations

Fransa ve Ermeni İlişkileri Gürbüz Evren

TARİHTE TÜRK ERMENİ İLİŞKİLERİ VE ERMENİ SORUNU

TAŞNAK VE SOVYET ERMENİSTANI KAYNAKLARINDA TAŞNAKSUTYUN GERÇEĞİ


TÜRKİYE-ERMENİ İLİŞKİLERİNDE TARİHİ GERÇEKLER - Psikolojik Operasyon ve Türk- Ermeni İlişkileri / Ümit Özdağ - İlber Ortaylı (video)


Armenian Genocide Resource Center

ERMENİ DİYASPORASININ TÜRK AJANLARI

ASALA TERÖRÜ ERMENİ TERÖRÜ

ASALA VE ŞEHİT DİPLOMATLARIMIZ

HOCALI SOYKIRIMI - TÜRKLERE YAPILAN SOYKIRIM

FRANSA - İNGİLTERE - ERMENİLER VE KIBRIS

AB ADALET DİVANI SOYKIRIM İDDİALARI "HUKUKEN GEÇERSİZ" DİR DEDİ



                                                ***********************************

GERÇEKLER İLE YÜZLEŞMEYE HAZIR MISINIZ ?
SB.





16 Kasım 2012 Cuma

TÜRKLER ALEYHİNDE SOYKIRIM İDDİALARI


NE ZAMAN VE HANGİ AMAÇLA BAŞLATILDI

Tarihte Türklere karşı ilk soykırım iddiaları, Osmanlı Devletinin zayıflığının açığa çıktığı “Napolyon Savaşları” döneminde, “milliyetçilik” akımlarının Osmanlı Gayrimüslim tebaasını harekete geçirmesiyle birlikte başlamıştır. Avrupa’nın Hıristiyan ülkeleri; İsyan eden Osmanlı Gayrimüslimlerine karşı kendilerini dinen ve ırk olarak borçlu hissettiler. Onlara doğrudan ve dolaylı olarak yardım için çareler aradılar. Bu devletler için en önemli husus, zayıf Osmanlı Ordusuna karşı savaşmaktan çok, kendi kamuoylarının Türklere karşı yapılacak müdahaleler için ikna edilmeleri ve savundukları “çağdaş, medeni ve insancıl ideallere” ters düşmemeleriydi. O zaman da propaganda ile “Türklerin ve Müslümanların karalanması” görüşü benimsendi.

Osmanlının daha ziyade dinsel anlayışından kaynaklanan geniş hoşgörüsü nedeni ile yabancılar ve Gayrimüslimlere tanınan “özel haklar” ve kapitülasyonlardan yararlanarak oluşturulan ve 1800’lü yıllardan itibaren yayılan misyoner ve azınlık okullarının gayretleri ile, içerde milliyetçi isyanlar başlatıldı. Avrupalı Güçler bu isyanların bastırılması sırasında meydana gelen olayları ve isyancıların kayıplarını olumsuz ve abartılı bir şekilde kendi halklarına aktardılar. Böylece Osmanlı devletinden ayrılmak isteyen değişik toplumlar için değişik soykırım iddiaları doğmuş oldu.

Mesela 1808’de “Sırp İsyanı” çıktığında, Sırplar bölgede tam bir kıyım yaptılar, İsyanı bastırma yolunda alınan tedbirlere, Avrupalılar; günümüze benzer şekilde “Sırplara Soykırım yapılıyor” iddiaları ile karşı çıktılar ve 10 sene bile geçmeden (1816’da) Sırbistan Devleti kuruldu. Benzer şekilde 1820 lerde başlatılan “Mora İsyanı” sırasında, isyancıların parolası: “ Hiçbir Türk kalmayacak ne Mora’da nede dünyada” idi. Bu şarkı her yerde söylenerek Mora’da Türk bırakılmadı, buna rağmen Avrupa başkentlerinde “Türklerin zalimlikleri anlatıldı ve masum Yunan halkının özgürlüğü için yardım kampanyaları başlatıldı ve gönüllüler toplandı.”

Bu gizli oyunu çok iyi yakalayan Osmanlı Devleti’nin Gayrimüslim toplulukları kilise, siyasetçiler, okullar ve basın-yayın kanallarını ustaca kullanarak, Osmanlı yönetimini “karalama kampanyasını” hızlandırdılar. İlk propaganda çalışmaları 1820 “Yunan Ayaklanması” sırasında semeresini verdi ve “Yunan Ayaklanması”daha sonra Osmanlılara karşı girişilen “ulusal ayaklanmalarda” daima izlenen bir model oldu.(1)

Bu ayaklanma sırasında Avrupa’nın ilkel dinsel ve ırksal nefreti Türkler üzerine yoğunlaştırılırken, sevgi ve merhameti Yunanlılar hesabına çalıştı. Osmanlı görevlilerin isyanı bastırmak için aldıkları sert, yumuşak her türlü tedbir “barbarlık” olarak nitelenirken Yunanlıların yaptığı her türlü “barbarca soykırım hareketleri” masum “savunma” duygusu olarak nitelendirildi. Şu satırlar W. Allison Philips adlı bir İngiliz tarihçisinin kaleminden çıkmıştır.

“Yunanistan’da Türklerin telef edilmesi, savaş zamanlarının olağan telefatı değildi. Türklerin hepsi, kadınlar ve çocuklar da aralarında olarak, Yunan çetelerince alınıp götürülüyor ve öldürülüyordu. Tek istisna az sayıda kadınla çocuğun köleleştirilmesiydi.”
“Üç gün boyunca zavallı (Türk) yerleşimciler bir vahşiler güruhunun şehvetine ve zulmüne teslim edildiler. Ne cinsiyet ne de yaş yönünden bir esirgeme yapıldı. Kadınlar ve çocuklar öldürülmeden önce işkenceden geçirildiler… Kıyım öylesine büyük ölçüdeydi ki (çete reislerinden) Kolokationes’in kendisi bile, kasabaya girdiğinde, Yukarı Hisar kapısından başlayarak “atımın ayağı hiç yere değmedi” demektedir. İlerlediği zafer kutlama töreni yolu, (Türk) cesetlerinden bir halı ile döşenmişti.” (2)

Yunan ayaklanmasından bahseden Batı tarihçileri genellikle Türklerin kıyımdan geçirildiğine değinmez. Ama arada buldukları ilk fırsatta “Türklerin soykırım uyguladığını” veya “Türkler tarafından kötü muamelelere tabi tutulan” Hıristiyan halklarla ilgili iddialar öne sürerler. Ancak Türkler hakkındaki bütün önyargılara rağmen gerçeği yazan bazı saygın bilim adamları da vardır.

“Thomas Gordon History of the Greek Revolution, Edinburg and London, 1832, s.149. ‘Türklere Ölüm’ sloganının ardında yatan yaygın duyguyu tasvir edecek bir örnek, W. Alison Phillips’in, The War of Greek Independence, 1821 to 1833 adlı, New York’ta 1897′de basılmış kitabında, s.48′de bulunabilir. (İngilizce,e-kitabı)

“…Nisan ayında ayaklanma, genelleşmişti. Her yerde, daha önceden kararlaştırılmış bir işareti almış gibi, köylüler ayaklanmakta ve yakalayabildikleri bütün Türkleri, erkeği ile kadını ile çocuklarıyla kıyımdan geçirmekte idi.”

Hiçbir Türk kalmayacak, ne Mora’da, ne dünyada!” ağızdan ağza dolaşarak bir kökten kazıma savaşının başlangıcını ilan eden şarkı böyle diyordu. Mora’nın Müslüman nüfusu 25.000 kişi olarak hesaplanmıştı. Ayaklanmanın patlak vermesinden sonraki üç hafta içinde, kentlere kaçabilenler dışında bir tek Müslüman bırakılmamıştı.(3)

Bazı Avrupa ülkelerinin liderleri Yunan isyanına büyük destek verdiler. Öyle ki, 1826 yılında tarihi ordusu Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldıran Türkler, daha yeni bir ordu kurmaya fırsat bulamadan, donanması üç devletin baskın şeklindeki bir saldırısı ile 20 Ekim 1827′de birkaç saat içinde imha edildi.(4)

Dünya tarihçilerinin çoğu tıpkı Yunan soykırımı hareketlerini görmezlikten gelmesi gibi, bu olaya da pek temas etmek istemezler ve hatta ünlü tarihçi Toynbee bile “Türklerin ateşe başlaması sonucu” saldırının yapıldığı gibi (5) bir neden ileri sürer ki inandırıcılığını okuyucuya bırakıyoruz. Ancak bu olay tam bir “soykırımdır” ve o gün barış ortamında kendi limanına demirlemiş ve dinlenmeye çekilen bütün gemiler, üzerlerindeki 10.000′den fazla “Osmanlı askeri” ile birlikte daha ne olduğunu bile anlamaya fırsat bulamadan ani bir baskınla yok edildiler.

Batılılar Osmanlı’ya karşı bu yeni model “Haçlı Seferi”nin peşini bırakmadılar ve bir yıl sonra Ruslar 1828–1829 savaşını başlattılar. 1829 Edirne Anlaşması ile Yunanlılar Mora’da bir krallık kurmayı başardılar. Böylece 1820′de “Aleksandr İpsilanti”nin önderliğinde başlatılan “Yunan Bağımsızlık Hareketi” Avrupa ülkelerinin sınırsız desteği ile on yıl içinde sonuca ulaşmış oldu. 16 Kasım 1829′da imzalanan Londra Protokolü gereğince Mora ve Kiklat adalarında kurulan Yunan Krallığını üç büyük devlet açıkça himayeleri altına aldılar.(6) 

Dünya tarihinde her halde bu kadar büyük destek gören ve bu kadar kısa bir sürede bağımsızlığını kazanmış başka bir ulus göstermek zordur. Kaldı ki bu dönem Avrupa Avusturya Başbakanı Meternih’in kurduğu sistem gereği, milliyetçi hareketlerin bastırılması için “kutsal ittifak” yapıldığı bir dönemdir.(7) Yani Avrupa’da bağımsızlık peşinde koşan İtalyan, Alman ve Polonyalı milliyetçilerin hareketleri sert tedbirlerle bastırılırken Yunanistan için ve daha doğrusu “Osmanlı’yı yıkmak için” Avrupa güçleri rahatlıkla birleşebiliyorlar ve savaş ilanına bile gerek görmeden saldırabiliyor ve onbinlerce insanımızı öldürme hakkını kendilerinde bulabiliyorlardı.

İşte bu model’in kısa bir zamanda elde ettiği inanılmaz başarı, Osmanlı toplumundaki diğer gayri müslim toplumları da etkileyince ulusal isyanlar birbirini takip etti. 1877–78 savaşının çıkış nedeninin, 1828–1829 savaşının nedenine çok benzediğini hatırlıyoruz.

Batıda “Barbar Türk- Zalim Türk” imajının verimliliğini gören Osmanlı’nın Gayrimüslim azınlıkları bu senaryoya sıkı sıkıya bağlandılar. Hele Kırım Harbi sonunda, 1856 yılında ilan edilen Islahat Fermanından sonra olaylar gittikçe gelişti. Lübnan’da çıkarılan isyanı bastırmak için Fransızlar: o bölgede yaşayan Hıristiyanlara “Soykırım uygulanıyor, bunu önlemek istiyoruz” bahanesi ile Lübnan’a 5000 kişilik bir güç gönderip, Hıristiyan Marunîlere özel haklar sağlarken (1861), isyanı önlemeye çalışan devlet görevlileri ve Müslüman Halk temsilcileri kurulan sehpalarda can verdiler. 

Benzer olaylar Eflak- Buğdan ve Girit Eyaletlerinde de oluştu, Avrupa Devletlerinin büyük baskısı ve emri vakileriyle tıpkı Lübnan gibi, Eflak-Buğdan’a da müşterek olarak bazı haklar tanındı (2 Kasım 1861) ve Girit’in yönetimine de yeni bir düzen getirildi(1867)

Türkler “Soykırım iddiaları” konusunda en büyük darbeyi 1875 yılında başlayan “Bulgar Ayaklanması” sırasında, hiç umulmadık bir yönden, o güne kadar Lord Palmerston’un ortaya koyduğu genel politika nedeni ile dost bilinen İngiltere’den yediler. 

1870’lerde İstanbul da Rus Büyükelçisi General İgnatiev ve onun “Pan Slavist Politikası” sonucu Balkanlar’da büyük fırtınalar oluşurken, Batı dünyasında Türklerin güvendiği tek ülke olan İngiltere’de de bir adam, bu zamanın süper gücünün devlet politikasını, Türklerin aleyhine çeviriyordu. Bu kişi ilk defa 1868 yılında iktidara gelen, ülkesinde Türk aleyhtarı “bir ekol” yaratan ve günümüzde dahi bu ekole sıkı sıkıya bağlı taraftarları bulunan Başbakan Gladstone’dur.

Bu kişiyi yakından tanımak ve bilmek, günümüz Avrupa’sında meydana gelen ve hatta gelebilecek olayları anlamak isteyen her Türk aydını için kaçınılmaz bir görev olmalıdır. İşte bu nedenle biz bir sonraki yazımızda bu kişiyi ele almanın ve değişik yönleri ile sizlere tanıtmanın yararlı olacağına inanıyoruz.

Dr. M. Galip Baysan
İLK KURŞUN 15.11.2012



DİPNOTLAR:
(1) Arnold J. Toynbee: The Western Question in Greece and Turkey, s.17 (London–1922).
(2) W.Allison Phillips: The War of Greek İndependence, 1821 to 1833, New York, 1897, s.60–61,
      Justin Mc Carty, Ölüm ve Sürgün s.9 (Çeviren Bilge Umar, İnkilâp, İstanbul –1998)
(3) Thomas Gordon: History of The Greek Revolution s.149 (Edinburg and London –1832).
(4) A.Toynbee: a.g.e., s.67; Allan Canningham: Anglo-ottoman Encounters in the Age of Revolution Volume      
     One, s.313-314 (Frank Cass, 1993)
(5) A.Toynbee s.67.
(6) Türk Yunan İlişkileri ve Megalo, İdea, Genelkurmay Harp Tarihi Yayınları, s.16, (Ankara –1975); Yusuf
      Sarınay, Tahir Sünbül: Emperyalizm ve Büyük Hayal s.23 –32 (Ankara –2001).
(7) Fahir Armaoğlu: 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, s.11 (İş Bankası –1985)
(8) Bulgar isyanına karşı yapılan masum bir zabıta olayının bile nasıl kasıtlı olarak “Bulgarlara soykırım
     uygulanıyor” şeklinde lanse edildiğini Bulgar asıllı bir Robert Kollej öğretmeninin anıları olan George
     Washlburn: D.D. LL. D.’nin “Fifty Years in Constantinople (Boston and New York –1909), s.100–110
     arasında görebilirsiniz. Ayrıca Bknz. C.B. Norman: Ermenilerin Maskesi Düşüyor s.5–7 (Ankara
     Üniversitesi, 1993).





The War of Greek Independence 1821 to 1833, New York, 1897 - W.Allison Phillips   (e-book)

History of the Greek Revolution - Thomas Gordon  (e-book)

Fifty Years in Constantinople - George Washlburn  (e-book)


DEATH AND EXILE ,The Ethnic Cleansing of OttomanMuslims 1821-1922 , Justin McCarthy  (e-book)




  look also at Armenian Genocide Resource Center





THE TRUTH 
GERÇEKLER


SB.

26 Eylül 2012 Çarşamba

Hangi Tarih? - Avrupa, Türkiye ve Atatürk





   
Ahmet Taner Kışlalı'nın, 11.7.1997 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bu makalesi güncelliğini koruduğu için 21.10.2000 tarihinde bir kez daha yayımlanmıştı.

    
Şu sözler daha çok yeni. Prof. Justin McCarty'ye ait: "...Atatürk olmasaydı, Türk belki Özbekistan'da olurdu, ama Trakya ve Anadolu'da kalmazdı. 100 yılda tüm civar büyük coğrafyadan sürülmüş ve katledilmiş Türklerin Konya Ovası'ndan sürülmeleri ve atılımları ne kadar sürerdi sanıyorsunuz?"
    
Ve Amerikalı tarihçi devam ediyor:  "...Ne Türk ne de Türkiye kalırdı. Mustafa Kemal sadece ülkeyi kurtarmadı, Türk neslini de kurtardı!"
    
Bu sözler İstanbul'da, Haliç Rotary Kulübü'nün düzenlediği bir toplantıda edildi. Konuşmacı somut konuştu. Rakamlar verdi. Kanıtlar gösterdi. Tarihin nasıl tersyüz edildiğini sergiledi. Ama basın, numaracı cumhuriyetçilerden esirgemediği ilgiyi, bu olaydan esirgedi. Prof. McCarty'ye göre, Türkler Hıristiyanları katletmedi. Tersine, Hıristiyanlar Türkleri ve Müslümanları katlettiler. 1821'de patlak veren Yunan milliyetçiliği; bulunan, yakalanan her Türkün öldürülmesine neden olmuştu. Yunan etkisiyle, Arnavutluk ve Romanya'da da ele geçen tüm Müslümanlar katledilmişlerdi.
    
O dönemde öldürülen Türklerin sayısının 25 bin dolayında olduğu tahmin ediliyordu. Bulgaristan'daki 1876 ayaklanmasında da Türkler kitle halinde yok edilmişlerdi. Türk köyleri yakılıp yıkılırken bir-iki kişinin kaçmasına izin veriyorlardı. Amaç, onların olanları diğer köylerde anlatmaları ve Türklerin kaçıp topraklarını terk etmelerinin sağlanmasıydı. Savaş bittiğinde 675 bin Türk sürgüne zorlanmış ve yüzde 17'si yollarda ölmüştü. Manastır'da ve Kavala'da yapılan katliamı, İngiliz elçileri de raporlarında doğruluyorlardı.
    
Ermeni katliamını ise Fransız kaynakları belgeliyordu. Prof. McCarty'ye göre, Doğu Anadolu'daki nüfusun yaklaşık yüzde 7-9'u Ermenilerce öldürülmüştü.
    
Amerikalı tarihçinin kanıtlara dayanarak çizdiği tablo çok açık. 19'uncu yüzyılın başlarından 20'nci yüzyılın başlarına kadar, Balkanlar'dan Kafkaslar'a kadar 5 milyon 60 bin Türk öldürülmüş. 5 milyon 381 bini de sürgün edilmiş, yerinden yurdundan olmuş.
    
Peki bu vahşet ne zaman ne kadar sürmüş?

Yanıtını Prof. McCarty çok net veriyor:  "...Türk bağımsızlık savaşında bir şey oldu ve plan artık yürümedi!.. Yunanlılar bozguna uğrayınca, kaçarken her yeri yaktılar, yıktılar, herkesi öldürdüler. Amerikan elçisi ve Amerikan kaynakları bu olayı doğruluyorlar... Sadece Batı'da Rumlar tarafından 1 milyonun üzerinde Türk öldürüldü, 1-2 milyonu da sürgüne zorlandı."
    
Ve ekliyor:  "...Çok kötü bir yüzyıl olmuştur. Müslüman ülkesi yok edilmiştir. 1800-1922 arasında Yunanlılar 950 bin göçmen, 320 bin ölü verdiler. Ermeniler 910 bin göçmen ve 580 bin ölü verdi. Oysa aynı dönemde 5 milyon Müslüman göç etmek zorunda kaldı, 5 milyondan fazlası da öldü."
    

Sonuç?

"...Bu ibret tablosunun karşısında, kim suçlu diye sormak gerekiyor. Mustafa Kemal'in itildiği Konya Ovası'nı gözler önüne getirin. Bir yüzyılda nereden nereye gelinmiş! Ben size diyorum ki, Atatürk olmasaydı, Türk kalmazdı... Diyebilirdi ki, ben Selanik'e kadar gidiyorum. Herkes arkasından giderdi. Hayır, büyük önder Türklerin ne kadar acı çektiğini, ne bedel ödediğini biliyordu. O tam tersine düşmanlıkları, nefreti unutmasını ulusa telkin etti. Ve sadece büyük bir insanın söyleyebileceği 'Yurtta barış, dünyada barış' dedi."
    
Prof. McCarty, "Kürt sorunü'na da -alışılmış Batı'dan- farklı bir açıdan bakıyor. 1926'dan sonra "Kürt liderler'in güçlerini korumalarına izin verilmesinin hata olduğunu söylüyor. Kürtlerin Türkiye'de cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, general bile olabildiklerini Batı'ya anlatmak gerektiğini savunuyor.
    
Ve konuşmasını noktalarken şöyle diyor:  "...Yüzyıllık tarihte Türkler hakkındaki yalanların iki kaynağı var. Misyonerler ve İngilizler. İngilizler -propaganda büroları aracılığı ile- bugün bile inanılan yalanlar yayıyorlar... Benim söylediklerimi bir Türk söylese, kimse inanmaz. İnsanlar dışarıda Türklere karşı önyargılılar."Amerikalı tarihçi, Atatürk'ün diktatör olduğunu söyleyenlere de karşı çıkıyor. Ve Attilâ İlhan'ın "Hangi"li kitap dizisine bir yenisini eklemek gerektiğini düşündürüyor:
    

Hangi Tarih?

    
1 Eylül 2000 tarihli Müdafaa-i Hukuk gazetesinin birinci sayfasına, vaktiyle Atatürk'ün Hâkimiyeti Milliye gazetesinde neşredilen şu sözlerini koymuşlar. Atatürk diyor ki: "Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirasından olan istiklal aşkı ile yaratılmış bir adamım. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın kalıcı olması, mutlaka o milletin istiklale sahip olmasıyla mümkündür. Ben şahsen bu saydığım niteliklere çok önem veririm. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple milli istiklal benim için bir hayat meselesidir. Milletimin menfaatleri gerektirdiği takdirde her milletle medeni ölçüler içinde dostluk yapmaya özen gösteririm. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanı olurum."

    
Necip Mirkelâmoğlu, adı geçen eserinde şu bilgileri de veriyor:
    
Atatürk, henüz yirmi üç yaşında bir yüzbaşıdır, bir toplantıda arkadaşlarına, "Bu bedbaht memlekete karşı mühim vazifelerimiz vardır, onu kurtarmak yegâne hedefimizdir" sözleriyle "tarihi misyonunun" ilk işaretlerini verdikten sonra, 1907 yılında, 27 yaşında, 'kolağası' (ön yüzbaşı) rütbesinde iken "yegâne hedefimiz" dediği "misyon"un detaylarını, Bulgar Türkologu İvan Manolov'a, şu sözlerle açıklamıştı:
    
"Gün gelecek, şimdi hepinizin hayal sandığınız reformları ben gerçekleştireceğim. Mensup olduğum millet bana inanacak. Sultanlık kaldırılmalıdır. Devletin yapısı mütecanis (tek türlü) bir temele dayanmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalıdır. Doğu medeniyetinden ayrılıp Batı medeniyetine yönelmek zorundayız. Erkekle kadın arasındaki farkı kaldırmalıyız. Böylece yeni bir toplum düzeni kurmalıyız. Batı medeniyetine girmemizi zorlaştıran yazıyı kaldırmalıyız. Latin alfabesini kabul etmeliyiz. Kıyafetimize kadar her noktada Batıya yönelmeliyiz. Emin olunuz ki, bir gün, bu hedeflere ulaşacağız." (Atatürk Bir Çağın Açılışı, Prof. Dr. Sadi Irmak, s. 5.)
    
1951'de Amerika'da yayımlanan Caucasus dergisinde "Hayret verici siyasi kehanetler" başlığı altında bir yazı yayımlanıyor. Bu yazı Atatürk'le General McArthur arasında 1932 yılında yapılmış olan bir konuşmayı naklediyor. Generalin sorusu üzerine Atatürk, yakın gelecekteki savaş ihtimalleri üzerine şu tahlil ve tahminlerde bulunuyor:
   
 "Almanya, kısa sürede büyük bir ordu meydana getirebilecek ve İngiltere ile Rusya hariç, bütün Avrupa'yı işgal edebilecek yetenektedir. Savaşın patlaması 1940-1945'ten daha sonraya kalmayacaktır. Fransa büyük bir askeri güç oluşturma yeteneğini kaybetmiştir. İngiltere artık, adalarının savunması bakımından Fransa'yı hesaba katamaz. İtalya Mussolini'nin yönetiminde şüphesiz önemli ölçüde yükselmiş ve ilerlemiştir. Mussolini, gelecek savaşa katılmaktan kaçınırsa, İtalya'nın dış görünüşündeki büyüklüğün yarattığı tehditten yararlanarak, barış konferansı masasında ana rollerden birini oynayabilir. Ama, korkarım ki, İtalya'nın bugünkü şefi, bir Sezar rolü oynamanın cazibesine dayanamayacak ve İtalya'nın bir askeri güç olma yeteneğinden uzak olduğu gerçeğini hemen ortaya koyacaktır. Amerika, tıpkı geçen savaşta olduğu gibi, tarafsız kalamayacak ve Almanya, Amerika'nın savaşa katılması sonucu yenilecektir. (...) Avrupa'da patlayacak savaşta, zafer kazanacak olan İngiltere, Fransa ve Almanya değil, fakat, Bolşevik Rusya olacaktır." (Cemal Erginsoy, Atatürk'ü Araştırma Merkezi Dergisi, sayı 2, s. 538.)
    
Amerikan dergisi, bu konuşmayı "hayret verici kehanet" olarak vasıflandırıyor. Sonradan gelişen olayların, bu yorumları 'yüzde yüz' oranında doğrulamış olması karşısında, dergi, daha başka nasıl bir niteleme yapabilirdi?
    
Arnold Toynnbee diyor ki: "Bir an için tahayyül ediniz ki: Batı dünyasındaki rönesans, reformasyon, bilim ve düşünce ihtilali, Fransız inkılabı ve sanayi devrimini, Atatürk, bir insan ömrüne sığdırmıştır." (s.559)

    
Prof.Dr. Herbert Melzig diyor ki: "Büyük Yunan filozofu Platon'un, 'Krallar filozof olsa ve filozoflar kralların tahtında otursaydı...' şeklindeki dileği, iki bin yıllık tarihte gerçekleşmedi. Halbuki, 20. yüzyılda ilk defa olarak Atatürk'ün şahsında Platon'un istediği gibi kelimenin tam anlamıyla bunu görmekteyiz. O, dâhi bir fikir adamı olarak bir miletin, yani Türk milletinin mukadderatını ele almış ve bu milletiyle atıldığı Kurtuluş Savaşı, bu milletin medeni durumunu değiştirmiş bir inkılap ve diğer milletlerin haklarını da koruyan barış ile insanlığa muhteşem bir örnek vermiştir."

Kaynak : Bilimbilmek









22 Mayıs 2012 Salı

SÜRGÜN VE ÖLÜM -TÜRK KIYIMLARI


TÜRKLERİN BÜYÜK SÜRGÜNÜ - 

SÜRGÜN VE ÖLÜM BELGESELİ İLE BİR GÖÇ HİKAYESİ




Yüzyıllar boyunca vatan edindikleri topraklardan bin bir türlü işkence ve zorlukla uzaklaştırılan, yollarda milyonlarcası ölen Türklerin son 150 yılı büyük acılarla dolu. Bu büyük sürgün sırasında 5,5 milyon Türk ve Müslüman hayatını kaybetti. 10 milyona yakını evinden, yurdundan oldu. 150 yılda yaşanan acılar, `Sürgün ve Ölüm` belgeseliyle ilk kez gün yüzüne çıkıyor.

Türklerin başta Balkanlar olmak üzere Kafkasya, Kırım ve Doğu Türkistan`dan tehciri, ilk kez bu kadar kapsamlı bir çalışmayla dile geliyor. `Sürgün ve Ölüm` adını taşıyan belgeselde, Osmanlı`nın son 150 yıllık döneminde soykırım, baskı ve işkence yapılarak göçe zorlanan insanların dramı anlatılıyor.

Ahmet Okur`un yönettiği belgesel filmin senaryosu Cemil Yavuz`a, müzikleri Ali Otyam`a ait. 

Üç yılda 130 kişilik ekiple çekilen film için özel araçla Yunanistan,Bulgaristan, Makedonya, Kosova, Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Romanya, Ukrayna, Kırım, Avusturya, Moldova ve Macaristan`da 114 bin km yol kat edildi. 13 ülke, 53 şehir ve 169 köyde çekimler gerçekleştirildi. 9 bölümden oluşan belgesel için göçü yaşayan 350 kişiyle röportaj yapıldı.

Aralarında Prof. Dr. Kemal Kapat, Prof. Dr. Yusuf Hamzaoğlu, Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu ve Prof. Dr. Mehmet Saray gibi isimlerin bulunduğu birçok bilim adamının görüşüne başvuruldu.

93 Harbi, Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı... Osmanlı, bu savaşlarda yenilmekle kalmadı; çok önemli toprak kayıpları yaşadı. Bu toprak kayıpları da toplumsal travmaları getirdi. Üç kıtada hüküm süren Osmanlı, Rumeli`yi yani Balkanlar`ı kaybetmenin ızdırabını hissetti en çok da...

Balkanlar`dan tehcir edilen insanların yaşadığı acılar, üzerinden bir asırdan fazla zaman geçmesine rağmen hâlâ hissediliyor. Göç aslında Türk insanına çok yabancı bir kavram değil; bu, vatanlarından zorla sürülmenin acısı...

Yaşadıkları topraklarda baskı ve zulum gördükleri için göç etmek zorunda kalan milyonlarca Türk ve Müslüman Anadolu`ya sığındı

Göç rüzgârı ilk Kırım`dan esti

1349`da Rumeli`ye ayak basan Osmanlılar için 1683`te Viyana Kuşatması`ndan sonra tehlike çanları çalmaya başlamıştı. Bu kuşatmadan yaklaşık 100 yıl sonra 1774`te Kırım kaybedildi. Sadece 1783-84 tarihleri arasında 80 bine yakın Kırımlı, Kırım`dan kaçarak Osmanlı`ya sığındı. 19. yüzyıl Osmanlı için felaketler yüzyılıydı.

1856-1864 yılları arasında yaklaşık 500 bin Kafkas Müslüman da Osmanlı topraklarına göç etti. 1864`ten sonrasını da sayarsak bu şekilde Kafkasya`dan göçe zorlanan 1 milyon 200 bin Kafkasyalıdan ancak 800 bin kadarı Osmanlı topraklarına ulaşabildi. Ama asıl büyük göç ya da sürgün 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 savaşından sonra yaşandı. Balkanlar`da sonuç felaketti. Balkan savaşında 1 milyon 253 bin insan muhacir durumuna düşmüş, 261 bin 937 kişi yani eski nüfusun yüzde 17`si katledilmiş ya da sürgünlerde ölmüştü. Savaştan önce Rumeli`de 2 milyon 315 bin Müslüman nüfus yaşıyordu.

Savaşlar ve göç yollarında bu insanların 632 bini hayatını kaybetti. Sonuçta Balkanlar`da kalan Türk nüfusu bir milyon 445 bine düştü. Hakimiyet kurduğu yerlerde asimilasyon yerine insanî bir politika izleyen Osmanlı, doğduğu topraklara kağnıların üzerinde geri dönüyordu.

Kafkaslar ve Balkanlar`da yaşanan acılardan yıllar sonra Doğu Türkistan`da da Rusya ve Çin`in baskısından ve işkencesinden bunalan Türkler zorunlu bir göç yaşadı. Daha doğrusu anavatanını terk etmek zorunda kaldı. Doğu Türkistanlıların bir kısmı, 1930 ve 40`lı yıllarda ata topraklarını bırakarak, kafileler halinde insanlık tarihinin en zorlu yolculuklarından birine çıktılar.

Kızgın çölleri, geçit vermez Himalaya Dağları`nı aşarak, savaşa savaşa, öle öle, azala azala Hindistan`a ulaştılar. Yola çıktıktan yaklaşık yirmi yıl sonra Menderes`in davetiyle Hindistan`dan Türkiye`ye geçtiklerinde sayıları milyonlardan sekiz yüz bine düşmüştü.

Türklerin yaşadıkları acılar, 20. yüzyılın ortalarında bile devam etti. Daha önceki göçlerden dolayı sayıları bir hayli azalan Kırımlı Türkler ve Müslümanlar bu sefer Stalin`in zulmüne uğruyordu. Stalin, 1944 yılında Kırım Türklerinin hepsini sürme kararı verdi.
Bir gece vakti yataklarından kaldırılarak hazırlanmaları için sadece 15 dakika verilen bu zavallılar, yanlarında birkaç parça eşya ile hayvan vagonlarına tıkıldılar. Yolda çoğunluğu hayatını kaybetti, hayatta kalabilenler ise Sibirya içlerine kadar götürüldüler.

Avrupa`da II. Dünya Savaşı`ndan sonra yeni rejimler kuruldu, ama Türklere ve Müslümanlara karşı tavır değişmedi. Burada yapılanlardan dolayı Türkler 1950 ve 1980`lerde büyük göç dalgalarıyla Türkiye`ye geldiler. 1989`da ise II. Dünya Savaşı`ndan sonraki en büyük göç dalgası yaşandı. Bulgaristan`dan 313 bin Türk doğduğu toprakları terk edip Türkiye`ye geldi.

1990`lı yılların ortasında Bosna`da yüz binlerce Müslüman Boşnak öldürüldü. Sadece Birleşmiş Milletler`in koruması altındaki Srebrenitsa`da Sırplar 12 bin silahsız insanı vahşice öldürdü. 2001 yılında da Müslüman Arnavutlar ve Kosovalılar sıkıntıya düştüler. Türkiye, hem onlardan göçmek isteyenleri kabul etti hem de güvenliklerini sağlamak için askerî gücüyle oraya gitti.

Fakat geçtiğimiz 150 yıllık süreçte, Osmanlı İmparatorluğu`nun zayıflamasıyla başlayan göçler sırasında çok acılar yaşandı. Ama maalesef yaşananları ancak yaşayanlar bildi. Dünya, Türklerin, onların akrabalarının ve diğer Müslümanların çektiklerine kayıtsız kaldı. 1800`lü yılların başından günümüze kadar en vahşi yöntemlerle öldürülen beş milyondan fazla insanımızın hesabını soran olmadı.

Şimdi ise bugüne kadar hep içimizde `dindirdiğimiz` bu büyük acıyı, insanlık ayıbını dünya kamuoyuna anlatacak bir film var karşımızda. Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydın, yapımcılığını üstlendiği belgeseli Zeytinburnu`nda yaşayan insanlara vefa borcu olarak görüyor.

Çünkü Zeytinburnu, Balkanlar`dan, Kırım ve Doğu Türkistan`dan binbir çileyle göç eden muhacirlerin kurduğu bir semt. Sözde Ermeni soykırımına atfen "Son 150 yıllık tarihi incelediğimizde en az yüzü kızaracak olan, hatta yüzü kızarmayacak olan bizleriz." diyen Aydın, "O zamanlar dehşetli savaşlar yaşanıyormuş, dolayısıyla herkes sıkıntı çekmiş. Ama en çok sıkıntı çeken Türkler ve Müslümanlar olmuş. Çok büyük acılar çekmişler." diyor.
Balkanlar`dan ve Kırım`dan göç eden yüz binlerce muhacir İstanbul sokaklarını doldurmuştu. Sirkeci ve Zeytinburnu garlarının yanı sıra Tuzla, zorlu bir yolculukla gelenlerin konakladığı yerlerdi.

Torunlar, geldikleri yeri tanımıyor

Tüm bu bilgiler ve belgesel, akıllara, bu kara lekenin neden yabancı hatta Türk tarih kitaplarında hakkıyla anlatılamadığı, insanların vicdanlarında gereken yankıyı bulamadığı sorusunu getiriyor. Cevabı, belgesel için yüzlerce göçmenle ve uzmanla görüşen yönetmen Ahmet Okur veriyor: "Türkiye Cumhuriyeti`nin göçmenleri karşılama, yerleştirme, onlara sosyal imkanlar ve iş olanakları sağlama açısından Osmanlı İmparatorluğu`ndan çok daha başarılı olduğu söylenebilir. Türkiye`dekiler göçmenlere kendi insanları olduğu için hiçbir sıkıntı hissettirmemiş. 

Anlatılmamasının sebebi bu toplumsal dayanışma olmuş.
Problem olmayınca yaşananlar yeni nesil tarafından zamanla unutulmuş. Dedesinin, babasının göç hikayesini bilmeyenler var. Ama Yunanistan`a gidenler İstanbul`u ve Türkçeyi unutmamışlar. Araştırma için Yunanistan`daydım. Bir şey almam gerekiyordu, yoldan geçen bir kadına İngilizce almam gereken şeyi nereden bulabileceğimi sormaya çalıştım. Kadın yüzüme baktı ve Türkçe olarak "Neden Türkçe konuşmuyorsun?" dedi. Anne ve babası İstanbul`dan göç etmişler.O, Yunanistan`da doğmuş; ama Türkçe konuşmayı öğrenmiş. Buradan gidenler hâlâ oraya adapte olamamışlar. Ama Türkiye`de böyle bir sorun yok." diyor.

13.01.2009 Ortadoğu Gazetesi



ya da 1 saatlik tamamını izleyin

Sürgün ve Ölüm – Bir göç hikayesi
Belgeseli izleyenler Osmanlı’nın yıkılış sürecini ve bu süreçte devletin asli unsurları olan Türklerin nasıl büyük acılar çektiğini görecek. “Bize soykırım yaptınız” diyenler bu belgeseli izledikten sonra asıl soykırımın kime yapıldığını anlayacak. Osmanlı’nın zor zamanlarını, 5 milyon insanın öldürüldüğü 7 milyon insanımızın göç etmek zorunda kaldığı yılları yazdık” diye konuştu.

Yapım : 2008 ~ Türkiye 
Yönetmeni : Ahmet Okur








YUNANİSTAN

     SÜRGÜN VE ÖLÜM BELGESELİ / ZEYTİNBURNU BELEDİYESİ





KIRIM
      SÜRGÜN VE ÖLÜM BELGESELİ / ZEYTİNBURNU BELEDİYESİ






BOSNA

    SÜRGÜN VE ÖLÜM BELGESELİ / ZEYTİNBURNU BELEDİYESİ







HERKES ACI ÇEKTİ....

BAZILARININ DEDİĞİ GİBİ SADECE

HIRİSTİYANLAR YA DA "AZINLIKLAR"

DEĞİL !

AMA BİZİMKİLER GELECEĞE BAKABİLMEK İÇİN 

YAŞADIKLARINI YÜREĞİNE GÖMMEĞİ SEÇTİ  ...

SB.