Translate

SELÇUKLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SELÇUKLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Kasım 2014 Perşembe

OĞUZLAR






"...10.yüzyılda batıda Hazar Yurdu'na kadar uzanan bu bozkırlara, Horezm veya Oğuz Çölü deniliyordu....Oğuz Çölü'nün Kuzey Hazar sahillerin, Merkezi Oğuz bölgesini, Güneydoğu Karakum ve Yukarı Aral'ın Kızılkum bozkırlarını içine aldığını düşünebiliriz..." syf.112

"...Oğuzeli'nde oturan Türkmen nüfusu hakkında verilen tarihi bilgiler oldukça kısıtlıdır. Daha önce de belirtildiği gibi, Orta Asya'daki eski Hint-Avrupai ahalinin torunlarıyla kaynaşan bir kısım Oğuz ve Türklere "Türkmen" adı verilmişti. Türkmen adının kendisi ise esasında İslam dinini kabul eden Oğuzlar için kullanılmıştı..." syf.117

"...Oğuzlara nazaran Türkmenler arasında daha fazla yerleşik yaşamı benimsemiş nüfus mevcuttu. Ancak bu temelden yola çıkarak Oğuzlar'la Türkmenler arasındaki farklılıkları izah etmek, büyük yanlışlıklar doğurabilir. 10.- 11.yüzyıllara ait yerleşim alanlarında yapılan arkeolojik araştırmalar, Sır-Derya'nın aşağı akımlarında çok sayıda yerleşik ve yarı yerleşik Oğuz gruplarının berhayat olduğu gerçeğini açığa çıkarmaktadır...." syf.129

"...11.yüzyıl Türkmen ve Oğuz lehçelerinde kullanılan konaklama ve göçle ilgili birçok kelimenin mevcudiyeti de bu görüşü teyit etmektedir. Benzer terimler arasında konak yeri anlamında kullanılan "turası yer" sözcüğünü zikretmek gerekiyor. 11.- 13.yüzyıl Oğuz ve Türkmenleri'nin dilinde "yurt" kelimesi, daha ziyade "doğum yeri", "durak", "gelinen yer", "mesken" anlamında kullanılıyordu..." syf.132

"...İbn Fadlan, Oğuzların yetiştirdikleri koyun ve koçların çok yağlı olduğunu belirtmektedir. 10.yüzyılda Oğuzeli'nden Horasan ve Maveraünnehir'e getirilen koyunlar, en iyisi olarak kabul edilirdi. Bu cinsi Karaman türü olduğu aşikardır. 9. - 12.yüzyıllara ait kaynaklarda bu koyun cinsine genel olarak Türki denilmekteydi. İbn el-Fakih, Türk koyunlarının çok iri olduğunu ve kuyruklarının yerde sürüklendiğini yazmaktadır. Türki koçlara 12.yüzyılda Belh bölgesinde rastlanmaktaydı. Daha geç dönemde Ak-Koyunlu Türkmen boylarında yuvarlak ve yağlı kuyruklu koyunların bulunduğundan bahsetmektedir. Sunulan bilgilerden Oğuz ve Türkmenler'n Karaman türü koyunlar besledikleri ortaya çıkmaktadır.

At, Oğuz ve Türkmen göçebe yaşamında önemli bir yer işgal ediyordu. İbn Fadlan 10.yüzyılda Oğuzlar'ın büyük yılkı sürülerinin bulunduğunu belirtiyor. Beyhaki de , 11.yüzyılda Türkmenler'in sahip oldukları büyük yılkı sürülerine dikkat çekmektedir.  Oğuz göçebelerinin besledikleri atlar, muhtemelen kısa boylu bozkır cinsiydi. Bu at cinsinin izlerine, Orta Asya'da ortaya çıkarılan Türk kurgan ve mezarlıklarında rastlanmaktadır. 

7.yüzyıldan itibaren Kazakistan bozkırlarında iri gövdeli, iri kafalı, kısa boylu, cidavlı, besili ve uzun boyunlu at sürülerinin beslendiği bilinmektedir. Türk atları, yerel iklim şartlarına iyi uyum sağlamaktaydı ve bütün yıl boyunca her çeşit otlak arazide beslenmeye uygundu. Bozkır Türk atlarının bol sütlü, et ve yağ bakımından zengin olması dikkate değer bir husustur. Bu yüzden, göçebe Türkler, at etini, koyun ve inek etine tercih ediyorlardı. Türk atları yapı olarak sade, dayanıklık bakımından ise uzak mesafelere hızla koşması gibi özellikleriyle dikkat çekiyordu. Türkler, atlarını açık havada tutarlar, soğuk ve sıcağa karşı korumazlardı. Atlar saldırılarda, savaşlarda ve avda kullanılıyordu. Muhtemelen "bozkır cinsi" Oğuz atları da bu özelliklere sahiplerdi.

Tetkik edilen dönemde, Oğuz ve Türkmen göçebeleri zarif ve güzel cins atlar da beslemekteydiler. Uzun boylu, küçük başlı ve ince bacaklı atları, erken dönem Türk kurganlarından tanıyoruz. Bu tür at iskeletlerinin Türkizeban zengin eşrafın mezarlarından çıkması dikkat çekmektedir. Tarihi kroniklerde 11.yüzyıl Türkmen boylarında "Huttel cinsi" atların yetiştirildiğine dair bilgiler bulunmaktadır.

Bu atlar, güzel dış görünümü, zerafetleri ve hızlı koşmalarıyla dikkat çekmektedir. Tarihi efsanelerde Huttel atlarının "yabani deniz aygırı" cinsinden geldiği anlatılmaktadır. Bu eski rivayetler, hala Türkmen epik hikayelerinde ve halk masallarında yerini korumaktadır.

11. - 13.yüzyıl kaynaklarında Selçuklu boylarının kullandıkları binek atları hakkında bilgiler bulunmaktadır. Bu kaynakların rivayetlerine göre Selçuklu savaş atları, sert tırnakları, tıpkı uçan kartal gibi çevik ve hızlı hareketleri ile hayranlık uyandırıyorlardı. Oğuz ve Türkmenler, bu atlara "yuğruk at" veya "çapar" diyorlardı.

Türkmen atları, cüsse ve cins bakımından farklı oldukları için, çok yüksek değere satılıyordu. Selçuklu dönemi divan şiirinde bu atların ünü methiyelere konu olmuştu. 12.yüzyıl şairleri, bu atların koşusunu "rüzgar hızı" ve "deniz dalgalanması" gibi tasvirlerle şiirlerine aktarmışlardı... "syf.137




"11.-12.yüzyıllar arasında Oğuz zanaatıyla ilgili karşılaştırmalı tarihi bilgilere Ros'ta, Donets'de ve Rossav'da bulunan Tork-Peçenek demir başlıklarını gösterebiliriz. Burada kavanoz şeklinde balık kap ve eyere asmak için delikli çini kaplar açığa çıkarıldı. Tork mezarlarından çıkan demir başlıkların arasında kemik düğmeler ve levha üzerine yapılmış at eyerinin süslemesinin kalıntıları bulunmuştu. Metalden yapılan eşyalara da rastlamak mümkündü. Düşük ayar gümüşten yapılmış halkalar, demir üzengiler, tokalar, kılıçlar, ok uçları, bakırdan yapılmış olta iğneleri, vs....Kadınlara ait mezarlarda gümüş bezekli başlıklar, küpeler, bilezikler, taş askılar, hilal şeklinde gümüş levhalar bulunmuştur."... dipnot syf 147

"10. - 13.yüzyıllarda Oğuz kavimleri, birkaç büyük boy ve onların terkibinde bulunan çok sayıda irili ufaklı titrelerden teşekkül ediyordu. Kaşgarlı Mahmud, Oğuzların 24 boydan teşekkül ettiğini haber veriyor. Ancak, daha sonraları Halaçlar'ın iki boyu onlardan ayrılmıştı.

Divan-ı Lugat et-Türk'de 11.yüzyılın ikinci yarısında Oğuz halkının terkibinde bulunan boyların isimleri şu şekilde açıklanmıştır. Kınık, Kayı, Bayundur, Yiva, Salır, Avşar, Bekdili, Bekdüz, Bayat, Yazır, Eymür, Kara-Bulak, Alka-Bulak, Iğdır, Yüregir, Tutırka, Alayontlu, Döğer, Çepni, Peçenek, Çavuldur, Çaruk.

Bu isimlerin çoğu Fahrü'd-din Merverüdi, Reşidüddin ve geç dönem Orta Çağ müelliflerinin eserlerine konu olmuştur. Ancaki kaynaklar arasında Oğuz boylarının sayısı konusunda fikir ayrılığı bulunmaktadır. Kaşgarlı Mahmud ve Reşidüddin, onların 24 boydan oluştuğunu iddia ederken, Mervezi 12 boy olarak gösterir. Bu fikir ayrılığını, Oğuzların iki kola bölünmesinden kaynaklandığını söyleyerek önleyebiliriz.

Doğulu Orta Çağ müellifleri, Oğuzların Bozok ve Üçok olarak ayrılmasını, efsanevi Oğuz Han'ın ismine bağlıyorlar. Rivayetlere göre, Oğuz Han'ın oğulları üç yay ve üç ok bulmuşlardı. Oğuz Han üç oğluna yayı, üç oğluna da okları vermişti. Oğuz, yayı alan oğullarından türeyecek olanlara Bozok denilmesini emretmişti. Bozok'un anlamı - parçalara ayırmaktı. O bu ismi yayın kırılmasından dolayı vermiş ve sağ kanat ordusunun idaresini bu üç oğluna ve onun oğullarına bırakmıştı. Oğuz Han, sağ ve sol kanadın bütün otlak arazilerini oğulları arasında taksim etmişti. Oğuz, tahtı ve hakimiyeti, bütün oğullarına ve onların soyuna bırakmıştı.

T.Houstma, Oğuların Bozok ve Üçok olarak bölünmesinin temelinde "askeri-siyasi" sisteminin varlığını aramaktadır.

Oğuzlar 24 boydan oluşmakta ve iki eşit kısma ayrılmaktalardı. Ancak tarihi rivayetlere göre Bozoklar büyük, Üçoklar ise küçük boyları teşkil ediyordu. Sağ kanadı temsil eden Bozoklar, Üçoklara nazaran daha çok imtiyaz sahibiydiler. Reşidüddin'e göre, Oğuzların yüksek orunlu beyleri sadece Bozoklar arasından seçilebiliyordu.

Muhtemelen Oğuzların Bozok ve Üçok olarak ikiye ayrılmasında, bir takım bölgesel askeri özelliklerinin rolü olmuştur. Oğuz ordusunun her iki kanadının da elinde geniş meralar ve araziler bulunuyordu. Üçok ve Bozoklar'a tekabül eden İç ve Dış Oğuzlar hakkındaki bilgiler de bu durumu teyit etmektedir. İç ve Dış Oğuzlar'ın bölgesel olarak ayrıldıkları düalist sistemi hakkında toponom ve Türkmen Halk kaynaklarında epey bilgi bulunmaktadır.


Oğuz ordusunun sağ ve sol cenahını yöneten komutanlara Beylerbeyi ünvanı verilmekteydi. Tarihi rivayetlerde, İç ve Dış Oğuzlar'da beylerbeyinden bahsedilmektedir.

Genelde sağ kanat beyleri Kayı ve Bayat boy reisleri ; sol kanat beyleri ise Peçenek ve Çavuldur reislerinden seçiliyordu. Beylerin yargılamak, cezalandırmak gibi yetkilerinin yanı sıra, yazılı ve sözlü kararları da itiraz edilmeden uygulanmaktaydı. Beylerin hakimiyet sınırları, göçebe boyları dışında yerleşik topluluklar üzerinde de etkiliydi. 12.yüzyıl Türkmen reislerine "asilzade prensler" gibi itaat edilmekteydi."... syf.171




Bir dipnot daha syf.234
"Hardeş boyu, Altay bölgesinde oturan Kıpçak boy birliğine dahil olmalıdır. Çin kaynaklarına göre Kin-şa ülkesinde mavi gözlü sarışın insanlar yaşıyorlardı. (E.Bretscneider, Notes of the mediaval geography and history of Central and Western Asia, London 1876) Kin-şa, yani Altın Dağ, Kızılbaş ile İlke Aral arasında bulunan altay Dağ silsilesinin bir koluna tekabül eder. Bu kaynaklarda Kıpçaklar'ın bir zamanlar  Chou-Lan bölgesinde oturdukları belirtilmektedir. Bu Kıpçak boyu , Altay'da, Yılanlı Dağ eteklerinde, yahut Kem Nehri havzasında barınıyordu.Hardeşleri bozguna uğratan "Yılan Boyları"nın kim olduğunun tesbiti hayli zordur. Belkide Yu.A.Zuyev'in belirttiği gibi "Ots" adıyla, tamgalarında yılan işareti bulunan Kayılar kastedilmekteydi.

...


Orta Asya, Oğuz ve Selçuklu tarihi konusunda akademisyenler arasında en önde gelen uzman tarihçi olarak kabul edilir. Agacanov'un başyapıtı olan OĞUZLAR adlı eseri Sır-Derya Oğuz Yabgu Devleti konusunda Türkiye'de yayınlanan ilk ve tek eserdir. Özellikle Büyük Selçuklu İmparatorluğu'ndan önceki Oğuz Yabgu Devleti ve Oğuz boylarının yaşadıkları bölgelerle ilgili tarihi-coğrafi bilgiler son derece önemlidir. Yaklaşık 800 basma ve yazma kaynak taranarak hazırlanan bu eser, Oğuzların az bilinen tarihi konusunda önemli katkıda bulunacaktır.

arka kapak.




OĞUZLAR
Sergey Grigoreviç Agacanov 
Çeviren: Ekber N. Necef, Ahmet Annaberdiyev
Selenge Yayınları










12 Aralık 2013 Perşembe

TANTALİS VE BEYAZ KARTAL





Tanrıların yeryüzüne indiği, insanlarla birlikte yaşadığı harika zamanlarda, Kral Tantalos Manisa'daki (Akpınar Bölgesi) muhteşem sarayında karısı ve çocukları ile mutlu bir yaşam sürmüş. Başkenti Tantalis olan Tantalos Krallığı; Syplos'un (Spil Dağı) vadilerinden, Hermos (Gediz) boyunca, Eğe kıyılarına kadar uzanmış.Tantalis limanlarına gelen gemiler, Mısır ve Orta Doğudan baharat ve ipek getirmiş, dönüşlerinde Syplos'un madenleri ve bu bölgede üretilen malları götürmüş. Syplos dağında ve Tantalis kentinde nesiller boyu yaşayan insanlar; zenginlikleri ve refahları ile tanrıları kıskandıracak hale gelmiş.

Kral Tantalos, tanrılar gibi ölümsüz olmak istiyormuş. Onları muhteşem Syplos'taki sarayına davet etmiş. Hazırlanan yemek şöleninde oğlu Pelops'u tanrılara kurban etmiş.Tanrı Zeus bu olaya çok kızmış, Kral Tantalos'u cezalandırmış, oğlu Pelops'a da yeniden can vermiş. Daha sonra bu insanlar ellerinde ne varsa kaybetmişler. Syplos erken gelen refah ve zenginliğin kurbanı olmuş. Kral Tantalos'un muhteşem şehri Tantalis ve Syplos bir deprem ve yarılan dağlardan fışkıran suların altında kalarak yok olmuş.

Carl Human, Tantalis kentinin Yarık Kayanın batısında olduğunu yazıyor. Pilinus tarafından da Tantalis'in Manisa'da olduğu belirtilmiştir: "

Sipylon, Maıonia'nın başkenti, eskiden Tantalis olarak adlandırılıyor. Şimdi yerinde Sale gölü var. Syplon'un yerine sırasıyla Arkhaipolis, Kolpe ve Labada kurulmuş." [1]

Çok eski haritalarda Akpınar ( Manisa ) bölgesinin kuzeyinde, Saloe ve Salde isimli iki göl görülmektedir. 1850 sene önce, dünyanın en eski seyahatnamesini yazan; Manisalı yazar Pausanias, Tantalis şehrini gördüğünü şöyle anlatmış: 

"Syplos'ta ki İdea kenti bir yarıkta kaybolmuş. Bu yarık zamanla su ile dolmuş ve Saloe adını almış.Kentin harabeleri, sel suları onları gizleyinceye dek gölün içersinde görülüyordu." [2]

Binlerce senedir insanlar Tantalis kentini düşlemiş, onu bulmaya çalışmış. Asıl zorluk, hangi insan soyunun Syplos'da ve yan sırtlarında varlıkları ve yaşantılarına ait izler bıraktığının tespitidir. Bu dağ da bulunan anıtlar Anadolu'nun en eski uygarlıklarına ait tanrısal abidelerdir. Manisa yöresinde Arkeolojik kazılar yapılmadığı için Tantalis ve Syplos'taki kentlerin kuruluş tarihini ve halkının kültürünü anlamamız zordur. 

Yunanlıların, Lidya ile kurdukları ilişkilere kadar, Platoda olan olaylar hakkında hiç bir şey bilinmiyordu. Zaman içinde tepelerden ovalara inilmiş, Manisa düzlükte, İzmir ise kıyıda kurulmuş. Syplos boş kalsa da; Kybele'nin kenti olmasından dolayı, önemini hiç bir zaman yitirmemiş. Bu uygar insanların diktiği anıtlar dini bir merakla ziyaret edilmiş. Ziyarete gelen insanlar, gelecek kuşaklar için bunların Kronolojik bir sıralamasını yapmamış.

Anadolu'nun insanı, Manisalı seyyah Pausanias'ın kentimiz için yazdıkları çok önemli: 

"Pelops'un Tahtı, Syplos'ta Meter Plastene Kutsal Alanı'nın tepesinde.Pelops'la Tantalos'un burada ki hakimiyetinin izleri bunlar." [3]


Beyaz Kartallar; Dünyada yalnız Manisa'da görülmektedir.1850 sene önce Pausanias Syplos dağında dolaşırken:

"Tantalos gölü üzerinde uçan beyaz kartalları gördüm." [4] dediğini kendi kitabında yazmıştır. 

Manisalı dağcılar da, 2010 dan beri beyaz kartalları Nisan ve Mayıs aylarında Syplos'un doruklarında gördüklerini söylüyorlar.

Tantalis kenti, Kral Tantalos, oğlu Pelops, kızı Niobe ve Syplos için söylenenler mitolojik bir hal almış. Oysa, ortada yaşanılan, kaybolan ve kayda geçirilemeyerek unutulan, eski dönemlerin Manisa tarihi var. 3 Eylül 2001 tarihinde Syplos'un kuzey doğusunda, Kayadibi köyünde Prof.Dr.Elif Tül Tulunay ile birlikte, Syplos'ta yaşayan Magnetlere ait bir yazıta rastladık. Magnetlerin Manisa dağında yaşadığının delili ve izi, en az 1700 senelik.

Anadolu'nun en eski tanrısal abidesi Kybele'yi, Tantalos'un sanata ve tanrıya düşkün oğlu Broteas yaptırmış. 

Kybele anıtının batısında bulunan merdivenlerden (üzeri toprakla örtülmüş), Yarık Kaya'nın üzerindeki Pelops tahtına (Kutsal alan) bir yol uzanır. Kutsal alanda sarnıçlar,yıkılan evlerin duvarları, Nişler ve yerlerde tuğlalar vardır. Bu işaretler Kybele'ye, yapımından yüzyıllar sonrasına kadar ibadet edildiğinin kanıtlarıdır. Ne tarih, ne de gelenekler Kybele kadar eskiye gidemez. 

Kybele binlerce senedir Anadolu'da inanılan Ana Tanrıçadır. Bazı yazarlar Tantalos ve Niobe'nin Frikyalı olduğunu yazarlar. Bu tarihi bir yanılgıdır. Stroba:

" Syplos çevresi Phrygia ve halkı Phrygia'lılar olarak adlandırılıyor."(5) diye yazar. Oysa Frikyalılar orta Anadolu'ya boğazlardan geçerek gelmiş. Tarihçi Heredot ve Lidyalı Xanthus bu konuda hem fikirdirler.

Bu kavimlerin, ilkinin ne zaman boğazlardan geçtiği yıl ve yüzyıl olarak bilinmemektedir. Epos'un araştırması: 

"Frikyalıların Homer'den önce yarım adaya geldikleri yönündedir. Bu yerleşim MÖ.800'den önce olmamış. Frikya Krallığı 150 senelik bir yaşamdan sonra, Kimmerler tarafından M.Ö.660 yılında yıkılmış. Hititler ve Frikler bu bölgelere kadar gelmiş olabilirler. 

Geçici olarak bu bölgede Hititlerin kaldığını kabul etsek de; Kybele gibi bir anıtı bu zaman içinde yapmalarını açıklamak zordur. Syplos'taki anıtlar, burada yerleşik bir halkın uzun süreli burada yaşadığını kanıtlar. 

Yunan dışı Anadolu'nun insanı Kral Tantalos'un oğlu , Niobe'nin kardeşi Pelops Syplos'tan çok büyük bir servetle Pelepones'e gitmiş, orada kral olmuş. Yarım adaya ismi verilmiş. Manisalı Pelops diğer bir özelliği ile, Olimpiyatları düzenli bir şekilde başlatarak tarihe ismini yazdırmış. 

Binlerce sene önce yok olmuş insanlara ait kültürleri ve eserleri, ancak Arkeolojik inceleme ve kazılar ortaya çıkarabilir. Tantalos'un harika krallığı ve Tantalis kenti Manisa için çok önemlidir. 

Değerini ve içinde barındırdığı zenginlikleri bilmediğimiz muhteşem Syplos dağına boş gözlerle bakar dururuz. Orada ki gerçekleri ve hayati belirtileri bilmeyiz.

Kaynaklar

[1] Pilinius, "Nat.Hist.s.5,29.
[2] Pausanias " Desciription of Greece.s.7,24,13.
[3] a.g.e. s.5,13,7.
[4]a.g.e. s.8,17,3.
[5] Strabo s.12,8,2.
alıntıdır.



BEYAZ KARTAL DÜNYADA YALNIZ 
MANİSA’DA BULUNMAKTADIR

Kartal kudretin, gücün ve yüceliğin sembolüdür. Simgeleştirme orijini çok eskilere dayanır. İnsanların hayal gücü, kartalı efsanevi bir varlık haline dönüştürmüştür.

Kartallar uzun kanatlı, sağlam yapılı, beyazla karışık siyah renkte yırtıcı kuşların en büyüklerindendir. Kartalın gagası çok kuvvetli ve ucu kıvrıktır. Ayakları tüylerle kaplıdır. Bazı türlerinde kanat açıklığı 2–2,5 metreyi bulur. Kartal 2 veya 3 yumurta yapar, ancak bir kartal yavrusu doğada yetişkin hale gelir.

Kartalların evcil ve av hayvanlarına verdiği zararlar abartılmıştır. Kartallar, özellikle salgın hastalıkların kaynağı olan hasta hayvanları, yok ederek doğa da denge unsuru olmaktadır.

Anadolu’da görülen başlıca kartal türleri: 
Beyaz Kartal-Kaya Kartalı-Şah Kartalı-Bağırgan Kartal-Atmaca Kartal-Cüce Kartal-Beyaz Kuyruklu Kartal-Yılan Kartalı-Kuzu Kartalı ve Balık Kartalıdır. 

Kartallar dağların doruklarında ve yükseklerde uçarken görülür. Kanatları hızlı ve uzun uçuşlara uygundur. Çok türü bulunan kartallar dünyanın hemen her yerinde bulunur. Beyaz Kartal, dünyada yalnız Türkiye de, Manisa Dağı’nın (Siyplos) doruklarında görülmektedir. 

1850 yıl önce dünyanın en eski seyahatnamesini yazan, Yunan dışı Anadolu’nun insanı Manisalı yazar Pausanias, Description of Greece isimli eserinde Tantalos Gölü üzerinde bir kuğu gibi süzülen beyaz kartalları anlatır. 

Binlerce yıldan beri Anadolu’da ve Manisa da görülen beyaz kartalların nesli tükenmek üzeredir. Manisa Dağcılık Spor Kulübünden 12, İzmir den iki dağcı beyaz kartalları oduncu vadisinin (Manisa Dağı’nda) doruklarında gördüler ve saatlerce incelediler, gördükleri ve söyledikleri zapta geçirildi. 

Kartallar Lidya da ve Mısır Tapınakları’nda simge haline gelmiş. Bu gün Beyaz kartalların mermerden yapılmış rölyefini Sart'taki Sinagogun avlusu ve Manisa Müzesi’nin giriş kapısında görebilirsiniz. Beyaz temizliğin, saflığın, kartal ise kudretin, gücün ve yüceliğin sembolüdür. 

Sinagog avlusunda bulunan beyaz kartal rölyefi Lidya Kartallarına benzememektedir. Manisa ilinin güneyinde ilk çağ Lidya bölgesinde, Bozdağ’ın doğu tarafında Kartal Dağı vardır. Anadolu'da bu isimde daha birçok dağ bulunuyor. 

Dünyada ki bütün kutsal mabet ve alanlar evrenseldir. Evrenin sahibinden gelen bilginin ve ışığın yansıtıldığı yerlerdir. Mabetlerde kâinatın görüntüsü vardır. Ancak evrenin gerçek görüntülerini taşımazlar.

Kutsal olan bu yapılar dünyanın içyapısını sembolik olarak betimler. Mısır tapınakları dağları, sütunları, aslanları, kartalları ve güneşi ile sembol olmuş.

Mısır tapınakları ve diğerlerinde kullanılan ortak semboller merkezden farklı yönlere dağılmıştır. Uzak Doğu’da Hind gelenekleri ve Atlantis sembolleri bulunmuştur. Pasifik bölgesinden de, uzaklara Maya ve Aztek piramitlerine kadar uzanmaktadır. 

Mısır tapınaklarının en göze çarpan özellikleri sütunlardır. Sütunlar Kraliyet iktidarını ve gücün anlamını simgeler. Direkler arasından güneşin doğduğu, ufkun iki dağını temsil etmektedir. Böylece tapınağın rolü, evrenin ve yaradılışın sembolü olmaktadır. 
Ezehiel, Semitlere ait bir söylenceyi şöyle anlatır: 

“Geniş kanatlı, renkli devasa bir Kartal (Phoenix), hayat ağacından getirdiği ince bir dalı tüccarlar kentine dikti.” 

Burada Kartal, yıkılan edenden (cennet) kurtulanların taşındığı deniz yolculuğunu temsil etmektedir. Bu simgeleştirme orijini, daha eskilere dayanan ve çok daha evrensel olan bir simgeleşmedir Hava Kuvvetleri Komutanlığımızın simgesi kartaldır. Amerika Birleşik Devletleri’nin simgesi beyaz başlı kartal olarak düşünülmüş.

Ksenophon’a göre,Altın kartal İran Ordusu’nun bir alameti olarak kullanılmış. 

Roma’nın mirasçıları olmak isteyen Alman İmparatorları, XI. yy. da kartalı simge olarak benimsemişler.


Ali Haydar AKSAKAL



___________



KONYA KARATAY MEDRESESİ'NDEN


TÜRKLÜĞÜN HAKİMİYET SEMBOLÜ: 
ÇİFT BAŞLI KARTAL

Orta Asya Türk inancına göre, insanlara gökyüzü ve yeryüzü yolculuklarında refakat eden koruyucu varlıklar kuş şeklindedir. 

Yükseklik, ululuk timsali kartalın, kutsal sayılması Altay kaya resimlerinden bellidir. Türkler kılıç kabzalarında bozkurt, at ve çift başlı kartal kabartma figürlerini kullanmışlardır. 

Orta Asya inanışlarında ve şamanist eski Türkler de “Kartaldan türeme” inancı oldukça yaygın görülmektedir. 

Bu inanış efsanelerde de kendini gösterir ; Yakut Türklerinde rastladığımız bu efsane şamanın kartaldan türediğine dairdir. Yakutların, uzun direklerin tepesine çift başlı kartal yontusu koydukları biliniyor. 

Ayrıca Attila’nın ordusunun sancağı üzerinde Bozkurt ile beraber kartalında var olduğu biliniyor. 

Bu figür Anadolu yerleşimlerinde de kullanılmış olup bunun en güzel örneklerini Hititler’in Alacahöyük ve Yazılıkaya’daki çift başlı kartal kabartmalarında görmekteyiz. Selçuklu Devleti de çift başlı kartal sembolünü kullanmıştır. 

Ayrıca Oğuz boylarının ongunlarının yırtıcı kuşlar olması da dikkat çekicidir. Türk halılarında en çok kullanılan canlı figürü kartaldır.

Selçuklular zamanında yapılan Döner Kümbet (Kayseri), Hüdavent Hatun Türbesi(Niğde), Çifte Minareli Medrese (Erzurum), Yedi Kardeş Burcu (Diyarbakır) gibi mimari eserlerde çift başlı kartal figürü kullanılmıştır. 

Çift başlı kartal güç ve kudretin sembolüdür. Doğunun ve batının hakimiyetini sembolize eder. Çift Başlı Kartal sembolünü, Türkler Orta Asya kültüründen göçler ve fetihler sayesinde tüm Dünya’ya taşımıştır. 

Şaman inancında ;Yer ile Göğün arasındaki çelik kapıyı tutan bir Kartal'dır.

alıntıdır





__________________UÇ KARTALIM UÇ_______________




17 Temmuz 2013 Çarşamba

SELÇUKLULAR TARİHİ VE TÜRK İSLAM MEDENİYETİ





Anadolu’da yaşayan Ermeni ve Süryani müelliflerinin hâdiselerin içinde bulunmaları sağlam malûmat vermelerini mümkün kılmıştır. 

Ermeni kaynaklarından en mühimmini muhakkak, ki Urfalı Mathieu’nun Vekâyinamesi teşkil eder. Çağrı bey’in 1018 de vukubulan ilk Anadolu akınından 1136 yılma kadar Selçuklular hakkında zengin malûmat veren müellif bu devir hâdiselerinin çoğuna görgü şahididir veya onları bizzat görenlerden dinlemiştir. 

İlk istilâdan ne kadar acı bir dil ile bahsederse ondan sonraki devir için de o derece Türkleri medheder; adalet ve şefkatlerini belirtir. Buna mukabil dinî ve millî duyguları icabı olduğu kadar zulümleri dolayısiyle de Rumlara karşı nefretini sık sık açığa vurur.

Onun eseri Göksün’de yaşayan ve zamanının hadiselerini toplayan Keşiş Gregoire’in zeyli ile ve aynı ehemmiyette, 1162 yılına değin devam eder (45) Muahhar Ermeni kaynaklarının kullandığı Mathieu’tıin eseri Süryani müelliflerince meçhuldür. 

Eski Ermeni müelliflerinden Sarkavag’ın eseri bize kadar gelmemiştir, XIII üncü asırda yaşamış bir Ermeni müellifi Melikşah’ın yüksek vasıfları, adaleti ve şefkati hakkında malûmat verir ve bu vasıfları dolayısiyle milletlerin gönüllerini fethederek imparatorluğunu genişlettiğini anlatırken “bana göre ömrü vefa etse idi süratle artan kudreti sayesinde Avrupa bile devletinin hudutları içine girmekte gecikmiyecekti” ifadesiyle Sarkava’ın kaybolmuş kroniğinden mühim bir iktibasta bulunur, ki Melikşah’ın cihân hâkimiyeti davası bakımından dikkate şayan bir müşahedeyi belirtir (46). 

Diğer Ermeni kaynakları umumiyetle muhtasar olmakla beraber Türkiye Selçukluları hakkında mühim kayıdlar verir ve diğer hıristiyan ve müslüman kaynaklarını tamamlarlar. 

Yalnız Malazgird zaferine kadar Şarkî Anadolu'ya vâki ilk Türk akınları münasebetiyle, bu bölgede hadiselere şahid bulunan Aristakes'in eseri çok mühim olup canlı tasvirlerle doludur (47).

Şarkî Anadolu’da yaşayan Süryani tarihçileri umumiyetle Bizanslılara karşı Türkleri bir kurtarıcı kabul ettiklerinden bu husus eserlerinde akseder, Süryani müellifleri arasında birinci mevkii işgal eden Malatya patriği Mihael (1125-1199) II. Kılıç Arslan’ın dostluğu ve himayesi sayesinde bu devrin vakalarına daha yakından nüfuz edebilmiştir. Bu münasebetle de Kılıç Arslan’ın tarihî değeri büyük bir mektubunu da Vekayinâmesine derc etmiştir. 

Eski devirler hakkında kaynaklarını zikrederse de Türklerin menşeine ve hattâ bazan Gök-Türklere dair verdiği mühim haberleri nereden aldığı meçhuldür. Selçuklular hakkında naklettiği vakalarda bazan kronolojik hatalara rastlanır (48). 

Birinci Haçlı seferi ile 1164 yılına kadar devam eden küçük Süryani anonimi de Selçuklular için mühim olup Mihael’i tamamlayıcı bir mahiyet arz eder (49). Mihael’in mezhebdaşı ve hemşehrisi Ebu’l-Ferec îbn ül-’lbrî (Bar Hebraeus) XII inci asrın nihayetine değin ona ve daha sonraları için de sık sık İslâm kaynaklarına başvurarak 1297 de tarihini tamamlar (50).

Prof.Dr.Osman Turan
Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti
İstanbul, 1969 (ikinci baskı)



_______________________________
45) Chronique de Mathieu d’Edesse avec la continuation de Gregoire le Pretre, Fr. tere. E . Dulaurier, Paris 1858. Bu eser H. Andreasyan’ın Türkçe terc, ile T. T. Kurumu tarafından (Ankara 1962 ) neşredilmiştir. Yakınlığı dolayısiyle, Keşiş Gregoire’in zeyli Türkiye Selçuklularına daha fazla yer vermekle de ehemmiyet kazanır.

46) Samuel d’Ani, Tables chronologique, trc. Brosset, Petersbourg 1876, s. 451 (Bu münasebetle Böl. IV, 7, de bak).

47) Ermeni kaynaklarının çoğu Recueil des Histories des Croisades külliyatı arasında Documents armeniens adlı iki cildde toplanmıştır. Aristakes’in Fransızca tercümesi M. E. Prud’homme tarafından Histoire d ’Armenie adı ile Fransızcaya tercüme edilmiştir (Paris 1864).

48) Michel le Syrien, Chroniqe, Fr. terc. Chabot, Paris 1905. Bu eserin suryanice aslının bulunmasından sonra Haçlı külliyatında çıkan muhtasarı kıymetini kaybetti ise de Suryanicesinde bulunmayan bazı faydalı kayıtlar Ermenicesinde mevcuddur.

49) Bu Süryâni anonimi A. S. Tritton tarafından kısmen İngilizceye tercüme edilmiştir (JRAS, 1933),

..............

Suriye seferinden sonra durumun daha da kötüleştiğini gören imparator Romanos Diogenes, 1070-1071 kışında, büyük ordusunu hazırladı. O, Anadolu’yu Türklerden kurtarmaktan başka İslâm ülkelerini istilâ ve hattâ Selçuk devletini de tahrip etmek maksadı ile Bizans tarihinin en büyük ordularından birini ve belki birincisini vücûda getirdi. 

Bu ordu Balkan vilâyetlerinden, Bitinya, Kapadokya, Kilikya ve Trabzon bölgelerinden ve Ermeni halkından başka Slav (rus), Bulgar, Alman (got), Frank, Ermeni, Gürcü, Hazar, Peçenek, Uz (oğuz) ve Kıpçak (kuman) ücretli askerlerinden terekküp ediyordu. Şark müslüman ve hıristiyan kaynakları bu ordunun miktarını 200.000 ile 600.000 arasmda gösterir. Bu ordunun, yine mübalâğalı olmakla berâber, mancınıkçı, çarkçı, lâğımcı, kazancı, arabacı v.b. teknisyenlerinin de 100.000 kişi tuttuğu, kumandan (batrîk) ve subay sayısının 30.000’e bâliğ olduğu, silâh ve malzeme taşıyan arabaların 4.000, altın, gümüş ve hazînelerin ise sayısız bulunduğu yazılmaktadır. Hafif süvari kuvvetlerinden bir kısmını teşkil eden Uz (oğuz)larm 15.000 kişi olduğu rivâyeti de kayda şâyândır. 

Ordusunun azametinden mağrur olan imparator, zaferden şüphe 
etmeyerek, yalnız Anadolu’yu kurtaracağına değil İslâm ülkelerini de alacağına inandığından Irak, Suriye, Horasan ve Rey valiliklerini de kumandanlarına vaad ediyor; câmiler yerine kiliseler inşâ edileceğini rivâyet ediliyor. 

İmparator bu muazzam ordusu ile, 13 Mart 1071 günü, İstanbul’dan hareketinden Önce, Türkçe Selçuk-nâme’ye göre, Ayasofya’ya giderek büyük bir dinî âyinde duâ ettikten sonra yola çıkmıştır. Bu ordu Eskişehir’i geçip Kızılırmak vâdisini tâkip ile Sivas’a vardı. Orada El-basan’m zaferi doiayısiyle Rumların: “Ermeniler bize Türklerden daha fazla taşkınlık ve merhametsizlik gösterdiler” şikâyetleri ile karşılaşan Diogenes şehri tahrip etti ve ve pek çok Ermeni öldürdü. 

Ermeni prensleri Adom ve Abusahl’ı da Sivas’dan sürdü. Kumandanlardan Tarkhaniotes (Tarhan) ile Bryennios imparatora Sivas’ta veya Erzurum’da kalmayı, köyleri tahrip ederek Türkleri açlığa mahkûm etmeği tavsiye edecek kadar ileri gidiyorlar ve Anadolu’yu viran eylemekten çekînmeyorlardı. 

Nitekim Bizans kaynakları başka bir vesile ile Rumların kendi memleketlerini yağma ve tahrip ettiklerini söyleyorlar. İmparator İran’a varmak ve sultanı ezmek kararında olduğundan bu teklifi kabûl etmedi. Bu sebeple Erzurum’a varan imparator kendisine şark kuvvetleri ile iltihak eden Ermeni Basil’den, Alp Arslan’m korkusundan Irak’a çekildiği haberini aldı. İmparator Erzurum’da bir kısım kuvvet ayırarak (20.000 zırhlı) Gürcistan’a gönderdi ve arkasını emniyete almayı düşündü. 

Sicilya’da araplara karşı savaşlarda şöhret kazanan Ursel ile Tarkhaniotes kumandasında 30,000 kişilik bir öncü birliği de Malazgirt ve Ahlat üzerine gönderip onlara yollan açmak, erzak hazırlamak ve tah­ribat yaparak sultanın dönüşünü önlemek vazifesini verdi; kendisi de arkadan büyük ordusu ile harekete geçti.

kitaptan sayfa 133-134

...



5 Aralık 2012 Çarşamba

KADINLARIN SEÇME ve SEÇİLME HAKLARI


ve KADININ DÜNYADAKİ YERİ







Türklerde ve İslamda Kadın


Eski Türk boylarında kadın ,özgür ve eşit bir toplumsal konuma sahipti.


1.nedeni; toplumda var olan demokrasi, 
2.nedeni; Türklerin o zaman ki dini olan şamanizmin , kadında ki “kutsal” güce dayanmasıydı.

Hukuksal açıdan kadın ve erkek tamamen eşitti. Erkeğin yalnızca bir tane zevcesi , yani karısı olabilirdi. Kadınlar doğrudan doğruya hükümdar , kale muhafızı, vali ve elçi olabilirlerdi.


Kızlar kendileriyle evlenmek isteyen erkeklerle bir çeşit düello yapıyor ve kendilerini yenemeyen erkeklerle evlenmiyorlardı. Ev, karı ile kocanın ikisine aitti. Çocukların velayeti konusunda baba kadar ana da hak sahibiydi.


Eski Türk topluluklarında , devlet başkanlığı Hatun – Hakan ortak sorumluluğu ile yürütülürdü. Yasa niteliğindeki emirnameler , her ikisince imzalanmadan uygulanmazdı.


Kadın devlet yönetiminde, hatta askerlik ve sporda bile etkin rol oynuyordu. Elçi kabulü dahil, bütün önemli törenlerde Hakan ile Hatun beraber bulunurlardı. 

Hatun bizzat savaş kurulunun üyesiydi. Kadınlar savaşın her aşamasında erkeklerle eşit koşullarda katılırlardı.

Tarihte devlet başkanlığı yapmış ilk kadınlar da Türklerdi.

Delhi Türk Devleti’nde Raziye Sultan, Kirman’daki Kutluk Devleti’nde Türkan Hatun bunun en ünlü örneklerini oluşturuyordu.

Türklerin İslamı kabul etmelerinden ve Anadolu’ya yerleşmelerinden sonra bile bu kültürel etkiler, belirli ölçüler içinde, azalarak sürebilmiştir.

Eski Türk kadınlarında örtünme ve erkeklerden kaçma yoktu.

Şerafettin Turan , Arap gezgini İbni Fadlan’ın 10.yy.daki Türk kadınının yabancı erkeklerden bile kaçmadığını ve bedeninin hiçbir yerini saklamadığını görerek, hayretler içinde kaldığını aktarıyor. 
Aynı kaynağa dayanarak , Bulgar Türklerinde kadınlarla erkeklerin bir arada nehirde yıkandıklarından söz ediyor.

Türklerin İslam dinini kabul etmelerinden sonra da “Kadın”a Arap ve İranlılardan farklı yaklaşmalarını sürdürmüş , geçmiş birikimden dolayı da, kültür farkının yansıması olmuştur.


İslamın kadına bakış açısını ,kadınla ilgili olarak getirdiği kuralları anlayabilmek için , İslam öncesi Arap toplumlarında kadının hangi koşullar içinde yaşadığını ve konumunu bilmekte yarar var.


Kur’an’ın Cahiliye dönemi olarak adlandırdığı İslam öncesi Arap toplumlarında, kadın Türk toplumlarının tersine, toplumun en aşağılanan öğesini oluşturuyordu.


Bazı hayvanlar, örneğin deve bile kadından daha değerli sayılmaktaydı. Kız çocuklarının ölüme terk edildiği hatta diri diri gömüldüğü durumlar yaygındı. Kız çocuk doğuran kadınlar cezalandırılıyor, kadın mal gibi satılıyordu. Erkek istediği kadar kadınla evlenebiliyor ve istediği zaman terk edebiliyordu.

İslam dini Arap kadınını, işte bu konumdan aldı ve hiç değilse erkeğin yarısı kadar haklara sahip olduğu bir konuma getirdi. Bu gelişme, İslam’ı kabul eden Arap kadını için büyük bir ilerleme, ama Türk kadını açısından da aynı ölçüde gerileme anlamı taşımaktadır.


İslam dinini ilk kabul eden Türkler Karahanlılar ve Hakaniler (926) oldular. 990-1000 yılları arasında da onları Selçuklu Türkleri izlemiştir.


Kadının da bir insan olduğu, Arap toplumunda ancak, İslam dini sayesinde kabul edilmiştir.

İslam dinini kabul ettikten sonra, Türk toplumunda ağır ağır değişmeye başladı. Bu konuda dinin getirdiği kurallardan çok Arap ve İran kültürlerinin olumsuz etkileri görüldü.

Eski Türk Destanları, kadını hep yüceltirken Türklerin İslam dininin kabulünden sonra 1070 yılında yazılan “Kutadgu Bilig” artık kız çocuğunu değersiz sayıyor, kadınların örtünmemelerini eleştiriyordu.


Örtünme olayı ancak Fatih döneminden sonra, özellikle Bizans’la ilişki içine girilmesinin etkisiyle başladı. Çok kadın ile evlenmek, harem oluşturmak gibi uygulamalar daha çok saray ve saray çevresine yerleşti.


Evlenmede ,kızın rızası alınması, giderek kaybolurken ,boşanmak sadece kocanın hakkı olarak görülür oldu. Mirasta kadının payı azaldı,mahkemelerde iki kadının tanıklığı bir erkeğe eşit sayıldı. Kadın eğitim olanaklarından yoksun bırakıldı, sokağa çıkması sınırlandı, hatta bazı durumlarda tamamen yasaklandı.


Türk kadının konumundaki iyileştirmeler tanzimattan sonra yeniden başladı.


Kız çocuklarının ilk ve orta okullara gitmesine 1858 yılında izin verildi. Ebe okulu ve kız öğretmen okulu açıldı. 2.Meşrutiyetin ilanından sonra ilk kız lisesi açıldı.

Atatürk, Türk kadınına çağdaş bir konum kazandırma düşüncesi ile, Kadının “Vatandaş” sayılmasına bile karşı çıkan milletvekillerinin neredeyse çoğunlukta olduğu bir Mecliste ve Kurtuluş Savaşı’nın en korkulu günlerinde, Türk kadının en ileri toplumlardaki gibi ,yasal haklara sahip olması için ilk adımları attı.

Bu sürecin son aşaması olarak Türk kadını 5 Aralık 1935’te seçme ve seçilme hakkına kavuştuğu zamanlar, demokrasinin beşiği sayılan Batı ülkelerinin kadınları henüz bu hakka sahip değildi. Ayrıca Batı ülkelerinin kadınları bunun için bir mücadele vermek zorunda kaldı, Türk kadınına ise bu Atatürk tarafından verildi.


Türk kadının Atatürkçü bir devrim anlayışı içinde elde ettiği kazanımların önemini iyi değerlendirebilmeliyiz.




Kaynak: Ahmet Taner Kışlalı – Siyaset Bilimi









Dünyada Kadın

18. yüzyılda başlayan Kadın Hareketlerinin "seçme hakkı" mücadelesi sonucunda (ki Türk kadınları bu mücadeleyi yapmadan elde etmiştir ) ;


Fransız Devrimi sırasında Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi’ni yayınlayan ve sonra da yayınladığı bir yazının kralcı görülmesi nedeniyle de idam edilen Olympe de Gouges, kadınların seçme hakkı için mücadele veren ilk Avrupalı savunucudur. 


Kadınlar ilk olarak 1776 yılında Amerika’nın New Jersey eyaletinde seçme hakkını elde ettiler; ancak bu hak 1807 yılında geri alındı.


Kadınlara seçme hakkını ilk kez 1893 tarihinde Yeni Zelanda verdi. Seçilme hakkının verilmesi ise 1919 yılını bulmuştur.


Kadınlara, hem seçme hem de seçilme hakkını birlikte tanıyan ilk Avrupa ülkesi ,1906 yılında Finlandiya olmuştur. 


Norveç 1913'te, Danimarka ve o zaman Danimarka'ya bağlı olan Izlanda da 1915'de kadınlara oy hakkı vermiştir


1902'de Avusturalya'da kadınlar seçme hakkını kazanmıştır.


Kanada'da Quebec bölgesi hariç, kadınlar 1917'de seçme ve 1920'de seçilme hakkı elde ederken, Quebec'de kadınlara seçme ve seçilme hakkı 1940 yılında verilmiştir.


12 Kasım 1918'de Avusturya kadınlarına oy hakkı vermiş, onu takip eden günlerde 30 Kasım 1918'de Almanya'da kadınların seçme ve seçilme hakkı yasayla garantilenmiş ve 19 Ocak 1919 seçimlerinde kadınlar ilk defa oy kullanmıştir.


Amerika Birleşik Devletleri'nde 1920 yılında yürürlüğe giren anayasa değişikliği ile ülke genelinde kadınlara oy verme hakkı tanınmış, Kasım 1920'de kadınlar ilk parlemento seçimlerine katılmışlardır.


1918 yılında 30 yaşının üstünde olup, bazı özel durumlarda oy kullanabilme hakkını elde etmiş olan, Birleşik Krallık kadınları için tam oy hakkı 1928 yılında sağlanmıştır.


Fransa'da 4 Ekim 1944'de yapılan yasa değişikliğiyle kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildi. 29 Nisan 1945'te ilk defa belediye seçimlerine katılan kadınlar 21 Ekim 1945'te de ilk defa parlemento seçimlerinde oy kullandılar.


1925'de belediye seçimlerinde oy kullanmaya başlayan İtalyan kadınları 1946'da ilk genel seçimlere katıldılar.


Japonya'da ise ancak 1950'de seçme hakkını kazandı.


1984 yılında Lichtenstein, 2003 yılında da Afganistan seçme hakkını kabul etmiştir. 2005 yılında da Kuveyt’teki kadınlar hem aktif hem pasif seçme hakkına sahip olmuştur.


Türkiye'nin Medeni Kanun'u aldığı İsviçre'de kadınların seçme ve seçilme hakkını elde etmesi 7 Şubat 1971'de gerçekleşirken ,İsviçre'ye bağlı Appenzell kantonunda ise 1990'ı bulmuştur.


Türkiye'de kadınlar 20 Mart 1930'da belediye seçimlerinde seçme hakkı kazandılar. 1933'te Köy Kanunu'nda muhtar seçme ve köy heyetine seçilme hakkı düzenlendi. 


Milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkına ise 5 Aralık1934'te yapılan anayasa değişikliğiyle kavuştular. 8 Şubat 1935'de ilk defa meclis seçimlerine katılan Türk kadınları mecliste 18 sandalye elde ettiler.




Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin Özeti :


Madde I: Kadın özgür doğar ve erkeklerle haklar bakımından eşittir. 


Madde II: Her siyasi derneğin amacı, kadın ve erkeğin, doğal ve daimi haklarını korumaktır. Bu haklar; özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve özellikle baskıya karşı koymaktır.


Madde III: Her bir devlet gücünün esası kadın ve erkeklerin birliğine ve onların ulustaki varlıklarına dayanmaktadır. 


Madde IV: Özgürlük ve adalet diğerine ait olan her şeyin iadesinden oluşmaktadır. Böylelikle erkeğin daimi zulmüne karşı çıkma haklarını uygulamanın sınırı olmamaktadır. Sınırlar doğa ve akıl çerçevesinde düzenlenmelidir.


Madde V: Doğa ve akıl yasaları toplum için zararlı olabilecek tüm davranışları yasaklar. Bu yasaların izin verdiği ve ilahi yasaların yasaklamadığı hiçbir şey engellenemez.


Madde VI: Yasa genel iradenin ifadesi olmalıdır. Bütün kadın ve erkek vatandaşlar şahsen veya bir vekil aracılığıyla yasanın oluşumuna katkıda bulunmalıdır. Bütün kadın ve erkek vatandaşlar yasanın önünde eşit olup; bütün rütbe, pozisyon ve resmi dairelere eşit ölçüde kabul edilmelidir.


Madde VII: Hiçbir kadın bu yasaların dışında bırakılmayacaktır. Kadın belirli durumlarda yasalar önünde suçlanacak, tutuklanacak ve hapsedilecektir. Kadınlar da erkekler gibi, hükmü kesin olan bu yasalara bağlı olacaktır.


Madde VIII: Yasa sadece mutlak, açık ve gerekli cezalar vermelidir.


Madde IX: Suçlu bulunan her bir kadına yasanın yaptırımları uygulanır.


Madde X: Kimse genel bir politika olsa bile, mahkûmiyetinden dolayı dava edilemez. Kadın darağacına çıkma hakkına sahiptir, aynı ölçüde konuşmacı kürsüsüne çıkma hakkına da sahiptir.


Madde XI: Fikir ve düşüncelerin özgürce ifadesi kadın haklarının en değerli maddelerinden biridir, çünkü bu özgürlük babaların çocuklarıyla olan babalık bağlarını garanti altına alır. Böylelikle her kadın vatandaş onu gerçekleri gizlemeye zorlayan barbarca önyargılar olmadan “Ben bize ait olan bir çocuğun annesiyim” diyebilir.


Madde XII: Kadınların ve kadın yurttaşların haklarının güvence altına alınması, daha büyük bir yararı ortaya koyar. Bu güvence, bu hakların tanındığı kişilerin ayrıcalığı olmamalıdır, herkesin yararına hizmet etmelidir.


Madde XIII: Devletin giderleri ve idari giderler için kadın ve erkeklerin katkısı eşittir. Kadınlar bütün yükümlülük ve yorucu işlerde katkıda bulunurlar, bu nedenle görev, iş, talep, onur ve zanaatte de paylaşıma katılırlar.


Madde XIV: Kadın ve erkek yurttaşlar kendileri veya temsilcileri aracılığıyla vergilerin zorunlu olup olmadığına karar verme hakkına sahiptir. Kadın yurttaşlar, sadece varlıklarında değil, aynı zamanda resmi kurumlarda, vergilerin toplanması, bunların kullanılması ve süresinin belirlenmesi sürecine eşit oranda katılabildikleri takdirde bunu kabul ederler.


Madde XV: Vergi ödemesinde erkeklerle bir olan kadınlar, resmi devlet memurundan mali işlerle ilgili bilgi alma hakkına sahiptir.


Madde XVI: Hakların garantisinin olmadığı ve güçler ayrılığının belirlenmediği bir toplumun anayasası yoktur. Ulusu oluşturan bireylerin çoğunluğu yasanın biçimlendirilmesinde katkıda bulunmadıysa, o yasa yoktur ve geçersizdir.


Madde XVII: Birlikte veya ayrı olarak mülkiyet her iki cinsin hakkıdır.Kimse ulusun asıl miras payından yoksun bırakılamaz.


1789 bildirgesinden hemen sonra ilan edilen ve bir önsöz ile 17 maddeden oluşan, Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi, her ne kadar önsözde cesaret gibi güzelliği de düşünen cinsiyeti tanımlasa da, kadınlar için sadece basit bir karşıt tasarı olmamıştır. 


Bu bildiride sık sık ulusu oluşturan her iki cinsiyet de ifade edilmiştir. Olympe de Gouges’in “l’homme” (Fr. ilk yaygın anlamı ile “erkek”, ikinci anlamı ile insan/şahıs) kelimesi yerine “kadın ve adam” sözlerini kullanmasıyla da her iki cinsiyet açıkça betimlenmiştir. Kadınların ayrıcalığının olmadığı belirtilmiştir.


Bildirgede sürekli olarak özgürlük, eşitlik güvenlik, özel mülkiyet hakkı ve baskıya karşı çıkma hakkı talep edilirken, 1789 bildirgesindeki olumsuz olarak yer alan “özgürlük” kavramı de Gouges tarafından olumlu olarak değiştirilmiştir. 

Özgürlük, başka birine zarar vermeden ,her şeyi yapabilmekte düğümlenmektedir.


İNSANLARIN EŞİTLİĞİNE....






***



Iron Jawed Angels - Demir Çeneli Melekler , 2004

Amerikan tarihindeki önemli olaylardan birine güncel bir bakış açısı getiren 
Demir Çeneli Melekler, Amerikan kadınlarına oy hakkı kazandırmak için 
hayatlarını riske atmaktan kaçınmayan ve 
Hilary Swank'ın canlandırdığı cesur, başarılı ve genç eylemci 
Alice Paul ve Frances O'Connor tarafından canlandırılan

 Lucy Burns'ün gerçek yaşam hikayelerini anlatıyor.







Türkiye'de ;

Kadınlara VERİLEN seçme ve seçilme haklarına karşılık, 


ABD'de ki ;

Kadınların bunu ALMAK için yaptığı mücadele...





SEN BÜYÜKSÜN ATAM


SB











































27 Kasım 2012 Salı

TÜRK SANATINDA ALTI KÖŞELİ YILDIZ



 Barbaros Hayrettin Paşa'nın Mühr-i Süleyman Sembolü işlenmiş Sancağı - Beşiktaş Deniz Müzesi'nde




Altı köşeli yıldız ilkçağ öncesi kültürlerde sanatsal değerinden ziyade farklı mistik anlamları içinde barındıran bir sembol olarak göze çarpmaktadır. Sembol üç semavi dinde ve farklı felsefi görüşlerde kullanılıyor olmasına rağmen insanlar tarafından bugün Yahudileri çağıstırmakta olup Yahudilerin ulusal-dini kimliklerinin bir parçası olmuştur. 

Bezeme sanatlarında ise altı köşeli yıldız düz, kırık ve kapalı şekillerin birbirine geçmesiyle elde edilmiş bunun sonucunda sonsuz  kompozisyonlar yaratılmış; bu kompozisyonlar taş, tuğla, çini ağırlıklı olmak üzere hemen hemen her malzemeye uygulanmıştır.


Altı köşeli yıldız özellikle İslamiyetten sonra insan ve hayvan figürlerinin yerini alan geometrik kompozisyonların merkezinde bulunmaktadır. Geometrik kompozisyonların belirli, sürekli ve tutarlı bir hale gelmesi Karahanlı ve Büyük Selçuklu dönemlerinde gerçekleşmiştir. Erken devir Anadolu-Türk Mimarisinin tezyinatı sınırlı olmakla birlikte 13. yüzyıl ortalarına kadar çeşitli yöresel farklılıkların etkisi altında kalmış; 11. yüzyıldan sonra geometrik kompozisyonlar belirli formüllere bağlanarak değişik oyma tarzlarıyla üretilmiştir.



Yeni Valide Cami - Üsküdar



Anadolu Selçuklu mimari tezyinatı ile Anadolu Beyliklerinin mimari süslemelerini birbirinden kesin çizgilerle ayırmak çok zordur. 14. yüzyıl özellikle mimari eserlerin dış cephe süslemelerinde sadeliğe doğru gidilen bir dönemdir. 13.yüzyılda gelişmiş olan geometrik kompozisyonlarda doğadan alınmış motiflere doğru bir geçiş olmuştur.

Türk çini sanatının Uygurlara kadar uzanan çok eski bir geçmişi vardır. Mimariye bağlı olarak gelişen çini sanatı Anadolu’ya Selçuklular’la girmiş farklı teknikler uygulanarak Anadolu-Türk mimarisinde çok zengin örnekler verilmiştir.



Padişah Gömlekleri /Koruma olarak-Nazarlık


Padişah Gömlekleri /Koruma olarak-Nazarlık



Padişah Gömlekleri /Koruma olarak-Nazarlık



Osmanlı sanatında altı köşeli yıldız sembolü ağırlıklı olarak taş, çini ve ahşap malzemeye uygulanmış çini sanatında mozaik tekniği yerine tek renkli sır altı tekniğine bırakmış, ahşap malzeme de ise genellikle Selçuklu geleneği devam etmiştir. Altı köşeli yıldız sembolü Osmanlı sanatında camilerin cümle kapılarına, tabhane ve eyvan duvarlarının alt bölümlerine ve minberlerin şebekelerinde yer yer görülmektedir. 

Özel bir altı köşeli yıldız olan; iki eşkenar üçgenin zıt yönde iç içe geçmesi sonucunda oluşan Mühr-i Süleyman sembolü Anadolu Türk sanatında hemen hemen her malzemeye uygulanan, farklı içsel anlamlar taşıyan bir değerdir. Fakat bu sembol birtakım dar görüşlü ve bilinçsiz insanlar tarafından özgün yerlerinden çıkarılmış veya yok edilmiştir. Altı köseli yıldız formu farklı tiplerde çeşitli malzemelerle uygulanarak görsel bir çeşitlilik sağlanmıştır.




Van Evliya Kümbeti 


Melikşah Gazi Türbesinde Bir Selçuklu Mezar Taşı, Mühr-ü Süleyman - NİKSAR/TOKAT



İlk Çağ Öncesi Kültürler

Tarihte altı köşeli yıldız figürünün ilk olarak kimler tarafından kullanıldığı bilinmemekteyse de bu figürün Bronz Çağı'na dayanan bir geçmişi olduğuna ilişkin görüşler vardır. O dönemde bu şeklin örneklerine Mısır'da, Kuzey Amerika’da ve Hindistan'da rastlanılmıştır. Ayrıca bazı araştırmacılar bu sembolün ilk örneklerini Taş Devri'ne dek uzatıp, İskandinavya'da da kullanıldığını söylemektedirler.

Son zamanlarda bu kronolojik kullanım görüşünün doğru olduğuna kanaat getirilmiş; altı köşeli yıldız sembolünün Bronz Çağı’nda ve Bronz Çağı’ndan daha önceki devirlerde Avrupa ve Ortadoğu’da beş köşeli yıldızla birlikte özellikle süs ve büyü işareti olarak kullanıldığı iddiaları ortaya atılmıştır. Başka bir araştırmacı ise sembole örneklerini çoğaltarak bu şekle; İskandinavya'da Taş Devri'ne ait bir toprak kasede, Eski Mısır’da, Orta Amerika’da, Yukatan güneş stelinde, Batı Nevada’da bir kaya resminde ve Hindistan’da rastlanılmış olduğunu ifade etmektedir. Altı kollu yıldız motifi İslamiyet öncesinde Türkler arasında teşekkül eden Oniki Hayvanlı Türk Takvimi'nde de bir burç sembolü olarak gösterilmiştir. 



UÇ-EKİ

Yine aynı şekilde Hun ve Uygur sehpalarından birinin üzeri altı kollu yıldızlarla ve altıgenlerle bezenmiştir. Ön Türk boylarında Tamga olarak da kullanılan sembol iç içe geçmiş iki üçgenden meydana gelmektedir. Kün-Eki sembolü iç içe geçmiş ters-yüz iki üçgendir, altı köşeli yıldız olarak da bilinen bu şekil İdil-Ural bölgesinde ve Kumanlarda görülmektedir. 

Bu sembolün Proto-Türkçe'deki adı "Uçu-Eki" olup Gök İkilisi anlamına gelmektedir; sembolün M.Ö 3000 yıllarında Ortadoğu'ya indiği sanılmaktadır.



Sümer buluntusu - Altı köşeli Yıldız- MÖ.3500


Yukarıdaki fotoğraf : Ancient Man in Britain (Footprints of Early Man)  Donald MacKenzie - e-book




Ön-Türk tarihinde, iç içe geçmiş iki üçgenden oluşan bu yıldız Yaradanı ve Yaradılanı ifade etmektedir. Ön-Türk boylarında bu yıldız Temur Kazık'ı simgelemektedir. Daha sonra bu yıldızın adı bazı Türk boylarınca “Çolpan Yıldızı” olarak adlandırılmıştır. Çolpan Yıldızı tüm Türk boyları tarafından Tanrı'nın bir lütfu ve kendilerinin yol göstericisi olarak kabul edilmiş ve kırmızı renkli sabit yıldız (Temur Kazık) olarak isimlendirilmiştir.




Teke Beyliği Sancağı


Bunun dışında altı köşeli yıldız Alpler'de kaya resimleri olarak görülen; büyü ile ilgili yazmalarda bir güç simgesi olarak beliren bir semboldür. Daha sonraki dönemlerde bazı kültürlerde adı geçen yıldızın sembolünün Yukarı Mezopotamya ve Britanya'nın bazı bölgelerinde Demir Çağı'na ait örnekleri de bulunmuştur. Ayrıca Elephania Mağarası'nda ve Barbaria (Afrika'da bir bölge) Duvarları'na kadar uzak yerlerde dahi bu yıldızın izlerine rastlamak mümkün olabilmektedir.

Bu sembol çesitli uygarlıklar tarafından çarkıfelek ve güneş kursu gibi şekillerle birlikte de kullanılmıştır. Bu iç içe geçmiş ters ve düz iki eşkenar üçgen şekli insanın belki de varlığının başlangıcından beri ya da en azından ilk şehirleşme ve medenileşme hareketinin başladıgı “Çatalhöyük”'ten beri pek çok yerde görülür ve artık sembol olarak temelde “erkeği” ve “kadını” remzettikleri genel kabul görerek oturmuştur. 


Bu yıldız, sadece kadın-erkek sembolizması dışında sonradan yüzlerce veya binlerce farklı anlama da gelebilecek şekilde tanımlandırılmıştır. 


Başka bir görüşe göre ise; Eskiçağ dünyasında yıldızın Tanrılarla ilişkisi sözkonusudur. "Buna göre çocukluktan çıkan erkeğin yaratımdaki rolünün keşfedilmesi sonucu özellikle bebek Dionysos figürü ile bu yıldız iliskilendirilmistir. Bu nedenle M.Ö 900'lerde Anadolu'nun önce batısında daha sonra ise doğusunda bu yıldız Dionist-Zionist bir yıldız şeklinde algılanmaya başlanmıştır. Altı köşeli yıldız motifinin Roma'da kullanılışının örnekleri Baalbek'teki Bakkhus mabedinde ve Tauroentum'daki yer döşemelerinde görülmektedir.


Hint kültüründe güneşi sembolize eden altı köşeli yıldız bu kültürde Yantra olarak adlandırılmakta;sembol eski Hint geleneğinde yaratıcı Vişnu üçgeni ile yıkıcı Şiva üçgeninin birliğini ifade etmekte başka bir deyişle Kutsal Evliliği simgelemektedir. 


Böylece maddi dünyanın yaradılışına ve yıkılışına göndermede bulunur. Hint kültüründe belirgin bir önem taşıyan bu yıldıza Hint mabetlerinde, mezarlıklarında ve hatta Hint gemilerinin sancaklarında rastlamak mümkündür.


Hint kültüründe Yantra'ya benzeyen bir diğer altı köşeli yıldız şekli ise "Mandala" olarak isimlendirilmektedir. Bir merkez çevresinde düzenlenmiş simgesel bir görüntü olan Mandala; hem bir evren simgesi, hem insan ruhunun bir tasviri, hem de derin düşşüncenin kutbu olan ve merkezde yer alan Tanrı’nın mucizevi bir biçimde görünür hale gelmesidir. Bu sözcük Hindu ve Budist ayinlerinde mistik bir diagram oluşturmak için telaffuz edilen ve en hızlı yayılan sembollerden biri olup; sembolün yüzlerce çeşidi vardır.


Mandalaların çoğu bir çember ve ortasında bir kareden oluşmaktadır. Mandala aynı zamanda, töreni düzenleyen sihirbazın sihirli halkası ve çevrelenmiş kutsal mekan (imago mundi) anlamına da gelmektedir. 


Anahat çakra, yedi enerji merkezi arasında aracılık ettiği için özel bir önem taşır. Havanın etkisi altında bulunan "mandala"sı, karşıtların birliğini simgeleyen ve birbirine geçmiş iki ters üçgenden oluşan altı köşeli bir yıldızla temsil edilir. Başka geleneklerde olduğu gibi “kalbin yeri” ve kendini adamanın merkezidir. Bazı Uzakdoğu kültürlerinde altı köşeli yıldız şekli itibariyle eril-dişil ilişkileri simgelemektedir. Nepal'de ruh ve madde arasındaki ilişkiyi simgeleyen bu yıldız kralın tacına işlenmiştir.


Kuzey Amerika'daki Kızılderili kabileler de Nepal'deki gibi; altı köşeli yıldızı ruh ve maddenin birleşimi anlamında kullanmışlar ve bu şekilde “yukarısı ne ise, aşağısı da aynıdır" düşüncesinin simgesini bulmuşlardır.


Çin okült kitaplarından "Yi-King" tamamen altı köşeli yıldızlar üzerine kuruludur. Yi-King şekilleri “Değişimler" kitabı adı altında toplanmışlardır.


Hexagramlar her biri altı çizgiden oluşmuş sembollerdir. Emirleri (buyrukları-düzenleri-kaideleri) kayıt eden; evrensel düzen veya taoyu temsil eden bu çizgiler veya sıralar devam etmeyi veya etmemeyi açıklamıştırlar.


Ayrıca Çin'de bunlar Yin (dişil prensip) ve Yang (eril prensip) olarak görülmüşlerdir ki böylece yerle göğün evliliği temsil edilmektedir; bu da bereketin ve edebiyetin talebi anlamına gelmektedir.


Bu yıldız iki eşkenar üçgenden oluştuğuna göre sembolizmasını da yine üçlem olarak incelemek yerinde olur. Hemen hemen her millet ve kültürde üç sayısı, kutsal, simgesel veya mistik anlamlar taşır. Üçgenin simgelediği kavramlara örnek olarak; anne-baba-çocuk kapsamında aile, geçmiş-şimdi- gelecek kapsamında zaman, toprak-hava-su kapsamında doğa, katı-sıvı-gaz kapsamında madde ve proton-nötronelektron kapsamında atom üçlüleri gösterilebilir. Batı okültüsleri, özellikle simyacılar sembole çok önem vermişler ve hakkında dört unsurla, evolüsyon-envolüsyon ilkesiyle, pozitif ve negatif güçlerin senteziyle ilgili değişik, sayısız yorumlar yapmışlardır.


Altı köşeli yıldızın içerdiği dört temel elemandan tepe noktası yukarıda olan üçgen Ateş'i, tepe noktası aşağıda olan üçgen Su'yu, su üçgenin taban kenarı ile kesişen ateş üçgeni Hava'yı, ateş üçgeninin taban kenarı ile kesişen su üçgeni ise Toprağı göstermektedir.


Tüm bunların bir altıgen içinde birleşmeleri ise evreni oluşturan elemanların uyum ve beraberliğini dile getirmektedir. Öte yandan; her iki üçgenin taban kenarlarının uçlarına yerleştirilen ve maddenin dört özelliğini oluşturan sıcak-kuru, soğuk-yaş durumları, dünyayı oluşturan ve sayıları yine dört olan hava, su, ates ve toprak elemanlarının bulundukları yerlerle de uyum sağlamaktadır. Su ve ateşin, düşman unsurları arasındaki ahengi ifade eden bir simya simgesi olarak kullanımı XVII. yüzyılın sonlarına doğru yaygınlık kazanmıştır.


Simyacılara göre kükürt merkezi ateştir; her varlıkta bulunur ve içten dışa doğru tesir ederek tekamülü ve düşünceyi sağlar. Tüm organizmaların konstrüktif prensibidir. Ateş üçgeni yukarıya yöneliktir, çünkü alev hep yukarı çıkmak ister. Su üçgeni ise, suyun dökülmek istediği yöne bakar ve ateşi keserek onu söndürür. Ateş sıcakla kuru, su yaşla soğuk, toprak soğukla kuru, hava ise yaşla sıcak arasındadır. Sonuçta bu bileşimlerin; değişmedeki karşıtlıkların, zıtlıkların, kozmik birliğin ve onun akıl almaz ve karmakarışık ifadesinin bir sentezi olduğu kabul edilmektedir. Zıtlıkların birliği yoluyla nefis “sıvı ateş” ve “ateşli su” haline gelir ve aynı zamanda diğer unsurların olumlu niteliklerini de elde eder. Bu yüzden su “sabit” ve “yakmayıcı” hale gelir. Çünkü nefsin “ateşi” onun “su” yuna sabitlik verendir.


Bunların yanında nefsin “su”yu “ateş”e “hava” nın yumaşaklığını ve her yerde bulunuşunu verir.


Bazı simya kitaplarında ise altı köşeli yıldız içtiğimiz su için kullanılmaktadır. Çeşitli yorumsal açıklamalara yol açan, bu düzendeki faktörlerin seçiminde maddi plandan manevi plana geçiş olduğu kadar, erillik ve dişillik prensiplerinin bir kaynaşması ve tam olmayandan tam ve mükemmel olana doğru sürüp giden bir gelişmenin rol oynadığı sanılmaktadır. 


Modern hermetik büyücülükte altı köşeli yıldız Güneş ve gezegenleri temsil etmekte olup, Makrokozmos veya Evreni sembolize etmektedir.




Atom

Hermetik geleneğe göre altı köşeli yıldız Makrokozmosun veya Evrenin sembolüdür. Ay bir gezegen kabul edilip, Venüs, Jüpiter, Saturn, Mars, Merkür altı kolun herbirine yerleştirilmekte, ortada ise Güneş yer almaktadır. Ayrıca altı köşeli yıldız Hermetik geleneğe göre yedi temel metali (metallerin tümünü) ve göğün tümünü özetleyen yedi gezegeni içinde toplar; her gezegen bir elemente karşılık gelir.

Şöyle ki: 


En üstte Ay - gümüş, altta Satürn - kurşun; sağ yukarıda Venüs bakır, sağ aşağıda Merkür - civa, sol tarafın uçlarında Mars - demir, Jupiter - kalay çiftleri ve yıldızın ortasında da güneş-altın yer alır; yani güneş altındır.


Simyanın tüm düşüncesi ve işi, çevrede bulunan kusurlu ve değersiz elementlerin, ortada bulunan ve altınla Güneşin simgelediği tek bir mükemmelliğe dönüştürülmesinden ibarettir; bu ise altı köşeli yıldız da ifadesini bulur.


Heksagram Yunanca'da altı harfli sözcük veya altı çizgili anlamlarına gelir. Ancak, burada, bu altı harfin hepsi de “A” ya da Alpha'dır. Buna göre Heksagram Heksalfa ile özdeşleşir. Çünkü Grek alfabesinin ilk harfi olan Alpha'nın sembolü altı yerden okunur. Alpha harfinin altı kez tekrarlanmasının kendine özel bir anlamı vardır. Bu altı kez tekrar “başlangıçta Tanrı, yeni hayat, ışık, en yüksek tekâmül, en yüksek hedef ve Tanrısallık” anlamlarına gelir.


Hemen hemen her sembol gibi Heksagram'da en eski zamanlarda bile bir kült olarak farklı kıta ve kültürlerde yer almıştır. Bir görüşe göre o devirlerde böyle bir yıldızın sihirli bir güce sahip olduğuna inanılır, yıldız kötü ruhları kovan ve insanları kötülüklerden koruyan bir tılsım olarak kullanılırdı. Mısırlılar'da yıldızın piramit şeklinde Firavunu, yani Tanrı'yı temsil ettiği, piramitteki üçgenlerin merkezi noktalarında Firavunların mezarlarının bulunduğu, piramitteki üçgenlerin ise dünyanın giriş ve çıkış kapılarını temsil ettiği belirtilmektedir.


Efsaneye göre, Büyük İskender'in askerleri, Mısır Seferi sırasında Gize'nin Büyük Piramidi'nin içinde bu konuyla ilgili bir metin bulmuşlar. Tanrı Hermes'in mezarı da bu piramidin içindeymiş. Buna göre Hermes bir elmas uçla, zümrüt bir levhanın üzerine bir metin kazımış. Zümrüt Tablet'in ilk cümlesi şöyledir:


“Yalan söylemeden, çok doğru ve gerçektir ki: Yukarıda olan aşağıda olanla, aşağıda olan da yukarıda olanla aynıdır.”




Üstte neyse Altta ; Altta neyse Üstte

Hermes Trismegistos'un yazıtının anlamı, her bireyin makrokozmu andıran bir mikrokozm olduğu ve böylece yaşamında kendine çizeceği yolun da kendine özel olacağıdır. Bu ifadenin sembolü de bir ucu aşağı ve bir ucu yukarı bakarak kesişen iki eşkenar üçgendir, bu da altı köşeli yıldızın tarifidir.Trismegistos, “üç kere büyük” veya “üç kere güçlü” anlamına gelir. “Alemin üç kısmı”, “evrenin üç büyük bölümüne” yani manevi, psişik ve cismani sahalara (bunların sembolleri gök, hava ve topraktır) denk gelmektedir.


İDİL TÜRELİ

Yüksek Lisans Tezi,2006
Marmara Üniv.Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Türk Sanatı Anabilim Dalı

Devamını okumak için:(e-kitap)



Afgan Halısı

Arasta Cami  Prizen/Kosova


Çeçenistan'da bir Mezar Taşı



Ahşap Panel - Irak'ta bulunmuş 9.yy - Metropolitan Müzesi/ NY





SB.

***