Translate

BM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Aralık 2013 Perşembe

KÜRTLERDEN LOZAN HEYETİNE GİDEN MEKTUP

Orhun Abidelerin de
" EY, TÜRK VE KÜRT BEGLERİ...BEN KÜRT BEGİ ALP EREN URUNGU..."
diye başlıyor.


Lozan'a gönderilen tarihi mektup (1923)


Biz Kürtler, Turan neslinden bir kavimiz. Millî an'anelerimiz ve özelliklerimizden (yiğitlik, kahramanlık vb.) dolayı Türkler bize 'yiğit ve cesur' manasına gelen Kürt ismini vermişlerdir.

Kürt adıyla anılan ve büyük hizmetleri geçen kahramanların isimlerinin yaşaması amacıyla Deminan, Haydaran, Kureyşan ve Lolan gibi isimler kabile ve aşiretlere verilmiştir. Bu aşiretler, bugün anavatanın Doğu Türkleri'ni oluşturmaktadırlar.

Kürtlerin 1876 tarihinden önceki ve sonraki durumları araştırılacak olursa, İranlı misyonerlerin aşiretler üzerinde yaptıkları çalışmaların sonucunda Kürtler kendi öz lisanları olan Türkçe lehçesini ve öz kültürlerini yavaş yavaş kaybettiler.

Bundan dolayı Erzurum, Van, Bitlis ve Musul taraflarındaki aşiretler Farsçadan başka bir şey olmayan Kırmanç adı verilen Farisi lehçeyi konuşmaya başladılar.

Bu misyoner faaliyetlerinden az etkilenen Harput ve Diyarbakır taraflarındaki aşiretler ise ana dilleri olan Türk lehçesi ile karışık Zaza lehçesini konuşmaya başladılar.

Bu öz Türk oğlu Türkleri Yavuz Sultan Selim Han Kürtlerin Hanı Şeyh İdris-i Bitlisi'ye gönderdiği fermanla kendi ülkesine dahil etti. O günden bu güne kadar Türk akrabalarının şefkat ve himayelerinde huzurlu ve rahat yaşamakta ve Türk lehçesi ile de konuşmaktadırlar.


Genel değerlendirme

Yukarıda yapılan değerlendirmelerden sonra, İngiltere Delegasyonu Reisi Lord Curzon'a sorarız ki; İranlıların dilini konuşmakla, o millete mensup olunduğu kabul edilirse İngilizler de dahil her milletin durumu tartışılır.

Doğu ülkelerini istila eden ve genellikle dünyanın kendi toprakları içerisinde olmasını hayal eden İngilizlerin, diğer milletlerin kabullenemediği 'müstemleke' kelimesinin yerine kulağa hoş gelmeyen ve aynı manayı taşıyan 'manda' kelimesinin de aslında aynı şey olduğunu Kürtler anlamıştır.

Dünyadaki zenginlik kaynaklarına sahip olmak isteyen İngilizlerin onikide onu Türk olan Musul'u ve petrol kaynaklarını biz Türklere çok görmesini hayretle karşılıyoruz.

Lozan Konferansı'nda İngiltere Delegasyonu Reisi Lord Curzon'un Dersim ve Bitlis olaylarından bahsederek tek millet olan Türk ve Kürt arasına ayrılık fikirleri sokma gayretini biz Kürtler anladık.
Biz Kürtler, Avrupa ve İngiliz diplomatlarının parlak vaatlerinin altında kendi menfaatlerinin olduğunu biliyoruz. Ve bundan dolayı kendi direniş kuvvetlerimizi oluşturduk. 1917 yılında İngiltere Delegasyonu Reisi Lord Curzon gibi bağımsızlık vaatlerinde bulunan Ruslara biz Kürtler: 'Biz Türküz, bizi anavatandan hiçbir kuvvet ayıramaz. Bizim rahata kavuşmamız sizin hemen bu topraklardan çekilmenizle olacaktır' dediler.

İşte bugün bütün Kürtler Lozan'daki Avrupa ve bilhassa İngiliz diplomatlarına aynı cevabı veriyoruz. Kürtler bağımsızlıklarını kendilerini yok edecek yabancılara değil kendi ailelerinden olan Türklere ve onları temsil eden Büyük Millet Meclisi Hükûmeti'ne emanet etmişlerdir.

Sonuç olarak biz Kürtler, İngiltere Delegasyonu Reisi Lord Curzon'un bizler için fikirler üretmemesini rica eder ve Lozan'daki Temsil Heyeti'ne ve Reisi sevgili hemşehrimiz İsmet Paşa Hazretlerine başarılar dileriz.


24 Kânûn-ı Sânî 339 (24 Ocak 1923)
Umûm Kürt Amele ve Esnâf Cem'iyyeti Re'isi Salih Kahyâ nâmına Erzurumlu İsa-zâde Ahmet
İstanbul'da Umûm Kürtler nâmına Lolan Aşîreti Re'isi ve sâbık Kürt Gençler Cem'iyeti Re'isi (Düzer)-zâde Dersimli Mehmet Sabri
 
Kaynak:24 Kanun-i Sani (1339-24 ocak 1923), Devlet Arşivleri Genel
Müd.,Başbakanlık Osmanlı Arşivi,HR.İM, 60/3



________


BİRİNCİ KÖRFEZ SAVAŞI’NDAKİ MÜLTECİLERİN TÜRKİYE’YE ETKİLERİ:

Irak’tan ülkemize üç ayrı dönemde sığınma olayı yaşanmıştır. Bu sığınma olaylarının birincisi, 28 Ağustos 1988’de İran-Irak savaşı sonrasında Saddam’ın askerlerinden kaçan Kuzey Iraklılar, canlarını kurtarmak için Türkiye’ye sığınmışlardır.

İkinci sığınma olayı, 2 Ağustos 1990 tarihinde Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle bir bölümü asker olan Iraklıların Türkiye’ye kaçmasıyla gerçekleşmiştir. 

Üçüncü sığınma olayı ise Saddam’ın 17 Ocak 1991’de başlayıp 27Şubat 1991’de sona eren Körfez Savaşı sonrasında 1 milyon dolayındaki Iraklının İran’a, 460 bin Iraklının da Türkiye’ye kaçmasıyla gerçekleşmiştir. 

Bu sığınma olaylarından en önemlisi kitlesel sığınma olayı olan Birinci körfez savaşı sonrasında yaşanan sığınma olayıdır. 

Irak 27Şubat 1991’de BM Güvenlik Konseyi’nin almış
olduğu 12 kararı da kabul etti ve savaş sona erdi. 

Savaşın sona ermesiyle birlikte Irak’ta Güneyde Şii Mezhebine bağlı olanlar ile Kuzeydoğuda bulunan Kürtler, dış ülkelerinde desteklemesiyle Saddam rejimini devirmek maksadıyla iki koldan başkaldırdılar. Bu arada Irak Güçleri toparlanarak hava ve kara kuvvetleriyle önce güneydeki Şii ayaklanmasını sonrada kuzeydoğudaki Kürt ayaklanmasını bastırdı. Irak Güçlerinin yaptığı harekât neticesinde Şiiler ve Kürtler bozguna uğrayarak İran ve Türkiye sınırına doğru kaçmaya başladılar. Can güvenliği kaygısıyla yaklaşık 500.000 Irak vatandaşı yerlerini terk ederek, kitlesel olarak kaçmış, 2 Nisan 1991 tarihinden itibaren Türkiye’nin sınırlarına ulaşmaya başlamıştır. 

Bölgeye Hakkâri ve Şırnak illeri sınırlarından giriş yapmaya başlamışlardır. Kaçanlar arasında savaş sırasında arada kalan Türkmenler, Hıristiyan kökenli (Keldani ve Nasturi) kimseler ile az miktarda Saddam rejimi muhalif Araplar bulunmakla beraber çoğunluğunu Kürtler oluşturmaktadır.

Henüz ağır kış şartlarının hüküm sürdüğü Nisan ayının başlarında Türk sınırına yaklaşan sığınmacıların durumu çok kötüdür. Türkiye aynı tarihte 1988 sığınma olayında Türkiye’ye gelip hala burada barındırılan sığınmacılarla, 1989’da Bulgaristan’dan göçe zorlanmış
320.000 Türk’ün yarattığı sorunların ağırlığını taşıyacak kadar güçlü olmadığı için sığınmacıları kabulde ihtiyatlı hareket etti.

5 Nisan 1991 tarihli Cumhuriyet Gazetesi başsayfasında “Cumhurbaşkanı BM’den Saddam’a dur denilmesini ve sınırdakilere yardım yapılmasını istedi.” Başlıklı haberinde, Türkiye’nin şu an için sınırını açamayacağını, bu konuda Batı ülkelerinin tavrının beklendiğini, 1988’de göç sırasında Türkiye’ye kabul edilen sığınmacılara Batı’nın sahip çıkmadığını belirtti.

Türkiye insani duygularla bu zavallı kişilere sınır ötesinde gıda ve ilaç yardımı yaparak B.M. Güvenlik Konseyini toplantıya çağırmış ve soruna çözüm bulunmasını istemiştir. Benzer istekler Fransa ve İran tarafından da yapılmıştır.

BM. Güvenlik Konseyi 5 Nisan 1991 tarihinde 688 nolu kararı alarak tüm üye devletleri ve tüm insancıl kuruluşları yardım çabalarına katkıda bulunmaya davet etmiştir. Bu karar uyarınca yabancı ülke ve kuruluşlardan gelecek yardım zamana bağlıdır. Fakat yaklaşık 500.000 sığınmacı soğuk ve yağmura rağmen güney sınırımız boyunca dolmuştur. Açlık, yorgunluk ve hastalıklar ölümlere yol açmaktadır. Bu ortamda sınır hukuken olmasa bile fiilen açılmış durumdaydı. 

Yüz binlerce insan Hakkari ve Şırnakillerinin yerleşim yerlerine yaklaşmışlar ve oralarda gelişi güzel konaklamaya başlamışlardır.

Cumhurbaşkanı Turgut Özal 7 Nisan’da, Kürtlerin BM koruması altında Irak’taki topraklarına geri götürülmesinden söz ederek 688 sayılı karara somutluk kazandırdı. Bu konuşmayı takip eden gelişme İngiltere Başbakanı John Major’un, Lüksemburg’daki Avrupa Topluluğu zirvesinde, Irak’ın kuzeyinde bir Kürt bölgesi kurulmasını dile getirmesi olmuştu. 

Ancak “Kürt Bölgesi” deyiminde bir Kürt devletinin çekirdeğini oluşturma ihtimalinin yaratacağı kaygı göz önüne alınarak deyim değiştirildi. Daha yumuşak ve belirsiz anlam taşıyan“güvenlik bölgesi”,“geçici tampon bölge” ifadeleri kullanıldı.

Major’un ortaya koydugu bu formül iki aşamadan oluşmaktadır.
İlk aşamada Türk sınırına yığılan sığınmacılar için küçük bir bölge kurulacak, ikinci aşamada ise bu bölge genişletilecektir . 

ABD’nin 7 Nisan tarihinde yaptığı havadan malzeme yardımı ile "Huzur Operasyonu" başladı. Ancak kalıcı çözüm için Mültecilerin kendi topraklarına döndürülmesi gerekmektedir. Bu ise, Kuzey Irak’tan Irak ordusunun ve emniyet güçlerinin çekilmesi ile mümkün olacaktı.

Bu soruna çözüm önerisi Türkiye’den geldi. Öneri, Irak toprakları içerisinde bir güvenlik bölgesinin oluşturulması ve sığınmacıların uluslararası teminat altında tutulacak bir bölgede barınması yönündeydi. Bu önerinin benimsenmesi sonrasında Irak’ın
kuzeyinden geçen 36ncı paralel ve Türk sınırı arasında kalan bölge tampon bölge (güvenlik bölgesi) olarak oluşturuldu. 

Bu gelişmeler sonrasında Mayıs ayının ortalarından itibaren Türk sınırı içerisinde ve dışında kalan mülteciler gerek Türkiye gerekse diğer devletlerin sağladığı imkânlarla güvenlik bölgesine taşındılar. 
Ancak Agustos 1991 yılı itibarı ile arta kalan yaklaşık 5000 mülteci Türk topraklarında kaldı.

Gelen sığınmacı sayısının fazlalığı ve daha önce yaşananlardan edinen tecrübeler ışığında, Türk hükümeti hızla daha önce çıkarılmış olan bazı kararları uygulamaya almış ve gelen Irak vatandaşlarını “sivil” ve “asker” olarak gruplara ayırmıştır. Asker olan Irak vatandaşlarını 4104 sayılı yasa gereği Milli Savunma Bakanlığı denetim ve gözetimi altında özel kamplara alındı.

Bu sığınmacılara ait ilk toplanma yerleri Sırnak iline bağlı Işıkveren, Kayadibi, Yıldız, Yekmal, Andaç, Ortaköy kamp merkezleri ile Hakkâri iline bağlı Üzümlü, Asmaköprü, Narlı, Isıklı, Karasu, 49 numaralı Sınır Taşı, Yeşilova ve Pirinçeken gibi merkezler olmuştur. 

3 Mayıs 1991 yılına kadar burada kalmalarına müteakip Batılı ülkeler ve uluslararası araçlarla geldikleri yerlere geri dönmeye başlamışlardır. Mayıs ayı sonunda sığınmacı sayısı 14.000’in altına inmiştir. 29 Ekim 1991 tarihi itibariyle kalan sığınmacı sayısı 4.199’a inmiş ilk iki sığınma olayından kalanlarla birlikte toplam sıgınmacı miktarı 25.675 kişidir.

Diğer taraftan Türk hükümeti, mülteci düzeyinde ki olaylara ilişkin olarak, bakanlık düzeyinde yönetim ve koordinasyonu zorunlu görmüş, 3 Nisan 1991 tarihinde Devlet Bakanı M. Vehbi Dinçerler’i koordinatör bakan olarak görevlendirdi. Bakan aynı gün Diyarbakır’a gitmiş ve Olaganüstü Hal Valiliğinde çalışmalarına başlamıştır. Bu gelişmelere ilave olarak 14 Nisan 1991 tarihinde Koordinatör Bakanlığı başkanlığında bir “yönetim merkezi” oluşturdu.

Başbakanlığa doğrudan bağlı olan bu kuruluşta, Başbakanlık, Genel Kurmay Baskanlığı, Devlet Bakanlığı, M.S.B, İçişleri, Dışişleri, Bayındırlık ve İskan, Sağlık,Tarım Orman ve Köy İşleri Bakanlıkları, M.G.K Genel Sekreterliği, MİT Müsteşarlığı, Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlügü, Kızılay temsilcileri haftalık koordinasyon toplantılarına katıldılar. 

Ayrıca “insani yardım” faaliyetine katılan yabancı devlet büyükelçileri veya temsilcileri ile uluslararası kuruluşların temsilcileri ve yabancı gönüllü kurulusların temsilcileri, her toplantının ilk otuz dakikalık bölümüne katıldılar.

Bu merkezin kurulmasında ki maksat Irak’tan gelip geçici barınma merkezlerinde bulunan Iraklıların barınma, yiyecek, sağlık ve diğer ihtiyaçlarını karşılamak ve bu konuda alınması gereken tedbirleri koordine etmek, uygulamaları takip etmekti. 

Yönetim merkezi ilk toplantısını Koordinatör Devlet Bakanı’nın başkanlığında 22 Nisan 1991 tarihinde yaptı. Merkezin temel görevi ise Bakanlıklar ile kurum ve kuruluşlar arasında kikoordinasyonu hızlandırmak, hükümet görüşünü ve kararını gerektiren konuları üstmakama ileterek çözüme çabuk bir şekilde ulasmak, diğer illerde kurulmuş bulunan İl Koordinasyon ve Destekleme merkezlerini yönlendirmektir. Yönetim merkezi ilk toplantısından sonra her hafta Çarsamba günleri olmak üzere altı toplantı yapmış ve sığınmacıların topraklarımızı terk etmesi üzerine 10 Temmuz 1991 tarihinde Devlet
Bakanlığının koordinatörlük görevine ve Yönetim Merkezinin varlığına son verilmiştir.

Türkiye’nin hem 28 Agustos 1988 tarihinde, hem de 2 Agustos 1991 Körfez Krizi esnasında ve sonrasında Kuzey Iraklı sığınmacılar nedeniyle katlanmak zorunda olduğu mali külfetin değeri, toplam 1.548.978.235.260 TL’dir.

Kalkınmakta olan bir ülke olarak yatırım sermayesine büyük ihtiyaç duyan Türkiye, dünya çapında uluslararası bir olay olan Iraklı sığınmacılara, her ülkeden çok daha fazla yardımda bulunmuştur. 

Ülkelerin hızlı bir ekonomik yarış ve kalkınma çabası içinde bulunduğu dünyamızda Türkiye Iraklı sığınmacılara, kendi kalkınmasında kullanacağı milyonlarca doları gözünü kırpmadan vermiş ve sığınmacılara yardım elini uzatmıştır. Yapılan bu yardımların Türkiye açısından önemini küçük bir kıyaslama ile
ortaya koymak mümkündür.

Türkiye’nin 1990 yılı Genel Bütçesinden Milli Egitim Bakanlığına ayrılan ödenek 8.506.541.000.000 TL’dir. 

Dolayısıyla Iraklı sığınmacılara yapılan yardım, Türkiye’nin 1990 yılı içinde Eğitime ayırdığı paranın % 18’ini oluşturmaktadır.


I. ve II. KÖRFEZ SAVAŞIN'NIN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ
ALPTAN ULUTAS,2006





Gelen sığınmacılar, kalan sığınmacılar, pkklı olanların beyin yıkamaya başlaması, terör olaylarının artması, paranın başka kanallara akıtılması ve eğitimin köreltilmesi .....

Sonra da Türkiye'yi suçlamak....PES !!!

SB

....



9 Ocak 2013 Çarşamba

KADINA ŞİDDET HEM DE YETKİLİLER ELİYLE...





The Whistleblower - Muhbir (2010) , Rachel Weisz , Vanessa Redgrave , David Strathairn , Monica Bellucci

Filmi izlemek için tıklayın :


BİRLEŞMİŞ MİLLETLERE VE ONUN KOMPLOCU ORTAKLARINA KAFA TUTAN KADIN , KATHRYN BOLKOVAC.


Nebraska’lı bir polis olan Kathryn, barış gönüllüsü olarak gittiği Saraybosna’da BM’nin Toplumsal Cinsiyet Bürosu’nun başına geçer. Ama karşısına BM memurlarından yerel polis ve barış gönüllülerine kadar her makamın bulaştığı korkunç bir sanayi olan seks ticaretinin yarattığı skandallar çıkar. Her yöne yayılan bu entrikayı ortaya çıkardıkça, kimsenin hesap vermeyeceğini de anlar. Gerçek bir hikâyeye dayanan Muhbir, tek bir kadının rezil gerçekler karşısında adalet arayışını anlatıyor.
Kathryn Bolkovac'ın ayrılmasının ardından, aralarında özel mütahitlerinde bulunduğu bazı arabulucu görevliler evlerine yollandı.

       HİÇBİRİ ÜLKELERİNDE CEZAİ KAVUŞTURMAYA               
                                             UĞRAMADI.


Kathryn Bolkovac'ı kovan özel mütahit firma Amerika Hükümeti ile iş yapmaya devam ediyor.

Bunların arasında IRAK ve AFGANİSTAN 'daki milyar dolarlık sözleşmelerde bulunmakta...!!!

Kathryn Bolkovac Jan'la birlikte Hollanda'da yaşamaktatır, uluslararası çevrelerde yeniden iş bulması mümkün olmamıştır.
İnsan ticareti en hızlı gelişmekte olan suç alanlarından biridir.

Her yıl dünyanın farklı bölgelerinden yaklaşık İKİBUÇUK MİLYON İNSANIN KAÇIRILDIĞI tahmin edilmektedir.

                        Gerçek Kathryn Bolkoviç ile röportaj:






BOSNIA AND HERZEGOVINA

TRAFFICKING OF WOMEN AND GIRLS TO POST-CONFLICT BOSNIA AND HERZEGOVINA FOR FORCED PROSTITUTION

To the Government of Bosnia and Herzegovina 
To the United Nations 
To the U.N. Mission in Bosnia and Herzegovina 
To the U.S. government 
To the Stabilization Force (SFOR)

III. BACKGROUND

The International Community in Bosnia and Herzegovina

IV. WOMEN'S AND GIRLS' EXPERIENCES OF TRAFFICKING INTO THE BOSNIAN SEX INDUSTRY

Women's and Girls' Reasons for Migrating 
Recruiting Practices 
Trafficking Routes and Transportation 
Sale of Women and Girls 
Conditions in the Nightclubs 
Police Raids 
Prosecutions of Victims 
Escaping from the Nightclubs 
Returning Home

V. INTERNATIONAL AND DOMESTIC LEGAL PROTECTIONS AGAINST TRAFFICKING

International Law Protections 
The Trafficking Protocol 
Standards Relevant to the Trafficking of Children: The Optional Protocol to the Convention on the Rights of the Child on the Sale of Children, Child Prostitution, and Child Pornography
Convention on the Rights of the Child
Other Relevant Standards for Combating Trafficking of Women and Girls 
Domestic Legal Protections 
The Federation: Criminal Law 
Criminal Charges against Corrupt Officials
Confiscation of Assets and Compensation of Victims 
Republika Srpska: Criminal Law 
Criminal Charges against Corrupt Officials 
Confiscation of Assets and Compensation of Victims 
Brcko Criminal Code

VI. LOCAL POLICE INVOLVEMENT IN TRAFFICKING

Direct Links to Trafficking of Women and Girls
Police As Bar/Brothel Owners and Traffickers 
Police As Employees of Establishments Holding Trafficked Women and Girls 
Police Complicity and Corruption: Bribes and Freebies 
Police Visitors to the Nightclubs 
Tip-offs about Raids 
Involvement by Police Foreigners' Departments 
Fake and Forged Documents 
The International Police Task Force (IPTF) and Monitoring the Local Police

VII. THE BOSNIAN GOVERNMENT RESPONSE

Failure to Prosecute Traffickers 
Failure to Prosecute or Discipline Corrupt Police Officers 
Prosecution and Deportation of Trafficking Victims 
Lack of Witness Protection 
Lack of Regularized Immigration Status

VIII. THE U.N. RESPONSE

Failure to Define Trafficking in accordance with International Law 
Failure to Provide Safe Shelter outside the Capital

IX. LEGAL IMMUNITY AND IMPUNITY FOR INTERNATIONAL COMMUNITY MEMBERS INVOLVED IN TRAFFICKING

The Stabilization Force (SFOR) 
International Police Task Force (IPTF) 
The U.S. Government Position

X. IPTF AND TRAFFICKING

IPTF Officers As Clients 
The Prijedor Case 
Clients and "Contracting" 
Purchases of Women from Brothels 
Alleged Retaliation against Whistleblowers 
Lack of Transparency in U.N. Internal Investigations 
UNMIBH's Response in the Prijedor Case 
Operation Makro
A Record of Impunity

XI. SFOR CONTRACTOR INVOLVEMENT

U.S. SFOR Contractors and Trafficking 
Impunity for SFOR Contractors Engaged in Trafficking-Related Crimes
DynCorp and Corporate Responsibility

XII. CONCLUSION

Read everything :



BUNLARIN "İÇİNDE" OLAN VE KENDİSİNE "MEDENİYİM" DİYEN "BATI" BU YÜZDEN BANA DEMOKRASİ VE İNSAN HAKLARINDAN BAHSEDEMEZ...!

SB.
ilgili haber:

11 Temmuz 2012 Çarşamba

SREBRENİTSA / SREBRENİSCA KATLİAMI




Avrupa’nın göbeğinde 312 bin kişi öldü... 
35 bini çocuktu... 50 bin kadına tecavüz edildi...




Bosnalılar savaş sonrasında hep kelebekleri takip ettiler… 



Mavi kelebekleri… 



Biliyorlardı ki; o kelebekler tek bir çiçeğin üzerine konuyordu… 



Ve o çiçek sadece Bosna’daki toplu mezarların üzerinde çıkıyordu… 



Bu çiçeklerin adına ÖLÜM ÇİÇEKLERİ deniyordu… 



Bosna’da Ölüm Çiçekleri sayesinde 300 toplu mezar bulundu…”[1] 



Bosna-Hersek’te insanlık, en korkunç katliamlardan, en feci dramlardan birine tanıklık etti. Unutturulmak, belleklerden, hafızalardan silinmek istenen bu trajediye tanıklık eden topraklar, haykırmak, göstermek, dile getirmek istercesine bağrındaki toplu mezarları günyüzüne çıkartıyor… 


Sırbistan’ın tercih ettiği söylemle “üç etnik grup arasındaki iç savaş”; Boşnakların söylemiyle soykırım olaylarının üzerinden geçen 16 yıl suç delillerini yok etmeye yetmedi. Bosna’da işlenen soykırımla yüzleşmeyi sağlayan ilk toplu mezarlar dünya gündemine vicdanları sızlatan görüntüler eşliğinde ana başlık konusu olarak girerken bugün artık birer istatistik verisi oldu mezarlar. Stalin’e atfedilen sözü anımsıyoruz: “Bir kişi ölürse cinayet, on kişi ölürse olay, yüz kişi ölürse istatistik olur”.  




İstatistiklere göre:

Avrupa’nın göbeğinde 312 bin kişi öldü…

35 bini çocuktu…
50 bin kadına tecavüz edildi…
2 milyon kişi evini terk etti…
18 bin kişi hala kayıp…



Bosna Mavi Kelebeğin İzinde

İstatistiklere göre Bosna’da yaşanan olaylar, geride 35 bini çocuk 312 bin ölü, 18 bin kayıp bıraktı. Bunlardan 10’unun yeri Kameniça’da ortaya çıkarılan toplu mezar sayesinde artık biliniyor. Bilinmeyen ise bulunan bu son toplu mezardan parçalanmış bedenleri çıkarılanların soykırım suçu mağduru mu, yoksa savaş suçu mağduru mu oldukları. 

Çünkü eğer örneğin Kameniça’da değil de Kameniça’nın 50 kilometre güneyinde bulunan Srebrenica’da (Srebrenitzsa) bulunan bir toplu mezar söz konusu olsaydı soykırım niyetiyle öldürüldükleri kesin olacaktı. 

Elbette ki bu, uluslararası hukuk ve teknik adlandırma açısından önemlidir. Yoksa mantıken 1948 tarihli Soykırım Anlaşması’nda tanımlandığı şekliyle Boşnak Müslümanların tamamının veya bir kısmının yok edilmesi niyetiyle yapılan katliamlar açısından bölge farkı gözetilemez. 


Hatırlanacağı üzere Uluslararası Adalet Divanı (UAD), yaşananların bir soykırım olup olmadığı ve Sırbistan’ın “devlet” olarak sorumluluğunun bulunup bulunmadığına ilişkin yargılamasını 26 Şubat 2007’de açıkladığı kararla hükme bağlamıştı.[2] Buna göre 15 hâkimden oluşan mahkeme heyeti, kararda özetle “Srebrenica’da soykırım var ancak Sırbistan’ın soykırım yaptığını ispatlayabilecek yeterli delil yok” diyordu. UAD, Sırbistan’ı soykırım suçundan aklamakla kalmamış Bosna-Hersek genelinde işlenen suçlardan da sadece Srebrenica’da gerçekleşenleri soykırım suçu olarak tanımlamıştı. O halde Kamença’da çıkarılan kalıntıların “teknik anlamda” soykırım mağdurlarına ait olduğunun kabul edilebilmesi için adli tıp yetkililerinin araştırmalarının sonuçlanması gerekecek. 


Çünkü bu bölgede daha önce çıkarılan cesetler Srebrenica kurbanlarına aitti. Srebrenica’da ve aslında Bosna-Hersek genelinde bir cesede ait kalıntıların dört ayrı toplu mezardan çıkabildiğini buraya eklemek gerekir. 


Öldürdüler, gömdüler sonra buldozerlerle geri dönüp cesetleri kamyonlara yükleyip ikincil mezarlara naklettiler.[3] Srebrenica Soykırımı kurbanlarına ait olduğu tespit edilen kimi tüm, kimi ise parçalanmış cesetler…  


Cesetler, başka yerlerde öldürülüp gömüldükten sonra olayı gizlemek üzere buldozerlerle kilometrelerce uzaklara bir daha, sonra bir daha nakledilmişti. Katliam yapanlar toplu mezarları gizlemek için çevrenin bitki örtüsüne uygun bitkilerle yeşillendirdiler, uydu resimleri için manyetik değişkenlik taraması yapılamasın diye mezarların içine metal parçalar bıraktılar. Suç izlerinin saklanmasında gösterilen bu özen belki asla bulunamayacak toplu mezarların bulunmasını sağladı. 


Toprağın bu kadar çok kurcalanması, gömülen cesetlerin toprağı beslemesi sonucunda topraktan Artemis isimli çiçekler fışkırdı; sadece bu bitkiyle beslenen mavi kelebekler de hızla çoğaldı. Toprağın jeolojik yapısının değişmesi, toplu mezarların üzerinde çıkan ve kanat kenarları beyaz bir çizgi ile çember halinde çevrili olan mavi kelebekleri besleyen Artemisleri çoğalttı. Bosna’da mavi kelebekler takip edilerek [4] 300 toplu mezar bulundu…



1991 yılına ait nüfus sayımına göre, 
Srebrenitsa belediyesinin nüfusu

36,666 kişiden oluşuyordu. Bunlardan 
27.572’si (yüzde 75,20) Boşnak, 
8.315’i (yüzde 22,68) Sırp, 
38’i Hırvat (yüzde 0,01) ve 

742’si diğerlerinden (yüzde 2,02) oluşuyordu. 




Bugün Srebrenitsa belediyesinde 10-11 bin civarında kişi ikamet ediyor. İki bini Bosna ve Hersek Federasyonu’ndan gelen Sırplar olmak üzere, 10-11 bin kişiden 5,5-6 bini Sırp, 4,5 bini de Boşnaktır. Bosna-Hersek sınırları içinde 9-10 bin, dışında ise yaklaşık 10 bin Srebrenitsa’lı bulunuyor.[5]


Soykırım Versus Etnik Temizlik


Her bir aşaması vahşet örneği olan bu eylemler Bosna-Hersek’in her bir köşesinde vuku buldu ancak sadece Srebrenica’da gerçekleşenler soykırım suçunu oluşturdu. Uluslararası toplum adına yargılama yapan en yüce mahkeme olan UAD, suçları bir bütün olarak değil de ayrı ayrı ele almaya odaklanınca sadece dünya basınının şahitlik ettiği, BM tarafından “güvenli bölge” ilan edilerek BM askerlerince korunan Srebrenica’da üç gün içinde 8 bin kişinin katledilmesine kayıtsız kalamadı. 






Üstelik Boşnak hükümeti bu davayı UAD’ye henüz katliamlar sürerken ve en geniş çaplı kıyımların yaşandığı Srebrenica katliamının yaşanmasından iki yıl önce 20 Mart 1993’de götürmüştü. 


Bundan önce BM Genel Kurulu’nun 18 Aralık 1992 tarihli ve 47/121 sayılı kararında “daha çok toprak elde etmek uğruna, Sırbistan ve Karadağ silahlı kuvvetlerinin Bosna-Hersek’te yoğunlaşan saldırgan eylemlerinden ciddi kuşku duyuluyor” ifadesi kullanılıyordu. 1992-1995 yılları arasında yaşananların tamamı soykırım idi ama soykırıma “soykırım” diyemeyen BM Güvenlik Konseyi Bosna’da yaşananlar için “etnik temizlik” terimini dünya literatürüne kazandırmıştı. 

Soykırım olduğunu kabul edecek olsaydı derhal harekete geçmek zorunda kalacak olanlar, bir “iç savaş” algısı yaratarak, olayları bastırması için Miloşeviç’e süre tanımış oldular. Aslında UAD’nin tavrı da bu yaklaşımın bir uzantısıydı. Mahkeme Kararının 190. paragrafında şöyle deniliyordu:[6]   “Ne bir politika konusu olarak bir alanın etnik açıdan türdeş hale getirilmesi, ne de böyle bir politikayı uygulamak amacıyla gerçekleştirilen operasyonlar, sadece bu halleriyle soykırım olarak tanımlanamazlar. Soykırımı niteleyen esas unsur, belirli bir grubu tümüyle veya kısmen yok etmektir. Bir grubun üyelerinin sınır dışına sürülmesi veya yaşadıkları bölgenin dışına çıkarılması, zor kullanarak gerçekleştirilmiş olsa bile, bu grubun imhasıyla eşdeğerde olmadığı gibi, böyle bir imha da yer değiştirmenin otomatik sonucu değildir.” 

Yani mahkemeye göre Sırbistan devletinin organ veya görevlileri, katliamlara destek vermiş olabilir ancak bu desteğin soykırım eyleminde kullanılmasını amaçlamış olduklarına dair yeterli delil bulunmamaktadır. 


Mahkemeye göre “Etnik temizlik olarak nitelendirilen bir harekâtın soykırım olup olmadığı Soykırım Sözleşmesi’nin 2. maddesindeki fiiller ile grubun sırf bu niteliği ile yok etme kastının mevcut olup olmamasına bağlıdır.” 


Mahkeme böylesi ağır bir suç için kesinliği kanıtlanmış deliller arıyordu ve ispat yükü de Bosna’ya aitti. 


Sırbistan eylemlerini dahi gizleyebilecek avantaja sahipken Bosna’nın “kasıt” kriterini ispatlayabilmesi ise neredeyse imkânsızdı. Evet, UAD yargılamayı ancak tarafların dava süresince önüne getirdiği bilgi ve belgelere göre yapmak zorunda. Ancak getirilen bütün delillerin mahkemece kullanılmadığı da ciddi bir iddia. Mahkemenin resmi ya da bağımsız sayısız rapor ve delille karşılaştığı ve bunların içinden tarafsız olanları ayıkladığı doğru olmakla birlikte ICTY gibi yine BM tarafından oluşturulmuş mahkemenin verdiği kesin hükümleri “elinde yeterli delil olduğu” gerekçesiyle yargılamaya dahil etmemesi rahatsızlık verici. İşte bu nedenle, soykırım suçu Srebrenica ile sınırlı kaldı. 


Bu nedenle başkent Saraybosna’nın 175 kilometre kuzeybatısındaki Prijedor kasabası yakınlarında bulunan [7] toplu mezardaki 1992-1995 yılları arasındaki Bosna savaşında toplama kamplarında öldürülen kurbanlara ait cesetler “soykırım suçu” değil “etnik temizlik suçu”na ilişkin “istatistiki verileri” oluşturabiliyor. Gerçi her halükarda Boşnaklara tazminat ödenmesi söz konusu bile değil. Çünkü mahkemeye göre Sırbistan’ın önleme yükümlülüğü ihlali söz konusu olmasaydı bile soykırım suçu gerçekleşecekti.


Bosna-Hersek’te 92’den bu yana yaşananlar soykırım suçunun siyasi gelişmelerle bağlantılı bir şekilde yorumlandığının açık bir göstergesi. Çünkü “Güneydoğu Avrupa” olarak anılmaya başlanmasıyla birlikte AB genişleme sürecinde olduğu da artık kesinleşmiş sayılan Balkanlar’ın istikrarı ve stabilizasyonu ancak AB hedefiyle ve AB içinde sağlanabilirdi. Soykırım suçlusu bir üye ülke istenir bir durum değildi. 






Öte yandan Kosova’dan vazgeçmesi için baskı uygulanan bir dönemde bu geçişi kolaylaştıracak iyileştirmeyi de sağlıyordu böylesi bir karar. Daha da önemlisi soykırımı seyretme ve önlememedeki gerçek suçlu olan BM askerleri ve dolayısıyla BM ancak bu şekilde sorumsuzluğunu bir kez daha vurgulayabilir ve aklanabilirdi. Hukuku belirleyenin siyaset, siyaseti belirleyenin de güç ve çıkarlara dayalı taktik olduğu Bosna-Hersek de bir kez daha anlaşıldı.

Aslında UAD kararı, faili belirsiz bir suç tespitinde bulunması bakımından da önemliydi. Suçlu Sırbistan değildi ama kim olduğuna da işaret edilmedi. Katliamlardan sorumlu tutulan bazı üst düzey yetkililer zaten eski Yugoslavya sınırları içinde 1991'den itibaren uluslararası insaniyet hukukunun ağır bir şekilde ihlali kapsamındaki filleri işleyen failleri yargılamak üzere oluşturulan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde (ICTY) yargılanıyor. 


Ama mahkemesi sonuçlanmandan ölen Miloşeviç, Sırbistan’ın başkenti Belgrad’da henüz ele geçirilmiş Karaciç ya da hala saklanan Mladiç soykırım fiilini tek başlarına işlemiş olmazdı. Yine istatistikler devreye giriyor. 1995 katliamını soruşturmak için kurulmuş özel bir komisyonun 2005’de yayınladığı rapor,[8] “Srebrenica Soykırımı”nda doğrudan ya da dolaylı olarak 25 bin kişinin rol aldığını, bunların 19 bininin aralarında Savunma Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı personelinin de yer aldığı Bosnalı Sırp olduğunu vurguluyordu. Kurbanlar ve yakınları bugün sokakta yürürken ve hatta resmi dairlerde soykırım failleriyle yüzyüze geliyor. İşte bu, Bosna’da bugün dahi süren trajedinin gerçek yüzüdür. Aynı zamanda insanlığı yeni soykırımlara mahkûm eden de Bosna’da gizlenenlerdir.

Sanki soykırım unutturulmak isteniyor gibi bir hava esiyor. Yaralarını sarmada Boşnaklar yalnız bırakıldı, “yüzyılın davası” söylemiyle yapılan yargılama da, faili belirsiz bırakılan suçu da dar kapsamda kabul eden bir kararla sonuçlandı. Batı bu defteri kapatmak istiyor. Bosna artık utanç günleriyle değil AB ile entegrasyon ya da Dayton Barış Anlaşması’nın işleyip işlememesi ile dünya gündeminde yer alıyor.


Savaşlar bitiyor, yıkılan binaların yerine yüksek binalar yapılıyor ancak savaşın acı izleri silinmiyor. Sadece kayıplar geri gelmediği için değil, yaralar sarılmadığı için ve daha da önemlisi suçu kabul eden olmadığı için, suçlular cezalandırılmadığı için… 


Adalet olmadan Bosna’da barışma süreci tamamlanamayacak ve Dayton gibi bir anlaşma da adaletin yerini tutmuyor. Hele ki Dayton Anlaşması’nın altında “Balkan Kasabı” olarak hatırlanan Miloşeviç’in de imzası olunca… 


Dayton, Sırpların etnik temizlikle genişlettikleri toprakların güvencesi olunca… İşlenen soykırımı toprak saklamazken, soykırım defterinin kapatılmak istenmesinin nedeni de bu olsa gerek. Dünya kamuoyunun gün be gün televizyonlardan izledikleri soykırımın, soykırımcıları siyasi hedefine ulaştırdığını gözlemlemesi vicdani sorun yaratırdı. Hem gün gelir BM’nin ve hatta Miloşeviç’in mahkemede işaret ettiği devlet başkanlarının sorumlulukları sorgulanırdı. AB’nin genişlemesi sekteye uğrar, ABD’nin politikaları sorgulanırdı… 







Soykırım hedefine ulaştı 
çünkü bugün Bosna-Hersek’in yüzde 49’u Sırp’ların elinde, 
bu bölgede Sırp olmayan unsur neredeyse hiç yok ve 
Srebrenitsa da bu topraklara dâhil. 
Soykırım hedefine ulaştı 
çünkü Avrupa’nın ortasında 
Müslüman bir devletin kurulması engellendi. 
Uluslararası Adalet Divanı da verdiği kararla 
soykırımı yapan Sırbistan’ı değil, 
soykırımı seyreden bu anlamda 
asıl “soykırımı engelleme suçlusu” olan Batı’yı aklamıştı. 






Müslüman Boşnakların yok oluşunu izleyen Avrupa Birliği aklanmıştır. Aklanan ellerindeki silaha ve “güç kullanma” da dâhil olmak üzere “gerekli tüm önlemleri” alma yetkisi verilmiş [9] BM askerleridir. Aklanan Alman mayınları, Rus silahları, Yunan desteğidir. Batı, muhtemel bir “soykırım niteliğindeki katliamın gerçekleşmesini önlememek ve fail Ratko Mladiç’in yakalanmasına yardımcı olmamak”[10] suçlamasını bertaraf etmiştir.  


(Srebrenica- 11 Temmuz 2011)


Srebrenitsa bölgesi, yaklaşık 45 bin kişi üzerinde değişik deneylerin yapıldığı ve bütün özel savaş çeşitlerinin uygulandığı bir bölgeydi. Su, gıda, ilaç ve diğer temel yaşam malzemelerinin yetersizliği, mülteciler için barınma kapasitelerinin eksikliği, belirli bölgelerin sürekli bombardıman altına tutulması ve Sırp güçlerin sözde güvenli bölgeye baskınları, ahali arasında sürekli korku ve genel bir güvensizliğin hâkim olmasıyla sonuçlanıyordu. Bütün bunlar ise, güvenli bölgenin 1993’teki ilanından önce verilen direnişin bir benzerine yer bırakmadan, Boşnaklardaki savunma isteğine olumsuz etki yapıyordu. 


(Abdurahman MALKİÇ/ Srebrenitsa Belediye Başkanı-Bosna-Hersek)



Gözde KILIÇ YAŞIN

11.07.2011

[1] “Ölüm Çiçekleri” isimli Bosna-Hersek’te yaşananları anlatan ve 20 Mart 2008’de yayına giren 4 bölümlük dizinin fragmanından.
[2] Kararın ayrıntılı bir incelemesi için bkz.Gözde Kılıç Yaşın, “Sebrenitsa Kararı: Dünya Aklandı”, 2023, Nisan 2007
[3] Kayıp Kişilerin Araştırılması Federal Komisyonu Başkanı Amor Maşoviç, “Bosna-Hersek’te Kayıp Kişiler ve Toplu Mezarlar”, Uluslararası Suçlar: Bosna-Hersek Örneği,ASAM Yay., (Der. E. Türbedar, S. Elekdağ)Ankara 2008, s.35-41
[4] TRT’nin Srebrenitzsa Soykırımı’nın 13. yılından itibaren her yıl 11 Temmuz'larda Srebrenica’dan sunduğu programın ismi “Mavi Kelebeğin İzinde”dir. “Srebrenitsa Potocarı Şehitliği”ndeki anma törenleri, TRT Avaz, TRT Haber ve TRT TÜRK kanallarından naklen verilmektedir.
[5] Abdurahman MALKİÇ (Srebrenitsa Belediye Başkanı), “Srebrenitsa: 12 Yıl Sonra”, age. 41-45
[6] http://www.icj-cij.org/icjwww/idocket/ibhy/ibhyframe.htm
[7] NTV, 1 Kasım 2004
[8] Seetimes, 17.10.2005; Erhan Türbedar, “UAD’da Görülen Dava Neden Önemliydi?”, age, s 57-65
[9] BMGK’nin 4 Haziran 1993 tarihli ve 813 sayılı kararı.
[10]Diego E. ARRIA, “Bosna’daki Soykırımın Uluslararası Toplumca Örtbas Edilmesinde Son Perde: Kusursuz Cinayet Srebrenitsa” , Uluslararası Suçlar: Bosna-Hersek Örneği,, ASAM Yay., Ankara 2008, s.45-49


21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü





BELGESEL : KANLI BAYRAM SREBRENITSA












KİTAP: 
LEYLA - ALEXANDRA CAVELİUS




Bosnalı Bir Kızın Yüreğinizi Burkacak ve Tüylerinizi Ürpertecek Gerçek Hayat Öyküsü.


Bosnalı Leyla büyük bir kâbusu atlatmıştı: Bosna'daki toplama kampında geçirdiği iki yılı. Binlerce kadının travma geçirmesine neden olan savaşın karanlık ve baskıcı yüzünü anlatan bir kadın... Onun isyankâr öyküsü ve acıyla dolu dokunaklı kaderi... 

"Bu kitabın kapağını açmadan önce, cehenneme açılan bir kapının eşiğinde olduğunuzu bilmelisiniz. İnsan denilen yaratığın bütün kötülüklerini sergiye çıkarttığı bir coğrafyaya, Balkanlara adım atacaksınız... Kadınların beden ve ruhlarının nasıl lime lime edildiğini okurken "insan uygarlığı" denilen barbarlıktan kaçıp, en vahşi hayvanların şefkatli uygarlığına sığınmak isteyeceksiniz."
-Sydsvenska Dagbladet.-

Bu kadar acı ve yürek burkucu bir kitap okumadım. Ağlayarak elimden bıraktığım kitaba her seferinde geri döndüm. Korkunç bir öyküydü. Bir zamanlar basın organlarında Yugoslavya'nın adıyla birlikte duyduğum 'etnik temizlik', 'toplama kampı', 'toplu tecavüz' gibi sözcüklerin ne anlattığını bu kitapla anladım. 

-Allt om Böcker-

Balkanlarda neler olup bittiğini anlatan sarsıcı bir kitap. Leyla kendisinin ve başka kadınların yaşadıkları cehennemi haykırıyor... Bu kitabı sonuna kadar okuyup bitirmeden duramıyorsunuz.

-Svenska Dagbladet-

Eğer yetkim olsa her okula insanlık dersi diye bir ders koyar ve bu kitabı herkesin okumasını zorunlu kılardım.

-Dagens Nyheter-



***


"Savaşta her yol mübahtır psikolojisiyle zıvanadan çıkmışcasına 
vahşileşen insanlar, yıllarca yanyana yaşadığı, 
komşuluk ettiği masum insanların can düşmanı oluvermişlerdi.


İnsanı bu kadar zalim yapan nedir?...........

                   


Siz Hiç Parçalandınız mı?
Teoman Alili : 
link






HATIRLA !

SB.



30 Haziran 2012 Cumartesi

AFRİKA’ NIN PAYLAŞIMI VE ABD İLE AFRİCOM


1913 yılında Afrikadaki Avrupa hakimiyeti


Berlin'de "Afrika'nın bölüşülmesi"nin (scramble for Africa) son pazarlıkları ve antlaşması yapıldı. Paylaşım uygulamada zaten olmuştu. Koca toprak parçasının hemen hemen bütünü bölüşüldü. Eski sınırlar değişti, uluslar bölündü, kaynaklar paylaşıldı. Bu yağma tam 177 budunsal ya da ekinsel topluluğu ortasından karpuz keser gibi bölüp parçaladı. Bu nedenle, Afrika haritasında cetvel konup çizilmiş gibi düz sınırlar çoktur.

Düz çizgilerin istisnaları da var. Örneğin, şimdi Namibya denen, ama Birinci Dünya Savaşı öncesinde Alman Güney-Batı Afrikası diye bilinen toprağın bir ucu doğuya doğru parmak gibi uzuyordu; bugün bağımsız Namibya olan bu ülkede sınır hâlâ böylesine yapaydır. "Caprivi Uzantısı" denen bu ekleme bir Alman birliğinin kuzey-doğuda o zamanki Alman sömürgesi Tanganyika ile birleşebilmek için o yönde yürümesi ve yol boyunca kurduğu derme çatma birkaç karakola bayrak çekmesiyle oluşmuştu. Uzantının adı Bismarck'tan sonra Almanya Şansölyesi (1890-94) olan Kont Leo Caprivi'den ötürüydü. Afrika'nın ortasındaki elmas zenginliklerini tekelinde toplamış olan Cecil Rhodes adlı bir İngilizin adı da (Kuzey ve Güney Rodezyalar diye) iki sömürgeye birden verildi. Uluslarla birlikte kimi yerli aileler bile bölündüler.

Eski ulusun bir parçası, bu kez, dilini bilmediği, inançları farklı ve belki de geçmişinde savaş yaşadığı başkalarıyla aynı sınırlar içine itildi. Gene aynı ulusun bir bölümü sonunda İngilizce öğrenip yabancı paralardan pound ekonomik birimine, öteki bölümü de Fransızca öğrenip franc para yaşantısına sokuldu. Üstelik, aynı ulusun bir parçası Protestan, öteki Katolik kiliselerine yönlendirildi. Kimi devletler rakiplerine daha fazla toprak, nüfus ya da ürün gitti diye, bunların karşılığında başka vurgunlar istediler ve aldılar. Öyle ki, örneğin, içinde tek bir Alman olmayan, daha da öte tek bir beyazın bile henüz girmediği Ruanda Almanya'ya verildi.

Sömürgeciliğin ve emperyalizmin sonuçları her Afrika ülkesinde uzun yıllar görüldü; bağımsızlıktan sonra bugün bile görülmektedir. Güney Afrika, anakaranın ilk sömürgeleşen koca parçasıydı. O çevredeki beyaz azınlığın ırkçı buyurganlığı ancak 1994 gibi oldukça yakın bir tarihte sona erdi. Oraya özgü olan beşikten mezara ırk ayrımının (apartheid) merkezi Güney Afrika Birliği'ndeydi (sonra Cumhuriyeti'nde), ama bu eksen çevredeki Angola, Botswana, Lesotho, Mozambik, Zambiya ve Zimbabwe gibi ülkeleri hem askerî gücüyle hem de ABD ve İsrail gibi ırkçı dostlarıyla baskısı altına almıştı. Denetim alanı anakaranın %40'ını kapsıyordu. Angola'daki iç savaş 2004'e değin sürdü, Mozambik ancak 1992'de bağımsız oldu. Batı emperyalizminin tohumlarını atıp bilerek geliştirdiği ırkçılıktan ötürü 1.5 milyon insan öldü ve bu olay çevre ülkelerine toplam 45 milyar dolara patladı.


Batı'nın Afrika'da ve benzeri yerlerde "uygarlaştırıcı" bir görevi, etkisi ve uygulaması olduğu gene emperyalist çevrelerde sorumsuzca yazılıp söylenmiştir. Sömürgecilik ve emperyalizm doğaları gereği istediğini şiddet, baskı, korkutma, saldırı, sömürü, acımasızlık, ırkçılık, buyurganlık, kan dökme ve yasa-dışılıkla elde etmiştir. Afrika'da bulunmuş hiçbir Batı devleti kendini bu suçlamadan kurtaramaz. Güney Afrika'ya yerleşen Hollanda-kökenli Afrikanerler'in toprak hırsızlığı, İngiliz-destekli Rhodes mafyasının acımasızlıkları, Britanya'nın Doğu Afrika'da Kenya'da ve Batı Afrika'da Altın Kıyısı'nda en iyi toprakları ele geçirmesi, Fransa'nın Madagaskar Adasındaki kıyımları, Portekizlilerin Angola ve Mozambik'teki haydutluğu ve kan dökümü, özellikle Fransızların Afrikalıları boğazı tokluğuna askere alıp kendi savaşlarında cepheye sürmeleri, İtalyanların Etiyopya'da zehirli gaz kullanmaları, İspanyol faşist komutanlığının anayurttaki demokratik cumhuriyeti yıkmak için buradan ordular götürmesi ve Almanların kendi silâhlı güçleriyle Güney-Batı Afrika'da Hererolar'a karşı 20'nci yüzyılın ilk soykırımını yapmış oldukları bilinmesi gereken gerçeklerdendir.




Afrika'ya bir yılan gibi sarılmış olan Belçika Kralı Léopold. 


Kongo'yu ele geçirmiş olan Belçika Kralı İkinci Léopold (1835-1909) özel temsilcisi (sözde gezgin) Stanley'nin girişimleriyle Kongo'yu önce kendine bağlamış ve ceza yöntemlerinden biri olarak yerlilerin ellerini bileklerinden kesmek gibi acımasızlıkları yaptığı, bu arada 20 milyon nüfusun yarısını öldürmüş olduğu anlaşılınca, kendi devletinin birkaç katı olan bu kişisel sahipliğindeki geniş toprakları ölümünden ancak bir yıl önce (1908'de) "Belçika Kongosu" adıyla devlete bırakmıştı. ABD emperyalizminin uygulayıcıları da, Asya'da Filipinler'de, Lâtin Amerika'da ve Hawaii gibi Okyanusya adalarında az bilinen ama benzer haydutluk ve kıyımın sorumlularıydılar. Batılılar Afrika'da gördükleri maymunlarla yerli halk arasında bir fark olmadığını düşünüyor, onlara da hayvan muamelesi yapıyorlardı.

Yerlilere yapılan muameleler genelde öteki beyazlara yapılmıyordu. Batılılar birbiriyle çekişiyor, giderek savaşıyor, ama birbirilerini maymun sınıfına sokmuyorlardı. Nedeni benliklerinin derinliğinde yer etmiş ırkçılık ve beyazları Tanrı'nın üstün olarak yarattığına ilişkin kemikleşmiş inançlarıydı. Onlara göre, tüm canlıların, bu arada üç anakaranın da, efendileri Batı'da yaşayanlardı. Belçika Kralının acımasızlığı üstüne 1904'de hazırlanan yazanak bile bu Batı yönetiminin "doğuştan aşağılık" olan Kongoluları beyaz adamın "uygarlaştırıcı görevini" yerine getirmek için bu türlü tavır ve uygulamaların gerekli ve yararlı olduğunu ileri sürüyordu. Kongo "ancak bu yoldan çağdaş uygarlık yoluna girebilecek ve onlar için doğal olan yabanıllıktan kurtulabilecekti."

Batılı emperyalistler adam yerine koymadıkları yerlileri askere alıp kendi amaçları için başkalarıyla vuruşturduklarından, Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı başkenti İstanbul işgâl altındayken Fransız kuvvetlerinde "Senegalliler" denen Afrikalılar, üstlerinden aldıkları buyruklara uyarak sokakta gördükleri Türklere "tavuk öyle taşınmaz" diye "uygarlık dersleri" vermeğe kalkıyorlardı. İkinci Dünya Savaşı'nda da İngilizler 374.000, Fransızlar da 80.000 Afrikalıyı cephelere sürdüler. Batılılar Afrikalıların yalnız topraklarının ve kaynaklarının değil, paylaşım savaşlarında sömürge halkının canlarının da peşindeydi.

Batı'nın Afrika sömürgelerindeki genel siyaseti, başka yerlerde olduğu gibi, "böl ve hükmet" ilkesiydi. Önce sınırları diledikleri gibi değiştirmişler, kendilerine uygun duruma sokmuşlardı. Bu süreçte ulusların, kabilelerin ve ailelerin bölünmeleri onları rahatsız etmedi. Ancak, kendilerini yabancıların zorla kabul ettirdikleri yepyeni çatıların altında buldular. Bundan böyle birdenbire "Kuzey Rodezya", "Fildişi Kıyısı" ya da "Ruanda" denilen yerde yaşamağa başladılar. Oysa, Yoruba, Aşanti ya da Hutu'ydular. Onların devletleri de söz gelişi Mandinka, Borno, Sokoto ya da başka bir şeydi.

Yabancı yerlilerin kendi devletlerini ortadan kaldırdığına göre, Afrikalı kendi kimliğini ister istemez çekirdek kabilesinde buldu. Sınırları değişmiş olan yeni sömürge birimine ısınamadığı için de bu kimliğine yapıştı kaldı. Günümüze taşınan bu "kabilecilik" anlayışı, daha önemlisi, kabileler-arası çatışmalar, iç savaş ve kimi yerlerde soykırım emperyalizmin ektiği tohumların sonucudur. Önceleri devletleri de olan Afrikalılar bölüne bölüne bir türlü uluslaşamamıştır. Oysa, ulus-devlet toplum gelişmesinin din, mezhep, tarikat, ırksal ya da budunsal köken gibi farklılaşmaların üstesinden gelen yüksek bir aşamasıdır.

Yabancılar Afrika'nın bu değişen görünümünde karakollarını gerekli her yerde kurdular, ama ailelerin başlarını en verimli topraklar üstünde dışa kapalı yerlere soktular. Buraları, onlara göre, bir tür tropik cennetlerdi. Özellikle İngiliz sömürgelerinde kişi başına dünyanın her yerleşim bölgesinden daha fazla (büyük olasılıkla Hollywood dışında) yüzme havuzu düşüyordu. Her yabancı ailenin çok düşük ücretle çalıştırdıkları kapı, mutfak ve bahçe işçileri vardı. Beyazların pek azı yatağını düzeltir, tabak yıkar, çiçek sulardı. Dışarıdan gelenlerin yaşamlarını bugün de sürdürdükleri Afrika kentlerinde bu iş bölümü hâlâ sürüyor. Onların villalarının arkasında yalnız soğuk sulu, banyosuz, buzdolapsız ve sobasız, tüm çocuklarıyla doluştukları söz-gelimi nohut büyüklüğünde tıkış-tepiş hizmetçi odaları günümüzde de göze çarpar. Beyaz yönetimin herhangi bir aşamasındaki yabancı görevlinin yaşam koşulları kendi anayurtlarında en varlıklılarınkine benzer. Sonraki kuşaklardan onlara benzemek isteyen kimi yerliler de bu üst tabakaya özendiler, başkanlarından som altından "taht" yaptıranlar çıktı.

Dışarıdan gelen yabancıların aynı sömürge sınırları içinde, ama değişik yörelerde ve bambaşka koşullarda yaşamak zorunda oldukları yerlilerle ortak yanları yoktu. Kimlikleri farklıydı ve aralarına genelde aşılmaz duvarlar örülmüştü. Yabancıya boyun eğenler her türlü temizlikçi, çocuk bakıcı, as rütbede asker, sıradan işlerde yazman ve günlük çevirmen olabilirlerdi. Bu durumda, yerliyle yabancının kurduğu yönetim arasında birliktelik olsa olsa en alt düzeydeydi. Afrikalı için gene budunsal köküne dönmekten başka çıkar yol görünmüyordu. Ayrıca, Avrupalı işgâlci yeni toprağın yönetiminde kendine yardımcı olmak üzere, azınlıklardan birini ya da ikisini seçti. Bu seçim geri kalanlarda, özellikle çoğunluğu oluşturanlarda, tepkiler yarattı. Böylesine bir seçim yeni topluma bağlılığı da yok etti ya da zayıflattı. Bu koşullarda Afrikalının kendini dar budunsal kökeninin içine sokmağa çalışması uzun erimde bir çıkar yol değildi. Çözüm olmayan bu seçenek onların yakalarını bağımsızlıktan sonra bile bırakmadı. Aşiret, tarikat, mezhep, ırk ve budunsal köken arayışlarının dar kalıbı onları günümüzde de sürüp giden kanlı iç çatışmalara sürükledi. Bu yüzden, gün gelip ufukta bağımsızlık gözükünce, devlet ulusal birliğin değil, koca toplum içinde topluluklardan birinin, hem de oldukça sık azınlıkta olanın egemenliği altında kaldı. Onların içinden çıkmış birkaç yönetici de sömürge döneminden bir dizi ayrıcalıklara sarılmak gibi yanlış dersler alarak yetişmişlerdi.

Afrikalılar bu süreci kabullenip ağızlarını bile açmadılar mı? Amharalar, Aşantiler, Şonalar, Zulular ve benzerleri ayaklanıp sert çıkışlar yaptılar. Ancak, yabancıların ellerinde üstün silâhlar vardı. Dinyayıcılarının önünde duran İncil'e bakıp yumuşayanlar, tüccarın ödediği aylıkla yetinenler ve yabancı askerin elinde silâhı görüp ürkenler işbirliği yoluna saptılar. Aydın önderliğinin bu yönden de zayıfladığına tanık olan sıradan Afrikalı kendini kabile kişiliğiyle bir tutmağa daha da yaklaştı. Ulusal kurtuluş akımları, bu uğurda kurulan siyasi partiler, hattâ bağımsızlıktan sonra yeni devleti yönetmek için öne çıkanların (kuşkusuz tümü değil, ama) kimileri belirli bir ırk ya da budunsal kümenin temsilcileri oldular.

Sanki yeni hükümetin görevi tüm ulusu geliştirip yüceltmek değil, yönetenin bağlı olduğu bir azınlığın desteğini sürdürmekti. Bu durumda, iktidardakiler koltuklarına sımsıkı yapışırken, siyasetin dışında kalanlar sık sık darbeler denediler. Buyurganın muhalefete geçmek ya da bir köşeye çekilmek işine gelmediği gibi, onun çevresinde kenetlenmiş iktidar ağı böyle bir değişime genelde zaten izin vermiyordu. Nijerya'da Biafra Savaşı ve Ruanda'da soykırım gibi kanlı olaylar kökleri sömürgeci dönemde yatan bu kanlı çatışmaların bağımsızlıktan sonra ne büyük bedellere patladığını gösteriyor. Bu sonuç Avrupalıların geçen yüzyılda uyguladıkları siyasetten doğmaktadır. Sömürge döneminin kalıntıları yaşadığımız bu yıllarda da açıkça görülüyor.



PROF.DR.TÜRKKAYA ATAÖV

         *****






ABD VE AFRİKA
ABD'nin Afrika’ya Uzanan Eli: U.S. AFRICOM


ABD’nin 2007’de oluşturduğu yeni bir komutanlık olan Afrika Komutanlığı, kara kıta olarak bilinen Afrika’da Amerika’nın çıkarlarını savunmak üzere kurulmuştur. Amerikalılar tarafından U.S. AFRICOM olarak ismi kısaltılan Afrika Komutanlığı, ABD’nin tanımlanmış dokuz muharip ve altı bölgesel komutanlığından biridir. Bu yazıda Afrika Komutanlığının faaliyetleri ve Afrika ile ilişkileri ele alınmaya çalışılacaktır.

AFRICOM’a Kadar ABD-Afrika İlişkileri
ABD kıtaya James Monroe döneminde siyasi ilişkiler açısından ilgi duymaya başlamıştır. Amerikan Kolonileştirme Derneği (American Colonisation Society) 1820’de sayılarının 2,500 civarında olduğu düşünülen köle grubunu bugün Liberya olarak bilinen ülkeye yerleştirmiştir. Bu grubun 1847’de bağımsızlığını ilan ederek özgürlük kelimesinden türetilmiş Liberya adıyla ülkelerini kurmaları ve başkentlerine Monroe’dan esinlenerek Monrovia adını vermeleri ABD’ye bir minnet gösterisi olmuştur. Bu gelişmelerin ardından ABD 1862 yılında Liberya ile imzladağı antlaşma uyarınca ülkenin anayasal düzenini ve bağımsızlığını koruma görevini üstlenmiştir.[1]

Amerika’nın Afrika Kıtası ile bağlarının II. Dünya Savaşına kadar oldukça azaldığı söylenebilir. Ancak II. Dünya Savaşında Amerika günümüzde de devam ettirmeye çalıştığı askeri ve ekonomik gücüne sahip olacağı faaliyetleri yürütmüştür. ABD’nin Afrika’ya askeri olarak girmesi, İngiliz kuvvetlerinin, Kuzey Afrika’da Alman ve İtalyanlara karşı yürüttüğü savaşa destek verme amacıyla olmuştur. Meşale Operasyonu (Operation Tourch) ile[2] askeri anlamda bölgeye ayak basan Amerikalılar savaş sonrası dönemde de Afrika’daki faaliyetlerini sürdürmüştür.

ABD’nin Afrika ilgisi Soğuk Savaş döneminde SSCB-ABD mücadelesi olarak ortaya çıkmıştır. Kongo’da gerçekleşen ABD-SSCB çekişmesi bu durumun önemli örneklerinden biri sayılabilir. ABD, Belçikalıları destekleyerek Kongo’daki muhtemel SSCB hâkimiyetini kırmıştır.[3]

Zira Kongo, dünyanın sayılı kobalt, bakır ve elmas kaynaklarına sahip bir ülkedir. ABD’nin Reagen döneminde 14 Nisan 1986’da Libya’ya hava saldırısı düzenlenmesine daha sonra da 31 Mayıs 1996’da Liberya’ya operasyon düzenlenmesine sebep olmuştur. AFRICOM’un kurulmasından önce ABD’nin önemli Afrika müdahalelerinden biri de Somali’de gerçekleşmiştir. Somali’de bulunan petrol kaynaklarının ABD müdahalesi için ilgi çekici olduğu söylenebilir. Pek çok araştırmacı ABD yanlısı eski devlet başkanı Said Barre’nin Conoco, Chevron, Amoco gibi şirketlere önemli ayrıcalıklar tanımasını dikkate değer bulmaktadır. Somali El Kaide’nin ortaya çıkışıyla Eş Şebab örgütü üyelerinin konuşlandığı bir ülke durumuna gelmiştir. Eş Şebab, El Kaide’nin bir uzantısı olarak 2006’da adını duyurmaya başlarken, Africom da 2007 yılında teşkilatlandırılmıştır.

AFRICOM’un Kuruluşu
AFRICOM, özellikle 11 Eylül sonrası terör odaklı politikalar geliştiren ABD’nin Afrika’daki çıkarlarını daha iyi ve organize bir şekilde koruyabilmek için oluşturduğu bir komutanlıktır.[4] AFRICOM’un kurulmasına dair emir 6 Şubat 2007 tarihinde dönemin ABD başkanı Bush tarafından verilmiştir.[5] ABD’nin yereli güçlendirme stratejisi AFRICOM’un görev sahası içinde geçerli kılınmıştır. Bu anlayışa göre AFRICOM, El Kaide tehlikesini önlemek ya da azaltmak, önemli Afrika ülkelerinin askeri ve yönetim kapasitelerini artırmak, sivil idarenin yasalara karşı saygılı davranmasını sağlamak gibi görevleri üstlenmiştir.[6]






ABD, bu komutanlık ile Afrika kıtasında modern çağda yeri olmadığı bazı kesimlerce iddia edilen bir ulus ve devlet inşası sürecine girmek zorunda kalmıştır. Bu süreçte AFRICOM aracılığıyla Afrika’daki milletlere eğitim verilmekte çeşitli sosyal yardımlar yapılmaktadır. Böylece Fukuyama’nın tespit ettiği gibi devletler, terörizmden uzak durarak ekonomilerini geliştirme şansı yakalayacaktır.[7] Elbette ki bu gelişim ve değişim yukarıda da belirtildiği gibi ABD’ye uyum sağlamış ve ABD çıkarları doğrultusunda hareket edecek ülkeler için geçerlidir. Aksi halde kendi kendini geliştirmek isteyen devletlerin bu yardım programlarına alınma ihtimalleri oldukça zayıftır.


AFRICOM’un Faaliyetleri
AFRICOM faaliyet alanı Mısır hariç tüm Afrika kıtasını kapsamaktadır. Bu görev sahasını Atlantik ve Hint Okyanuslarını da içermektedir. Dolayısıyla AFRICOM görev sahasında dünyanın önemli deniz yolları da dâhil olmaktadır. Bundan dolayı AFRICOM, deniz taşımacılığı güvenliği ile ilgili projeler yürütmektedir. Bu projelerine 9 Avrupa, 15 Afrikalı müttefiki de dâhil olmuştur. Söz konusu güvenlik projesinde 7000’den fazla denizci vazife yapmakta ve idare ABD’nin 6. Filosuna aittir.[8]

AFRICOM faaliyet alanı içinde, CENTCOM’un vazifeli olduğu Orta Doğu operasyonlarına destek vermek de bulunmaktadır. Bu vazifenin ifa alanını, kanun dışı silah geçişlerinin ve terörist yapılanmalara sağlanan personelin sızmalarını engellenmesi oluşturmaktadır. Söz konusu faaliyet Cezayir, Burkina Faso, Çad, Mali, Moritanya, Nijer, Nijerya, Senegal, Tunus ve Fas’ın katılımıyla yürütülmektedir. Bu programda anılan ülkelerin personeli terörizmle mücadele için teçhiz edilmekte ve eğitilmektedir.[9] AFRICOM’un söz konusu faaliyetle Afrika Boynuzundan CENTCOM faaliyet alanına ya da CENTCOM faaliyet alanından Afrika kıtasına gerçekleşen sızmaları engelleme amacı taşımaktadır. Bu program ileride bahsedilecek Afrika Müşterek gücünden sonra askeri operasyonlara odaklanmış ikinci AFRICOM girişimidir.


AFRICOM’un önemli faaliyetlerinden biri de 19.yydan beri irtibatta olduğu Liberya ile ilgilidir. Bu program doğrudan Liberya ordusunun eğitimi ve geliştirilmesini amaçlamaktadır. ABD bu faaliyetiyle bölgedeki ileri karakolu olarak nitelendirilebilecek Liberya ordusunu eğitmekte ve adeta yeniden kurmaktadır. AFRICOM’a bağlı deniz piyadelerinin yönetiminde yürütülen bu programla 2006–2009 yılları arasında 2000 civarında Liberya ordusu personeli eğitilmiştir. Buna ek olarak ABD Liberya sahil güvenlik yapılanmasının oluşturulmasını da sağlamıştır.[10]


AFRICOM’un yönetiminde yürütülen bir diğer program da 2012 itibarıyla üçüncü yılına girmiş olan Afrika Deniz Taşımacılığı Kanun Uygulama programıdır. Bu çalışma çerçevesinde, ABD Afrika kıtasında gerçekleşen yasa dışı uyuşturucu ticareti ve insan taşımacılığını kontrol altına almaktadır. Amerikan deniz araçları ve personelinin kullanıldığı uygulamaların yoğunlaştığı bölgeler Sierra Leone ve Senegal’dir.[11]


AFRICOM, güvenlik ve yönetim programlarının layıkıyla yürütülebilmesi için Afrika genelinde eğitimler de vermektedir. Bu faaliyetleri kapsamında ABD, 2009 yılında yaklaşık 900 kadar askeri ve sivil öğrenciyi 19,8 milyon dolar sarf ederek eğitmiştir.[12] Amerika Birleşik Devletleri güvenlik programları haricinde AIDS’le mücadele kapsamında da Afrika kıtasında faaliyet göstermektedir.


AFRICOM Yapılanması
Kısaca anlatılmaya çalışılan bu faaliyetler AFRICOM çatısı altında birleşen ve küçük bir ordu olarak anlaşılabilecek bir yapılanma tarafından yürütülmektedir. Bu yapılanma içinde kara, hava, deniz unsurlarıyla birlikte, özel kuvvet yapılanması ve sahil güvenlik birimleriyle istihbarat ve psikolojik harekât birimleri de yer almaktadır. AFRICOM unsurları içinde ilk olarak değerlendirilecek kısım ABD’nin Afrika kara kuvvetleri olarak tanımlanabilecek olan U.S Army Africa (USARAF)’dır.


Anılan birim II. Dünya Savaşından sonra ilk olarak Southern European Task Force (SETAF) adıyla ABD-İtalya antlaşması gereği Camp Daryby’de kurulduktan kısa bir süre sonra İtalya Vicenza ve Verona’ya yerleştirilmiştir. SETAF’a 1972 yılında iki topçu grubunun eklenmesiyle görev alanı Yunanistan ve Türkiye’yi kapsayacak şekilde genişletilmiştir. SETAF’ın 3. Hava İndirme taburu ve 325. Piyade Alayı Mart 1991’de Irak’ın Kuzeyinde mukim bulunan Kürtlere insani yardım sağlanmasında da vazife yapmıştır. SETAF 1994 yılında anılan tabur ve alayı başta olmak üzere Ruanda’daki olaylara müdahale etmek üzere Afrika’da görevlendirilmiştir. SETAF Aralık 2008 itibarıyla AFRICOM’un kara kuvveti olarak görev yapmak üzere yeniden yapılandırılmıştır.[13]


AFRICOM deniz kuvvetleri gücü olarak ABD’nin 6. Filosu görevlendirilmiştir. Aslında 6. Filo 1946 yılında kurulmuş olan ve Afrika’nın batı kıyılarını da içine alan geniş bir görev alanına sahiptir.[14] 6. Filo 1958 Lübnan müdahalesi ve 1973 Yom Kippur Savaşında görev almış Afrika ve Akdeniz bölgesinde AFRICOM’un kuruluşundan çok daha önce varlık göstermiştir. 6. Filo’nun son faaliyeti 2011’de gerçekleşen Libya müdahalesidir. Bu vazifesi AFRICOM bünyesinde gerçekleşmiştir. 6. Filo yapısı açısında da uzun süreli operasyonlarda kendi kendine yetebilecek şekilde organize edilmiştir. Bünyesinde Görev Gücü 60 (Task Force 60) koduyla kariyerlerden tertip edilmiş grup, temel deniz gücünü sağlamaktadır. Bunun dışında Görev Gücü 61 koduyla amfibi saldırı grubu, Görev Gücü 62 koduyla deniz piyadesi keşif gurubu ve özel operasyonlar için Görev Gücü 64 koduyla bir başka birim bulunmaktadır.[15]


AFRICOM’un hava kuvvetini ABD 17. Hava Kuvveti oluşturmaktadır. Anılan kuvvet, 1953’de Fas Rabat’ta kurulmuştur. 17. Hava Kuvveti, kurulduğu dönemden itibaren Orta Doğu, Orta Avrupa ve Kuzey Afrika’da faaliyet göstermiştir. Bir dönem Almanya’daki Sembach Hava Üssünde konuşlu bulunan kuvvet 2007 yılının Şubat ayı itibarıyla görev alanı Afrika olarak belirlenmiştir.


AFRICOM bünyesinde deniz gücü olarak görev yapan 6. Filo haricinde deniz piyadelerinden oluşturulan Amerikan Deniz Piyadeleri Afrika Kuvveti bulunmaktadır. Deniz Piyadelerinin ABD operasyonlarının vazgeçilmez unsurlarından olduğu düşünülürse, Afrika kıtası ABD için operasyonel açıdan önem gösterilen bir alan olarak tanımlanabilir. Bu durum MARFORAF olarak kısaltılan Deniz Piyadeleri Afrika Kuvveti görev tanımlamasında, AFRICOM kurucuları diplomasi, zenginlik, güvenlik ve gelişim arasındaki ilişkiyi oldukça iyi anlamışlardır denmektedir.[16] 


Bu ilişkinin güvenlik ayağının geliştirilmesinde önemli bir görevin Amerikan deniz piyadelerine düşeceğini öngörmek mümkündür. AFRICOM’un bütün idari birimlerinin merkezi başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinde bulunmaktadır. Ancak Afrika Boynuzu birleştirilmiş müşterek görev gücü şeklinde Türkçeye tercüme edilebilecek kuvvet Afrika’da konuşlu bulunmaktadır. Bu kuvvet gerek konuşlu bulunduğu coğrafi alan gerek de görev niteliği açısından özelliği haiz olduğunda ayrıca ele alınacaktır.
Afrika Boynuzundaki Küçük Amerikan Silahlı Kuvvetleri İngilizce adı Combined Joint Operation Task Force-Horn of Africa olan birim, 1998 yılında Tanzanya Dar’üsselam ve 2001 terörist saldırılarına cevap verebilmek amacıyla 2002 yılında Aden Körfezinde USS Mount Withney savaş gemisiyle gönderilmeleri neticesi kurulmuştur.[17] Kuvvet AFRICOM’un Afrika Boynuzunda konuşlu olan küçük bir kopyası olarak değerlendirilebilir.


Afrika Boynuzu, CENTCOM faaliyet alının içine doğru uzanan bir çıkıntı şeklindedir. Bu yapısı nedeniyle Arap yarımadasına sızmaları kolaylaştırmaktadır. Bununla birlikte bu bölge Somali, Etiyopya, Cibuti, Eritre, Sudan gibi devlet otoritesinin son derece zayıf olduğu alanlarda faaliyet gösteren El Kaide’nin konuşlu olduğu alandır. Bu özelliklerinden dolayı ABD Afrika Boynuzuna özel önem göstermektedir. Kurulan komutanlık, yapısı ve faaliyetleri ile bölgede gerçekleşen olaylara anında müdahale edebilme imkân ve kabiliyetine sahiptir. Komutanlık, El Kaide faaliyetlerine silahla karşı koymaktan başka, bölgesinde bulunan ülkelerde, sağlık, eğitim gibi konularda sosyal projeler geliştirerek devletlerin ABD ile ilişkilerinde sempati uyandırmasını sağlayarak teröre olan desteklerini engellemeye çalışmaktadır.[18]


Ancak ABD’nin Afrika Boynuzu’nda gerçekleştirdiği İnsansız Hava Araçları saldırılarında ortaya çıkan sivil ölümleri bu sempatinin kazanılmasında önemli ve haklı bir engeli oluşturmaktadır. Ayrıca Afrika Boynuzu’ndan Yemen’e terörist geçişlerinin gerçekleştiği olaylarla Yemen ayaklanmaları ABD’nin söylem ve eylemlerinin birbirini tutmadığı bir alan olarak ortaya çıkmaktadır. Yemen olayları sırasında demokrasi, insan hakları, gelişmişlik vurgusu yaparak eski devlet başkanı Salih’i eleştiren ABD konu El Kaide olduğunda örgütle mücadele kaygısı taşıyarak yardımcısının devlet başkanı olmasını ve Salih iradesinin tüm ülke üzerinde etkile kalmasına göz yummuştur.


Sonuç
ABD zayıf devletlerin kendisi için sorun alanı haline geldiğini fark etmiş görünmektedir. Sorun alanları ABD’nin çıkarlarının bulunduğu yerlerde Washington’ın maddi ve manevi kazançlarını engellemektedir. ABD 90’lı yıllarda Afrika’da kendisine karşı yapılan saldırılarla sarsılmış ancak 11 Eylül saldırısı ile yeniden yapılanma içine girmiştir. Bu yaklaşımın sonucu olarak AFRICOM ‘u kurmuştur. Yazıda ortaya konmaya çalışıldığı gibi ABD’nin Afrika ile ilişkisi ve çıkarları 19. Yüzyıla kadar dayanmaktadır. Sistematik şekilde gelişim II. Dünya Savaşı ile başlamakta ve halen devam etmektedir. Bu yaklaşım içerisinde ABD âdemi merkeziyetçilik duruşuna Afrika’da karşı çıkmışa benzemektedir. Çünkü AFRICOM bölgede gerçekleştirdiği her eğitim ve sosyal faliyette güçlü devlet oluşturma çabası sarfetmektedir.

Terörle mücadele konusunda da ABD bölgesel gelişim ve değişimi açıkça ifade ettiği gibi kendi çıkarları doğrultusunda yürütmektedir. Afrika El Kaidesi olarak tanımladığı örgütle mücadele ederken, söz konusu örgütü engelleyebilecek yöneticileri demokrasi karşıtı olsa dahi desteklemiştir. Bu konudaki en önemli örnek Yemendir. Ülkede olayların gerçekleştiği dönemde alışılmış demokrasi ve insan hakları söylemleri ile öne çıkan ABD söz konusu kendi çıkarları olduğunda gerisini teferruat olarak kabul etmiştir. Bu durumun en somut örneği de Yemen eski devlet başkanı yerine yardımcısının getirilmesi ve Salih’in herhangi bir yaptırıma uğramamasıdır. Sonuç olarak ABD, yapmış olduğunu iddia ettiği insani faaliyetleri kendi çıkarları için yürütmektedir. Bu durum Afrika kıtası için de geçerlidir.


ÖZDEMİR AKBAL 12/06/2012

[1] Türkkaya Ataöv, Amerikan Emperyalizminin Doğuşu ve Gelişimi, İleri Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2007, s:28.
[2] David T. Zabecki, “North Africa”, http://www.pbs.org/thewar/
detail_5211.htm(08.06.2012)
[3] Major Thomas P. Odom,, Dragon Operations: Hostage Rescues in the Congo, 1964-1965, Combat Studies Institute, Kansas, s:25-45.
[4] Theresa Whelan, “Why AFRICOM”, Departmant of Defense, Washington, 2007, s:8.
[5] http://www.africom.mil/
getArticle.asp?art=3152&lang=0 (06.06.2012)
[6] http://www.africom.mil/AfricomFAQs.asp (01.06.2012)
[7] Francis Fukuyama, State Building Governance and World Order in The Twenty-First Century, Cornell Universty Press, London, 2004, s: 133-134.
[8]http://www.africom.mil/AfricomFAQs.asp (01.06.2012)
[9] A.g.k. (01.06.2012)
[10] A.g.k (01.06.2012)
[11] A.g.k. (01.06.2012)
[12] A.g.k (01.06.2012)
[13] http://www.usaraf.army.mil/history.html (06.06.2012.)
[14] http://en.wikipedia.org/wiki/United_States_Sixth_Fleet#cite_note-0(07.06.2012)
[15] A.g.k. (07.06.2012)
[16]http://www.marines.mil/unit/marforaf/Pages/mission.aspx (07.06.2012)
[17] COMBINED JOINT TASK FORCE — HORN OF AFRICA U.S. Africa Command,www.hoa.africom.mil.(01.06.2012)
[18] COMBINED JOINT TASK FORCE, www.hoa.africom.mil.(01.06.2012).








En son haber Türker Ertük'ten:


İKİYÜZLÜ BATI

Günümüzde Afrika kıtasının nüfusu 1 milyara yaklaşıyor ama bunun yarısı günde bir dolara yaşıyor. Üzerinde 56 devletin olduğu bu kıta dünyada açlığın en yüksek ve en yaygın olduğu yerdir.

Halbuki dünyadaki maden kaynaklarının yüzde 20’si bu kıtada. Stratejik olan ve nadir bulunan kıymetli madenler açısından bakarsak dünyanın en zengin bölgesi. Yer kürenin hidroelektrik potansiyelinin yüzde 40’ı burada. Afrika yeraltı su kaynakları bakımından da çok zengindir. Kıtanın diğer bir avantajı da zengin maden kaynaklarının işlenmemiş olmasıdır.

Afrika bu kadar zenginliklere sahip olmasına rağmen varlık içinde yokluk çekmekte. Bunun nedeni ise Batı’nın bu kıtadaki sömürgecilik ve emperyalist geçmişi, çıkar çatışmaları ve bunun tetiklediği bugünde devam eden bitmez tükenmez savaşlar ve darbeler.

Zengin kaynakları nedeniyle Afrika bugün de emperyalizmin daha da artan ilgisi altındadır. En başta ABD olmak üzere Batı’nın bu kıtaya ilgisi hegemonyanın ve sömürünün devamı içindir. Demokrasi, çatışmaların sonlandırılması, açlığın ve fakirliğin bitirilmesi asla söz konusu değildir.

Darbecileri koruma operasyonu

Geçen sene Mart’ta askeri eğitim ve öğretimini ABD’de almış 1973 doğumlu Yüzbaşı Amadou Haya Sanogo, Mali’de demokratik bir seçimle iktidara gelmiş Başkan Amodou Toumani Toure’ye karşı darbe yapar ve iktidara gelir.

Bunun üzerine Mali’nin kuzeyi isyan eder, içlerinde El Kaide bağlantılı grupların da bulunduğu İslamcı militanlar ülkenin üçte ikisini ele geçirirler, güneye doğru ilerlerler ve başkent Bamako’yı hedef alan askeri operasyon başlatırlar.

Bu gelişmeler nedeniyle 11 Ocak 2013’de Fransa kuzeydeki isyancılara veya daha doğru bir söylemle darbeye direnenlere karşı askeri harekat başlatır. Fransa’ya ait Mirage savaş uçakları ve Gazalle helikopterleri Mali’nin kuzeyini bombalamaya başlar ve hala devam etmektedir. Fransa’nın Mali’deki askeri harekatına başta ABD ve İngiltere olmak üzere Batı destek verir.

El Kaide yanlış zaman ve yerde savaşmaktadır. Suriye’de savaşan silah arkadaşları ABD, İngiltere ve Fransa’nın azami desteğini alırken burada savaşanlar bombalara maruz kalmaktadır. Burada önemli olan ne olduğunuzun değil işbirlikçi olup olmadığınızın önemli olduğudur.

Adaşına yardım etmedi
Mali’de bunlar olurken Orta Afrika Cumhuriyeti’nde tam tersi olmaktadır. Orta Afrika Cumhuriyeti Başkanı Francois Bozize ülkenin doğusu ve orta kısmında bazı şehirleri ele geçiren ve başkent Bangui’ye saldırmak isteyen isyancı Seleka Koalisyonu’na karşı Fransa ve ABD’den yardım ister fakat adaşı Francois Hollonde’da dahil olmak üzere yanıt olumsuz olur. Bozize’ye isyancılarla anlaşması tavsiye edilir.

Afrika’da olanların Ortadoğu’dan farkı yoktur. Hegemonyaya ve sömürüye direnmek cezalandırılmayı gerektirmektedir. Direnç gösteren demokrat veya diktatör hiç fark etmez mutlaka başına felaket getirilir, İşbirliği yapan ise yüceltilir!

Afrika Birliği tamamen ABD’nin güdümüne girmiş durumdadır. ABD tarafından silahlandırılan, finanse edilen ve yönetilen 17 bin Afrikalı asker Somali’de bulunmaktadır. ABD Afrika’da üsler zinciri kurmaktadır. ABD Özel Kuvvetleri, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ( Eski adı Zaire ), Uganda, Güney Sudan ( Batı’nı desteği ile 2011’de Sudan’dan ayrıldı ) ve Orta Afrika Cumhuriyeti’nde çok aktif olup görünürde Tanrı’nın Direniş Ordusu ( Lord Resistance Army ) adlı Ugandalı gerilla lideri Joseph Kony’i aramaktadır.

ABD isyanın arkasında
Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde M23 ( 23 Mart Hareketi ) isimli isyancı grup ülkenin doğusunda bazı şehirleri ele geçiriyor ve başkent Kinşasa’yı tehdit ediyor. Birleşmiş Milletler ( BM ) raporlarına göre M23’ün arkasında ABD var.

Merak ediyor musunuz? Niçin ABD nüfusu 71 milyon, yüzölçümü Türkiye’nin üç katı büyüklüğünde, 1960’da Belçika’dan bağımsızlığını kazanmış, resmi dili Fransızca olan Orta Afrika ülkesi Demokratik Kongo Cumhuriyeti ile bu kadar yakından ilgileniyor?
Tabi ki nedenler duygusal değil. Demokratik Kongo Cumhuriyeti özellikle stratejik ve nadir bulunan madenler bakımından çok zengin. Sadece birkaç örnek verirsek; dünyadaki elmasın yüzde 30’u ve Koltan’ın yüzde 80’i bu ülkede. Koltan madeninden niyopyum ve tental üretiliyor. Bunlar cep telefonu, play station, bilgisayar ekranı gibi ileri teknoloji içeren ürünlerde kullanılıyor. Bu ham maddelere Çin’in de çok ihtiyacı var.

Afrika’daki savaşları, darbeleri, karşı darbe girişimlerini, isyanları, emperyalist müdahaleleri ve bu kıta üzerinde de gelişen ABD-Çin soğuk savaşını daha iyi anlayabilmeniz için ABD Enerji Bakanlığı ( U.S.Department of Energy ) tarafından çıkarılan ve her yıl güncellenen ve internet vasıtası ile erişebileceğiniz Kritik Malzeme Stratejisi ( Critical Materials Strategy ) dokümanına göz atmanız yeterlidir. Bu tür dokümanların gizli eklerinin de olduğunu bilmenizi isterim.

Halen Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görevli olan Tümamiral Semih Çetin’in yeni çıkan “ Bir ihanetin öyküsü “ kitabını okumanızı öneririm.

Saygılar sunarım.
Türker Ertürk 22.01.2013


***