Translate
Hollanda etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hollanda etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
25 Aralık 2014 Perşembe
NOEL BABA / SANTA CLAUS / NARDUGAN / CHRiSTMAS ....
Hollanda'daki Sinterklaas ve yardımcısı “Zwarte Piet” her yıl 5 Aralık’ta İspanya’dan gelir, etrafta gezinir, çocuklarla konuşur , dertlerini, dileklerini dinler ve hediyelere boğar. Zamana ayak uydurmuş ve değişime uğramıştır. Hiç sorgulanmaz, halbuki bu geleneğin arkasında farklı bir hikaye yatar.
Aziz Nicholas ve Myra:
Aziz Nicholas, İmparator Konstantin döneminde ( 324-337) Myra'da piskopos olarak görev yapmıştır. Çocukları koruma, sevindirme, denizcileri kurtarma, kayıp eşyaları bulma, fakirleri doyurma, parasız olanları evlendirme, gelecekten bilgi verme gibi pek çok mucizesi anlatılagelir. Mucizeleriyle ünlenen St. Nikolaos, Likya kenti Patara'da doğmuş ve 343 yılında 6 Aralık'ta Demre'de vefat etmiş ve oraya gömülmüştür.
MS.808’de Arap istilacılar mezarı yok etmek ister, ancak başka bir rahibin mezarını dağıtırlar. 1087'ye gelindiğinde ise Haçlı seferleri başlamıştır ve bir grup İtalyan tüccar, mezarını açarak, ağır kokulu mür içinde korunan kemikleri yağmalayıp Bari kentine götürürler. 1997 yılında Türkiye resmi bir başvuru yapıp, Aziz Nicholas'ın kemiklerinin iadesini ister. Lakin İrlandalı tarihçi Philip Lynch kemiklerin Bari'den İrlanda'ya taşındığını söyler , buna istinaden de Avrupalı tarihçiler nerede olduğunu tartışmaya başlar. Ama bu teorinin hiçbir gerçekliği yoktur. Amaçları azize sahiplenmek olarak gözükse de, iade etmek istememelerinden de kaynaklanıyor olabilir. Yani hala Türkiye dışındadır.
Türkler ve Nardugan:
Tanrı Ülgen, insanların koruyucusu; sakallı ve kaftan giymiş olarak sarayında oturur , geceyi, gündüzü ve güneşi yönetir. Bir çok uygarlıkta görüldüğü gibi gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece, gündüzle savaşır ve gün geceye galip çıkar. Güneşin tekrar dorukta olmasına da “Yeni Doğum” denir, yani Türk kültüründeki Nardugan "Doğan Güneş" Bayramı'dır. Ülgen aynı zamanda ateşi de getirmiştir, aynı Prometheus gibi, ateşin ışık olması gibi...Kendisine bir de Beyaz bir Kısrak kurban edilir...
"Bu kavram ve sembollerin tamamı eski Türk Kültüründen alınmadır. Eski Türk Kültüründe “Ülgen” diye uhrevi varlık kavramı vardır. Ülgen, Tanrısal bir varlıktır. İyiliğin sembolüdür. Onun karşısında ki şeytani varlık ise “Erlik” tir...Eski Türk efsanelerine göre, kaftan giymiş ihtiyar Ulgen, evin çatısına kadar yükselen muazzam çam ağacının bittiği bölgede bulunmaktadır. O, tüm mevsimlerde bembeyaz uzun sakalı ve kaftanı ile dolaşır ve 25 Aralık’ta eski Türkler, Ülgen’e dualar eder.
Türkler Gök Tanrı inancını kabul ettikten sonra dahi, 25 Aralık’ı yılın en büyük bayramı-Tanrı’nın doğuş günü olarak kutlamışlardır. Avrupa’ya giden Hunlar da 25 Aralık tarihini bayram olarak kutluyordu. Türklerin bu milli bayramı, daha sonra Batı Kültürüne geçti ve Hıristiyanlaştı. Netice itibari ile 25 Aralık’ta Türkler, Ülgen’i beklerlerdi. "
Noel Baba Geleneği - Prof.Dr.Erhan Arıklı - detaylı:
Bir de Dionysos / Bacchus vardır, Anadolu'ludur, Doğuludur kendisi, Yunan tanrı panteonuna sonradan girmiştir, bu yüzden Zeus'tan ikinci kez doğurulmuştur, kabullenilsin diye. Anatanrıça Kybele'nin himayesi altındadır. Üzümden şarap yapmasını öğrenir ve öğretir, “ilk öküzü sabana koşan” tanrı olarak da anılır. 25 Aralık'ta bir bakireden doğmuş, Titanlar tarafından öldürülmüş, 25 Mart'ta tekrar dirilmiştir. 25 Aralık ışığın geceye zaferi ise 25 Mart'ta Baharın uyanışı, Nevruz'dur. Mart'ın 21.günü Bahar ekinoksu'dur ve 25 Aralık Türklerde nasıl kutsal bir günse, 21 Mart'ta yılın ilk günüdür....Hepsi de tanıdık değil mi. Bakire'den doğma, ölme ve tekrar dirilme...sembollerinden asma, leopar, keçi, aslan, yılan ve boğa...
İmparator Konstantin zamanında İznik'te toplanan birinci Ekümenik Konsül, halkı Hıristıyanlığa yakınlaştırmak için, güçlü bir kültü bulunan ve 22 - 25 Aralık'ta güneşin doğumu için yapılan Dionysos kutlamalarını, İsa'nın doğumu olarak 24 Aralık'ta kutlama kararını alır, buna da "Noel Bayramı" derler. Batı kilisesi ise 25 Aralık'ta kutlar, ki Hz.İsa'nın doğumu, sünneti, vaftizi bazı kiliselerde hala 6 Ocak'tır!...
Diğer yandan Nisan ayında kutladıkları Paskalya Bayramı'da Nevruz'dur...Hz.İsa'nın yeniden diriliş haftasıdır. Direkler süslenir, ateşler yakılır. Ve diğer Müslüman ülkelerde olmamasına rağmen sadece Türkiye'de kutlanan "Kutlu Doğum Haftası" ise bazı kötü niyetli çevrelerce Paskalya Haftasıyla aynı haftaya denk getirilmiştir, ki bunu özellikle bir "kişiye" bağlayamak isteyenlerde vardır. Müslümanlar için şirktir bu, dini temeli olmayan bid'at'tır.. (detaylar için bkz.Yaşar Nuri Öztürk, Süleyman Ateş)
Biz yine Noel Baba'ya dönelim,
Haçlı seferleri ile batıdan gelen hıristiyanlar Anadolu’da karşılaştıkları bir çok gelenek ve görenekleri ülkelerine götürmüşlerdir, ki Avrupa aslında bu gelenek ve göreneklere de yabancı değildir. İskit, Hun, Kıpçak gibi Türk boyları ile gelenek ve görenekler zaten Avrupa'dadır. İskandinav'yada tanrı ve ata sayılan Odin, Şaman inancındaki at kurban etmek, at ile uçmak, göğe yükselmek gibi 8 bacaklı uçan beyaz atı Sleipnir ile, çocuklara hediyeler ve şekerlemeler dağıtır. Güneş gibi parıldayan bir gözü vardır, Ülgen gibi o da bilgedir, zaferi getirendir, yeryüzüne ve gökyüzüne hakimdir, Ülgenin elindeki yıldırımlar gönderen yayı gibi, Odin'de bir yıldırımlar tanrısıdır. Elindeki mızrak ise bilgelik uğruna hayat ağacından kopardığı bir daldır. Büyücülüğü ve Şamanizmi de simgeler. Odin ve halkı As Türklerindendir.
Germenler ise 21 Aralık'ta kötülüğü kovalar , ışığı selamlar. Bu ritüel İskit ve Hunlardan onlara geçmiştir. "Işık" Sol İnvuctus'tur , Helios'tur, Apollo'dur, Aplu'dur, Ra'dır, Ülgen'dir, Odin'dir....ama aynı zamanda Hz.İsa'da bir Işıktır....Yenilmez Güneş'tir O. Noel ise Latince Natalis'ten gelir ve doğum, doğan, doğurulan ile ilgilidir, belki de kökeninde Nardugan vardır. Natalis Fransızca Noel olmuş ve dünyaya yayılmıştır.
St. Nicholas'ın her yıl çocuklara hediye dağıttığını öğrenen ve Alsace’tan gelen Sebastian Brant isimli bir Fransız , 1494 te Noel gecesinde eşeğinin küfelerine doldurduğu yiyecek ve hediyeleri çocuklara dağıtmayı adet edinmiştir ve evinin penceresine astığı çam dallarını da elmalarla süslemeyi ihmal etmemiştir. Aslında yanlış meyveyi seçmiştir, onlar özünde Nar'dır. Nar hem meyve olarak bereketi, hem de kelime anlamıyla güneşi simgeler. Elma olsaydı Havva ile Adem'i temsil ederdi, ki bazı kaynaklarda Elma yasak meyvedir, cennetten kovuluş sebebidir, kötülüğü simgeler. Eğer o elma ise çam ağacına asılamazdı, çünkü Hz.İsa, yeniden doğuş ve iyilikler ile bir tezat ortaya çıkar.
Eski Türk inancında, yerin göbeği sayılan ve yeryüzünün tam ortasında bir "akçam ağacı" denilen “hayat ağacı” vardır. Dualar, yakarışlar tanrıya gitsin diye, ağacın altına küçük hediyeler, isteklerini dile getiren ikonlar konulur, dallarına çaput bağlanarak dilek dilenirdi. Dışarıda, açık havada gerçekleşen bu gelenek, içeriye taşınmış ve Çam ağacı kurma / süsleme geleneğine dönüşmüştür . Doğaya meydan okuyan, ölmeyen, yaprak dökmeyen Çam, ölümsüzlüğü simgeliyordu, göğe yakınlığı sebebiyle ucunda tanrı oturuyordu. Ağaç süsleme geleneği Sümer/Kengerlilerde de vardı. Yani Hıristiyanlıktaki Noel Ağacıyla hiçbir ilgisi yoktu.
Ayrıca Türklerde ağaç kovuğundan türeme efsaneleri de mevcuttu. Mesela; "Uygur Türeyiş Destanı’ndaki ağaçtan türeme motifinde de ağacın kovuğu ana rahmine benzetilmiştir. Ağaçtan türeme ve ağacın ata formu olarak tanınması Türklerde çok eski bir inançtır. Kayın Ana Layin Ata, Türk sözlü anlatı geleneğindeki ana motiflerden birisidir." -Y.Kalafat ... ."Uygur destanlarının Çin rivayetine göre, gökten ağaca inen mucizevî ışık ile ağaç hamile kalır ve Uygurların atasını oluşturur."- Köprülü...Yani Ağaç kutsaldı....
Türk kültüründe bir de Ayaz Ata vardır, Soğuk Han'dır, Kış Babası'dır, kışın ortaya çıkar kimsesizlere ve açlara yardım eli uzatır. Torunu Kar Kızı, Kar Güzeli de hediyeler dağıtır. Tıpkı bugünkü Noel Baba gibi...
Avrupadayız yine:
Noel/Christmas, 15.yy. Avrupa'da yayılmaya başladığı yıllarda, Saint Nicholaas-Sinterklaas'a dönüşerek Hollandalılar arasında farklı bir geleneğe dönüştü. Hollanda'da çocuklar ayakkabılarını 5 Aralık’ta hazır eder, gerçek St.Nicholas’ın ölüm yıldönümü olan 6 Aralık’ta hediyelerine kavuşurdu. Ayrıca bir zamanlar zenginlerden toplanan yardımlar da fakirlere ve yetimhanelere dağıtılırdı.
Sinterklaas'ın kıyafeti , bazı yönlerden üst düzey katolik piskoposların kıyafetine çok benzer. 33 düğmeli kırmızı bir pelerin giyer ve elinde ucu spiral şeklinde altından bir asası vardır. Düğmeler İsa’nın 33 yaşında çarmıha gerilmesini temsil eder - diğer yandan kırmızı Pelerin Toga'yı andırır ve elindeki asa da dahil hep Etrüsklerden geçmedir, asa, bilgelik ve sonsuzluk demektir.
Etrüskler hakkında: link / link
St.Nicholas/Sinterklaas Hollanda'ya İspanya'dan yardımcısı Zwarte Piet ile gemiyle gelir.
Hollanda ile İspanya arasında süre gelen "Tachtigjarige Oorlog" (1568-1648) Seksenyıl Savaşı'nda Katolik kilisenin bakısı çok yoğun bir şekilde hissedilir.
Bu süreçte Vatikan , Latin Haçlı seferlerinde, haçlılar tarafından yağmalanmış Myra/Demre St.Nicholas'ın eşyalarına sahiptir ve tabii ki geleneği de öğrenmiştir. Bu aziz saydıkları kişiyi fakirler üzerinde kullanarak , protestan olan halkı katoliklerin yanına çekme girişimlerine başlarlar. Sinterklaas kutlaması Protestanlar arasında itirazlara sebep olur ve kaldırılmasını isterler. Hatta 1600'lü yıllarda bazı yerlerde ayakkabı koymak, Sinterklaas'ı hatırlatan eşyalarının satılması gibi şeyler yasaklanır. Martin Luther bile karşı çıkmıştır. Ama bir çok yerde, kamu alanlarında olmasa bile gelenek gizlice evlerde yerine getirilir. 1895' e gelindiğinde okullarda yasaklanması görüşülürken , 20.yüzyılın başında artık işler çığırından çıkmıştır ve herkes kutlamalara katılır.
Hollanda da köle ticareti, 1621'de Hollanda Batı Hindistan Şirketi'nin (WIC) kurulmasıyla başlar. WIC gemileri, başlangıçta hükümet izniyle savaşan korsan gemisi statüsüyle gönderilir ve İspanyol-Portekiz donanmasıyla savaşmak amacıyla sefere çıkar.
Hollandalılar, köle tüccarı ve sömürge gücü olarak Atlantik bölgesinde önemli siyasi oyuncu konumuna gelirler. 1730 yılına kadar WIC, köle ticaretinde Hollanda tekelini elinde tutar. Daha sonra, 1720 yılında kurulan Middelburg Ticari Şirketi, WIC'ye rakip olarak Rotterdam ve Amsterdam'da açtığı çeşitli köle pazarları ile köle pazarlayan en büyük Hollanda şirketi olur. Yaklaşık 1770 yılında, Hollanda köle ticareti yıllık ortalama altı bin köle nakliyle en yüksek noktasına ulaşır. Daha sonraki yıllarda bu sayı hızlı düşüşe geçer.
18.yüzyılın sonunda, köle ticaretine karşı muhalefet oluşmaya başladı. İngilizlerin baskısıyla 1814 yılında köle ticareti yasaklandı. Fakat Hollanda, Avrupa'da bu yasağı en son uygulamaya koyan ülkelerden biri olarak, ancak 1 Temmuz 1863 yılında kölelerin özgürlüğünü tanıdı.
1850'li yıllarda köleliğin bitirileceği söylentileri tabiki yayılmıştı. Eğitmen olan Jan Schenkman birkaç sene önce yazılmış olan …"beyaz saçlı, yaşlı bir adamın, ölüm döşeğinde kölesinin oğlunu azat ettiğini" anlatan bir hikayeden esinlenerek "Sint Nicolaas en zijn Knecht" (Aziz Nikolas ve onun Uşağı / hizmetlisi) isimli çocuk kitabını yazdı.
Bu kitaptan sonra yazılmış yeni kitaplar ; "Het feest van Sint Nicolaas" (Aziz Nikolas'ın bayramı) ile "Pieter" (genelde erkek kölelere verilen ad: Pieter) , 1895 yılında da “Zwarte” Piet ( Siyah Piet - Pieter'ın kısaltılmışı) Hollandalı çocuklarla tanıştırıldı. Sinterklaas’ın yardımcısı olan Piet, 2.Dünya Savaşı’ndan sonra kalıcı bir yere sahip olmuştur.
Hollandalılar, 80 Yıl Savaşları ile İspanyollardan ve Katoliklerden hoşnut değillerdir. Sinterklaas ile Zwarte Piet beraberce, kutlamalar için İspanya’dan gemiyle gelir. Hem Katolik kilisesinden hem de İspanyollardan intikamlarını almışlardır.
Zwarte Piet köleliği temsil eder ve bunu İspanyollara yamayarak, "Köle ticareti yapan biz değiliz, onlar" diyerek, her ne kadar dünyada köle ticaretinde ilkler arasında yer alsalarda, kendi geçmişlerini yeni nesile aktarmazlar ve İspanyolları küçük düşürürler ve başlarında da Katolik kıyafetler içinde bir beyaz vardır, o da "efendiyi" temsil eder. Bugün içinse ırkçılık olarak algılandığından kaldırılması düşünülüyor, hatta bazı yerlerde Piet figürü tamamen ortadan kaldırılmıştır.
Sinterklaas’ın Amerika’ya gidişi:
1620'lerde Avrupa'dan ABD’ye yerleşmek için gelen "koloniler" aylarca süren yolculuktan dolayı yorgun, hasta ve aç bir şekilde karaya çıkarlar. Kızılderililer onları karşılar, yiyecek verir, hindi avlamasını, mısır ekmesini öğretir. Lakin, 1637 de Massachusset Koloni Valisi John Winthrop Kızılderililer ile savaşıp güvenli bir şekilde dönen adamları için Şükran Günü kutlaması yapar, ki silahlarını bırakmış, hıristiyanlığı seçmiş 600-700 erkek, kadın ve çocuk Yerliyi öldürülmüşlerdir.
Bayramın kökeni ilk başlarda Kızılderili ve ilk kolonicilerin ortak düzenledikleri bir hasat yemeği olarak görülse de, günümüzde Kızılderili unsurlardan ayrışarak, yalnız aile ve tanrıya adanan bir hal almıştır. Bunun yanında "Şükran Günü" Kızılderililer için bir YAS Günü'dür.
Hindi, Amerika'daki Şükran Günü'nün (Thanksgiving Day) geleneksel yemeğidir ve “hindi “ geleneği Avrupa ‘daki “domuz ” geleneğini bastırarak yerini alır. 1863 yılında Başkan Lincoln Şükran gününü ulusal bayram olmasını önerir, ancak bu öneri yıllar sonra, 1941 yılında ulusal bayram olarak ilan edilir ve Kasım ayının son perşembesinde kutlanır.
17.yüzyılda Hollandalıların Amerika'ya göçmesiyle Sinterklaas geleneği de onlarla birlikte buraya yerleşmiştir. Amerikalılar 1776 da İngilizlere karşı "bağımsızlıklarını" kazandıktan sonra, Avrupa kültürünü bir kenara bırakıp kendi kültürlerini yaratmak istediler ve bir çok şeyi “Amerikanlaştırdılar”. Bunlardan biri de Sinterklaas yani Santa Claus geleneği idi.
Noel kutlaması ile Sinterklaas birleştirilerek “Santa Klaus” yani “Noel Baba” yaratıldı ve İspanya’dan değil Kuzey Kutbundan geliyordu.! Amerikalıların buradaki amacı "Kuzey Kutbunda hak iddia etme" savaşıdır.
Zwarte Piet’ler Amerikan İç Savaşını hatırlattığı için Elf’lere, cücelere dönüştürülmüştür. Kasım ayının son haftasında Şükran Günü kutlaması sebebiyle 5 Aralık çok yakın bir tarih olduğundan, ayrıca kendi kültürlerini yaratma arzusundan dolayı Noel Baba 24 Aralık gecesine taşınmıştır. Hem Noel ile İsa’yı anarlar, hem de Santa Klaus ile çocukları “Dini Bayram” a alıştırırlar.
19.yüzyıla gelindiğinde Amerika ve Kanada’da Santa Klaus hakkında hikayeler , şiirler, yazılar çoğalır ve ulusal olarak kutlanmaya başlanır.
İsveç asıllı Amerikalı sanatçı Haddon Sundblom, 1930'larda Coca Cola firması için, 1822'lerde yazılmış bir kitaptan esinlenerek, bir ikon hazırlar ve bugünün Santa Claus görüntüsünü yaratır, popüler olur. Burada bir pazarlama taktiği de vardır. Santa Claus sevilen bir figürdür, böylece Coca Cola'da pazarını büyütür. Bazı yerlerde söylenildiği gibi de onu bulanlar cocacolacılar falan değildir. Yani, Amerika'ya ilk kez Hollandalı göçmenler getirmiştir , 1930 yılından sonra ise Noel Baba'yı Cocacola firması kullanmaya başlamıştır.
Adı bile Hollandaca Sinterklaas'tan Santa Claus'a dönüşmüştür. Sint/Sinter Aziz demektir, ki Klaas'ta Nicholas'tan devşirmedir. Noel Baba'nın Hollandaca ismi ise Kerstman'dır ve Christus' tan gelir . Sinterklaas 5 Aralık'ta kutlanırken, Kerstman 24-25 Aralık'ta kutlanır. Amerikalıların Noel Babası Avrupa'ya geri gelmiş ve Kerstman olmuştur.
Noel’in ekonomik yönünün, 1950’lerden bu yana gittikçe önem kazanması, anlamını kaybedip ticari bir anlam kazanması kilise tarafından endişeyle karşılanmaktadır. Noel bugün nüfusunun yüzde 60'ından fazlası tanrıya inanmayan İngiltere, Fransa gibi ülkelerde bile coşkuyla kutlanmaktadır. Hatta Müslüman ülkelere bile sıçramıştır. Hristiyan çevreler ise Noel'in bir alışveriş ve hediye bayramı haline gelmesinden, çocukların Noel Baba'ya, İsa'dan daha fazla önem vermesinden kaygı duymaktadırlar.
Çocuklarımızın bilinç altında bıraktığı etki ise çok daha büyüktür !
Mutlu ve Sağlıklı Yıllar Dilerim
SB.
ek:
Myra / Demre Aziz Nicholas gezginlerden anı:
“ Aziz Nicolaus hazretleri kilisede hemen öne çıkan bir figürdür. Aziz’in Anadolu’da Myra’daki türbesinden aldığım topraktan küçük bir miktarın şimdi yanımda bulunmaması ne yazık! Papaz için çok uygun bir armağan olabilirdi ”
(Charles Robert Cockerell, 1812, İtalya’da Mezzojuso adlı Arnavut köyünde).
“ Aziz Nikolaos’un Myra’daki mezarı, sayısız hac yolculuğunun merkezi oldu, ve Osmanlılar da ona dualarında yer vermeyi ihmal etmediler. Bazı Latinler, gizlice Likya kıyısına gelerek Myra’da ve manastırda Müslümanların baskısından kimse kalmadığını anladıktan sonra, St.Nikola’nın gömülü olduğu Syon Manastırı’na gelmişler ve orada mezarın bekçiliğini yapan inzivaya çekilmiş üç kişi bulmuşlar ve ‘Eski Roma’nın Papa’sı tarafından gönderildiklerini, orada gömülü olan şahsa yaraşır bir şekilde emniyet altına alınması amacıyla oradan taşınması için görevlendirildiklerini’ söyleyip, bunları kandırarak ve para vererek mermer lahdi kırıp açmışlardı. Lahdin içinde yine mermerden bir kavanoz bulmuşlar ve bunun yarısına kadar temiz, yağa benzer bir madde varmış. Kısacası iskeleti çok temiz bir sandığa koyarak 20 Nisan 1087 tarihinde oradan götürdüler”
(M.Charles Texier, 1833 – 1834).
gezginler Prof.Nevzat Çevik'ten alıntılanmıştır.
Etiketler:
Amerika,
Dionysos,
ETRÜSKLER,
Hayat Ağacı,
Hollanda,
HUNLAR,
kızılderililer,
kültür,
myra,
nardugan,
noel baba,
paskalya,
santa claus,
şükran günü,
türk,
ülgen
15 Ekim 2012 Pazartesi
BETREKKİNG TUSSEN NEDERLAND EN TURKİJE
2. Het Osmaanse Rijk speelde een grote rol bij de onafhankelijkheid van de Republiek der Zeven Verenigde Nederlanden door militair, financieel, economisch en diplomatiek steun te verschaffen aan de Nederlanders.
3. De leus ‘Liever Turks dan paaps’ staat symbool voor de Nederlandse sympathie voor de Turkse Osmanen die ontstond door de tolerantie die binnen het Osmaanse Rijk heerste jegens andersgelovigen, zoals protestanten en joden.
4. De Nederlands-Turkse betrekkingen uit de zeventiende en achttiende eeuw krijgen te weinig aandacht in het Nederlandse onderwijssysteem. Het lijkt wel alsof men het niet wil weten.!
5. Met Abraham Kuyper, maar ook daarvoor, is er geprobeerd het beeld van de Osmaanse Turken te verstoren door ze te portretteren als “bloeddorstige vernielers en bedreigers van de christelijke cultuur”. Dit proces is succesvol gebleken, zo blijkt uit het heden. (Abraham Kuyper, Om de Oude Wereldzee, Amsterdam 1907 & René Bakker, Luc Vervloet, Antoon Gailly, Geschiedenis van Turkije, Amsterdam 1997, p. 71)
6. De Nederlandse koningin Wilhelmina was in 1923 één van de eerste vorsten die de betrekkingen met de Republiek Turkije liet doorgaan en zelfs president Atatürk een persoonlijke felicitatie stuurde voor zijn successen in de Turkse Onafhankelijkheidsoorlog (1919-1923).
7. De verstoring van de huidige internationale betrekkingen tussen Turkije en Nederland heeft alles te maken met de houding van Nederland en het rechtse, anti-Turkse klimaat dat er heerst.
8. De Nederlandse weigering om de PKK (Partiya Karkeren Kurdistan) als terreurorganisatie te erkennen, ondanks overweldigend bewijs dat het (Nederlandse) burgers vermoordt, afperst en chanteert, moet gezien worden als ‘een stok achter de deur’ tegen Turkije.
9. Met het erkennen van Zuid-Cyprus, maar tegelijkertijd ontkennen van Noord-Cyprus, lijkt Nederland, beïnvloed door anti-Turkse sentimenten, definitief partij te hebben gekozen tegen Turkije.
10. Het gebruik van de Armeense kwestie als propagandamiddel tegen Turkse toetreding tot de Europese Unie, terwijl er voldoende bewijs is dat er van ‘genocide’ geen sprake was, kan afgedaan worden als Nederlands hypocrisie en subjectiviteit.
11. Het gebruik van bewezen subjectieve bronnen, zoals Toynbee en Lepsius, door Ton Zwaan geeft aan dat er momenteel nog steeds mensen zijn die koste wat het kost Turkije in een negatief daglicht proberen te stellen.
Armand Sag 2009
Historicus and Turkoloog (kendi sayfası)
30 Haziran 2012 Cumartesi
AFRİKA’ NIN PAYLAŞIMI VE ABD İLE AFRİCOM
![]() |
1913 yılında Afrikadaki Avrupa hakimiyeti |
Berlin'de "Afrika'nın bölüşülmesi"nin (scramble for Africa) son pazarlıkları ve antlaşması yapıldı. Paylaşım uygulamada zaten olmuştu. Koca toprak parçasının hemen hemen bütünü bölüşüldü. Eski sınırlar değişti, uluslar bölündü, kaynaklar paylaşıldı. Bu yağma tam 177 budunsal ya da ekinsel topluluğu ortasından karpuz keser gibi bölüp parçaladı. Bu nedenle, Afrika haritasında cetvel konup çizilmiş gibi düz sınırlar çoktur.
Düz çizgilerin istisnaları da var. Örneğin, şimdi Namibya denen, ama Birinci Dünya Savaşı öncesinde Alman Güney-Batı Afrikası diye bilinen toprağın bir ucu doğuya doğru parmak gibi uzuyordu; bugün bağımsız Namibya olan bu ülkede sınır hâlâ böylesine yapaydır. "Caprivi Uzantısı" denen bu ekleme bir Alman birliğinin kuzey-doğuda o zamanki Alman sömürgesi Tanganyika ile birleşebilmek için o yönde yürümesi ve yol boyunca kurduğu derme çatma birkaç karakola bayrak çekmesiyle oluşmuştu. Uzantının adı Bismarck'tan sonra Almanya Şansölyesi (1890-94) olan Kont Leo Caprivi'den ötürüydü. Afrika'nın ortasındaki elmas zenginliklerini tekelinde toplamış olan Cecil Rhodes adlı bir İngilizin adı da (Kuzey ve Güney Rodezyalar diye) iki sömürgeye birden verildi. Uluslarla birlikte kimi yerli aileler bile bölündüler.
Eski ulusun bir parçası, bu kez, dilini bilmediği, inançları farklı ve belki de geçmişinde savaş yaşadığı başkalarıyla aynı sınırlar içine itildi. Gene aynı ulusun bir bölümü sonunda İngilizce öğrenip yabancı paralardan pound ekonomik birimine, öteki bölümü de Fransızca öğrenip franc para yaşantısına sokuldu. Üstelik, aynı ulusun bir parçası Protestan, öteki Katolik kiliselerine yönlendirildi. Kimi devletler rakiplerine daha fazla toprak, nüfus ya da ürün gitti diye, bunların karşılığında başka vurgunlar istediler ve aldılar. Öyle ki, örneğin, içinde tek bir Alman olmayan, daha da öte tek bir beyazın bile henüz girmediği Ruanda Almanya'ya verildi.
Sömürgeciliğin ve emperyalizmin sonuçları her Afrika ülkesinde uzun yıllar görüldü; bağımsızlıktan sonra bugün bile görülmektedir. Güney Afrika, anakaranın ilk sömürgeleşen koca parçasıydı. O çevredeki beyaz azınlığın ırkçı buyurganlığı ancak 1994 gibi oldukça yakın bir tarihte sona erdi. Oraya özgü olan beşikten mezara ırk ayrımının (apartheid) merkezi Güney Afrika Birliği'ndeydi (sonra Cumhuriyeti'nde), ama bu eksen çevredeki Angola, Botswana, Lesotho, Mozambik, Zambiya ve Zimbabwe gibi ülkeleri hem askerî gücüyle hem de ABD ve İsrail gibi ırkçı dostlarıyla baskısı altına almıştı. Denetim alanı anakaranın %40'ını kapsıyordu. Angola'daki iç savaş 2004'e değin sürdü, Mozambik ancak 1992'de bağımsız oldu. Batı emperyalizminin tohumlarını atıp bilerek geliştirdiği ırkçılıktan ötürü 1.5 milyon insan öldü ve bu olay çevre ülkelerine toplam 45 milyar dolara patladı.
Batı'nın Afrika'da ve benzeri yerlerde "uygarlaştırıcı" bir görevi, etkisi ve uygulaması olduğu gene emperyalist çevrelerde sorumsuzca yazılıp söylenmiştir. Sömürgecilik ve emperyalizm doğaları gereği istediğini şiddet, baskı, korkutma, saldırı, sömürü, acımasızlık, ırkçılık, buyurganlık, kan dökme ve yasa-dışılıkla elde etmiştir. Afrika'da bulunmuş hiçbir Batı devleti kendini bu suçlamadan kurtaramaz. Güney Afrika'ya yerleşen Hollanda-kökenli Afrikanerler'in toprak hırsızlığı, İngiliz-destekli Rhodes mafyasının acımasızlıkları, Britanya'nın Doğu Afrika'da Kenya'da ve Batı Afrika'da Altın Kıyısı'nda en iyi toprakları ele geçirmesi, Fransa'nın Madagaskar Adasındaki kıyımları, Portekizlilerin Angola ve Mozambik'teki haydutluğu ve kan dökümü, özellikle Fransızların Afrikalıları boğazı tokluğuna askere alıp kendi savaşlarında cepheye sürmeleri, İtalyanların Etiyopya'da zehirli gaz kullanmaları, İspanyol faşist komutanlığının anayurttaki demokratik cumhuriyeti yıkmak için buradan ordular götürmesi ve Almanların kendi silâhlı güçleriyle Güney-Batı Afrika'da Hererolar'a karşı 20'nci yüzyılın ilk soykırımını yapmış oldukları bilinmesi gereken gerçeklerdendir.
![]() |
Afrika'ya bir yılan gibi sarılmış olan Belçika Kralı Léopold. |
Kongo'yu ele geçirmiş olan Belçika Kralı İkinci Léopold (1835-1909) özel temsilcisi (sözde gezgin) Stanley'nin girişimleriyle Kongo'yu önce kendine bağlamış ve ceza yöntemlerinden biri olarak yerlilerin ellerini bileklerinden kesmek gibi acımasızlıkları yaptığı, bu arada 20 milyon nüfusun yarısını öldürmüş olduğu anlaşılınca, kendi devletinin birkaç katı olan bu kişisel sahipliğindeki geniş toprakları ölümünden ancak bir yıl önce (1908'de) "Belçika Kongosu" adıyla devlete bırakmıştı. ABD emperyalizminin uygulayıcıları da, Asya'da Filipinler'de, Lâtin Amerika'da ve Hawaii gibi Okyanusya adalarında az bilinen ama benzer haydutluk ve kıyımın sorumlularıydılar. Batılılar Afrika'da gördükleri maymunlarla yerli halk arasında bir fark olmadığını düşünüyor, onlara da hayvan muamelesi yapıyorlardı.
Yerlilere yapılan muameleler genelde öteki beyazlara yapılmıyordu. Batılılar birbiriyle çekişiyor, giderek savaşıyor, ama birbirilerini maymun sınıfına sokmuyorlardı. Nedeni benliklerinin derinliğinde yer etmiş ırkçılık ve beyazları Tanrı'nın üstün olarak yarattığına ilişkin kemikleşmiş inançlarıydı. Onlara göre, tüm canlıların, bu arada üç anakaranın da, efendileri Batı'da yaşayanlardı. Belçika Kralının acımasızlığı üstüne 1904'de hazırlanan yazanak bile bu Batı yönetiminin "doğuştan aşağılık" olan Kongoluları beyaz adamın "uygarlaştırıcı görevini" yerine getirmek için bu türlü tavır ve uygulamaların gerekli ve yararlı olduğunu ileri sürüyordu. Kongo "ancak bu yoldan çağdaş uygarlık yoluna girebilecek ve onlar için doğal olan yabanıllıktan kurtulabilecekti."
Batılı emperyalistler adam yerine koymadıkları yerlileri askere alıp kendi amaçları için başkalarıyla vuruşturduklarından, Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı başkenti İstanbul işgâl altındayken Fransız kuvvetlerinde "Senegalliler" denen Afrikalılar, üstlerinden aldıkları buyruklara uyarak sokakta gördükleri Türklere "tavuk öyle taşınmaz" diye "uygarlık dersleri" vermeğe kalkıyorlardı. İkinci Dünya Savaşı'nda da İngilizler 374.000, Fransızlar da 80.000 Afrikalıyı cephelere sürdüler. Batılılar Afrikalıların yalnız topraklarının ve kaynaklarının değil, paylaşım savaşlarında sömürge halkının canlarının da peşindeydi.
Batı'nın Afrika sömürgelerindeki genel siyaseti, başka yerlerde olduğu gibi, "böl ve hükmet" ilkesiydi. Önce sınırları diledikleri gibi değiştirmişler, kendilerine uygun duruma sokmuşlardı. Bu süreçte ulusların, kabilelerin ve ailelerin bölünmeleri onları rahatsız etmedi. Ancak, kendilerini yabancıların zorla kabul ettirdikleri yepyeni çatıların altında buldular. Bundan böyle birdenbire "Kuzey Rodezya", "Fildişi Kıyısı" ya da "Ruanda" denilen yerde yaşamağa başladılar. Oysa, Yoruba, Aşanti ya da Hutu'ydular. Onların devletleri de söz gelişi Mandinka, Borno, Sokoto ya da başka bir şeydi.
Yabancı yerlilerin kendi devletlerini ortadan kaldırdığına göre, Afrikalı kendi kimliğini ister istemez çekirdek kabilesinde buldu. Sınırları değişmiş olan yeni sömürge birimine ısınamadığı için de bu kimliğine yapıştı kaldı. Günümüze taşınan bu "kabilecilik" anlayışı, daha önemlisi, kabileler-arası çatışmalar, iç savaş ve kimi yerlerde soykırım emperyalizmin ektiği tohumların sonucudur. Önceleri devletleri de olan Afrikalılar bölüne bölüne bir türlü uluslaşamamıştır. Oysa, ulus-devlet toplum gelişmesinin din, mezhep, tarikat, ırksal ya da budunsal köken gibi farklılaşmaların üstesinden gelen yüksek bir aşamasıdır.
Yabancılar Afrika'nın bu değişen görünümünde karakollarını gerekli her yerde kurdular, ama ailelerin başlarını en verimli topraklar üstünde dışa kapalı yerlere soktular. Buraları, onlara göre, bir tür tropik cennetlerdi. Özellikle İngiliz sömürgelerinde kişi başına dünyanın her yerleşim bölgesinden daha fazla (büyük olasılıkla Hollywood dışında) yüzme havuzu düşüyordu. Her yabancı ailenin çok düşük ücretle çalıştırdıkları kapı, mutfak ve bahçe işçileri vardı. Beyazların pek azı yatağını düzeltir, tabak yıkar, çiçek sulardı. Dışarıdan gelenlerin yaşamlarını bugün de sürdürdükleri Afrika kentlerinde bu iş bölümü hâlâ sürüyor. Onların villalarının arkasında yalnız soğuk sulu, banyosuz, buzdolapsız ve sobasız, tüm çocuklarıyla doluştukları söz-gelimi nohut büyüklüğünde tıkış-tepiş hizmetçi odaları günümüzde de göze çarpar. Beyaz yönetimin herhangi bir aşamasındaki yabancı görevlinin yaşam koşulları kendi anayurtlarında en varlıklılarınkine benzer. Sonraki kuşaklardan onlara benzemek isteyen kimi yerliler de bu üst tabakaya özendiler, başkanlarından som altından "taht" yaptıranlar çıktı.
Dışarıdan gelen yabancıların aynı sömürge sınırları içinde, ama değişik yörelerde ve bambaşka koşullarda yaşamak zorunda oldukları yerlilerle ortak yanları yoktu. Kimlikleri farklıydı ve aralarına genelde aşılmaz duvarlar örülmüştü. Yabancıya boyun eğenler her türlü temizlikçi, çocuk bakıcı, as rütbede asker, sıradan işlerde yazman ve günlük çevirmen olabilirlerdi. Bu durumda, yerliyle yabancının kurduğu yönetim arasında birliktelik olsa olsa en alt düzeydeydi. Afrikalı için gene budunsal köküne dönmekten başka çıkar yol görünmüyordu. Ayrıca, Avrupalı işgâlci yeni toprağın yönetiminde kendine yardımcı olmak üzere, azınlıklardan birini ya da ikisini seçti. Bu seçim geri kalanlarda, özellikle çoğunluğu oluşturanlarda, tepkiler yarattı. Böylesine bir seçim yeni topluma bağlılığı da yok etti ya da zayıflattı. Bu koşullarda Afrikalının kendini dar budunsal kökeninin içine sokmağa çalışması uzun erimde bir çıkar yol değildi. Çözüm olmayan bu seçenek onların yakalarını bağımsızlıktan sonra bile bırakmadı. Aşiret, tarikat, mezhep, ırk ve budunsal köken arayışlarının dar kalıbı onları günümüzde de sürüp giden kanlı iç çatışmalara sürükledi. Bu yüzden, gün gelip ufukta bağımsızlık gözükünce, devlet ulusal birliğin değil, koca toplum içinde topluluklardan birinin, hem de oldukça sık azınlıkta olanın egemenliği altında kaldı. Onların içinden çıkmış birkaç yönetici de sömürge döneminden bir dizi ayrıcalıklara sarılmak gibi yanlış dersler alarak yetişmişlerdi.
Afrikalılar bu süreci kabullenip ağızlarını bile açmadılar mı? Amharalar, Aşantiler, Şonalar, Zulular ve benzerleri ayaklanıp sert çıkışlar yaptılar. Ancak, yabancıların ellerinde üstün silâhlar vardı. Dinyayıcılarının önünde duran İncil'e bakıp yumuşayanlar, tüccarın ödediği aylıkla yetinenler ve yabancı askerin elinde silâhı görüp ürkenler işbirliği yoluna saptılar. Aydın önderliğinin bu yönden de zayıfladığına tanık olan sıradan Afrikalı kendini kabile kişiliğiyle bir tutmağa daha da yaklaştı. Ulusal kurtuluş akımları, bu uğurda kurulan siyasi partiler, hattâ bağımsızlıktan sonra yeni devleti yönetmek için öne çıkanların (kuşkusuz tümü değil, ama) kimileri belirli bir ırk ya da budunsal kümenin temsilcileri oldular.
Sanki yeni hükümetin görevi tüm ulusu geliştirip yüceltmek değil, yönetenin bağlı olduğu bir azınlığın desteğini sürdürmekti. Bu durumda, iktidardakiler koltuklarına sımsıkı yapışırken, siyasetin dışında kalanlar sık sık darbeler denediler. Buyurganın muhalefete geçmek ya da bir köşeye çekilmek işine gelmediği gibi, onun çevresinde kenetlenmiş iktidar ağı böyle bir değişime genelde zaten izin vermiyordu. Nijerya'da Biafra Savaşı ve Ruanda'da soykırım gibi kanlı olaylar kökleri sömürgeci dönemde yatan bu kanlı çatışmaların bağımsızlıktan sonra ne büyük bedellere patladığını gösteriyor. Bu sonuç Avrupalıların geçen yüzyılda uyguladıkları siyasetten doğmaktadır. Sömürge döneminin kalıntıları yaşadığımız bu yıllarda da açıkça görülüyor.
PROF.DR.TÜRKKAYA ATAÖV
*****
ABD VE AFRİKA
ABD'nin Afrika’ya Uzanan Eli: U.S. AFRICOM
ABD’nin 2007’de oluşturduğu yeni bir komutanlık olan Afrika Komutanlığı, kara kıta olarak bilinen Afrika’da Amerika’nın çıkarlarını savunmak üzere kurulmuştur. Amerikalılar tarafından U.S. AFRICOM olarak ismi kısaltılan Afrika Komutanlığı, ABD’nin tanımlanmış dokuz muharip ve altı bölgesel komutanlığından biridir. Bu yazıda Afrika Komutanlığının faaliyetleri ve Afrika ile ilişkileri ele alınmaya çalışılacaktır.
AFRICOM’a Kadar ABD-Afrika İlişkileri
ABD kıtaya James Monroe döneminde siyasi ilişkiler açısından ilgi duymaya başlamıştır. Amerikan Kolonileştirme Derneği (American Colonisation Society) 1820’de sayılarının 2,500 civarında olduğu düşünülen köle grubunu bugün Liberya olarak bilinen ülkeye yerleştirmiştir. Bu grubun 1847’de bağımsızlığını ilan ederek özgürlük kelimesinden türetilmiş Liberya adıyla ülkelerini kurmaları ve başkentlerine Monroe’dan esinlenerek Monrovia adını vermeleri ABD’ye bir minnet gösterisi olmuştur. Bu gelişmelerin ardından ABD 1862 yılında Liberya ile imzladağı antlaşma uyarınca ülkenin anayasal düzenini ve bağımsızlığını koruma görevini üstlenmiştir.[1]
Amerika’nın Afrika Kıtası ile bağlarının II. Dünya Savaşına kadar oldukça azaldığı söylenebilir. Ancak II. Dünya Savaşında Amerika günümüzde de devam ettirmeye çalıştığı askeri ve ekonomik gücüne sahip olacağı faaliyetleri yürütmüştür. ABD’nin Afrika’ya askeri olarak girmesi, İngiliz kuvvetlerinin, Kuzey Afrika’da Alman ve İtalyanlara karşı yürüttüğü savaşa destek verme amacıyla olmuştur. Meşale Operasyonu (Operation Tourch) ile[2] askeri anlamda bölgeye ayak basan Amerikalılar savaş sonrası dönemde de Afrika’daki faaliyetlerini sürdürmüştür.
ABD’nin Afrika ilgisi Soğuk Savaş döneminde SSCB-ABD mücadelesi olarak ortaya çıkmıştır. Kongo’da gerçekleşen ABD-SSCB çekişmesi bu durumun önemli örneklerinden biri sayılabilir. ABD, Belçikalıları destekleyerek Kongo’daki muhtemel SSCB hâkimiyetini kırmıştır.[3]
Zira Kongo, dünyanın sayılı kobalt, bakır ve elmas kaynaklarına sahip bir ülkedir. ABD’nin Reagen döneminde 14 Nisan 1986’da Libya’ya hava saldırısı düzenlenmesine daha sonra da 31 Mayıs 1996’da Liberya’ya operasyon düzenlenmesine sebep olmuştur. AFRICOM’un kurulmasından önce ABD’nin önemli Afrika müdahalelerinden biri de Somali’de gerçekleşmiştir. Somali’de bulunan petrol kaynaklarının ABD müdahalesi için ilgi çekici olduğu söylenebilir. Pek çok araştırmacı ABD yanlısı eski devlet başkanı Said Barre’nin Conoco, Chevron, Amoco gibi şirketlere önemli ayrıcalıklar tanımasını dikkate değer bulmaktadır. Somali El Kaide’nin ortaya çıkışıyla Eş Şebab örgütü üyelerinin konuşlandığı bir ülke durumuna gelmiştir. Eş Şebab, El Kaide’nin bir uzantısı olarak 2006’da adını duyurmaya başlarken, Africom da 2007 yılında teşkilatlandırılmıştır.
AFRICOM’un Kuruluşu
AFRICOM, özellikle 11 Eylül sonrası terör odaklı politikalar geliştiren ABD’nin Afrika’daki çıkarlarını daha iyi ve organize bir şekilde koruyabilmek için oluşturduğu bir komutanlıktır.[4] AFRICOM’un kurulmasına dair emir 6 Şubat 2007 tarihinde dönemin ABD başkanı Bush tarafından verilmiştir.[5] ABD’nin yereli güçlendirme stratejisi AFRICOM’un görev sahası içinde geçerli kılınmıştır. Bu anlayışa göre AFRICOM, El Kaide tehlikesini önlemek ya da azaltmak, önemli Afrika ülkelerinin askeri ve yönetim kapasitelerini artırmak, sivil idarenin yasalara karşı saygılı davranmasını sağlamak gibi görevleri üstlenmiştir.[6]
ABD, bu komutanlık ile Afrika kıtasında modern çağda yeri olmadığı bazı kesimlerce iddia edilen bir ulus ve devlet inşası sürecine girmek zorunda kalmıştır. Bu süreçte AFRICOM aracılığıyla Afrika’daki milletlere eğitim verilmekte çeşitli sosyal yardımlar yapılmaktadır. Böylece Fukuyama’nın tespit ettiği gibi devletler, terörizmden uzak durarak ekonomilerini geliştirme şansı yakalayacaktır.[7] Elbette ki bu gelişim ve değişim yukarıda da belirtildiği gibi ABD’ye uyum sağlamış ve ABD çıkarları doğrultusunda hareket edecek ülkeler için geçerlidir. Aksi halde kendi kendini geliştirmek isteyen devletlerin bu yardım programlarına alınma ihtimalleri oldukça zayıftır.
AFRICOM’un Faaliyetleri
AFRICOM faaliyet alanı Mısır hariç tüm Afrika kıtasını kapsamaktadır. Bu görev sahasını Atlantik ve Hint Okyanuslarını da içermektedir. Dolayısıyla AFRICOM görev sahasında dünyanın önemli deniz yolları da dâhil olmaktadır. Bundan dolayı AFRICOM, deniz taşımacılığı güvenliği ile ilgili projeler yürütmektedir. Bu projelerine 9 Avrupa, 15 Afrikalı müttefiki de dâhil olmuştur. Söz konusu güvenlik projesinde 7000’den fazla denizci vazife yapmakta ve idare ABD’nin 6. Filosuna aittir.[8]
AFRICOM faaliyet alanı içinde, CENTCOM’un vazifeli olduğu Orta Doğu operasyonlarına destek vermek de bulunmaktadır. Bu vazifenin ifa alanını, kanun dışı silah geçişlerinin ve terörist yapılanmalara sağlanan personelin sızmalarını engellenmesi oluşturmaktadır. Söz konusu faaliyet Cezayir, Burkina Faso, Çad, Mali, Moritanya, Nijer, Nijerya, Senegal, Tunus ve Fas’ın katılımıyla yürütülmektedir. Bu programda anılan ülkelerin personeli terörizmle mücadele için teçhiz edilmekte ve eğitilmektedir.[9] AFRICOM’un söz konusu faaliyetle Afrika Boynuzundan CENTCOM faaliyet alanına ya da CENTCOM faaliyet alanından Afrika kıtasına gerçekleşen sızmaları engelleme amacı taşımaktadır. Bu program ileride bahsedilecek Afrika Müşterek gücünden sonra askeri operasyonlara odaklanmış ikinci AFRICOM girişimidir.
AFRICOM’un önemli faaliyetlerinden biri de 19.yydan beri irtibatta olduğu Liberya ile ilgilidir. Bu program doğrudan Liberya ordusunun eğitimi ve geliştirilmesini amaçlamaktadır. ABD bu faaliyetiyle bölgedeki ileri karakolu olarak nitelendirilebilecek Liberya ordusunu eğitmekte ve adeta yeniden kurmaktadır. AFRICOM’a bağlı deniz piyadelerinin yönetiminde yürütülen bu programla 2006–2009 yılları arasında 2000 civarında Liberya ordusu personeli eğitilmiştir. Buna ek olarak ABD Liberya sahil güvenlik yapılanmasının oluşturulmasını da sağlamıştır.[10]
AFRICOM’un yönetiminde yürütülen bir diğer program da 2012 itibarıyla üçüncü yılına girmiş olan Afrika Deniz Taşımacılığı Kanun Uygulama programıdır. Bu çalışma çerçevesinde, ABD Afrika kıtasında gerçekleşen yasa dışı uyuşturucu ticareti ve insan taşımacılığını kontrol altına almaktadır. Amerikan deniz araçları ve personelinin kullanıldığı uygulamaların yoğunlaştığı bölgeler Sierra Leone ve Senegal’dir.[11]
AFRICOM, güvenlik ve yönetim programlarının layıkıyla yürütülebilmesi için Afrika genelinde eğitimler de vermektedir. Bu faaliyetleri kapsamında ABD, 2009 yılında yaklaşık 900 kadar askeri ve sivil öğrenciyi 19,8 milyon dolar sarf ederek eğitmiştir.[12] Amerika Birleşik Devletleri güvenlik programları haricinde AIDS’le mücadele kapsamında da Afrika kıtasında faaliyet göstermektedir.
AFRICOM Yapılanması
Kısaca anlatılmaya çalışılan bu faaliyetler AFRICOM çatısı altında birleşen ve küçük bir ordu olarak anlaşılabilecek bir yapılanma tarafından yürütülmektedir. Bu yapılanma içinde kara, hava, deniz unsurlarıyla birlikte, özel kuvvet yapılanması ve sahil güvenlik birimleriyle istihbarat ve psikolojik harekât birimleri de yer almaktadır. AFRICOM unsurları içinde ilk olarak değerlendirilecek kısım ABD’nin Afrika kara kuvvetleri olarak tanımlanabilecek olan U.S Army Africa (USARAF)’dır.
Anılan birim II. Dünya Savaşından sonra ilk olarak Southern European Task Force (SETAF) adıyla ABD-İtalya antlaşması gereği Camp Daryby’de kurulduktan kısa bir süre sonra İtalya Vicenza ve Verona’ya yerleştirilmiştir. SETAF’a 1972 yılında iki topçu grubunun eklenmesiyle görev alanı Yunanistan ve Türkiye’yi kapsayacak şekilde genişletilmiştir. SETAF’ın 3. Hava İndirme taburu ve 325. Piyade Alayı Mart 1991’de Irak’ın Kuzeyinde mukim bulunan Kürtlere insani yardım sağlanmasında da vazife yapmıştır. SETAF 1994 yılında anılan tabur ve alayı başta olmak üzere Ruanda’daki olaylara müdahale etmek üzere Afrika’da görevlendirilmiştir. SETAF Aralık 2008 itibarıyla AFRICOM’un kara kuvveti olarak görev yapmak üzere yeniden yapılandırılmıştır.[13]
AFRICOM deniz kuvvetleri gücü olarak ABD’nin 6. Filosu görevlendirilmiştir. Aslında 6. Filo 1946 yılında kurulmuş olan ve Afrika’nın batı kıyılarını da içine alan geniş bir görev alanına sahiptir.[14] 6. Filo 1958 Lübnan müdahalesi ve 1973 Yom Kippur Savaşında görev almış Afrika ve Akdeniz bölgesinde AFRICOM’un kuruluşundan çok daha önce varlık göstermiştir. 6. Filo’nun son faaliyeti 2011’de gerçekleşen Libya müdahalesidir. Bu vazifesi AFRICOM bünyesinde gerçekleşmiştir. 6. Filo yapısı açısında da uzun süreli operasyonlarda kendi kendine yetebilecek şekilde organize edilmiştir. Bünyesinde Görev Gücü 60 (Task Force 60) koduyla kariyerlerden tertip edilmiş grup, temel deniz gücünü sağlamaktadır. Bunun dışında Görev Gücü 61 koduyla amfibi saldırı grubu, Görev Gücü 62 koduyla deniz piyadesi keşif gurubu ve özel operasyonlar için Görev Gücü 64 koduyla bir başka birim bulunmaktadır.[15]
AFRICOM’un hava kuvvetini ABD 17. Hava Kuvveti oluşturmaktadır. Anılan kuvvet, 1953’de Fas Rabat’ta kurulmuştur. 17. Hava Kuvveti, kurulduğu dönemden itibaren Orta Doğu, Orta Avrupa ve Kuzey Afrika’da faaliyet göstermiştir. Bir dönem Almanya’daki Sembach Hava Üssünde konuşlu bulunan kuvvet 2007 yılının Şubat ayı itibarıyla görev alanı Afrika olarak belirlenmiştir.
AFRICOM bünyesinde deniz gücü olarak görev yapan 6. Filo haricinde deniz piyadelerinden oluşturulan Amerikan Deniz Piyadeleri Afrika Kuvveti bulunmaktadır. Deniz Piyadelerinin ABD operasyonlarının vazgeçilmez unsurlarından olduğu düşünülürse, Afrika kıtası ABD için operasyonel açıdan önem gösterilen bir alan olarak tanımlanabilir. Bu durum MARFORAF olarak kısaltılan Deniz Piyadeleri Afrika Kuvveti görev tanımlamasında, AFRICOM kurucuları diplomasi, zenginlik, güvenlik ve gelişim arasındaki ilişkiyi oldukça iyi anlamışlardır denmektedir.[16]
Bu ilişkinin güvenlik ayağının geliştirilmesinde önemli bir görevin Amerikan deniz piyadelerine düşeceğini öngörmek mümkündür. AFRICOM’un bütün idari birimlerinin merkezi başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinde bulunmaktadır. Ancak Afrika Boynuzu birleştirilmiş müşterek görev gücü şeklinde Türkçeye tercüme edilebilecek kuvvet Afrika’da konuşlu bulunmaktadır. Bu kuvvet gerek konuşlu bulunduğu coğrafi alan gerek de görev niteliği açısından özelliği haiz olduğunda ayrıca ele alınacaktır.
Afrika Boynuzundaki Küçük Amerikan Silahlı Kuvvetleri İngilizce adı Combined Joint Operation Task Force-Horn of Africa olan birim, 1998 yılında Tanzanya Dar’üsselam ve 2001 terörist saldırılarına cevap verebilmek amacıyla 2002 yılında Aden Körfezinde USS Mount Withney savaş gemisiyle gönderilmeleri neticesi kurulmuştur.[17] Kuvvet AFRICOM’un Afrika Boynuzunda konuşlu olan küçük bir kopyası olarak değerlendirilebilir.
Afrika Boynuzu, CENTCOM faaliyet alının içine doğru uzanan bir çıkıntı şeklindedir. Bu yapısı nedeniyle Arap yarımadasına sızmaları kolaylaştırmaktadır. Bununla birlikte bu bölge Somali, Etiyopya, Cibuti, Eritre, Sudan gibi devlet otoritesinin son derece zayıf olduğu alanlarda faaliyet gösteren El Kaide’nin konuşlu olduğu alandır. Bu özelliklerinden dolayı ABD Afrika Boynuzuna özel önem göstermektedir. Kurulan komutanlık, yapısı ve faaliyetleri ile bölgede gerçekleşen olaylara anında müdahale edebilme imkân ve kabiliyetine sahiptir. Komutanlık, El Kaide faaliyetlerine silahla karşı koymaktan başka, bölgesinde bulunan ülkelerde, sağlık, eğitim gibi konularda sosyal projeler geliştirerek devletlerin ABD ile ilişkilerinde sempati uyandırmasını sağlayarak teröre olan desteklerini engellemeye çalışmaktadır.[18]
Ancak ABD’nin Afrika Boynuzu’nda gerçekleştirdiği İnsansız Hava Araçları saldırılarında ortaya çıkan sivil ölümleri bu sempatinin kazanılmasında önemli ve haklı bir engeli oluşturmaktadır. Ayrıca Afrika Boynuzu’ndan Yemen’e terörist geçişlerinin gerçekleştiği olaylarla Yemen ayaklanmaları ABD’nin söylem ve eylemlerinin birbirini tutmadığı bir alan olarak ortaya çıkmaktadır. Yemen olayları sırasında demokrasi, insan hakları, gelişmişlik vurgusu yaparak eski devlet başkanı Salih’i eleştiren ABD konu El Kaide olduğunda örgütle mücadele kaygısı taşıyarak yardımcısının devlet başkanı olmasını ve Salih iradesinin tüm ülke üzerinde etkile kalmasına göz yummuştur.
Sonuç
ABD zayıf devletlerin kendisi için sorun alanı haline geldiğini fark etmiş görünmektedir. Sorun alanları ABD’nin çıkarlarının bulunduğu yerlerde Washington’ın maddi ve manevi kazançlarını engellemektedir. ABD 90’lı yıllarda Afrika’da kendisine karşı yapılan saldırılarla sarsılmış ancak 11 Eylül saldırısı ile yeniden yapılanma içine girmiştir. Bu yaklaşımın sonucu olarak AFRICOM ‘u kurmuştur. Yazıda ortaya konmaya çalışıldığı gibi ABD’nin Afrika ile ilişkisi ve çıkarları 19. Yüzyıla kadar dayanmaktadır. Sistematik şekilde gelişim II. Dünya Savaşı ile başlamakta ve halen devam etmektedir. Bu yaklaşım içerisinde ABD âdemi merkeziyetçilik duruşuna Afrika’da karşı çıkmışa benzemektedir. Çünkü AFRICOM bölgede gerçekleştirdiği her eğitim ve sosyal faliyette güçlü devlet oluşturma çabası sarfetmektedir.
Terörle mücadele konusunda da ABD bölgesel gelişim ve değişimi açıkça ifade ettiği gibi kendi çıkarları doğrultusunda yürütmektedir. Afrika El Kaidesi olarak tanımladığı örgütle mücadele ederken, söz konusu örgütü engelleyebilecek yöneticileri demokrasi karşıtı olsa dahi desteklemiştir. Bu konudaki en önemli örnek Yemendir. Ülkede olayların gerçekleştiği dönemde alışılmış demokrasi ve insan hakları söylemleri ile öne çıkan ABD söz konusu kendi çıkarları olduğunda gerisini teferruat olarak kabul etmiştir. Bu durumun en somut örneği de Yemen eski devlet başkanı yerine yardımcısının getirilmesi ve Salih’in herhangi bir yaptırıma uğramamasıdır. Sonuç olarak ABD, yapmış olduğunu iddia ettiği insani faaliyetleri kendi çıkarları için yürütmektedir. Bu durum Afrika kıtası için de geçerlidir.
ÖZDEMİR AKBAL 12/06/2012
[1] Türkkaya Ataöv, Amerikan Emperyalizminin Doğuşu ve Gelişimi, İleri Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2007, s:28.
[2] David T. Zabecki, “North Africa”, http://www.pbs.org/thewar/
detail_5211.htm(08.06.2012)
[3] Major Thomas P. Odom,, Dragon Operations: Hostage Rescues in the Congo, 1964-1965, Combat Studies Institute, Kansas, s:25-45.
[4] Theresa Whelan, “Why AFRICOM”, Departmant of Defense, Washington, 2007, s:8.
[5] http://www.africom.mil/
getArticle.asp?art=3152&lang=0 (06.06.2012)
[6] http://www.africom.mil/AfricomFAQs.asp (01.06.2012)
[7] Francis Fukuyama, State Building Governance and World Order in The Twenty-First Century, Cornell Universty Press, London, 2004, s: 133-134.
[8]http://www.africom.mil/AfricomFAQs.asp (01.06.2012)
[9] A.g.k. (01.06.2012)
[10] A.g.k (01.06.2012)
[11] A.g.k. (01.06.2012)
[12] A.g.k (01.06.2012)
[13] http://www.usaraf.army.mil/history.html (06.06.2012.)
[14] http://en.wikipedia.org/wiki/United_States_Sixth_Fleet#cite_note-0(07.06.2012)
[15] A.g.k. (07.06.2012)
[16]http://www.marines.mil/unit/marforaf/Pages/mission.aspx (07.06.2012)
[17] COMBINED JOINT TASK FORCE — HORN OF AFRICA U.S. Africa Command,www.hoa.africom.mil.(01.06.2012)
[18] COMBINED JOINT TASK FORCE, www.hoa.africom.mil.(01.06.2012).
En son haber Türker Ertük'ten:
İKİYÜZLÜ BATI
Günümüzde Afrika kıtasının nüfusu 1 milyara yaklaşıyor ama bunun yarısı günde bir dolara yaşıyor. Üzerinde 56 devletin olduğu bu kıta dünyada açlığın en yüksek ve en yaygın olduğu yerdir.
Halbuki dünyadaki maden kaynaklarının yüzde 20’si bu kıtada. Stratejik olan ve nadir bulunan kıymetli madenler açısından bakarsak dünyanın en zengin bölgesi. Yer kürenin hidroelektrik potansiyelinin yüzde 40’ı burada. Afrika yeraltı su kaynakları bakımından da çok zengindir. Kıtanın diğer bir avantajı da zengin maden kaynaklarının işlenmemiş olmasıdır.
Afrika bu kadar zenginliklere sahip olmasına rağmen varlık içinde yokluk çekmekte. Bunun nedeni ise Batı’nın bu kıtadaki sömürgecilik ve emperyalist geçmişi, çıkar çatışmaları ve bunun tetiklediği bugünde devam eden bitmez tükenmez savaşlar ve darbeler.
Zengin kaynakları nedeniyle Afrika bugün de emperyalizmin daha da artan ilgisi altındadır. En başta ABD olmak üzere Batı’nın bu kıtaya ilgisi hegemonyanın ve sömürünün devamı içindir. Demokrasi, çatışmaların sonlandırılması, açlığın ve fakirliğin bitirilmesi asla söz konusu değildir.
Darbecileri koruma operasyonu
Geçen sene Mart’ta askeri eğitim ve öğretimini ABD’de almış 1973 doğumlu Yüzbaşı Amadou Haya Sanogo, Mali’de demokratik bir seçimle iktidara gelmiş Başkan Amodou Toumani Toure’ye karşı darbe yapar ve iktidara gelir.
Bunun üzerine Mali’nin kuzeyi isyan eder, içlerinde El Kaide bağlantılı grupların da bulunduğu İslamcı militanlar ülkenin üçte ikisini ele geçirirler, güneye doğru ilerlerler ve başkent Bamako’yı hedef alan askeri operasyon başlatırlar.
Bu gelişmeler nedeniyle 11 Ocak 2013’de Fransa kuzeydeki isyancılara veya daha doğru bir söylemle darbeye direnenlere karşı askeri harekat başlatır. Fransa’ya ait Mirage savaş uçakları ve Gazalle helikopterleri Mali’nin kuzeyini bombalamaya başlar ve hala devam etmektedir. Fransa’nın Mali’deki askeri harekatına başta ABD ve İngiltere olmak üzere Batı destek verir.
El Kaide yanlış zaman ve yerde savaşmaktadır. Suriye’de savaşan silah arkadaşları ABD, İngiltere ve Fransa’nın azami desteğini alırken burada savaşanlar bombalara maruz kalmaktadır. Burada önemli olan ne olduğunuzun değil işbirlikçi olup olmadığınızın önemli olduğudur.
Adaşına yardım etmedi
Mali’de bunlar olurken Orta Afrika Cumhuriyeti’nde tam tersi olmaktadır. Orta Afrika Cumhuriyeti Başkanı Francois Bozize ülkenin doğusu ve orta kısmında bazı şehirleri ele geçiren ve başkent Bangui’ye saldırmak isteyen isyancı Seleka Koalisyonu’na karşı Fransa ve ABD’den yardım ister fakat adaşı Francois Hollonde’da dahil olmak üzere yanıt olumsuz olur. Bozize’ye isyancılarla anlaşması tavsiye edilir.
Afrika’da olanların Ortadoğu’dan farkı yoktur. Hegemonyaya ve sömürüye direnmek cezalandırılmayı gerektirmektedir. Direnç gösteren demokrat veya diktatör hiç fark etmez mutlaka başına felaket getirilir, İşbirliği yapan ise yüceltilir!
Afrika Birliği tamamen ABD’nin güdümüne girmiş durumdadır. ABD tarafından silahlandırılan, finanse edilen ve yönetilen 17 bin Afrikalı asker Somali’de bulunmaktadır. ABD Afrika’da üsler zinciri kurmaktadır. ABD Özel Kuvvetleri, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ( Eski adı Zaire ), Uganda, Güney Sudan ( Batı’nı desteği ile 2011’de Sudan’dan ayrıldı ) ve Orta Afrika Cumhuriyeti’nde çok aktif olup görünürde Tanrı’nın Direniş Ordusu ( Lord Resistance Army ) adlı Ugandalı gerilla lideri Joseph Kony’i aramaktadır.
ABD isyanın arkasında
Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde M23 ( 23 Mart Hareketi ) isimli isyancı grup ülkenin doğusunda bazı şehirleri ele geçiriyor ve başkent Kinşasa’yı tehdit ediyor. Birleşmiş Milletler ( BM ) raporlarına göre M23’ün arkasında ABD var.
Merak ediyor musunuz? Niçin ABD nüfusu 71 milyon, yüzölçümü Türkiye’nin üç katı büyüklüğünde, 1960’da Belçika’dan bağımsızlığını kazanmış, resmi dili Fransızca olan Orta Afrika ülkesi Demokratik Kongo Cumhuriyeti ile bu kadar yakından ilgileniyor?
Tabi ki nedenler duygusal değil. Demokratik Kongo Cumhuriyeti özellikle stratejik ve nadir bulunan madenler bakımından çok zengin. Sadece birkaç örnek verirsek; dünyadaki elmasın yüzde 30’u ve Koltan’ın yüzde 80’i bu ülkede. Koltan madeninden niyopyum ve tental üretiliyor. Bunlar cep telefonu, play station, bilgisayar ekranı gibi ileri teknoloji içeren ürünlerde kullanılıyor. Bu ham maddelere Çin’in de çok ihtiyacı var.
Afrika’daki savaşları, darbeleri, karşı darbe girişimlerini, isyanları, emperyalist müdahaleleri ve bu kıta üzerinde de gelişen ABD-Çin soğuk savaşını daha iyi anlayabilmeniz için ABD Enerji Bakanlığı ( U.S.Department of Energy ) tarafından çıkarılan ve her yıl güncellenen ve internet vasıtası ile erişebileceğiniz Kritik Malzeme Stratejisi ( Critical Materials Strategy ) dokümanına göz atmanız yeterlidir. Bu tür dokümanların gizli eklerinin de olduğunu bilmenizi isterim.
Halen Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görevli olan Tümamiral Semih Çetin’in yeni çıkan “ Bir ihanetin öyküsü “ kitabını okumanızı öneririm.
Saygılar sunarım.
Türker Ertürk 22.01.2013
***
Etiketler:
AFRİKA,
Amerika,
Avrupa,
Belçika,
BM,
EMPERYALİST,
emperyalizm,
Fransa,
Hollanda,
İNGİLTERE,
SOYKIRIM,
SÖMÜRGE,
SÖMÜRGECİLİK,
Terör
25 Mayıs 2012 Cuma
OSMANLI - KORSANLAR - AMERİKA
DENİZLERDE HAKİMİYET
AMERİKA’yı HARACA BAĞLAYAN TEK DEVLET
DÜNYAYA ÜN SALAN “ZALİM" TÜRKLER
![]() |
Çaka Bey - Çeşme |
Osmanlı İmparatorluğuna geçmeden önce Türk denizcilik tarihinin başlangıcına kısa bir bakış ;
ÇAKA BEY
Türkleri denizlerle kaynaştıran ilk öncü, Çaka Bey olmuştur. Çaka Bey, 1078 yılında Doğu Roma’ya esir düşmüş ve İstanbul’a gönderilmiştir. Çaka Bey, İstanbul’daki esaret döneminde deniz ve denizciliğe karşı tutku derecesinde bir ilgi duymaya başlamıştır.
Doğu Roma’nın 1081 yılında değişimi sebebiyle İstanbul’daki karışıklıklardan yararlanarak kaçmayı başaran Çaka Bey, Beyliğinin askerleri ile yeniden bir araya gelerek; İzmir’i, ele geçirmiş ve müstakil bir Türk Beyi olarak sınırlarını genişletmeye başlatmıştır. Çaka Bey, İzmir’de o döneme göre modern sayılabilecek bir tersane yaptırmıştır.
Bu aşamadan sonra gemi inşa faaliyetlerine geçilmiş; kürekli ve yelkenli gemilerden oluşan 50 parçalık ilk Türk Donanması 1081 yılında inşa edilmiştir. Emir Çaka Bey, 1081 yılında 50 parçadan oluşan ilk Türk Donanması ile Ege’nin sıcak sularına yelken açarak, Urla, Çeşme ve Foça’yı ele geçirmiştir.
1081 yılı Türk Deniz Kuvvetlerinin kuruluş yılı olarak kabul edilmiştir. İlk Türk Donanması 1089 yılında Midilli, 1090 yılında ise Sakız Adası’nı fethederek denizlerin dünyasına hızlı bir giriş yapmıştır.
Çaka Bey komutasındaki, ilk Türk Donanması 19 Mayıs 1090 tarihinde Karaburun ile Sakız Adası arasında kalan Koyun Adaları civarında Doğu Roma’nın donanması ile karşılaşmıştır. Tarihte “Koyun Adaları Muharebesi” olarak geçen bu ilk deniz savaşında Doğu Roma donanması ağır kayıplarla geri çekilmek zorunda kalmıştır. Çaka Beyin 1095 yılında ölümü, yükselen bir değer olan Türk Denizciliğinin gelişim hızına büyük bir darbe indirmiştir.
![]() |
Umur Bey - Birgi |
UMUR BEY
Aydın civarında 1308 yılında kurulan Aydınoğulları Beyliği, özellikle Umur Bey döneminde denizcilikte büyük atılım yapmıştır. 1095 yılında Çaka Beyin ölümüyle yaklaşık iki buçuk asır süren Türk denizciliğinin sessizliği, Umur Beyle sona ermiştir.
1095 yılında Çaka Beyin ölümüyle yaklaşık iki buçuk asır süren Türk denizciliğinin sessizliği, Umur Beyle sona ermiştir. Babası Aydınoğlu Mehmet Bey’in 1334 yılında ölümü üzerine Beyliğin başına geçen Umur Bey, 1334-1348 yılları arasında Ege’de, Doğu Romalılar ve Cenevizlilere karşı büyük başarılar kazanmış; Rodos’tan Çanakkale Boğazı’na kadar, Mora ve Rumeli kıyıları da dahil olmak üzere denizlerde kesin bir kontrol sağlamıştır. Haçlı Ordusuna karşı son derece atak ve taktik baskın şeklinde manevralar yapan Umur Bey, 1348 yılında çetin deniz muharebelerinin birisinde şehit olmuştur.
(DENİZLERİN DELİSİ AYDINOĞULLARI BEYLİĞİ VE
***
VE ÖĞRETİLMEYEN OSMANLI İMPARATORLUĞU’nun DİĞER YÜZÜ
Bu arada Osmanlı Beyliği ufkunu denizlere çevirince Osmanlı İmparatorluğu’nun da tarih sayfalarında kaderi yazılmıştı. Akdeniz ile birlikte Atlas Okyanusu, Hint Okyanusu ve hatta Amerika kıtasının kıyıları bile keşfedilmiş, her yere TÜRK adını yazmış oldu.
1323 yılında Marmara Denizine ulaşan Osman Beyliği 1324 yılında Batı komşusu Karesi Beyliği’nden yardım gönderen Mürsel Bey’in deniz kuvvetleri sayesinde denizlerle tanışmış ve ilk tersanesini 1327 de kurdurmuştur.
“Derya Beyi” ünvanını alan ilk kişi de Kara Mürsel Bey ‘dir. Sırasıyla1334 Gemlik , 1337 İzmit ve 1353 de Rumeli’ye geçiş ile İstanbul’dan önce Gelibolu Türk Denizciliğin’nin merkezi olmuştur.
İki büyük deniz haritacısı Piri Reis ile Macar Ali Reis te Gelibolu’da yetişmiştir.
Osmanlı genişledikçe Beylikler İmparatorluğa bağlanmış ve onların deniz kuvvetleriyle beraber Ege kıyılarından Akdeniz kıyılarına kadar denizcilikte ün salmışlardır. İstanbul’un fethinden sonra atağa kalkan Türk Denizciliği en parlak dönemini 1453-1800 arasında yaşamıştır.
Fatih Sultan Mehmet’in Haliç’e karadan gemilerini indirmesi anlatılır ama Eğriboz Adasını Venediklilerden nasıl aldığı pek bilinmez. Venediklilerin Ege’deki Osmanlılara ait adalara saldırması ile Fatih’in emri ile Derya Kaptanlığında olan Mahmud Paşa ,Venediklilere ait en büyük ada olan Eğriboz ‘u ,Evripos kanalının en dar yeri olan Kulkis’ten gemilerden köprü yaptırarak ordusunu bu yolla adaya çıkarır ve 1470 ‘te feth eder.( Ayrıca, Fatih’ten 115 yıl önce Korent’i karadan gemi geçirerek aşan Umur Bey’i de unutmamak gerek.)
Avrupa’yı bir telaş alır, Doğu Roma gibi Batı Roma’da elden çıkabilirdi.
Böylece Venedikliler ile Osmanlı arasındaki büyük İnebahtı Savaşı için (Sapienza adası – Mora yarımadasının güneybatı açıkları) hazırlıklar başladı. Venedik donanmasının taktik amacı Mora açıklarında, karadan gelen Osmanlı kuvvetlerine yardım sağlamak isteyen ve bu nedenle rotası İnebahtı’ya yönelik olan Osmanlı donanmasının yolunu kesmekti. Ancak Venedik donanma komutanı Antonio Grimani bu amaçları elde etmek için nerede Türk donanması ile savaşa girmeleri hakkında çok belirli kesin bir emir almamıştı. Demek ki eğer savaş çıkarsa kendi emirlerini kendileri hazırlayacaklardı. Venedikli tarihçiler bu kesin emir eksikliğini Venedik Cumhuriyeti liderlerinin harbe karşı çekingen davranmaları ve savaşa yarım gönülle girdikleri şeklinde yorumlamaktadırlar.
Sapienza Deniz Savaşı 4 ayrı günde (12, 20, 22 ve 25 Ağustos'ta) iki donanma gemilerinin karşılıklı yakın savaşa girmeleri şeklinde gelişti. Venedik kaynaklarına göre (Malipiero, Gravius) her ayrı günde yapılan karşılıklı şavaşta Venedik gemileri Osmanlı gemilerine saldırmışlar ve gemiler arası yekyek yakın savaşa geçmişlerdi. Osmanlı donanmasının teknik üstünlüklerinden ve donanma personellinin kabiliyetliğinden Venedik kaynakları hiç bahis etmemektedirler. Göke tipli kadırgalar dışında Haliç tersanelerinde Sultan II. Bayezid zamanında geliştirilen üç direkli yelkenli olan yeni kalyon tipteki gemiler de bu savaşta kendilerini göstermişlerdir.
Venedikliler bu savaş sonunda tam bir büyük bozguna uğramışlar ve savaş alanından kaçmaya zorlanmışlardır. Venedik donanması böylece ikinci bir defa daha Sapienza adası civarında bir deniz savaşını kaybetmiş;(ilki Cenevizlilere karşı 1354 te) çok sayıda gemileri batırılmış veya Osmanlı güçlerinin eline geçmişti. Filotalanın Venedikliler ellerinde kalan gemileri dağılmış ve elde kalan gemiler Adriyatik denizinin her tarafındaki Venediklilere açık limanlara yayılmak zorunda kalmışlardı.
Venedik donanmasının Osmanlı donanması karşısında uğradığı bu büyük yenilgi Venedikliler tarafından büyük bir utançlık nedeni ve kibir kırılması meselesi olarak görüldü. Venedik Senatosu hemen Zenta adasına sığınmış olan donanma komutanını görevinden azledip Venedik'e geri çağırdı.
Bu Sapienza Deniz Savaşı galibiyeti hem yeniden denizde hem de karada Osmanlı kuvvetlerinin taktik ve stratejik başarılarına neden olmuştur. Bu deniz savaşında büyük gayret gösteren Kemal Reis, Osmanlı Sultanı Beyazıd II tarafından savaş sonucunda esir alınan 10 Venedik kadırgasının verilmesi suretiyle ödüllendirilmiştir.
Osmanlı akıncı birlikleri karadan ta kuzey İtalya'da Friuli yörelerini bastılar ve hatta ta Vicenza şehrinin yakınlarına gelebildiler. Bütün Kuzey İtalya halkı, özellikle doğu Lombardiya, Türk akınlarından korkmaya başladı. Savaş galibi Osmanlı donanması ise önce Kefalonya açıklarına çekildi. Sonradan karadan ulaşan Osmanlı kara güçleri ile birlikte İnebahtı kalesi denizden ve karadan kuşatıldı ve İnebahtı kalesi Osmanlı kuvvetlerinin eline geçti. Bu nedenle bazı tarihçiler bu deniz savaşına Birinci İnebahtı Deniz Savaşı adını vermektedirler.
Venedikliler elçi gönderip ateşkes istemelerine rağmen Sultan II. Bayezid'ın istediği şartı, yani Venediklilerin bütün Mora sahillerini terk etmesini, Venedik otoriteleri kabul etmedi. Bunun üzerine ertesi yıl, 1500 de Sultan II. Bayezid komutasındaki Osmanlı kara kuvvetleri Venedik'in Mora yarımadasındaki en önemli üssü olan Modon kalesini kuşattılar. Bütün direnme gücünü yitiren Venedik garnizonu şehri ve kaleyi yakıp yıkarak teslim oldular. Aynı seferde Venedik'in Mora'da diğer üsleri olan Koron ve Navarin kaleleri de fethedildi.
Aynı yıl Kemal Reis komutası altındaki Osmanlı donanması ile Venedik deniz güçleri arasında Modon Deniz Savaşı veya İkinci İnebahtı Savaşı adı verilen diğer bir deniz savaşı da olmuş ve Osmanlı deniz gücü yine Venedik deniz gücünü yenilgiye uğratmıştır. Böylelikle Osmanlılarca daha önce barış için istenen ve Venedik tarafından reddedilen barış şartı olan, Venedik'in yıllarca elinde bulundurduğu Mora sahillerinden ayrılması, Osmanlı deniz ve kara askeri güçleri üstünlüğü ile gerçekleştirildi. Venedik İspanyol yardımı ile İyon Denizi üzerinde olan Kefelonya ve İtika adalarına asker çıkarıp bu adaları egemenliği altına aldı ise de Mora yarımadasındaki üslerin kaybını bu arazi kazançları hiçbir zaman telafi edememiştir.
(dipnot: Yunanlılar hep Osmanlılının hüküm sürmesinden bahseder, Venediklilerin yada Cenevizlilerin değil, fark DİN ayrımından kaynaklanır..! Mora’daki Yunanlılar hiçbir zaman büyük bir devlet olamamış ,Avrupa’nın şımarık çocuğudur. Mitolojiyi ,yasaları ve kültürel gelenekleri Doğudan , Mısırlılardan ve Anadolu'dan alıp, kendisi üretmiş gibi de tüm dünyaya batılıların yardımıyla yaymıştır.)
14 Aralık 1502 de Osmanlı-Venedik Savaşına son veren ateşkes anlaşması imzalanmıştır. Mayıs 1503’de tasdik edilen anlaşma ile Venedik eskisi gibi Osmanlı hükümetine yılda 10000 düka vergi ödeyen bir devlet sıfatına tekrar bürünmüştür. Osmanlı donanması ise doğu Akdeniz ve Ege Denizinde egemenliğini artırmaya devam etmiştir.
Sultan II.Bayezid döneminde (1481-1512), Burak ve Kemal Reis'ler denizleri kullanmada gösterdikleri maharet ve deniz savaşlarındaki kahramanlıkları ile büyük saygınlık kazanmışlardır.
Türk Deniz Tarihi’nin en büyük bilim adamlarından biri olan ve özellikle kartografi çalışmaları ile tüm dünyada büyük yankılar uyandıran Piri Reis 1513 ve 1528 yıllarına ait iki ayrı dünya haritası yapmıştır.
Piri Reis'in Dünya Denizcilik Tarihi’ne diğer bir hediyesi de 1521 ve 1525 yıllarında iki kez yayınladığı ünlü, "Kitab-ı Bahriye" adlı kılavuz kitabıdır. Bu emsalsiz çalışmada, usta bir gözlem ile Ege ve Akdeniz her açıdan incelenmektedir.
PİRİ REİS 'in Kitab-ı Bahriye pdf olarak
Afet İNAN - LİFE AND WORKS OF the TURKİSH ADMİRAL PİRİ REİS
THE MAP OF AMERİCA BY PİRİ REİS by Prof.Sevim Tekeli
![]() |
Piri Reis'in Haritası |
Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethetmesi ile Kızıldeniz ve Hint Okyanusu da Türk Denizciliği'nin ilgi alanına girmiştir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’a yönelik kara harekatında Osmanlı Donanması çok büyük lojistik destek sağlamıştır. Yavuz Sultan Selim’in başarıları ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuzey Afrika’da bir güç merkezi haline gelmesi, Akdeniz’de bağımsız olarak faaliyet gösteren Türk ve Müslüman denizcileri Osmanlı Devleti ile kaynaştırmıştır.
Cezayir'de dünyanın en büyük hıristiyan devleti İspanya'ya kök söktüren ve yaptığı savaşlarda onbinlerce İspanyol askerini öldüren ve 70.000 Endülüslü'yü İspanyol zulmünden kurtarıp gemilerle Kuzey Afrika'ya taşıyan Barbaros Hayrettin Paşa ve beraberindeki leventlerin Osmanlı Devleti'ne katılma arzusu da kabul edilerek Türk Denizciliği'ni zirveye taşıyacak gelişmelerin önü açıldı. Sultan Selim’in Barbaros Hayrettin Paşa'ya hediye olarak gönderdiği som sırma ayetler yazılı yeşil sancak ve flandra ise sürekli olarak Donanma'nın sancak gemisinde Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünün ve denizcilik bilincinin bir sembolü olarak okyanuslarda şerefle dalgalandı.
İspanya İmparatorluğu'nun Avrupa'daki en büyük iki rakibinden biri olan Fransa, baş edemediği İspanyol donanma kuvvetlerine karşı Osmanlı Devleti'nden yardım talep edince Padişah tarafından bu işle görevlendirilen Barbaros Hayreddin Paşa toplam mürettebatı 30.000'i bulan 150 gemilik dev bir filo ile 20 Temmuz 1543'de Fransa'nın Marsilya Limanı'na girdi. Limanda hazır bulunan devlet erkânı ve binlerce Fransız yardıma gelen Türk Filosu'nu görkemli törenlerle karşıladılar.
Barbaros, mahiyetine Fransa Donanması Amirali Duc D'Enghien'i de alarak Nice şehrini zaptetti. (20 Ağustos 1543) Fakat Fransız donanmasındaki düzensizlik ve barut fıçısından çok şarap fıçısı getirmeleri sebebiyle Fransızlardan beklenildiği kadar istifade edilemeyince Türk Donanması, Toulon'a çekildi. Fransa Kralı'nın emriyle Türk gemilerinin ihtiyaçlarını karşılamak için Barbaros'un idaresine bırakılan Toulon şehrinde, Aziz Mary Katedrali de Türk askerleri için camiye çevrildi.
Türk Donanması'nın 8 ay kaldığı ve bu süre içinde Osmanlı Bayrağı'nın çekilip Osmanlı Parası'nın kullanıldığı Toulon şehrinde o yılın vergisi Türk memurlara ödendi, yargılamayı da Türk Kadıları yaptı. Bu süre zarfında Salih ve Hasan Reis komutasındaki filoların yaptığı baskınlarla İspanya ve İtalya kıyı ve adaları vurulurken 3 yıldır Cenevizliler’in elinde esir bulunan Turgut Reis de 3.000 altın karşılığı kurtarıldı. İspanyollar'ı Fransızlarla 1544 Crespy Barışı’nı yapmaya mecbur bırakan Osmanlı Donanması görevini başarıyla tamamlayarak törenlerle Toulon şehrinden ayrıldı.
![]() |
Barbaros Hayreddin |
O günleri yaşayan Toulonlular, Türklerin gelişiyle birlikte namaz kılınmaya başlanan şehrin birden sükûnete büründüğünü ve "Sancakbeyleriyle dolu ikinci bir İstanbul" haline geldiğini anlattılar birbirlerine yıllar yılı. Fransız Büyükelçisi Montluc’ün şu unutulmaz cümleleri de tarihe önemli bir not olarak düşüldü: "Türkler'in herhangi bir kimseyi incittiklerine dair şikâyet olmamıştır. Nazik davranmışlardır. İaşeleri için aldıkları her şeyi, karşılığında para vererek almışlardır."
"Fransa Seferi"nden dönüş yolunda İspanya ve İtalya kıyı ve adalarındaki baskınlarına devam eden Osmanlı Donanması beraberinde 14.000 esirle birlikte onbinlerce İstanbullunun sevinç gösterileri arasında şanlı bir şekilde İstanbul'a girdi.
16. yüzyılda Fransa, Hollanda ve İngiltere gibi milli monarşiler, Osmanlılar'ın, İspanya (Kutsal Roma-Cermen) İmparatorluğu'na karşı mücadeleye girmesiyle hayat hakkı bulabildi. Nitekim 1532'de Fransa Kralı Fransuva, Venedik elçisine "Şarlken'e karşı Osmanlılar sayesinde güvence altında olduğunu"söylüyordu. Osmanlılar, Fransa'yı asker göndererek, para vererek veya ticari ilişkilerle İspanya İmparatorluğu'na karşı kuvvetlendirdiler. Kanuni 1533'de Fransa Kralı'na, Şarlken'e karşı İngiltere ve Alman prensleri ile bir ittifak yapması için 100.000 altın göndermişti.
Kanuni Sultan Süleyman, 1543'te Macaristan üzerinden İspanya İmparatorluğu'nun üzerine yürürken Barbaros komutasındaki Osmanlı Donanması, Fransızlara yardım için Marsilya'ya gitti. Barbaros, Ocak 1543'te Marsilya'ya ulaştı ve büyük törenlerle karşılandı. Osmanlı Donanması o kışı Fransa'nın Toulon şehrinde geçirdi. Bahar geldiğinde Osmanlı Donanması İspanyolların elindeki birçok kaleyi alıp, Fransızlara verdi. İspanyol Donanması Osmanlı Donanması'ndan korktuğu için yardıma gelememişti. Barbaros kışı, yine Toulon'da geçirdi. 1544 Baharı'nda harekat yeniden başladı. Barbaros, ele geçirdiği toprakları Fransızlara verdikten sonra İstanbul'a döndü.
Fransuva'dan sonraki Fransız Kralları da İspanya (Kutsal Roma-Cermen) İmparatorluğu karşısında Osmanlılar'dan yardım almaya devam ettiler. 1569'da Fransa'ya verilen ticari imtiyazlardan sonra Osmanlı topraklarında ve nüfuz bölgelerindeki ticaret bu ülkelerin ekonomik açıdan kuvvetlenip, büyümesine sebep oldu.
Osmanlı korsanları bağımsız Avrupalı korsanlar gibi birer haydut değil, resmî hüviyetli deniz gazileriydi. Barış anlaşması olmayan devletlerin gemilerini açık denizlere bırakmaz, ele geçirir veya korkuturlardı. Osmanlı'da korsanlık, aslında karada "ribat" denen kara-sınır boylarında öncü kuvvet göreviyle cihat eden akıncıların denizlerdeki karşılığıdır. Karada ve denizdeki bu akıncılar, İslam Hukuku prensipleri ile İslam’ın cihat ve gazâ anlayışı benimseyerek hareket eden mücâhitlerdir. İslam hukukuna göre harbîlerden savaş esnasında gaziler tarafından kahren alınan mallara ganimet adı verilir ve bu malların beşte biri fakir, yetim ve yolda kalmış yolculara verilmek üzere Beytülmâle ayrılır, kalan beşte dördü ise gaziler arasında pay edilirdi.
Devletin siyasi güç ve koruması altında faaliyet gösteren Osmanlı Korsanları sefer zamanı devlet donanmasının bir parçası olarak iş görürler, diğer zamanlarda ise "izinli olarak" ve düşmanın gücünü zayıflatmak maksadıyla rakip tarafın gemi ve limanlarına yönelik harekatlarda bulunurlardı. Osmanlı İmparatorluğu'nun devamlı savaş halinde bulunduğu İspanya ve İtalya gibi ülkelerin sahillerine kadar giderek düşmanın psikolojisini alt-üst eder, ekonomik gücünü kırar, limanlar arasındaki irtibatı keser ve ticaret yapmalarına izin vermezlerdi.
KORSANLAR- İZBANDUDLAR – HARAMİLER – HAYDUTLAR
BİRÇOK YERDE KORKU SALMIŞLAR…
“EN ZALİM ‘TÜRK’ BİR HOLLANDALIYDI…MURAT REİS YADA JAN JANSZEN
Devletten habersiz olarak dost ve düşman ayırt etmeden hukuk dışı olarak denizde veya sahilde yağma faaliyetlerine girişenler "haydut" veya "haramî" diye adlandırılmış ve cezalandırılmışlardır. Yabancı korsanlar ise daha çok "izbandud" adıyla adlandırılmıştır.
Osmanlı devlet donanmasının güçlü şekilde Akdeniz’de görülmeye başlamasıyla birlikte, korsan gemileri devlet donanmasına iltihak ederek güç birliği yapmışlar ve zaman içinde Akdeniz’deki bütün düşman devletlerin korkulu rüyası haline gelmişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu, 14. yüzyıl sonlarından başlayarak Akdeniz’de dağınık haldeki Türk deniz korsanlarını destekleyip düzenleyerek gelişmelerine yardımcı oldu. Akdeniz’deki Türk korsanlarının faaliyetlerine ilk kez kol kanat gerenlerden biri Şehzade Korkut’tu. Bu iş için çok çalışmış ve Oruç Reis'i korsanlığa sevk etmiştir. Bu korsanlardan ilk olarak devlet hizmetine giren Kemal Reis olmuştur. Ondan sonra Türk korsanlarının pîri Oruç Reis, sonra kardeşi Hızır Reis (Barbaros Hayrettin Paşa) ve onun İstanbul’a çağrılması üzerine de Turgut Reis korsan ocağının başına geçmiştir.
Turgut Reis Tunus’ta Mehdiyye, Cerbe, sonra Trablusgarb ve Cezayir Beylerbeyliği'nin birçok limanını belli başlı korsan üsleri hâline getirmişti. 1513 yılı yazında Oruç Reis'in Kuzey Afrika’ya, Mağrib’e ayak basması, Türk denizcilik tarihinin dönüm noktasıdır. Oruç Reis ve Barbaros etraflarına topladıkları diğer Türk levendleriyle bu kıyıları İspanyollar'dan temizleyip yerli halkın sevgi ve itimadını kazandı. Batı Akdeniz’de hakimiyet Oruç Reis'in eline geçti.
Cezayir'de faaliyet gösteren Türk Korsanları istisnasız Akdeniz’in her yerinde faaliyet gösterdiler. Özellikler 16. yüzyılda Türk deniz akıncılarının olmadığı hiçbir Akdeniz limanı gösterilemezdi. Sardunya, Sicilya, Korsika, Malta Türkler'in her yıl çıkartma yaptıkları adalardı. Korsika’yı ise tamamen Turgut Reis fethetmişti.
![]() |
Murat Reis - Jan Janszoon |
Osmanlı Eyaletleri'nden Tunus Beylerbeyliği'ne ait korsan filoları da, Malta Şövalyeleri'ne rağmen İtalya ve Sicilya’ya korku verdiler.
Diğer bir Osmanlı Eyaleti olan Cezayir Beylerbeyliği'nin Rotterdam, Amsterdam, Ceneviz, Livorno ve emsali büyük Avrupa limanlarında gizli ajanları vardı. Bunlar o limanlara bağlı gemilerin giriş-çıkış ve rotalarını Cezayir’e bildirmekteydiler. Osmanlı korsanlarınca 1613-1621 yılları arasında geçen 8 yılda yalnız Cezayir limanına 936 Avrupa savaş ve ticaret gemisi ganimet olarak getirildi.
Türk Denizcileri'nin -bir çoğu günümüzde hâlâ bilinmeyen- Atlantik'teki bu faaliyetleri daha çok Batılı tarihçiler tarafından incelenmiş, ülkemizde ise yeni yeni canlanmaya başlayan "Denizcilik Tarihi" araştırmacılarının gayretleri sayesinde Muhteşem Denizcilik Tarihimiz'in altın sayfaları birer birer aralanmaya başlamıştır.
Türkler, düzenli bir filo ile ilk kez 1585 yılında Cebelitarık Boğazı'nı geçerek Atlantik Okyanusu'na açılmıştır. Murat Reis'in sevk ve idaresindeki bu küçük Türk Filosu, Kanarya Adaları'nın kuzeydoğusundaki Lanzarato Adası'nı ele geçirmiş ve adanın valisi ile birlikte 300 kişiyi esir alarak, kayıp vermeden üssüne geri dönmüştür.
17 ve 18. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun resmî korsanlık üsleri Cezayir, Salee, Tunus ve Trablusgarp limanları çok sayıda Avrupa'nın Müslüman olan ünlü korsanları için de birer çekim merkezi hüviyetindeydi. 1600 yıllarından itibaren bu bölgeye yerleşerek Müslüman isimleri alan Hollandalı korsanlar diğer Müslüman korsanlarla birlikte ganimet toplamaya başladılar. 1625'de 60 kadar Hollandalı kaptan Cezayir korsanlarıyla birlikte yelken açmaya başladı. Bunlardan en meşhurlarından olan Murat Reis aslında Haarlemli Jan Janszen, Süleyman Reis ise Rotterdamlı Jacop de Hoereward'dır.
![]() |
Cezayir |
Yine Süleyman Reis adıyla yelken açan Veenboer ise 1620'de bir hristiyan gemisine saldırı esnasında şehit düşmüştür. Aslen İngiliz bir korsanken Müslüman olan ünlü Osman Dayı ise Tunus'dan İstanbul'a gönderdiği mektupta her biri 150 blackamour harquesbusser ve 40 top taşıyan 6 burton (bretoni) gemisi donattığını ve bunları Malta Şövalyeleri'yle savaşmak üzere Sethelia Körfezi ve Kıbrıs açıklarına gönderdiğini bildirir. Haberi memnuniyetle karşılayan Kaptan Paşa ise kendisine bir mektup ile 6 geminin kaptanlarına birer hil'at göndermiştir. Murat Reis, 1617 yılında Portekiz'e ait Maderia Adası'nı işgal ederek, 1200 esir almış ve ana üssü olan Cezayir'e geri dönmüştür.
Murat Reis'in (Jan Janszen) Atlas Okyanusu'na yapmış olduğu seferlerin en ünlüsü, 12'si kadırga olan 15 parçalık bir filo ile 1627 yılında yapılan İzlanda harekatıdır. Murat Reis, bu harekata Manş Denizi'ni geçerek başlamış, Kuzey Denizi boyunca Danimarka ve Norveç kıyılarına taarruz etmiş, 20 Haziran 1627 tarihinde İzlanda açıklarında demirlemiştir. Bu bölgede 16 Temmuz tarihine kadar 26 gün kalan Türk Denizcileri, adayı kontrol altında tutmuş, 400 esir ve büyük bir ganimetle Cezayir'e geri dönmüştür. Yaklaşık 2800 deniz mili olan geri intikal seyri 27 günde tamamlanabilmiştir.
İzlanda'ya harekat düzenleyen bir başka Türk denizcisi de Ali Biçin Reis'dir. O da bu seferinden 800 esir ile dönmüştür. Prof. Yılmaz Ertuna, "Türk Tarihinden Sayfalar" adlı eserinde, Türk denizcilerinin, İzlanda seferlerinin ardından, Newfoundland Adası ve Kanada'nın Labrador ve St. Lawrence kıyılarına ulaştıklarını, daha sonra güneye, Virginia sahillerine indiklerini, burada elde ettikleri esirleri İstanbul'a gönderdiklerini açıklamaktadır.
Murat Reis ve emrindeki kaptanlar, İngiltere'deki prenslikler ve kontluklar başta olmak üzere, İzlanda, Norveç, İsveç ve Danimarka limanlarına ard arda saldırılar düzenlemiş, önemli miktarda ganimet ve esir ele geçirmişlerdir.
Denizcilerimiz ayrıca, rakiplerinin onlarca korsan gemisini batırmış, bir çok ticaret gemisine el koymuştur. şüphesiz ki, geniş bir harekat alanında ortaya konulan böylesine cesur ve atılgan bir hareket tarzı, Türk denizcisinin denizcilik bilgi ve becerisi ile askeri yeteneğinin açık bir göstergesidir. İngiliz yazar Stanley Lein Paul, "Atlantik'teki Türk denizcilerinin seyr-i sefain ilmini hatmetmiş olduklarını" ifade etmektedir.
Danimarka'daki Kraliyet Kütüphanesi'nde 1628 senesinde yazılmış ve Türklerin Atlantik serüvenini belgeleyen bir kitapta Piskopos Oluf Eigilsson "Türk denizcilerinin 1627 senesinde İzlanda'ya geldiklerini, kendisi de dahil, 300 kişiyi esir alarak Cezayir'e götürdüklerini, daha sonra serbest kalarak İzlanda'ya geri döndüğünü" anlatmaktadır. Yolculuğunda esirlere Müslümanlar tarafından iyi davranıldığını, kendileri ne yemişse esirlere de aynısını yedirdiklerini, İzlandalılara asıl kötü davrananların, sonradan Müslüman olmuş İngiliz ve Danimarkalılar olduğunu bizzat o gemide esir bulunan Piskopos Oluf Eigilsson söz konusu kitapta anlatmıştır.
Kopenhag'da, "Kgl Bibliotek Chistians Brygge No: 8" adresinde yer alan kütüphanede bulunan diğer bir kitap, pek bilinmeyen iki Türk denizcisini bizlerle tanıştırmaktadır, İzlanda'nın başkenti Reykjavik'de 1852 yılında basılan ve H.Haengsson ile H.Hrolfsson tarafından beraberce yazılan, "Litil Saga Umm Herhla-Up Tyrkjans A islandi 1627" adlı eserde, Murat Reis'in filosundan Arif ve Bejram (muhtemelen Bayram) adlı iki komutanın gemileri ile Beruşyord Limanı'na girdikleri" anlatılmaktadır.
Aynı kütüphanedeki diğer bir kitapta, "Murat Reis, Amiral olarak tanıtılmakta", başka bir kitapta ise, "1631 senesinde Türk Donanmasının 15 parça gemi ile İngiltere'ye geldiği ve daha sonra 12 parça gemi ile İzlanda'ya sefer düzenlediği" belirtilmektedir.
Kopenhag'ın 60 km. uzağında bir liman şehri olan Helsingör'de, müze olarak kullanılan Hamlet'in şatosu'nun duvar pano ve tablolarında İskandinav Limanlarındaki Türk Denizcileri ve gemileri tasvir edilmektedir. Stanley Lein Paul, "Devonshire Kontluğu Tarihi" adlı kitabında "Türk denizcilerinin, 1625 yılının Ağustos ayında Plymouth ve Hardland Point limanları açıklarında 27 parça ticaret gemisine el koyduklarını, Suseks, Hatas, Devon, Cornwell ve Batı kıyılarındaki Kontluklara ait kalelere akınlar düzenlediklerini" anlatmaktadır.
Ayrıca İzlanda’da Türk gülleleri halen sergilenmektedir.
Osmanlı korsanları Büyük Britanya adasını da hedefleri arasına seçtiler. İngiltere'nin güneybatısındaki Lundy Adası 1625-1630 yılları arasında Türk Korsanları tarafından ele geçirilerek, özellikle kuzeye yapılan harekâtları daha iyi destekleyebilmek amacıyla üs olarak kullanıldı. Türkler Bristol Kanalı'nın açığında Lundy Adası'nı almakla Bristol liman ağzına hakim oldular.
Murat Reis'in (Jan Janszen) emrindeki Türk Korsan Filosu "Land End"den yaklaşık 100 mil kadar içerde Hard Lend Burnundan 11 mil açıktaki bu adayı üs yaparak batılı devletlere dehşet saçmaktaydı. İngiltere, yıllarca Türkler'i Lundy ve Scillya adalarından atamadı. İngiltere Kralı İ.James ve oğlu İ.Charles'ın tüm çabalarına rağmen İngiltere kıyılarına sadece 10 km mesafedeki bu küçük ada yaklaşık 5 yıl boyunca Türk Korsanları'ndan geri alınamayınca birçok İngiliz amirali Kral tarafından görevden alındı.
1631’de de Türkler İngiliz limanlarını yıllık vergiye bağladılar. İngiltere'nin Bristol, Plymouth, Southampton ve İrlanda'nın Cork ve Baltimore gibi birçok limanları Türk korsanları tarafından birçok kez vuruldu ve Atlantik ortasında yüzlerce İngiliz, İspanyol ve Hollanda gemisi ele geçirildi.
1627 yılında 10 gün içinde 27 İngiliz gemisi Türkler tarafından zaptedildi. 19 Haziran 1631 gecesi İrlanda'nın Baltimore Limanı da Türk Korsanları tarafından zapt edilmiş ve bu olay sonunda ünlü şair Thomas Usborne Daways 56 mısralık uzun bir şiir yazmıştır.
1609-1616 yılları arasında 466 İngiliz gemisi Osmanlı Korsanları'nca ele geçirildi ve bu sayıya 1625'te Plymouth'dan 25 gemi daha eklendi. Bütün Britanya Kıyıları'nı hedef alan Osmanlı Korsanları 1677-1680 yılları arasında 160 İngiliz Gemisini ele geçirdiler. Osmanlı Korsanlarınca ele geçirilen bu gemilerin listesi ise 1682'de Londra'da yayınlandı. İngiliz kaynaklarına göre bu gemilerde yaklaşık olarak 7.000 ile 9.000 arasında İngiliz esir edilerek köle yapıldı. 1631'de bu yolla İrlanda'nın Baltimore Köyü'nün nereyse tamamı esir edilerek takip eden saldırılarda da Devon ve Cornwall'daki kıyı köyleri basıldı.
***
AMERİKALILARA DİZ ÇÖKTÜRMÜŞ OSMANLI…
TÜRK’E DUYULAN NEFRETİN KAYNAĞI
Osmanlı gemileri Osmanlı İmparatorluğu ile barış anlaşması olmadığı halde Akdeniz ticaretinden faydalanmak için bu sularda izinsiz seyretmeye başlayan Amerikan gemilerini de bir bir ele geçirmeye başladı. 25 Temmuz 1785'te, ABD bandıralı ilk gemi Cezayir açıklarında Osmanlı korsanlarınca ele geçirildi.
Bu gemi, Boston Limanı'na bağlı Kaptan Isaac Stevens'in idaresindeki Maria idi. Daha sonra Philadelphia Limanı'na bağlı Kaptan O’Brien idaresindeki Dauphin de Osmanlı korsanları tarafından yakalandı. 1793 Ekim ve Kasım aylarında ise tam 11 ABD gemisi Osmanlılar’ın eline geçti.
ABD kamuoyunda artık iyice büyük bir sorun olmaya başlayan durum karşısında Amerikan Kongresi'nde tedbirler alınması istendi. Kongre, Başkan G. Washington'a bir savaş filosu kurması için 688.000 altın dolar harcama yetkisi verdi. Fakat bu donanma da Osmanlı korsanlarıyla baş edemeyince ABD yönetimi Akdeniz'deki faaliyetleri için Osmanlı'ya yıllık vergi ödemek zorunda kaldı.
5 Eylül 1795 (21 Sefer 1210) tarihinde, tamamı 22 fasıl ve bir hatimeden oluşan Dostluk ve Barış Anlaşması'na göre Amerika, Cezayir'de bulunan esirlerin bırakılması için 642.500 dolar "Haraç" ödeyecek ve her sene 12.000 Cezayir Altını karşılığı 21.600 dolar "Vergi" verecekti.
Anlaşma 7 Mart 1796'da Amerikan Kongresi'nce de onaylandı. Böylece Amerikan Kongresi, Osmanlı İmparatorluğu'na resmen vergi mükellefi oldu. Amerika, "Garp Ocakları"na vergisini 1824 yılına kadar ödemeye devam etti.
5 Eylül 1795 yılında imzalanan ve dili Türkçe olan Dostluk ve Barış Anlaşması'na göre Amerika Birleşik Devletleri tarihinde ilk kez bir devlet tarafından yıllık vergi ve haraca bağlanmış oldu. Anlaşma aynı zamanda ABD tarihinde imzalanmış ilk ve tek yabancı dilli anlaşma olma özelliği de taşıyor.
ANTLAŞMAYI GÖRMEK İÇİN ADRES
The BarbaryTreaties 1786-1816
Treaty of Peace and Amity, Signed at Algiers September 5, 1795
NOT: Metinin aslı Osmanlıca/Türkçe yazılmıştır, Berberi dilinde değil ! Ayrıca kaynak adreslerde, Osmanlılar veya Türkler ;Cezayirli, Arap, Tunuslu, Faslı olarak ta anılmışlardır.)
SB.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)