Translate

23 Mart 2013 Cumartesi

CAN ÇEKİŞEN TÜRKİYE - PİERRE LOTİ




ÖNSÖZDEN:
Pierre Loti, Trablusgarp savaşında Italyanlar’ın, Balkan Harbi'nde ise Müttefikler’in (Bulgaristan,Yunanistan, Sırbistan, Karadağ) Türk ve müslümanlara yaptıkları zulüm ve katliâpıların yakından şahidi oldu.

Avrupa devletleri, Osmanlı İmparatorluğumu sarsan bu savaşlar sırasında, daima haksızın ve kan dökücülerin yanında yer aldı. Bunun birinci sebebi ise, yıkılması istenen İmparatorluğun mirasına konmak düşüncesi, ikinci sebebi ise, Avrupa’nın, bütün teknik gelişmelerine rağmen bir türlü tesirinden kurtulamadığı dini fanatizm’dir.

Bunun gözle görülür misâlini, o sıralarda Balkan devletlerinin askerî bakımdan en güçlüsü Bulgaristan vermiştir. Bulgar Kralı Ferdinand Koburg, Avrupa’yı din yönünden etkisi altına almak ve gerekli yardımı sağlamak için, Balkan Savaşı’na bir «Haçlılar seferi» süsü vermiş ve bu propagandayı bütün savaş süresince başarıyla yürütmüştür.

Gerek Trablusgarp fâciası, gerekse Balkan Harbi sıralarında, bütün batı toplumu elbirliği ile İtalya ve müttefikleri desteklemiştir, öyle ki, Avrupa basınında. Türkler ve müslümanlar lehine hiçbir yayın yapılmamış, gerçekler tamamen tersyüz edilmiştir.

Bu acı ve ümitsiz günlerde, sâdece birkaç yazar, dinî ve politik çıkar hesaplarını bir yana bırakarak, ezilenlerin tarafını tutmak cesaretini gösterebilmiştir. Bunların başında, arkadaşı Claude Farrâre ile birlikte Pierre Loti gelir, değerli yazar, Türkleri haklı gösteren hiçbir yazının yayınlanmasına istekli görünmeyen Fransız basınında, kendisine zar zor bir yer bulabilmiş ve böylece, gerçekleri olduğu gibi aksettirmek imkânına kavuşmuştur.

Orijinal adı «La Turquie Agonisante» olan bu kitap, bu yazıların derlenmesiyle meydana gelmiştir. Burada bazı sorular akla gelebilir: 

Pierre Loti, Türk ve İslâm dünyasını neden bu derece içten bir sevgiyle desteklemiştir? Neden bu uğurda dindaşlarını karşısına almak ve onların türlü hücumlarına uğramak riskini göze almıştır? Bu davranışı, gerçek bir hak aramak düşüncesinin sonucu mudur, yoksa, duygu dünyasını tatmin etmek gayesini mi gütmektedir?

Bu soruları bir bu kadar daha uzatabiliriz, fakat netice değişmez. Çünkü ortada duran bir gerçek vardır; o da: Sömürülmüş, aldatılmış, kaderine terkedilmiş bir Türkiye’nin, küçük hesaplardan uzak kudretli bir kalem tarafından dünya ölçüsünde müdafaasının yapılmış olmasıdır. Bu da yeter bir tesellidir.

Pierre Loti de bir batılı olarak elbette doğduğu memleketin menfaatlerini düşünmek zorundaydı. Fakat, bu menfaatlerin elde edilmesi için uygulanmasını istediği metodlar, hiçbir zaman, başkalarının öne sürdüğü insanlık dışı vahşet metodları değildi. Çünkü o, Doğu medeniyetini ve onun kaderci insanlarını gerçek bir samimiyetle seviyordu. Onların, Batı medeniyeti karşısında âciz ve güçsüz mahvolmalarını istemiyordu.

Ama, onların teknik ve endüstri hamlelerine girişip, Avrupa’nın makine medeniyetini ülkelerine getirmelerini de istemiyordu. 

Doğu, sessiz ve rahat, kendi köşesinde olduğu gibi kalmalı, hiçbir gelişme ve değişme, onların yüzyılları kavrayan büyüsünü ve orijinal güzelliğini bozmamalıydı. Bu, duyguların emrinden dışarı çıkamayan bir romantik’in istekleridir; fakat, ne yazık ki, gerçeklerin dışındadır.

Pierre Loti’nin Doğu’yla ilgili romantizmi bu bakımdan gerçeklerin dışına taşsa da, yine bir yerde, insancı bir görüşe yönelmektedir. O bugün bile Avrupa’yı tesiri altında tutan din taassubundan uzaktır. İstanbul’un İslâmî silûeti, Halic’in eski devirleri yaşatan havası, camiler, minareler, saraylar, kubbeler...

Bütün bunlar, bir ölçüde, ruhunda güzellik duygusu bulunanları ayrı dinden olsalar da, tesiri altına alabilir.

Evet! Ancak bu kadar... Fakat Pierre Loti, bu kadarıyla yetinmez. O, bu İslâmî hava içinde yaşayanları da sever. Hem de, asırlık çınar ağaçları altında nargile fokurdatan, az’a kanaat eden, kaderine boyun eğen, başı sarıklı koyu müslümanları.. Ve bu tutumu, onu diğer batılılardan ayırır. 

O Batı ki, bütün medeniyetinin sebebini Hıristiyan dininin yüceliğine bağlar. Müslümanlık, bir ilkel dindir onlarca. Bütün geriliklerin, bilgisizliklerin, ilk ve kesin sebebidir. Bu bakımdan, müslüman ülkeleri, batılılar için, sömürülmesi gereken açık pazarlardır.

Bu genel hüküm, pek tabiidir ki Türkiye’yi de içine alır. Ve bunca muhteşem tarih mirası, fetihler ve kurulmuş yüce medeniyetler, dinî bir perspektiften incelenir ve reddedilir. 

Bu sözleri ispat etmek için, Doğu ve Batı yazarlarının fikirlerine birazcık eğilmek gerekiyor, ilk olarak ünlü Fransız düşünürü Ernest Renan’ı ele alalım.

Renan’a göre, İslâmlık, ilimle bağdaşamayan bir dindir:

«Felsefe veya bilim adı verilebilecek her şeye, İslâmlığın ilk yüzyılı kadar yabancı kalmış hiçbir şey yoktur. Yüzyıllardan beri sürüp giden ve Arabistan’ın vicdanını semitik Tanrı birliğinin türlü şekilleri arasından muallâkta tutan bir din mücadelesinden doğan İslâmlık, rasyonalizm veya bilim denilebilecek herşeyden
bin fersah uzaktır. Bu mücadeleye, onu bir fütûhat ve yağmacılık vesilesi sayarak katılan Arap atlıları, devirlerinde dünyanın en yaman savaşçıları idiler. Fakat muhakkak ki, onlar dünyanın en az filozof insanları idi.» .... (Renan — Nutuklar ve konferanslar)

Renan, İslâm medeniyeti, İslâm san’atı, İslâm felsefesi gibi sözlerin, bir yanlış anlamadan ileri geldiğini, gerçekte bunların mevcut olmadığını ileri sürüyor:

«Bahsetmek istediğim şey, Arap bilimi, Arap felsefesi, Arap san’atı, İslâm bilimi, İslâm medeniyeti sözleri ile ifade olunan yanlış anlamadır. Bu nokta üzerinde edinilen belirsiz fikirler, hususiyle yanlış muhakemelerden ve hattâ bazıları hayli ağır olan amelî hatalardan ileri gelmektedir. Zamanımızda olup biten şeylerden azçok haberi olan herkes, müslüman memleketlerinin bugünkü geriliğini, İslâmlıkla idare edilen memleketlerin inhitatını, kültürlerini ve terbiyelerini yalnız bu dinden alan ırkların fikir bakımından sıfır durumda oluşlarını açıkça göstermektedir. Doğu’ya veya Afrika’ya gitmiş olan herkes, hakiki bir mümin’in kafasının ister istemez dar bir nevi çemberle kasılı olduğunu ve bu çember yüzünden, o kafanın bilime mutlak surette kapalı, bir şeyler öğrenmek ve yeni fikre açılmak kabiliyetinden mahrum bulunduğunu hayretle görmüştür. On- on iki yaşlarına kadar bazan hayli uyanık olan müslüman çocuğu, din terbiyesi görmeye başladığı yaşlardan itibaren, birdenbire mutaassıplaşır, mutlak hakikat sandığı şeye sahip olmanın verdiği budalaca gurura kapılır, kendini alçaltan şeyi bir imtiyaz sanarak mesut olur.».... (Aynı eser — sayfa 184, 185)

Renan bu aşırı düşüncelerden sonra, İslâmlığı savunanlara karşı hücuma geçiyor:

«İslâmlığı müdafaa eden serbest düşünceliler onu tanımıyorlar. İslâmlık, ruhanî ile cismanî’nin birbirine kaynaması, bir akidenin tahakkümü, insanlığa vurulan zincirlerin en ağırıdır. Ortaçağ’in ilk yarısında, tekrar ediyorum, İslâmlık mani olamadığı felsefeye tahammül etti; mani olamaması, henüz insicamsız olmasından,
terör için iyi teşkilâtlanmamış bulunmasındandı. Evvelce de söylediğim gibi, polis hıristiyanların elinde idi. Ve başlıca iş olarak alevîlerin teşebbüslerini önlemekle meşguldü. Pek çok şey, bu gevşek ağın örgüleri arasından kaçıp kurtuluyordu. Fakat İslâmlık, eline âteşin imanlı yığınlarını geçirir geçirmez her şeyi yakıp yıktı. Dinî terör ve riya revaç buldu. İslâmlık zayıf zamanlarında liberal, kuvvetli zamanlarında sert ve haşin davrandı. Bundan dolayı, İslâmlığın yok edemediği bir şeyi, onun için şeref vesilesi saymıyoruz. Onun başlangıçta yok edemediği felsefe ve bilimi, kendisi için bir şeref saymak, tıpkı modern bilim keşiflerini ilâhiyatçılar için şeref saymak gibi olur.» ..... (Aynı eser — sayfa 199, 200)

Ve sonunda, müslümanların bir boyunduruktan kurtulmaları için, dinlerinden vazgeçmelerini tavsiye ediyor:

«Bazı kimseler, konferansımda Müslüman dinine mensup olanlara karşı düşmanlık sezmişler. Bu hiç de böyle değildir. İslâmlığın en büyük kurbanları müslümanlardır. Doğu seyahatlerinde kaç kere gördüm ki, taassup, diğer insanları terörle ibâdete sevkeden az sayıda insanlardan gelmektedir. Müslümanı din’inden kurtarmak, ona yapılabilecek en büyük hizmettir. İçinde nice iyi unsurlar bulunan müslüman milletlerin kendilerine ağır gelen bu boyunduruktan kurtulmalarını temenni etmekle, kendileri için kötü bir dilekte bulunduğumu sanmıyorum.».... (Aynı eser — sayfa 211)

Batılılann, İslâm topluluğu içinde değerli bir yeri olan Türkler hakkındaki düşünceleri de diğerlerinden farklı değil. Balkan Savaşı yenilgisinden sonra , birkaç namuslu kalemin dışında hiç kimse, Türkiye'den yana çıkmadı. Belli bir din gayreti ve emperyalist düşünce sistemi, Balkan vahşetlerinin üstüne medeniyet tülünü örtmeyi uygun buldu. İşte, bu tek yanlı fikirlerden bir örnek:

«Balkanlar, hürriyetlerine kavuştular. Gazetelerden bu haberi okuyan İngilizler, derin bir düşünceye varmışlardır. Onların iyi tanıdıkları bir âlemden gelen bu müjde önünde, bütün şark siyaseti ve İngiltere’nin o meşhur gayretleri gözlerinde canlanmıştır. Bir zamanlar Rus Slavlarının istilâlarından ürken ve bunları ric'at ettiren İngiltere, bugün Balkan Slavlarının zaferlerinden memnundur. Ancak, «şark meselesi »nin kesin hücumlarla halledilmesini isteyenler, İngiltere’nin bu politikasını terviç etmelidirler ki, Rumeli gibi Anadolu meselesi de halledilsin.

Türkiye nedir?
Türkiye, birbiri ardınca Asya’da kurulan askeri ve dinî devletlerden biridir. Bu devlet, asker kuvvetiyle istilâ ettiği topraklarda birtakım karakollar kurmuş ve hükmünü yürütmeye başlamıştı. Peşte’den Tahran sınırına kadar uzanan bu geniş saha Timur devletini andırıyordu. Bu idâre alanında bulunan birçok devletin hakları gasbedilmiş ve bunlar baskı altında tutulmuştu.

Buralarda, belki yağmaların sonucu olarak müthiş bir sefalet hüküm sürüyordu. Birer geçmişe, birer tarihe sahip olan bu mağlûp unsurlar yavaş yavaş kendilerini toplamaya, uğradıkları felâketleri gidermeye başladılar. Macaristan, Romanya, Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan istiklâllerini ilân ettiler. Ve sonunda, eski mağlûpların galibiyetiyle, Balkanlar meselesi halledildi.

Şimdi bu olayların özetinden iki netice çıkarabiliriz:
1 — Türkler devlet kuramazlar.
2 — Her Türk devleti yıkılmaya mahkûmdur.

Türkler devlet kuramazlar.. Bu, mutlak ve kesindir. Çünkü devlet idâresi usulünü bilmezler. Devlet idaresi usulünü bilmek ise, bugünün ilmini öğrenmek değildir. Bu öyle bir hassa’dır ki, devlet kurmaya başlayan milletin karakterinde saklı bulunur. Türkler de bu hassalar yoktur.

Şimdi, umûmi bir meseleye geçelim: Böyle bir akıbete uğrayan Türkiye’nin uzun müddet can çekişme hâlinde kalması uygun mudur? Türkiye’yi bu utanç verici durumdan kurtaracak kuvvet var mıdır?

Birinci soruya «hayır» cevabını veriyoruz. Fakat, İkincisinin halledilmesi gerektir. Bir devleti kurtaran kuvvet, manevî bir uyanıştır. Bu, millî ve romantik bir edebiyat demektir. Türkiye’de böyle bir edebiyat yoktur ve olamaz. Türk romantikleri hangi intikam duygularını çoğaltacaklardır? Türkiye’de öyle birşey yoktur. Türk edebiyatı sükûnet ve tasvir edebiyatıdır. Bugünkü Rumeli için hiçbir intikam hissi duyuramaz.

Çünkü, Rumeli'nin geri alınamayacağına, Türk şairi de, köylüsü de inanmıştır. Bu, irâde dışı bir inanıştır. İlkel bir hayat yaşayan Türk’ün çalışmaları da faydalı sonuçlar vermez. Çünkü, çalışmayı bilmezler. Ancak Avrupa’dan müteşebbisler getirmek lâzımdır ki, çabuk ve geniş bir çalışma ile Anadolu imâr edilebilsin Bu da Türkiye’yi değil, ancak Türkleri kurtaracak tek yol olabilir.».... (Dr. Viringser’in konferansı, 1913)


Türk’ü küçük gören bu zihniyet, bu haçlı sayıklamaları, Balkan Harbi vesilesiyle bir kere daha kendini göstermiştir. Hemen bütün yazarlar, "Şark meselesin" i, Türklerin Avrupa’dan atılması ve paylaşılması şeklinde yorumlamışlar ve Balkanlıların zaferlerini, bu yolda atılmış ilk adım olarak alkışlamışlardır.

Paris Üniversitesi profesörlerden Paul Hory, 1913 yılında yayınladığı «Türkiye Nasıl Paylaşıldı» adlı kitapta şunları yazıyor:

«Bir Şark meselesi vardır. Çünkü, Ortaasya’dan gelen Türkler ve Moğollar Ortaçağ’dan beri Doğu Avrupa’yı istilâ etmişler, oralarda hâkimiyetlerini kabul ettirmişlerdir. Haçlılar’ın başarısızlığı, çeşitli Avrupa devletlerinin iç teşkilâtlarında duraklama devrinin başlaması, İstanbul’daki Rum İmparatorluğu’nun uğradığı
çöküntü, 14. yüzyıldan sonra Türklerin Batı’ya doğru zafer yürüyüşlerini kolaylaştırmıştır.

Şark meselesinin tarihi de, Türklerin Avrupa’dan çekilmelerinin tarihidir. Bu çekilme de zaruri idi. Çünkü, Türkler buralarda esaslı hiçbir şey kuramamışlardı. Son olaylar da gösterdi ki, Türklerin vatanseverlikleri, devamlı faaliyet gösteren bir devlet teşkilâtı kurmaya muktedir değildir. Hattâ şöyle de denildi:
«Türkler dört asır, hattâ daha fazla bir süre, Avrupa’da çadır kurmuşlardır.»

Gerçekten Türkler, buraları yalnız fethetmekle kalmışlar, başka birşey yapmak istememişler veya yapamamışlardır. Türkler, mâliyesi, ordusu ve idâresiyle muntazam bir devlet kuramamışlardır. Şark’a has bir hareketsizlik, İslâmlara has bir kuvvete baş- eğişle, sultanların, serdarların mutlak idâresi, sonunda onları bir derebeyi çetesi hâline getirmiştir. Bu bakımdan, daha 18. yüzyıldan itibaren, Türk İmparatorluğu parçalanmaya başlamıştı. Yeniçeri ordusu, düzensiz bir milis kuvvetinden başka birşey değildi.».....


Hiçbir tarihî gerçeği yansıtmayan ve tamamen duygu plânında kalan bu fikirlere karşılık, bilim haysiyetini gözeten, tarih olaylarını tarafsız bir gözle değerlendirebilen batılı yazarlar da vardır. Bunlardan profesör White «Hilâfet Siyâseti ve Türklük Siyâseti» adlı eserinde şu objektif yargılara varır:

«Bunlar, istilâcı Napolyon gibi bir dünya seyahati yapmadılar. Bastıkları toprakları yüzyıllarca yönettiler ve oralara temsil nişanlarını basarak bütün ülkeleri İstanbul Hilâfeti altında toplamaya çalıştılar. Dünyanın yegâne cihangiri Türklerdir. Şarlmanlar, Şarlkenler, Napolyonlar birer aktördürler. Bir ihtiyar Macar’ındediği gibi: Onların hayatlarına karşılık, Türkiye'nin yüzyılları vardır.

Bugün Türkiye mahvolsa bile, Kaşgâr’dan İstanbul’a kadar konuşulan Türk diliyle, tekrar bir Türk İmparatorluğu kurarlar. Hazar Denizi’nin güneyindeki İran Türkmenlerinden geçecek olan silsile, müstakbel Cermenlik’ten, müstakbel Islâvlık’tan daha sağlamdır. Arada hiçbir sınır, hiçbir tabiî engel yoktur.

Bu Türk İslâmları, Çin’den tâ Moskova’ya kadar uzanır ve Ural dağlarından itibaren millî bir bütünlük gösterirler. Artık bugün, her siyâset adamı itiraf eder ki, Rusya Türkleri’nde bir milliyet hissi uyanmıştır. Bir edebiyat, bir sanayi, bir ticaret vardır. Bunlar yarın için bir devrim hazırlayacaklardır.» ....


Ünlü Fransız tarihçisi Gustave Le Bon da, «Dünya Muvazenesinin Bozulması» adlı eserinde, batılıların hiçbir zaman İslâm zihniyetini ve medeniyetini anlayamadıklarını söyler. Ona göre, müslümanlık dünyaya şöyle yayılmıştır:

«Bu dinin dünyanın her tarafına yıldırım hızıyla yayılması sebeplerini ve yeni dine girenlerin nasıl olup da İskender İmparatorluğu’ndan daha büyük bir imparatorluk kurmak için gerekli olan kuvveti bulduklarını açıklamak o kadar kolay değildir. Kendilerini Suriye’nin ebedî sahibi sanan Romalılar, buradan atıldıktan sonra, ruhları birleştiren yeni dinin coşturup gayrete getirdiği göçebe kabilelerin birkaç yıl içinde İran’ı, Mısır’ı, Kuzey Afrika'yı ve Hindistan’ın bir kısmını fethettilerini görerek şaşırıp kaldılar.

Bu şekilde kurulan imparatorluk yüzyıllarca devam etti. Bu saltanat Atillâ gibi Asya fâtihlerinin kurdukları imparatorluklara benzer, gelip geçici bir devlet değildi. Çünkü, İslâm devletinin kuruluşu, Batı Avrupa barbarlık içinde yuvarlanırken, Doğu'da gözleri kamaştıran bir tazelikle parlayan tamamen yeni bir medeniyetin ortaya çıkışının başlangıcı oldu. Araplar çok kısa bir zamanda, hiç alışmamış bir gözün bile ilk bakışta tanıyacağı derecede yaratıcı eserler vücuda getirdiler. Arapların imparatorluğu o kadar genişti ki, bunun parçalanmaması imkânsızdı. Nitekim, birtakım küçük krallıklara ayrıldılar. Ve bunlar zayıfladılar. Moğol, Türk v.b. kavimler tarafından zaptedildiler. Fakat, müslümanların din ve medeniyetleri o kadar güçlüydü ki, eski Arap krallıklarını
zaptedenlerin hemen hepsi, mağlûpların dinini, sanayiini ve çoğunlukla dilini kabul ettiler.

Arapların dini, onların kudretleri kaybolup devletleri yıkıldıktan sonra bile yaşadığı gibi, gitgide daha da çok yayıldı. Bu dine girenlerin inanışları o derece güçlüdür ki, içlerinden her biri bir havâri sayılabilir.

Ve her havâri gibi kendi dinini yaymaya çalışırlar. Islâmiyetin büyük siyâsi kuvveti, çeşitli ırkları aynı fikir etrafında toplamış olmasıdır. Ortak fikir etrafında toplanma ise, çeşitli ırklara mensup insanlar arasında dayanışma kurmanın en tesirli vâsıtalarından biri olmuştur. Günün olayları da böyle bir dayanışmanın gücünü ispat etti. 

Bu dayanışma, korkunç İngiltere’yi bile Şark’ta geri çekilmeye mecbur etti. Britanya’yı yönetenler, Türkiye müslümanlarının ülkelerinden koparılıp atılmalarını tahayyül ettikleri zaman, bu kuvveti bilmiyorlardı. Yalnız Türklerin değil, bütün dünya müslümanlarının kendi aleyhlerine ayaklandıklarını gördükleri vakit, bu kuvvetin varlığını kabule yanaşmaya başladılar.

İstanbul’u elde tutacaklarını hayal eden Ingilizler, hayallerinin yıkıldığını gördüler. Özellikle, yenilmiş ve silâhları ellerinden alınmış olan Türklerin, kendilerine zorla kabul ettirilmek istenen barış andlaşmasını red ve Yunanlıları İzmir’den kovdukları zaman, bunu iyice anladılar. 

Bugün İslâm, Avrupa’ya kafa tutacak kadar güç kazanmıştır.».....


Millî Kurtuluş Savaşı, Batı emperyalizmine karşı bir millî şahlanış gibi yorumlanabilir. Fakat, bunun da ötesinde bir gerçek vardır ki, o da dindir. Hıristiyan Avrupa devletleri, bu savaşı, sömürücü emelleriyle aynı paralelde giden bir din perspektifinden görmüşlerdir. 

Gustave Le Bon, bu gerçeği saklamaz. Işte Lozan Konferansı münasebetiyle yazdıkları:

«Birinci ve ikinci Lozan kongreleri, Avrupa’nın müslümanları hiç tanımadıklarını isbat etti. Bu kongrelerde Şarlman zamanının baronları ile, şimdiki hukuk profesörleri karşı karşıya gelselerdi, anlaşmazlık daha fazla olmazdı. Konferanslarda hiç kimse, ne hilâlden ne de salipten söz açtı. Fakat, tartışmaların gizli ruhunu, bu iki timsal arasındaki çarpışma teşkil etti.

Britanya İmparatorluğu’nun İslâmî anlayamaması sebebiyle, İran’ı, Irak i, Mısır'ı kaybettiğini, Hindistan'ı bile elde tutmakta zorluk çektiğini yukarıda söylemiştik.

Bu hezimetlerin gerçek sorumlusu olan İngiliz Nazırı, mutaassıp protestan M. Loit Corc , Yunanlıları İstanbul’a doğru sürükleyerek Türkleri Avrupa’dan atmayı, salipin hilâlden intikam alması gibi tahayyül etmişti. Fakat, kendi imânı kadar güçlü bir imâna çarptı ve bu darbe ile bütün İngiliz müstemleke imparatorluğu sarsıldı.» ....


Balkan Harbi sırasında katliâm edilen Türk halkı gerçeğini, tamamen tersyüz ederek «Türkler katliâm ediyorlar» çığlıklarıyla dünyayı ayağa kaldıran Avrupa basınının yersiz davranışlarını, Ingilizler de Kurtuluş Savaşımız sırasında aynen tekrar etmişlerdir. Gustave Le Bon, bu konuda şöyle yazıyor:

"... Yukarıda gösterilen dinî sebeplerden başka, Türkleri mâzur gösterecek bir sebep de, Yunanlılar voltasıyla onları Avrupa’dan, özellikle İstanbul’dan atmayı hayal eden İngiltere’nin yaptığı inkârı kabil olmayan haksızlıklardır. Türkleri atmak için gösterilen tek sebep: Hıristiyan azınlığı devamlı şekilde katliâm ettikleri idi. 
Pek haklı ve doğru olarak denebilir ki, eğer Türkler, İngiliz Hükûmeti’nin iddia ettiği katliâmların onda birini yapmış olsalardı, Doğu'da çoktan beri hiçbir hıristiyanın kalmaması gerekirdi..

Gerçekte ise, bütün Balkanlılar —ırk ve dinleri ne olursa olsun— büyük kıtalcidirler. Bunu bizzat Mösyö Venizolos’a da söyledim. Düşmanını boğup öldürmek, Balkanlar’da genellikle kabul edilmiş bir sanattır."....


Avrupa devletlerinin Türkiye’ye karşı giriştikleri şavaşlarda, daima din faktörü ağır basmıştır. Batı dünyası, Osmanlı İmparatorluğu'nun, Avrupa içlerine kadar sarkarak, oralarda yerleşmesini hiçbir zaman affetmemiştir. Osmanlı Devleti’nin zayıf düştüğü günlerde ortaya çıkarılan «Şark meselesi», doğrudan doğruya müslüman Türklerin Avrupa’dan kovulmasını öngören dinî karakterli bir plândır. Bu uğurda büyük propaganda yapılmış. 

Balkan toplumlarının milliyetçilik hisleri kamçılanmış, önce ayaklanmalar sonra savaşlarla istenilen sonuca ulaşılmıştır. O zamanlar. Doğu ülkelerini sömürülmeye uygun birer ilkel topluluk hâlinde gören Avrupa devletlerinin bu dinî ve emperyalist karakterini kuvvetle teşhis eden müslüman düşünür ve yazarları, Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı'ndan sonra, içine düştüğü çıkmazı üzüntüyle görmüşler ve İslâm dünyasının bağımsız son kalesi saydıkları Türkiye'yi, toplu bir halde desteklemişlerdir, özellikle. Hilâfet müessesesinin Türkiye'de bulunuşu, bu destekleyişte büyük rol oynamıştır.

İşte, Avrupa’nın sömürücü karakterini aksettiren bir kaç satır:

«Yine tekrar ediyoruz ki, zamanımızda bir memleketi istilâ, yalnız topla, tüfekle yapılmaz. Zamanımızın en istilâcı ordusu: Avrupa komisyoncuları, tellâlları, gezgin ticaret memurlarıdır. Bu barışsever düşmanlara kucağımızı açarsak, İktisadî istiklâlimizi kaybetmiş oluruz. İktisâdi istiklâle malik olmayan bir millet ise, siyâsi istiklâlini mihnet yükü gibi taşır gider. » (Şeyh Mihriddin Arûsi — 20. Asırda Âlem-i İslâm ve Avrupa, 1911. Sayfa:73)

Avrupalıların istilâ ettikleri müslüman ülkelerindeki insanlık dışı hareketleri de şöyle özetleniyor:

«Medeni namını alan alçakların, Müslüman Afrika’da yaptıklarını, hiçbir millet ve hattâ vahşiler değil, insanlar, hayvanlar hakkında bile revâ görmezler. Orta Afrika ahalisinden bir müslüman, bir hayvan kadar bile, hayat hakkına sahip değildir. Silâhlarını teslim etmiş büyük halk kitlelerini soğukkanlılıkla kurşuna dizmek, müslümanlara yer öptürmek, muhakemesiz adam öldürmek, beş - altı yaşlarında kızcağızların ırzına geçmek gibi mel'ânetler, Afrika'da hergün yapılan alçaklıklardandır.» .... (Aynı eser, sayfa: 26)

Emperyalist Avrupa’nın bir ufacık ülkesi bile, büyüklerinin yolundan gitmekten çekinmez ve en uygun alan olarak tabiî zenginlikleri sonsuz Müslüman ülkeleri seçer:

«Hayvanat yetiştirmeye mahsus hârâlarla bile kıyaslanması mümkün olmayan, Cava, Sumatra adalarındaki milyonlarca müslüman, bir avuç Felemenk’in kesesini doldurmak üzere hayvan sürüsü gibi boğaz tokluğuna çalıştırılıyor.» ....(Aynı eser, sayfa: 27)

Fakat bu sömürü, sonuna kadar böyle devam etmeyecektir.
Yüzyıllar boyu bilerek uyutulan Doğu ülkeleri, gerçekleri anlamaya ve uzun süren uykularından uyanmaya başlamışlardır:

«İslâm Âlemi, yüzyıllardan beri zillet ve tahkir çizmesi altında ezile ezile, nihayet daldığı derin uykudan uyanmış, zillet ve esâretini anlamıştır.» .... (Aynı eser, sayfa: 59)


1919 yılında Londra’da faaliyete geçen «Londra İslâm Cemiyeti Merkezi» Genel Sekreteri ve tanınmış müslüman düşünürü Şeyh Hüseyin Kıdvaî de, I. Dünya Savaşandan sonra haritadan silinmek istenen Türkiye’yi içten savunanlar arasındadır.

«Türkler, İslâm dininin alemdarlarındandır. Asırlardan beri bu şerefli mevkii elde etmiş bulunuyorlar. Avrupa hattâ Amerika’nın, yani bütün Hıristiyanlık dünyasının kılıcı, onların, yani Müslümanlığın üzerine çekilmiştir. «Onlar Meclisi»nin cevabı, Türk, yani İslâm idaresini lekelemek istiyor. Gerçi ben Türk değilim.
Fakat, Türkleri ve idarelerini bilirim, başkalarının idarelerini de gördüm. Bilirim ki, maddeci Avrupa ancak kılıca hürmet eder. Ancak onun kuvvet, onun hastalık ve gururunu iyi edebilir. Fakat, Türklerin milli seciyelerine isnat edilen haksız tecâvüzler, tarih ve insanlığın huzurunda mutlaka müdafaa edilmeli ve onların hakkında hakikat söylenmelidir.

Avrupa'da ve Amerika'da Türkler aleyhine yapılan tek taraflı propagandaların ne kadar üzücü ve vahim neticeler doğurduğunu tamamiyle biliyorum. Bu propagandalar, ırkî ve dinî taassupları körükledi.» .... (İslâm'a Çekilen Kılıç — Şeyh Hüseyin Kıdvaî. Sayfa: 7, 1919)

Yazar, daha sonra, Avrupalıların Türkiye’ye karşı giriştikleri savaşların dinî karakterini şöyle anlatıyor:

«... Böyle bir muhit içinde Osmanlı Devleti’nin hayatına son vermek gerektiğini, çünkü o yaşadıkça hıristiyanların esâret altında kalacaklarırı ilân etmek, hiç de şaşkınlık yaratmıyor. Kendine has faziletlere, muhteşem bir geçmişe sahip olan ve bilhassa Fransa, İngiltere gibi devletleri kendilerine borçlu bırakan, dünya nüfusunun üçte birini teşkil eden, Islâm âleminin merkez ve hududu olan bir devleti yıkmak hiç şüphesiz adaletsizliktir. Fakat, Hıristiyan Avrupa, hıristiyanları kurtarmak fikriyle kendini tatmine devam ettikçe, başka hiçbir şeye önem vermez.» .... (Aynı eser, sayfa: 8)

Batı devletlerinin ne büyük bir din taassubuyla hareket ettikleri ve bu yolda korkunç cinayetler işlemekten bile çekinmedikleri de şu satırlarla belirtiliyor:

«Balkan muharebesinde İslâm ahalisini imha siyâseti takip olunduğundan, Carnegie İnceleme Heyeti'nin tevsik edilen beyânatına göre: Yüzbinlerce müslüman erkek, kadın, çocuk kesildi. Birçok Ingilizin gözleriyle gördüğü gibi, Italyanlar Trablusgarp’ta sivil İslâm halkını katlettiler. Fransız milletinin muhteşem tarihini lekeleyen Cezayir ve Fas katliâmları, Rusların Meşhed'de müthiş cinayetleri, Kongo'da Avrupalı olmayan
işçilere karşı girişilen cinayetler, bunların hepsi tarihe mal olmuştur.» .... (Aynı eser, sayfa: 25)

Doğu ve Batı yazarlarından aktardığımız bu fikirler, öyle sanıyorum ki bu eserin daha iyi değerlendirilmesine yardımcı olacaktır. Ve görülecektir ki Pierre Loti, fikir ve duygularıyla, Batı’dan çok Doğu'ya yakındır. Çünkü, sadece orijinal görünme isteği veya paradoks yaratma kayası, hiçbir yazan, inanmadığı fikirlerle bu derece kaynaştıramaz.

Pierre Loti bu tutumuyla Avrupa’nın hiddetini üzerine çektiği gibi maalesef, Edebiyat-ı Cedide’nın Batılı olmaya özenen bazı şair ve yazarlan tarafından da «Türkiye’nin Şarklı kalmasını istemekle» suçlandırıldı.

Bunlar, Pierre Loti’nin yalnız, eski medeniyetlere bağlı kalan romantik yönünü gördüler, Batı sömürgeciliğine karşı Müslümanlığın ve ezilmiş milletlerin müdafaası için baş kaldırışını görmezlikten geldiler.

Son söz olarak şunları ekleyelim: Avrupa, uzun yıllar sürdürdüğü sömürme politikası ve din fanatizminin Müslüman ülkelerde uyandırdığı acı tepkiyi Pierre Loti'nin şahsında az da olsa giderebildi.

FİKRET ŞAHOĞLU



PİERRE LOTİ’NİN ÖNSÖZÜ

Şu dağınık satırları okuyacak olanların beni affetmelerini dilerim. Çünkü, bu sayfalar, birçok riyakârca alçaklıkların maskelerini indirmek, birazcık olsun gerçeği göstermek ve adalet istemek için, bir üzüntü ve tiksinti ateşiyle çabucak yazılmıştır.

Başladığım bu mücadeleyi sürdürmem gerektir. Çünkü, hergün dâvâmın haklılığını doğrulayan yeni bilgiler alıyorum. Konulan sansüre ve bunca söylenen aldatıcı sözlere rağmen, gerçek, herkes tarafından anlaşılacaktır.

Yangın... Katliâm... Yağma... Çapul... Ve son derece canavarca kesilen insan uzuvları... İşte koyu Hıristiyan olmakla övünen bu orduların bilânçolarındaki haydutluklardan birkaç örnek.
Bazı ilkel toplumların savaş sırasında bu gibi işlere başvurmalarının bir zorunluk olduğunu isterlerse itiraf ederim. Zaten, Hıristiyan «kurtarıcılar», fâcia yaratma konusunda kendilerinden çok geride kalan zavallı Türklerin aleyhine, bilgisiz kişileri kışkırtmak için böylesine uğraşmamış olsalardı bundan bahsetmek
lüzumunu bile duymazdım.

PİERRE LOTİ 




YANGINDAN SONRA
11 Ekim 1911
Doğu’nun ışık saçtığı tarihlerden günümüze kadar....





UYANIŞ'A İHTİYAÇ DUYULAN ŞU GÜNLER İÇİN OKUYALIM



SB.


***

EGE DENİZİ'NİN ADI NEREDEN GELİYOR ?




"Türkiye'deki Tarihsel Adlar" adlı eserinde Bilge UMAR "Türkiye'deki tarihsel adlar üzerine araştırma yapmak, Türkiye'nin tarihi üzerine araştırma yapmaya benzer. Gidebileceğiniz genişliğin, inebileceğiniz derinliğin sonu yoktur" demektedir. 

Yazar, Anadolu'daki tarihsel adlar ve kökenleri incelendiğinde bunların sanılanın aksine Helenlerden kalma isimler olmadığını, Anadolu'nun eski bir dili olan Luwi dilinden kalma olduğunu belirtmektedir. 

Bilge UMAR'ın bu çalışması Ege kelimesinin anlamı ve bu adlandırmanın nerelerden geldiği konusunda özellikle kelimenin etimolojik kökeni hakkında büyük bir bilgi birikimi sunmaktadır.

Bilge Umar'a göre Etimolojik olarak Yunan dili ile açıklanamayan Ege ismi, Anadolu'nun diğer bir çok tarihi ismi gibi önceki kültürlerden Türkçe'ye miras kalmış bir isimdir. Yunan kültürünce, etimolojik olarak sahiplenilemeyen Ege adına bir köken ve açıklama getirmek için AEGEUS adında bir destan kişisi yaratılmıştır.

Efsaneye göre; Atina'da düzenlenen Panathenaia bayramında, Giritli atlet Androgues öldürülür. Bu olay üzerine Girit kralı, diyet olarak Atina'dan her yıl kurban edilmek üzere, yedi kız ve yedi erkeğin gönderilmesini ister. Çok ağır olan bu şart üzerine Atina Kralı Aegeus, oğlu Theseus'dan Girit kralını öldürmesini ister ve onu bir gemi ile Girit'e gönderir. Eğer kralı öldürmeyi başarırsa, dönüşünde gemiye beyaz yelken çekmesini ve böylece uzaktan müjde vermesini ister. Eğer öldürememişse yelkenlerin siyah olarak donatılmasını tembih eder. Theseus, Girit'e gider ve giriştiği savaşta galip gelerek kralı öldürür. Atina'ya dönmek üzere denize açılır. Bu sırada zafer sarhoşluğundan babasının öğüdünü unutur ve siyah yelken çeker. Kıyıda oğlunu bekleyen Aegeus siyah yelkeni görünce oğlunun mağlup olduğunu zanneder ve üzüntüsünden denize atlayarak intihar eder. Aegeus'un intihar ettiği yer Atina Körfezi'dir. Bu nedenle bu körfez ve çevresi "Aegeus Pontos" "Ege Denizi" olarak adlandırılmaya başlanmıştır.

Ege Denizi'nin Türkler tarafından kullanılan tarihi adı Adalar Denizi'dir. Bu görüşü destekler mahiyette çok sayıda yazılı tarihi belge bulunmaktadır. Türkler 1081 yılında Ege Denizi ile ilk karşılaştıklarında bu denize üzerindeki adaların çokluğundan dolayı "Adalar Denizi" adını vermişlerdir. Bölgede hüküm süren Aydınoğulları Beyliği ve Osmanlı kaynaklarında, hep "Adalar Denizi" olarak geçmektedir.

Piri Reis, 1519 yılında yazmış olduğu "Kitab-ı Bahriye" adlı eserinde, "Şunu bilmek gerektir ki, adalar arası denen yere "Erso Peloga" derler. Biz buradaki adaları münasip olduğu şekilde anlattık" demekte ve bu adalar arasındaki tüm adaları ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır. Katip Çelebi, 1656 yılında yazmış olduğu "Tuhfetü'l-Kibar Fi Esfari'l Bihar" adlı eserinde; "Boğazdan dışarı Rumeli kıyıları Ece Ovası, Kavala, Ayanoroz, Lonkoz, Kesendire, Selanik Körfezi, Koloz ve İstin Körfezleri, Eğriboz, Atina ve Mora'dan Anadolu ve Menekşe Burnu ki Anadolu'dan Tekir Burnu nice ise Rumeli'nde bu da öyle köşeler ve geçit yeridir. Karadan denize girip Girit Adasının doğu batı uçları bu iki burunlar ucuna uzanıp öteki Akdeniz adalarının çoğu bu ortada bulunmaktadır. Bundan dolayı bu ortalığa "Adalar Arası derler" diye yazmaktadır.

Atatürk'ün Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nden sonra verdiği emir, "Ordular! İlk Hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!" şeklindedir. Atatürk, NUTUK'un 444'üncü sayfasında, bu emrin sonrasında yaşanan gelişmeleri vurguladığı ifadesinde "... ordularımız İzmir rıhtımında ilk verdiğim hedefe, Akdeniz'e ulaşmış bulunuyorlardı." yorumunu yapmakta, Adalar Denizi ifadesini dahi kullanmamaktadır. 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması'nın 12'nci maddesinde Bahr-i Sefid Adaları için Island of Eastern Mediterranean ifadesi geçmektedir. 

Ancak Lozan Antlaşması'nın ayrılmaz parçası olan altı devlet kararı incelendiğinde Ege ifadesine rastlanmaktadır. İstanbul Deniz Matbaası tarafından 1930 yılında basılan "Türk ve Yunan Deniz Harbi Hatıratı ve 1909-1913 Yunan Bahri Tarihi" adlı eserde Ege Denizi ibaresine rastlanmamakta ve Adalar Denizi ifadesi kullanılmaktadır.

Faik Sabri DURAN'ın 1938 yılında yayınlanan, lise kitapları, sınıf III, Türkiye Coğrafyası (Kanaat Kitabevi, İstanbul), adlı kitabının 26'ncı sayfasında, Ege bölgesinin alanları biraz daha geniş tutulmuş ve bu bölgeye Garbi Anadolu (Batı Anadolu) adı verilmiştir. Aynı eserde sayfa 27'de Ege Denizi ifadesi, sayfa 70 ve sayfa 328'de sunulan haritalarda ise Adalar Denizi ifadesi kullanılmıştır.

6-21 Haziran 1941 tarihleri arasında, Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde icra edilen Birinci Coğrafya Kurultayı'nda adlandırma konusunda standartlaşmayı sağlamak maksadıyla Ege Denizi terimi kabul edilerek kullanılmaya başlanmıştır.

Dz.Kur.Yb.Selçuk AKARI

KAYNAK
Deniz Harp Okulu Pusula Dergisi,Yıl 2011, Sayı 70 (tıklayın)
("Dil Tarih ve Coğrafya Denkleminde Ege Denizi'nin Adlandırma Tarihi ve Ege Kelimesinin Anlamı.")




DOĞRULUK SONSUZLUĞUN GÜNEŞİDİR..
NASIL OLSA DOĞAR..


****

TRUVALILAR, GİRİTLİLER VE KARYALILAR




...Daha sonra Frigya adıyla anılan bölgenin hemen güzeydoğu kıyısında bulunan Çatalhöyük'te MÖ.6000 yıllarında yaşayan halk ile MÖ.500 yıllarında Etrüsk şehri Tarquinia'da yaşayan ve Lydia'dan gelmiş olan halkın Ana Tanrıçasını temsil eden iki pars motifleri arasındaki mükemmel kültür benzerliği, bu Ana Tanrıça kültünün ve aynı zamanda Anadolu halkının 5500 yıl gibi uzun bir zaman diliminde değişmeyen davamlılığının göstergesidir. Virgil (MÖ.70-19) Aeneid destanında , Batı Anadolu'da yaşayan ve TEUKRİ adı verdiği eski TRUVALILARIN da aynı geleneklere sahip olduklarını anlatır.

"Aeneas'ın gemisi filonun önündeydi ; gemisinin baş tarafında (Kybele'nin) Frig aslanları gibi yükseliyordu."

Virgil, TRUVALILAR ile Frigleri aynı halk olarak görür. Destanında TRUVALI Aeneas, dua ederken Frig Ana Tanrıçası Kybele'nin iki aslanına değinir.

"Ey tanrıların anası, İda dağının haşmetli hanımı; O ki (Kybele'nin kutsal dağı) Dindymus dağından, kuleli şehirlerden ve çift aslanlar'dan hoşlanır. Savaşta benim kılavuzum ol ! Yakınımda dur ! Göklere ulaştır bu duamı ! Frigyalı oğullarımın yanından ayrılma ey tanrıça ve onları takdis et !"

Giritlilerde de aynı gelenekler mevcuttur. (Aeneid III)

Etrüsklerin Türkçe konuşan bir halk olduğunu gösterdiğimize göre onlara akraba olan Lydialılar, Frigler, Truvalılar, Mysialılar, Giritliler, Karyalılar ve Likyalılar'ın da Türkçe konuşmuş olmaları gerekir.


TRUVALILAR (TEUKER'LER)

Strabon'a göre ilk defa Kallinos (MÖ.7.yy) Teukri denen bir halkın Girit'ten çıkarak (İda Dağı güneydoğusunda ve denize yakın bulunan Thebe şehri yakınındaki) Khrysa'ya göç ettiklerinden söz eder. (XIII,1,48)

Herodot Truva savaşından önce TEUKER'ler (Teukri) ve Mys'lerin Boğazı geçerek Avrupa'ya göç ettiklerini, bütün Trakya'yı fethederek güneyde Peneus (modern Pinios) ırmağına kadar ilerlediklerini söyler (Herod VII,20) ve kitabının diğer bir bölümünde şöyle devam eder.

"Trakyalılar, Strymon ırmağı kenarında otururken Strymoni ismini taşırken, Asya'ya geçince Bithyni adını aldılar. Kendi ifadelerine göre onları yerlerinden çıkaran Mysi ve Teukri idi " (Herodot VII,75)

Herodot ,Styrmon ırmağı üzerinde yaşayan Paioni dene halkın, TRUVALI TEUKER'lerin bir kolonisi olduğunu ve büyük Dara'nın fütühatı sırasında bu Paioni halkını çok beğenerek onları Avrupadaki yerlerinden alarak (Küçük) Asya'ya yerleştirdiklerini söyler. (V,12.13)

"Denize yakın Karyalılar ve Paioni...,Lelegler ve Kaukonlar ve asil Pelasglar dizilmişlerdi. Thymbre'ye doğru Likyalılar, mağrur Mysi ve Frigler ... ve Maioni (Lydialılar)"

Herodot, TEUKRİ ifadesi ile TRUVALILARI kastettiğini bir çok yerde tekrarlar. Sparta'dan Helen'i kaçıran Truvalı Aleksander (diğer adıyla Paris) onun için bir TEUKR(i) dir. (II,1.14)

İlium (Troia) denen memleketi "TEUKRİ bölgesi" ve İlium halkına da "TEUKRİ" adıyla anar. (II,118)

Virgil'e göre TEUKRİ halkının ismi TEUKER adlı bir Giritli prensten gelir. O, Truvalıların ATASI idi. (Aeneid III,104-110)

"Orada denizle çevrili Jüpiter'in doğduğu, Girit duruyor,
Burada İda Dağı yükseliyor, soyumuz buradan çıktı.
Hikayeyi doğru hatırlıyorsam , Teuker
Bizim meşhur atamız, Truva'ya buradan göçmüştü."

N.L.Goodrich'in Aeneid özetinde Teuker'in bir kızının Truvalıların diğer bir atası olan Dardanos'un kardeşi ile evli olduğu belirtilmektedir.

Daha önce işaret ettiğimiz gibi, Virgil destanında Truvalılardan Teukri diye söz eder ve Truva kahramanı Aeneas için "Teuker'lerin büyük kumandanı" tabirini kullanır. Bazen de Aeneas'ı bir "Frigyalı" olarak gösterir.

Homeros Truvalı Teuker'den söz etmez. Fakat İlyada'sında Truva Savaşı kahramanı Akhaialı meşhur okçu (Genç) Teukros'tan söz eder. (V)

Teukros'un babası Teloman....Bu genç Teuker, Truva savaşından sonra babaı tarafından üvey kardeşi Ajaksı öldürdüğü için Kıbrıs'a sürüldü, orada güçlendi ve Salamis şehrini kurdu.

Bütün bunlar eşliğinde eski Giritliler Truvalılarla, Friglerle ve Batı Anadolu'da yaşayan diğer eski halklarla yakın akraba idiler.

PELASG DİLİ


Herodot, Pelasg dili hakkında bazı ipuçları verir:

"Pelasgların dili hakkında kati bir şey söyleyemem, lakin, mesela eskiden Thesaliotis denen bölgede Dorlar'ın komşusu olup ta bugün Thrrhen'lerin (Etrüskler) yukarısında Kreston'da yaşayan Pelasgların ve yine dah önce bir müddet Atinalılarla birlikte yaşamış olan ve sonra Hellespont üzerinde Plakia ve Skylake şehirlerini bırakmış olmakla beraber, hakikatte Pelasg olan halkların dillerinden bir kanaat edinmek istersek, onların kat'i olarak barbarca (Yunanca olmayan) bir dil konuştukları söyleyebiliriz. Buna göre ve de bütün Pelasglarında aynı dili konuştukları göz önüne alınırsa, Pelasglardan olduğu muhakkak olan Atinalıların Hellenler'e karışmaları ile dillerini değiştirmiş olmaları gerekir. Bugün Kreston'da ve Plakia'da iki ayrı yerde yaşayan halkın dili aynı olduğu halde komşularının dillerine hiç benzemez. Bu da gösteriyor ki onlar eskiden sahip oldukları şivelerini aynen korumuşlardır." (Herod I,57)

Yunanistan'da (Pelasgia'da) Hellenlerle Pelasgların dilleri arasındaki bağları inceleyebilmek için Prof.E.Adelaide HAHN ve Prof.Norman O.BROWN'ın müşahedelerini dikkate almamız gerekiyor.

Prof.Hahn "Hayret verici miktarda çok Yunanca kelime, Hint-Avrupa dil etimolojisine sahip değildir. Mesela Hint-Avrupa dilinde "kral" (Skt.rajan - Lat.rex) kelimesinin karşılığı olan Yunanca anax, basileus ve tyrannos gibi tabirlerin Hint-Avrupa dilinden olmadıkları gözüküyor..." derken Prof.Brown da "Yunan dilindeki kelimelerin en az %40'ı Hint-Avrupa kökenli değildir." diyerek onu destekler.

Bu halde mantık şunu gösteriyor ki, Yunan dilinde bu yabancı kelimeleri verenler Yunanistan'ın yerli halkı olan Pelasglar olmalıdır. Ve Pelasgların komşuları olan Etrüskler, Truvalılar, Mysialılar ve Friglerden de farklı bir dil konuştuğu nazarı itibara alınırsa, dillerin RL diyalektinde yani OGURCA bir dil olması gerekir.

SONUÇ

Arkeolog James Mellaart'a göre Anadolu, Neolotik devirde (MÖ.7000-5600) Yakın Doğu'nun en ileri kültür merkezi olarak saptanmış bulunmaktadır. Ziraatın ve hayvancılığın ve de Anatanrıça kültünün başlangıcına şahit oluyoruz. Ana tanrıça yanındaki iki yırtıcı hayvan (pars veya aslan) bulunan bir taht üzerinde oturmaktadır. Bazen de Ana Tanrıça kendisi yerine sadece yüz yüze duran iki pars ile temsil ediliyordu. 

Prof.Mellaart bu kültün Çatalhöyük'teki devamlılığından bahseder ve bu halin MÖ.6500 ile 5650 yıllarını kapsayan on iki seviyede yani 850 yıl boyunca devam ettiğini belirtir. Daha sonra Frigya adıyla anılan bölgenin hemen güneydoğu kıyısında bulunan Çatalhöyük'te yaratılan bu kültü MÖ.500 yıllarında Etrüsk şehri Tarquinia'da yaşayan ve Lydia'dan gelmiş olan halkın yaptığı resimlerde aynen görüyoruz. 

Anadolu halkı bu geleneği Mezopotamya'ya da aktardı. Ana Tanrıça'nın aslanlarını Sümer'in Lagaş hanedan armasında da görüyoruz. Kral Eannatum ( y.MÖ.2500) tarafından dikilen bir stele üzerinde bulunan bu aramdada kanatları açık bir kartal pençelerinde iki aslan tutmaktadır. Bu amblem Lagaş kralı Lugalanda'nın (y.MÖ.2400) silindir mühüründe de bulunuyordu. 

Yani Çatalhöyüklüler, Sümerliler ve Etrüskler on bin yıllık bir devamlılığı temsil eden zincirin sadece üç halkasını oluşturuyordu.

Prof.Mellaart tabiatıyla Çatalhöyük'te 8000 yıl önce adeta modern görünümlü bir kasabada yaşayan halkın kimliğinden habersizdi. 

Afrodisias kentini kazan ve geçmişini MÖ.5000 li yıllara uzandığını ortaya çıkaran arkeolog Prof.Erim de Anadolu'da ilk medeniyeri yaratanların hakiki hüviyetlerini bilmiyordu. Fakat, bu topraklarda yetişmiş medeniyetlerin içimize kök saldığına inanan Erim şu sözleri söylerken onlarla akrabalığını hissediyor gibiydi : 


"BU ESERLER GREK, ROMA, BİZANS FALAN DEĞİL. BU TAŞLAR BİZİM KÖKÜMÜZ. HEPSİ ANADOLU !"

Anadolu'nun ve onun ilk dünya uygarlığını yaratan çocuklarının uzun tarihi yeniden yazılacaktır. Onlar ve akrabaları Sumerliler, Babilliler ve elamlılar bu uygarlığı öyle bir olgunluğa eriştirdiler ki, bir modern yazar şunları yazmaktan kendini alamıyordu:

"Yunanlılar, Yunanistan'da değil burada (Anadolu'da) o parlak uygarlıklarını yarattılar. ... Burada onların ilk dehaları çiçek açtı ; edebiyatta Homeros, felsefede Thales, matemtikte Pythagoras , tarihte Herodot, tıpta Hippokrates burada doğdu " (MulLH,Preface v)

Diğer bir ifade ile, eski parlak Yunan uygarlığını Yunanistan'lı Yunanlılar değil, önce Pelasg kanı taşıyan ve Küçük Asya'ya göçtükten sonra da Karyalı kadınlarla evlenmek suretiyle daha da çok Türk kanı ile donanmış olan Anadolulu Yunanlılar yaratmışlardı diyebiliriz.

Roma uygarlığının oluşmasında düşünüldüğü gibi Yunanlılar değil daha ziyade Etrüskler rol oynamışlardır. Virgil'in Aeneid adlı epik eserinde belirttiğine göre Etrüskler Roma'yı uygarlaştırırken kendi dillerini kaybederek Latinlerin asimilasyonuna maruz kalmışlardır. Prof.Muller'e göre sanatları, resmi ve tiyatroyu Romalılar Etrüsklerden, Yunanlılar ise Friglerden ve Lidyalılardan öğrendiler.

Yunanlılar Frig flütünü aldılar, Fenike (Arami) alfabesini, Lidya sikkesini ve Babil (Sümer) ilmini benimsediler. Bu verici milletlerin hepsi sanat ve ilimlerin yeşerdiği ve büyüdüğü büyük TÜRK ORMAN'ın parçalarıydılar.

Türk dilindeki diyalektlerin ve temel gramer kurallarının beş bin yıl önce de mevcut olduğu görülüyor. Avurpa Alpleri'nden ve Tyrrhen Denizi'nden Çin Denizi'ne kadar uzanan bir TÜRK ORMANI içinde Hint-Avrupa ve Sami dillerinden başka üçüncü büyük grubu oluşturan dili dar bir coğrafi çerçeve içinde Ural-Altay adı ile sınıflandırmak manasızdır.

Bunun yerine artık Osmanlı Türkçesi gibi suni birer dil olan Macarca ve Fince dillerini de içine alan bir TÜRK DİLLERİ grubundan söz etmek çok daha ilmi olur.

Türkçe konuşan topluluklar eski zamanlardan beri insani kanunlar yaptılar. Sumerliler'de belki krala hıyanet suçu hariç idam cezası görülmüyor, daha ziyade para cezaları tatbik ediliyordu. Onlar ve diğer Türk kavimleri fethettikleri veya birlikte yaşadıkları diğer topluluklara karşı barış zamanında daima hoş görülü davrandılar.

Avrupa toplulukları için bunu pek söyleyemeyiz. Eski Yunanlılar ve Romalılar fethettikleri ülkelerin insanları ile birlikte uygarlıklarını da ortadan kaldırdılar. Latinler, kendilerine Roma uygarlığını hediye eden Etrüsklerin sadece fiziki mevcudiyetlerini değil kitaplarını ve sanatlarını da yok ettiler.

Yunanlı Dorlar ve daha sonra Romalılar, Yunanistan'da ve Anadoluda Pelasgları öyle bir silip süpürdüler ki kayıtlarda onlardan sadece tek bir kelime TEPAE kaldı.

Aynı hal Karyalıların, Truvalıların ve diğer Anadolu halklarının da başına geldi ki, onlardan bazıları ancak uzak dağ köylerinde hayatlarını kurtarabildiler.

Daha yakın bir tarihte, İspanya'da Arap uygarlığının yok edilişine, Yahudilerin sürgün edilmesine, Almanya'da ise milyonlarcasının Hitler tarafından öldürülmesine şahit oluyoruz.

Amerika'yı keşfeden Avrupalılar da Kızılderili kavimleri kültürleri ile birlikte yok ettiler.

Büyük TÜRK ORMANI ise en küçük milletler için bile bir sığınak hür yaşanılan bir toprak sağlıyordu. Eski Türk imparatorlukları içinde serbestçe yaşamış olan Yunan, Ermeni, Arnavut, Bulgar, Çerkez, Gürcü, Yahudi ve hatta İranlılar ve Araplar gibi büyük toplulukların bugünkü Türkiye dışında devletler halinde bütün dilleri ve kültürleri ile hala varolmaları bu Türk mucizesi'nin şahididirler.

Marco Polo'yu dikkatli incelersek görürüz ki "dehşet saçan" Moğolların imparatoru Kubilay Han'ın idaresi altında bile Türk-Moğol dünyasında Müslüman, Hıristiyan, Musevi ve Budist her dinden insanların serbestçe ibadetlerini yapabileceği laik ve demokratik sayılabilecek bir ortam mevcuttu. Bu imparatorluğun çöküşü sonucu "hürriyetine kavuşan" Çin'de ise artık bir hoş-görü'den ve hür yaşamdan bahsetmenin mümkün olamayacağını Eileen Powel'in şu müşahadelerinden öğreniyoruz :

" MS.1340 yılında , Floransalı Francis Balducci Pegolotti tüccarlar için hazırladığı bir kitapta ' Don ırmağından Çin'e kadar giden yolda tam emniyet içinde seyahat edilebilir' diye yazıyordu. O zaman Pekin'de oturan Kubilay Han, Hıristiyan kilise çanlarının tatlı seslerini dinlemekteydi. Ve bu Orta Çağ'ın karanlık devrinde 13. yüzyılın sonları ile 14.yüzyılın başlarına rastgeliyordu. Fakat 14.yüzyılın ortalarına doğru her şey değişti. Çinlilere geçen Pekin ve Hangohou ve büyük liman şehirleri ile birlikte o eski asil uygarlık karanlığa gömüldü. Artık o büyük ticaret yolu emniyetini yitirmişti ve Zeytun şehrinde Hıristiyan rahipler artık cemaatlerine vaaz veremiyordu."

Pers-Akamen kralları, imparatorluk topraklarında her ırkın hür ve emniyet içinde yaşamalarını sağlamakla kalmadılar, onalrın dillerine de saygı gösterdiler. Yazıtlarını, imparatorluk içinde konuşulan Elam Türkçesi , Farsça ve Babilce(Arapça ?) dilinde yazdılar. Böyle bir uygulamayı Roma ve Yunan'da göremiyoruz.

Eserimizi dikkatle ve bitaraf olarak inceleyenler göreceklerdir ki,klasik yazarların Persler'i , yani Hitler gibi insanların kendilerini "üstün ırk" olarak görmelerine yardımcı olan Aryanist yazarların yücelttiği "ARYANLAR" aslında, resmi yazılarında bir Türk diyalekti olduğunu ispatladığımız Elamca dilini kullanıyorlardı. 

Sami Yahudileri yok ettiğini zanneden Hitler, aslında TÜRK HAZARLAR'ı öldürüyordu. Arthur Koestler bu Yahudilerin Milatın ilk bin yılı içinde Museviliği kabul eden Hazarların torunları olduğunu gösterir. (((aynı şeyden Cengiz Özakıncı'da kitaplarında bahseder-SB)))

Bu filolojik incelemelerimizle ve bilhassa İSKİT meselesinin çözümü ile şimdi tarih sayfalarını süsleyen büyük göç teorilerini kökten değiştirmemiz gerekiyor. Aslında sözde oluştuğu zannedilen Hint-Avrupa kavimlerine dair büyük göçlerin, hiç olmazsa bilinen beşbin yıllık yazılı tarih boyunca vuku bulmadığı anlaşılıyor. Arkayik TÜRK diyalektlerinde Sami ve İrani alıntı kelimelerin mevcudiyeti , bu iki dili konuşan toplulukların, son bin yılda olduğu gibi, tarihin ilk yıllarından beri Türkçe konuşan halklarla bir arada yaşadıklarını göstermektedir.

Son olarak şunu ifade etmeliyim ki, aydınlattığımız beşbin yıllık Türk uygarlığının hastalıklı bir devrinde yeni bir uygarlığın temelini cumhuriyetle atan Mustafa Kemal ATATÜRK , kati arkeolojik ve filolojik delil yokluğuna rağmen, çağında rastlanmayan büyük tarihi önsezisiyle, Türkün bu eserle ortaya çıkardığımız mazisinin varlığına içten inanarak şunları söylüyordu:


"ASLA ŞÜPHEM YOKTUR Kİ TÜRKLÜĞÜN UNUTULMUŞ BÜYÜK MEDENİ VASFI VE BÜYÜK MEDENİ KABİLEYETİ BUNDAN SONRAKİ İNKİŞAFİYLE ATİNİN YÜKSEK MEDENİYET UFKUNDA YENİ BİR GÜNEŞ GİBİ DOĞACAKTIR."



SELAHİ DİKER'in kitabından alıntıdır




***
NOT: 

ELÂM’lar konusunda araştırmalar yapmış olan Hamit Zübeyir Koşay onların Türk olduklarını ve birkaç yıl Basklar arasında bulunduktan sonra Türkçe ve Baskça arasında bir bağ kurmuştur . Diller kısa sürelerde büyük değişikliklere uğradığı için binlerce sene evvelki durumu için bir şey söylemek zor.(Sadi Bayram/makaleler, incelemeler , Ankara 1974,tıklayın)


***

18 Mart 2013 Pazartesi

SOYKIRIM TACİRLERİ - "GENOCİDE OF TRUTH"



Elimde Şükrü Server Aya’nın yazdığı, 500 sayfalık “Soykırım Tacirleri” kitabı var. Şükrü Server Aya, 78 yaşında bir “çılgın Türk”. Robert Koleji mezunu. 12 Mart döneminde benimle Başbakan’ın odasına giren ve oradan da ilk kültür bakanı olarak çıkan, tıpkı bizler gibi dayanamayıp ayrılmayı yeğleyen bir vatansever. Bu “çılgın Türk”, Ermeni mezaliminin, sözde Ermeni soykırımı savlarının arkasındaki çirkinlikleri ve işin nasıl bir ticari meta haline geldiğini yazıyor:

“1918 yılında Boston’da basılan ‘Ermenistan Niçin Hür Olmalı’ kitabını Ermenice’den Türkçe’ye çeviren tercüman A.T., önsözünde kitabın yazarı meşhur Dr. Gerekin Pastırmacıyan (çeteci adı Armen Garo) hakkında aşağıdaki açıklamayı da açıklamalarına eklemiş: 

Yazarın bu kitapçığı yazmasındaki amaç, büyük ve cömert Amerikan halkına şunu duyurmaktır: Ermeni halkının saldırmayan ve damarlarında savaşma kanı olmayan kişiler olarak veya kurbanlık koyun gibi kesildiklerini düşünmek yanlıştır. Aksine, her ne zaman fırsat olduysa, Türklerin vahşi hücumlarına inatla direndik büyük kahramanlıklar göstererek savaştık.”

Armen Garo şecaat arz ederken, Sayın Aya ekliyor: “Bazı toplu olarak isyan etme zamanı, Türkiye’nin yabancı ülkelerin hücumuna maruz kaldığı andır. Parti mensupları derhal iç isyana başlayacaklardır.” (age, s. 19-20-21)

Kitap bölüm bölüm Ermeni isyanlarının nedenlerini, sözde soykırım masalının çetelerin ticari amaçlarıyla nasıl zaman zaman ortaya atıldığını anlatmakta.

KURTUL ALTUĞ-31.12.2011



SOYKIRIM TACİRLERİ VE GERÇEKLER  

ŞÜKRÜ SERVER AYA 

Bu kitap, milletimizin bilgilenmesi yanında belki de, eğer bir özür dilenecekse başta Vatikan olmak üzere kimi çevrelerin önce nereden özür dilemeye başlamaları gerektiği hususunda mantığı ve vicdanı olanları uyandırmaya yarayabilir. 

Hıristiyan dünyasının Haçlı seferleriyle başlayıp, dört kıtada; Kuzey ve Güney Amerika'da katledilen yaklaşık 60 milyon yerli, Afrika'da 20 milyonu katledilen ve bir o kadar da esir olarak yakalanıp Amerika'ya götürülen zenci, Hindistan, Çin, Vietnam, Avustralya, Cezayir, Bosna Hersek dahil katlettikleri " Yüz milyonlarca insan için neden özür dilemediklerini ve dilemeyeceklerini", bu kitabı okurken anlayacaksınız. (Arka kapaktan)






Armenian Genocide Resource Center



********


"Başbakan. onları arşivlerini açıp, belgeleri ile konuşmamız için çağırıyor, ama onlar gelmez çünkü ellerinde belge yok. ...Bu propagandayı yapan Ermeniler parasal yönden nemalanıyorlar.... Amerikalılar saftır söylenen herşeye inanırlar.....Bu yüzden artık bizim belgelerle saldırmamız ve yüzlerini kızartmamız gerekiyor. Siz neyden korkuyorsunuz, bizim elimiz kuvvetli."





****



1922 İZMİR YANGINI ve PASIFIC DİZİSİ

İZMİR 1922

200 milyon dolarlık dizide Türkiye"ye ağır itham!

ABD"de HBO kanalındaki Spielberg ve Tom Hanks ortak yapımı "The Pacific" isimli dizide, 2. Dünya Savaşı sırasında Amerikan ordusunun Pasifik cephesinde görevli Amerikan askerlerinin hikayesi konu ediliyor. 14 Mart"ta Amerika"da yayınlanmaya başlayan 200 milyon dolarlık rekor bütçeye sahip dizinin geçtiğimiz pazar günü yayınlanan 3. bölümünde ise 1922 yılında İzmir"in 3 yıl süren Yunan işgalinden kurtuluşu sırasında Türklerle ilgili asılsız suçlamalar yer alıyor.

Dizide Japon askerlerine karşı Pasifik"in Guadal Canal bölgesinde savaşan Amerikan deniz piyadeleri, 1943 yılında çatışmaların ardından gemilerle Avustralya"nın Melbourne kentine getiriliyor. Dizinin ana karakterlerinden olan Bob isimli Amerikalı asker burada tanıştığı Yunan asıllı bir kızın ailesinin evine gidiyor. Ailesiyle yemekte sohbet eden Amerikalı asker, kızın ailesine Yunanistan"dan Avustralya"ya neden geldiklerini soruyor. Kızın annesi İzmir"den geldiklerini söyleyince Amerikalı asker Bob, İzmir"in Türkler tarafından alındığını söylüyor. 

Bu diyaloğun ardından Yunanlı anne Kurtuluş Savaşı"nda İzmir"in Türk ordusu tarafından kurtarılması hakkında çirkin ithamlarda bulunuyor. Dizide İzmir"in Türkler tarafından yakıp yıkıldığı iddia edilen sahnede Yunanlı anne, "Türkler 1922"de girip yakıp yıktılar. Her şey gitti. Hayatta kaldıysan annem ve benim gibi kaçardın. Ama biz rıhtıma kadar gidebildik. Sonra bir gemiye yüzdük. Kaptan bizi gemisine aldı ve Pire"ye kadar götürdü. Hayatlarımızı kurtardı. Ama evimiz gitmişti. Ne yapacaktık? Buraya geldik" şeklinde konuşuyor.



Dizide Türk askerinin Yunan işgalinde bulunan İzmir"i kurtarmasının çarpık bir dille anlatılması dizinin yayınlandığı internet sitelerinde de Türk izleyicilerin tepkilerine yol açtı. İzleyicilerinden bazıları tepkilerini dizi sitelerinde yazdıkları yorumlarla dile getirirken, dizinin yayınlandığı televizyon kanalına da Türk izleyicilerden tepki yorumları gönderildi. (egedesonsoz.com) (ben de tepki maili atmıştım-SB.)



İZMİR'İ ERMENİLER YAKMIŞTIR


İzmir"i yakanların Ermeniler olduğunu gösteren belgeler 1989 yılına kadar Amerikan senatosunda gizli tutulmuştur. İşte belgeler ve şahitler: 

1-) İzmir İtfaiyesini organize etmek üzere gelmiş olan Grescovtch"in 12/13 Eylül"de çıkan ve 3 gün süren yangının görgü ve yangın söndürmekle görevli şahidi anlatıyor:

Yangından önce örgütlü bir grup Ermeni genci, şehir Türklerin eline geçerse yakmaya ant içmişlerdi"¦ Bu plân acımasızca uygulandı.
Yangının ilk gün ve ikinci gecesinde 25 kadar yangının eş zamanda çeşitli yerlerden parladığını gördük.
Ermeni okul ve kiliselerine girdiğimde benzin tenekeleri ve hazırlanmış kundaklar bulduk,
Kadın kılığına girmiş ve yangın çıkartmakta olan çok sayıda Ermeni yakalandı ve birçoğu hemen kurşuna dizildi.

Ermeni hastanesinin Türkler tarafından yakıldığı büyük yalandır. Ben, askerlerin yaralıları disiplinli bir şekilde Ermeni hastanesine yerleştirildiklerini gördüm.

2-) 8 Eylül 1922"de bir Amerikan destroyeri ile İzmir, yakın doğu yardım komitesi üyesi olarak gelen Mark. O. Prentiss, Amiral Bristol"a 11 Ocak 1923"te gönderdiği mektupta İzmir"i Yunalıların yaktığını açıklar,

3-) Görgü şahidi, "near east relief of America" gazetesinin iki muhabiri A.Tallen ve Miss Fl.Billing:
Yunanlıların 1919 -1922 işgâllerinde ve kaçarken çeşitli şehirlerde yaptıkları toplu öldürme, ırza geçme, yangın, yağmalamalarla ilgili olarak İstanbul"a gönderdikleri raporlar.

8-16 tarihleri arasında İzmir"de olayları bizzat yaşamış olan Amiral Bristol"un Kurmay Başkanı Yüzbaşı A.J Hepburn, 25 Eylül 1922"de 47 sahife halinde hazırladığı raporu bizzat Amiral Bristol"e kendisi vermiştir.

O zamanın Amerikan konsolos yardımcısı Maynard Barnes tarafından İzmir"i Ermenilerin yaktığını bildirir raporu.
Bu belgeleri Amerikalı araştırmacı Heath W. Lovry ortaya çıkarmıştır. (U.S.N.A.)


Dumlupınar"dan savaşarak gelen yorgun ve içinde yaralı askerlerin bulunduğu ordunun, şehrin yiyecek depolarına ve hastanelerine ihtiyaçları vardır. Bu durumdaki ordu yalnız bu gereksinimleri için şehri olduğu gibi ele geçirmek ister. Şehrin Türk ordusu tarafından yakıldığını söylemek iftira üstü, inanılamayacak derecede bir alçaklıktır.

Büyük Britanya"nın, o zamanki deyimle Türklerin bir numaralı "hunhar" düşmanı Lloyd CORC hemen bir sirkülerle aşağıdaki yasakları koymuştur:


Ermenilerin hazırlıklı ve plânlı bir şekilde İzmir"i yaktıklarını, Amerikalı gazetecilerin, Yunanlılar kaçarken işledikleri cinayetleri, İzmir"de şehirde, Yunan/ Ermeni işbirliği sonucu yaptıkları katliam, ırza geçme, yıkım ve yağmalarını içeren, Amiral Bristol"ün raporunun yayımlanması yasaktır.(Foreign Office 371 /3404 /16247 - Kamûran Gürün, Le Dossier Arménien TTK, 1983 Ankara // Clair Price,The Rebird Of Turkey N.York1923.s. 189))


Bu rapor, yalnız başına İzmir"in Ermeniler tarından yakılıp işlenen cinayetleri kat"i ve bilimsel bir şekilde açıklayan, tarihsel değerde bir belgedir ve suçluları Britanya hükümetinin başbakanının imzasıyla açığa çıkarmaktadır..

Haluk Tarcan 31 Mart 2010 

Bu habere Şükrü Server Aya'nın yorumu:
Sayın Tarcan
Bu yalanın cevabı ve belgeleri Türkçe Kitabımın (Soykırım Tacirleri) s.380-381 de ve İngilizce kitabın "The Genocide of Truth" (İnternetten herkes erişebilir "“ Turkish Armenians) 629 - 630 sayfalarında tamamen en muhkem yabancı kaynaklarla verilmiştir. Okuyanı yoksa ve havaya konuşuluyorsa ben ne yapayım... SS Aya 






kitaptan:
"The view of Turk's in Barton's message to Harding and Hughes was inappropriate, as remarked by Pres.MacLahlan of International College. The Turks did not massacre Greeks, as Greeks had done to Turks in May 1919. Turkish army protected Int.College during the disruption of the occupation;a Turkish cavalryman rescued MacLahlan from ireegulars who nearly beat the missionary to death.

Mr.L.R.Whittall, banister-at-law, who has been in Smyrna for some years said that there was no evidence as to who set fire to the town, but it was the consesus of opinion was that it was Greek and Armenian incendaries.

Mr.H.Lamb,the British Consul General at İzmir reported that 'he had reason to believe that Greeks in concert with Armenians had burned Smyrna'. This was confirmed by the Sept.22nd, dispatch of correspondent of the Petit Parisien.

Admiral Mark L.Bristol in US Library of Congress,Naval Records Coll.Group,45.Letter dated Jan.11.1923, signed by Mark O.Prentiss:attaching a long report on İzmir Fire,confirming that the fire was started by Armenians and Greeks using Turkish soldier uniforms ! The Bridgeport Telegram ,Jan22,1923:Prentiss Blames Armenians for firing City of Smyrna.





"13 Eylül 1922"de başlayan İzmir Büyük Yangını tarihin en spekülatif olaylarından birisidir. Büyük Yangın, sadece tarihi bir olay değil aynı zamanda Türkiye"ye karşı yürütülen bir politik kampanyadır. Yangından kimin ya da kimlerin sorumlu olduğu konusunda çeşitli iddialar olsa da Fransız arşiv belgeleri bize açıkça İzmir"de yaşayan Türklerin kendi şehirlerini yakmadıklarını gösteriyor. Konu üzerinde gerek Fransız konsolosluk raporları gerekse diğer birinci el kaynaklar, yangının sorumlularının Ermeniler olduğunu açıklamaktadır. İzmir Körfezi"ndeki Fransız savaş gemilerinin kumandanı Amiral Dumesnil"in raporları İzmir Yangını hakkındaki en önemli belgelerden biridir. Bu makalede, İzmir yangınına ilişkin Fransızca kaynaklar kullanılarak konuya açıklık getirilmeye çalışılmıştır." 


BİRİ ,AMERİKAN PROPAGANDASI: RUMLARIN ÇEKTİĞİ ACILAR ,ABD NİN GIDA DAĞITIMI ,YANGIN VE GÖÇ.

DİĞERİ NTV'NİN YAYINLADIĞI ,YAZILAR SANSÜRDE !, YANGININ BOYUTU (tıklayın)


İZMİR 1922 YANGINDAN SONRA


YANGIN BÜYÜK VE HER İKİ TARAFTA ACI ÇEKTİ. 
SAVAŞLARA KARAR VERENLER MASA BAŞINDA İKEN, 
CEREMESİNİ ÇEKEN HEP HALK OLMUŞTUR.


TARİHİ DOĞRU ANLATMAK GEREK. 

İZMİR'İ ERMENİLER VE RUMLAR KAÇARKEN YAKMIŞTIR.
ARTIK SAVUNMAYI BIRAK, ONLARI KENDİ SİLAHLARI İLE VUR
GEREKLİ YERLERE (YORUM,MAİL GİBİ) "BELGELERLE CEVAP" VER.


VE HATIRLA !

SEN ONLARIN İŞKENCE ETTİĞİ, ÖLDÜRDÜĞÜ MAZLUMLARIN NESLİSİN,
SEN ONLARA ASLA BÖYLE DAVRANMADIN,
GENE DAVRANMA !



SB.




***

SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMI VE NATİONAL GEOGRAPHİC










NATİONAL GEOGRAPHİC KİME HİZMET EDİYOR? (2004)



GÜNAYDIN... GOOD MORNING ... National Geographic"i henüz tanımayanlar için...




Şükrü Server Aya 

"Nat.Geo. "Coğrafya maskesi altında" doğrudan Hristiyanlık propagandası yapan, Pro-Ermeni, Anti-Türk bir dernektir. 

Dergi, İstanbulda Robert Kolej"de tarih ögretmeni olan Edwin Grosvenor"un oğlunun Amerikada Graham Bell"in kızı ile evlenip başa geçmesinden sonra tanınmaya başladı (1900 başları). 

Derginin baş editör yardımcısı Ohanyan efendi, geçen yıl Mart sayısında Ermenistan"a ayrılan 8 sayfa içinde Türklere bol bol sövmüş ve bizim katilliğimizi bütün dünyaya (Türkçe baskı hariç) başarı ile yaymıştır. (Ohanian efendinin artık ismi görünmüyor, ya emekli oldu veya uzaklaştırdı). 

B. Elçimiz Lologlu"nun ciddi protesto ve gayretleri, maalesef hiç bir Türk gazetesinde ses vermemiş idi ! Hatta "Vatandaş Tepkisine Davet" şeklinde gazetelere vermek istediğim Gazete ilanı, (VATAN gaztesi dışındaki) tüm gazetelerce kabul edilmemiştir (TİCARET Odası gazetesine varıncaya dek). 

Nat. Geo. "nun Türkiyedeki yayıncısı DOĞUŞ Holding - Garanti Bankası grubudur.  NTV & CNBC-e de!

Nat. Geo. ilanları en çok Doğan grubu gazetelerde çıkar... Kimse meslekdaşının çorbasına, habercilik nedeniyle tükürmez, idare eder... Bu holdinglerin de... mevcut yönetim icraatlarını tasvip ettiği bilindiğine göre......"



National Geographic"in Ermenistan makalesine tepki büyüyor

S. Server Aya, National Geographic dergisinin "The Rebirth of Armenia" başlıklı makalesine tepkisini gazete ilanıyla duyurmaya çalıştı. 

Ancak Aya"nın kendi parasıyla yayımlatacağı ilanı birçok gazete kabul etmedi. Kendisiyle telefonda görüştüğümüz Aya, ilanı sadece 21 Mart 2004"te Vatan Gazetesi"nde yayınlatmayı başarabildiğini söyledi. Aya National Geographic Türkiye dergisine yazdığı telefaks mesajında şunları yazdı:


"Son iki yıla kadar derginizin İNGİLİZCE yayının abonesi idim. Şu anda, Türkçe yayınınızı ve kültüre katkınızı aralıklı olarak takip etmekteyim. Kişisel (Ermeni olaylarına ve Kolejlerin tarihine karşı) merakım nedeniyle, "İngilizce" derginizde 1908-1968 tarihleri arasında Türkiye ve Amerikan Kolejleri ile ilgili, -birkaç bin sahife- tutan yazıları okumuş, kütüphanemde bunların işaretli fotokopilerini saklayan, NATIONAL GEOGRAPHIC"in Ermeni gıda yardımları ve o tarihlerin dramları hakkında, yazı kitap ve İngilizce belgeleri okumuş ve bunları, bu olayların en yetkili akademisyeni arkadaşıma vermiş bir kişi olmamın bilgi ve gönül rahatlığı içinde aşağıdaki hususları bilginize ve "gücünüz varsa" telafi edici gayretlerinize saygı ile arz ediyorum, zira kuyuya kasıtlı kaya atılmıştır!

En dramatik yıllarda bile, röportajları yazan ve bilgileri Protestan misyonerlerden alan eski dergi muhabirlerinin, bu yazıda olduğu kadar taraflı, ithamkâr ve Türklüğü tahkir eden ifadelerine rastladığımı hatırlamıyorum. Derginin bu yandaş ithamlarına, dünya Ermeni diasporasından yüzlerce "destek gelmesi" sürpriz olmaz. 

Ancak, bu büyük yalanın Türk kamu oyundan gizlenmesinin, ne dürüstlük, ne tarihi bilgi, ne de basın ahlakı ile bağdaşabilecek yönü yoktur. Türklüğe gene arkadan saldırılmış, Türk kamuoyu (derin uykuda olan ajans ve basın kurulları nedeniyle) "savunma imkânı dahi" olmadan bühtan altına bırakılmıştır. Sizlerin bu tarizlere muhatap olmasındaki haklılığı bilemem ancak derginin Coğrafya ilmini unutarak Tarihi gerçekleri saptırmasında, diaspora mensubu yardımcı editörün ve bir muhabirin rol veya ihmalinin olduğu şüphesizdir. 

Dergi, benzer bir makaleyi Türkiye için yapmayacağına, bu basın iki yüzlülüğünü itiraflı dünya ve Türk kamu oyundan özür dileyerek "düzeltmeyeceğine göre", yer kürenin sulh, anlayış ve toleransa en muhtaç olduğu bu çağda, bir asır önceki "saptırma ve izamların" ısıtılarak, "Diaspora" düşmanlık tohumlarına su verilmesinin isabeti yoktur.

İlan metni: TEPKİ GÖSTERMEYE ÇAĞRI 


Milyonlarla seçkin okuyucu ve abonesi olan maruf NATIONAL GEOGRAPHIC (İngilizce) Mart 2004 sayısında, ERMENİSTAN hakkındaki 12 sahifelik mufassal yazının bazı bölümlerinde Türk ulusu aleyhindeki ağır suçlamalar (belki de dergi editörü ve bir muhabirin Ermeni asıllı olması ve yurttaş Ermenileri saymamaları nedeniyle) tekrarlanmakta, hatta diplomatlarımızı öldürenler "sözde" Ermeni sıfatıyla masum gösterilmekte, Türk ulusu düşman "zalim ve soykırım suçlusu olarak tanıtılmaktadır. 

COĞRAFYA ilmini yayan dergideki bu siyasi suçlama, maalesef haber ajansları "görsel" yazılı basın tarafından (maruf iki gazetenin ondan fazla yazarına gönderilen e-posta duyuruya rağmen) önemsenmediğinden, benim gibi onurları zedelenmiş hissedenleri, ngsforum@nationalgeographic.com"a İngilizce mesajla, 

(ve bu yazı Türkçe sayıda sansür edildiğinden, abonelik - ilan v.b. dergilere destek verenlerin), 

TÜRK VARLIĞINI tahkir edenlere (vah vah, kınama gibi faydasız teselliler dışında) etkin vatandaşlık tepkisi göstermeye elemle davet ederim. 

T.C. Vatandaşı Şükrü Server Aya





NATIONAL GEOGRAPHIC MART 2004 İNGİLİZCE"DEN İKTİBASLAR 



İngilizce Metin

Mount Ararat lies outside the contemproray Armenian Republic, beyond the closed frontiers of a hostile Turkey.
Ararat is our pride and our frustration. Our history. The unfulfilled dreams that drive us. 
Most are descendants of the greatest catas- thrope in their people"s history; the WWI era massacres were in the Ottoman Empire that the murderous 20th century"s first major experience of genocide. Otensibly, provoked by a militant surge of the Armenian nationalism against the repressive Ottoman Government and despite the fact that tens of thousands of Armenians were loyally serving in the Ottoman Army. 
In 1913 the empire had an Armenian population of about millions. Esimates of the dead in what is now Turkey range from 600.000 to 1.5 million. Except for a short after WW1, no Turkish government has ever acknowledged that a systematic slaughter of Armenians occured. 
Three generations later, the events of the massacre still have violent repercussions; beginning 1973 and continuing over two decades dozens of Turkish diplomats and nationals were murdered, allegedly by Armenian terrorists. 


PHOTO: The flame of memory burns at Yerevan"s GENOCIDE MEMORIAL built to honor as many as 1.5 million Armenians massacred 1915 by Ottoman forces in 1915. Still painful to Armenians: Today"s Turkish government rejects the word genocide, coined in 1944 to describe the killings. 



TÜRKÇESİ:


Ağrı Dağı, muasır Ermeni Cumhuriyetinin dışında, düşman bir ülke, Türkiye"nin hudutlarının ardında bulunmaktadır. 
Ağrı Dağı bizim gururumuz , hayal kırıklığımız, tarihimiz,gerçekleşmeyen rüyamızdır. 
Çoğu, halk tarihlerindeki en büyük felaketten arta kalan torunlardır; Birinci Cihan harbinin, caniyane 20"ci asrın, ilk ve en - büyük soykırım tecrübesi! Dış görünümde bu, Ermeni milliyetçiliğinin, baskıcı Osmanlı hükümetine karşı, militant hareketince tahrik edilmişti- ve onbinlerle Ermeninin Osmanlı ordusundaki sadık hizmetlerine rağmen! 
1913"te İmparatorlukta 2 milyon civarında Ermeni nüfusu bulunmaktaydı. Bugün Türkiye denilen yerde,ölmüş olanların sayısı 600.000 ila 1.5 milyon tahmin edilmektedir. Birinci dünya harbinden sonra kısa bir süre hariç, hiçbir Türk hükümeti sistemli bir Ermeni katliamının vuku bulduğunu kabul etmemektedir. 
Üç nesil sonra, katliam olaylarının, şiddet içeren tepki verme akisleri olmaktadır; 1973 başlarından itibaren son yirmi yılda, düzinelerle Türk diplomat ve vatandaşı, sözde Ermeni teroristler tarafından öldürülmüştür.

FOTOĞRAF: Yerevan Soykırım Abidesinde yanan Hatırlama Ateşi. Bu abide 1.5 milyon kadar Ermenininyılında Osmanlı orduları tarafından katledilmelerionuruna inşa edilmiştir. Ermenilerin bu gün de acısına giden: Bu günkü Türk hükümeti, 1944"ta terimleşen ölümleri tarif eden "genocide" (soykırım) kelimesini red etmektedir. (http://www.toplumsalbilinc.org/forum/index.php?topic=10073.0 SİTESİNDEN ALINMIŞTIR.)








YANİ , KİME "HAYRANLIK" DUYDUĞUMUZU BİLMEK DURUMUNDAYIZ.
BUNA, "DÜŞMANLA YATAĞA GİRMEK" DENMEZ DE NE DENİR ?


SB.











***