Translate

BOP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BOP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ekim 2013 Salı

Rothschild Para İmparatorluğu - George Armstrong






Finans piyasasında ismi çok iyi bilinen ancak hakkında bilgi kısıtlı olan Rothschild ailesi hakkında çevirecek kitapları araştırırken, bu kitapların genelde Yahudi taraftarı ve karşıtı kişiler tarafından yazıldıklarını gördüm. Elinizdeki bu kitabı da ilk okuduğumda taraflı bir yaklaşım buldum ancak kitabın 1940 yılında, henüz ABD 2. Dünya Savaşı’na girmeden yazılmış olduğu halde, o tarihten şimdiye kadar olan olayları netlikle tahmin etmesi, bir yerde kitabın sağlaması görevini yerine getirdi.

Kökenleri tahminen Hazar Türklerine kadar uzanan Rothschild ailesi Almanya’da 1743 yılında doğan Mayer Amschel ile başlamıştır. 

Kesin ve sert gizlilik yasaları olan aile o tarihten itibaren servetini ve içinde bulunduğu operasyonları sır olarak saklamıştır. Ailenin büyük serveti kara para işiyle başlamış ve savaşan devletlerin finansmanıyla devam etmiştir. Rothschild ailesi  Waterloo Savaşı’nı, Bolşevik Devrimi’ni, Amerikan İç Savaşı’nı, 1. Ve 2. Dünya Savaşı’nı finanse eden olarak bilinmektedirler.

Yahudi İhtiyar Meclisi ve Siyonist hareketi her zaman desteklemiş olup, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Siyonizm’in kurucusu ve Rothschild ailesinin yakın dostu Teodor Herzl, 2. Abdülhamit’ten Filistin’de kurulacak bir Yahudi devleti için toprak istemiştir. 1. Dünya Savaşı sonrası tüm Avrupa hükümetlerinde aile bireyleri bakan hatta başbakan olarak görev yapmışlardır. Versay Anlaşması’nda Rothschildların katkısı büyük olmuş ve bu anlaşma sonrası Almanya bunalıma sürüklenmiştir.

18001ü yıllardan itibaren aile başta Bank of England olmak üzere Fransız Merkez Bankası ve Amerikan Federal Rezerv Bankalarını ele geçirmiştir ve halen sahibidir. Aile ayrıca Vatikan Papalık Servetinin de yönetimine sahiptir. Hitler ile 2. Dünya Savaşı’nda büyük darbe alan Rothschildlar Amerika’yı savaşa sokarak dünya üzerindeki güçlerini tekrar sağlama almışlardır.

Amerikan Başkanı Andrew Jakson’ın amansız bir mücadele verdiği Rothschild ailesi Başkan’a “Bu aileyi Amerika’dan kovarsam, öldüğümde mezar taşıma ‘bankayı bitirdi’ diye yazın!” dedirtmiş ve gerçekten de belli bir süre Rothschildları Amerika’dan uzaklaştıran Başkan, öldüğünde mezar taşma vasiyeti üzerine istediği sözler yazılmıştır.

Ailenin 1840 yılındaki serveti 1940 yılında Ford, Rockefeller ve Carnegie’nin servetlerinin toplamının 10 katıdır. Yine 1940 yılında ailenin serveti ABD Gayri Safi Milli Hâsılasının iki katıdır.

Henüz Pearl Harbor baskını olmadan yazılmış bu kitap, Amerika’da sivil diktanın nasıl kurulduğunu, yandaş medya ile nasıl desteklendiğini, kamuoyu yoklamalarıyla halkın nasıl yönlendirildiğini ve Japonya’nın saldıracağının nasıl bilindiğini açıklamaktadır. Ailenin bu oyunlarını gören ve o zaman Amerika’nın en zengin kişisi olan Henry Ford, üç ciltlik eseri ‘Uluslararası Yahudi’yi yayınladıktan sonra suikasta uğramış ve ağır yaralı kurtulmuştur. Savaşların finansmanı ve borsa spekülasyonları dışında Rothschild ailesi akrabalık bağları sayesinde Çin’deki afyon ticaretini ele almış ve bu ülkenin afyon kullanımını yasaklaması üzerine İngiltere’yi Çin’i işgale zorlamıştır.

Aile dünyada Yahudi hâkimiyeti için özgürlük, serbest piyasa ekonomisi, Avrupa Birliği, gümrük duvarlarının kaldırılması, Birleşmiş Milletler gibi kavramları 1800’lü yıllardan beri kullanmıştır.

Bu kitabı okuduktan sonra George Soros ve kaynağı bilinmeyen servetini, eski Sovyet cumhuriyetlerindeki “Turuncu Devrimleri,” İkiz Kuleler - Afganistan Savaşı bağlantısını, Taliban sonrası Afganistan’da artan afyon üretimini, yandaş medya
kuramlarını, yabancı fonlarca desteklenen köşe yazarlarını, İslam ülkelerinde özgürlük hareketlerini ve Büyük Orta Doğu Projesi’ni insan ister istemez tekrar sorgulamakta ve bunların yüzyıllar önceden oynanmaya başlanan bir oyunun devamı olduğunu görmektedir.

Dr. Mert AKCANBAŞ






ilgili filmler

Şangai / Şangay
John Cusack
_______________________




18 Mart 2013 Pazartesi

UYANAMAYANLARI YIKARLAR - Mustafa YILDIRIM





Tamı tamına 13 yıl önce belki uyanan çıkar diye “Sevr Mevr Demode! Mozaik kaç parça?” başlığıyla yayınlanmıştı. 

Şimdi “Ulus mu, millet mi?” diye bulanıklık yaratmaya çalışanları, “Türkiye geçmişiyle yüzleşmeli” diyen Y-CHP’lileri gördükçe o yazıyı yinelemek gerekti:



"Dersimiz bölme!" diyordu! Türkçesi de güzeldi doğrusu:


"Bölmenin anası etniktir: Türkler / Kürtler / Çerkesler / Gürcüler / Arnavutlar / Araplar / Yahudiler / Ermeniler / Rumlar / Lazlar vb.”


Şaşkınlığa uğradım. O bunu fırsat bilip, sesini yükseltti:


“Bu etnik toplulukları da kendi içinde bölmek olanaklı. Örneğin Çerkesleri; İnguşlar, Çeçenler, Abhazlar diye bölebiliriz.”

Amaç Türkleri bölmekse, kökenlerine başvurulabilir: Türkmenler / Özbekler / Kazaklar / Kırgızlar vb”.


“Bunu nasıl becereceksiniz? Biz artık kendimize ‘Türk’ demeyi benimsedik, senin dediklerin çok gerilerde kaldı.”


Göçmenler / Yerliler /Mubadiller, diye ayırıyoruz. Nasıl olsa siz Avrupalı olmaya kararlısınız. Balkan göçmenlerine ‘Siz Avrupalısınız, medenisiniz; oralarda malınız mülkünüz kaldı’ diyoruz.”



Bölme işlemine iyice kaptırmıştı:



“Göçmenleri kendi içinde bölebilirsiniz: Yugoslav göçmenleri / Makedonya göçmenleri / Bulgaristan göçmenleri / Trakya göçmenleri vb. Yerlileri bir başka şekilde bölüyoruz: Karadenizliler / Egeliler / Doğulular / Batılılar / Karamanlılar / Dersimliler!”



"Bitti mi?"


Noo!.. Öbekler, bir ortak çıkar uğruna yan yana gelebilirler ve bölme işi toplamaya dönebilir.



O nedenle, bölme işini ufalama eylemiyle ve kolayca kışkırtılabilen duygularla örülmüş kine dönüştürebilirsiniz. Yapılması gereken, kutsallıkla oynamaktır. İnananlar / İnanmayanlar gibi."



"Neden Müslümanlar ve Hıristiyanlar değil de, inananlar ve inanmayanlar diye bölünecek?"


"Müslüman ve Hıristiyan olarak bölünürse; Müslümanları birlik olmaya itelersiniz. Bu durumda etnik bölme operasyonu zarar görür. Artık inananların içine Ortodokslar, Museviler, Katolikler, Protestanlar, Süryaniler, Müslümanların sünnisi, Alevisi, Şafisi, Caferisi vs. girecek."


İnanmayanlar kim? Komünistler mi?"


"O eskidendi. Yönetim düzeninde, din esas olarak alınmadığından laiklik birleştirici oluyor. Şimdi ‘inanmayan’ demek; laikliği savunan, din esaslarının yönetimde etkisini istemeyen demek oluyor."



"Yani laiklik taraftarı olanlar, inanmayanlar mı oluyor?"


"Aynen böyle! Kilise, cami, dergâh egemenliği isteyenlerle istemeyenler çatışması verimlidir. İnananlardan Müslümanları da ufalayabiliriz: Kürt Sünniler / Şafi Sünniler / Kürt Aleviler / Türk Aleviler / Hanefi Türkler / Caferi Türkler / Rufailer...”

“Mezhepler birleştirici olur!”


“ Kolayı var! Mezhepleri alt öbeklere, tarikatlara bölebiliriz: Nakşiler / Süleymancılar / Nurcular / İlimciler / Menzilciler / Kadiriler / Nizam-ı Âlemciler…

Böl bölebildiğin kadar.


Sınıfsal bölmeleri eklersek değme bilgisayar programı Anadolu insanını bir araya getiremez! Hele bir de işe partizanlık karıştırdın mı deme gitsin!"



"Coğrafi olarak bölemedikten sonra, mozaik senaryonuz gazetede kalır. Buradakiler, Amerika’daki gibi oradan buradan toplama halkınıza benzemez!"


"Yes Sir! You are right! Harita üstünde Sevr-Mevr yok artık, güçlendirilmiş yerel yönetimler var! Merkezi devlet yok; özerk-otonom devletler var! Ulus yok; sivil toplum örgütleri, vakıflar, şeyhler, dedeler, seyyidler, çelebiler, babalar, emirler, falcılar, büyücüler, üfürükçüler, nüshacılar, ağabeyler, bacılar...



Yurttaşlık bitti; ‘mensupluk’ var! Daha da eşit olmak için mensup olmak yetmez, ‘meczup’ olacaksın!"



"Bu işlerin mümkünü yok!"


"Çoğu oldu bile! Önce ‘Kimliğiniz nedir, Batılı mı, Doğulu’ mu?’ diye, sorduk. ‘Bizim kimliğimiz nedir? Büyük büyük dedem asil miydi? Bizim aslımız Türk değil mi acaba?!’ diye kendi kendinize sormaya başladınız."



“Doğru! 1980’lerde böyle başlamıştık.”


1000 yıldır sizi Anadolu’da bir arada tutan ne varsa yıkıyoruz. ‘İnsan hakları’ diyerek, ‘Demokrasi, din ve inanç özgürlüğü’ diyerek,‘sivil toplum’ diyerek, ‘resmi tarih’ diyerek, ‘ezen ulus-ezilen ulus’ diyerek; kutsal devlet adına çeteleştirerek, ülkenizin topraklarını beyaz zehir ticaretine yol ederek, babalarla devlet yöneticilerini aynı fotoğrafa sokarak, mafyanızla sağ ve solu birleştirterek, devlet yönetimini toplumuna yabancılaştırarak, ‘yurtta sulh’ünüzü bozarak, komşularınızla aranızı açıp ‘cihanda sulh’ünüzü silerek...



Yuvarlak masa, vakıf, burs, ziyaret, ticaret, konferans... Amerika severlerinize Amerikan Enstitüleri, “think tank”ler, Almanseverlerinize Kondrad, Ebert vakıfları; din severlerinize Hıristiyan diyalogçuları, Moon tarikatı, Presbiteryen, Evangelist misyonerleri, Nurculuk uzmanları, solcularınıza insan hakçıları, sağcılarınıza inanç hürriyetçileri yolladık. Doğudan Humeyni hattında Hizbullahi akınına ses etmeyerek ve hatta kışkırtarak!”



Biz sabırlıyızdır! Gün olur uyanırız!”


“”Uyumuyorsunuz ki! Uyanıksınız, ama artık aklınız şaştı... Üstelik aşağılık kompleksine kapılmayınız diye, Amerika'da eğitilmiş Uzakdoğuluları, Yahudileri, Afrikalıları size uzman olsun diye yollamaya çaba gösterdik. Burslar verdik; en zeki çocuklarınızı kendimize benzettik. Onlar şimdi özel-resmi üniversitelerinizde mensup, liberal gençler, liberal Müslümanlar, lider arılar eğitiyorlar!”



“Milli devlet, güçlü iktidar, ulusal birlik, mukaddesat diyenler susmaz!”


“Milliyet-ulus bitti, Yaşasın global dünya! Yaşasın tek dünya, tek devlet, tek din! Yok istiklal! Yok, başına buyruk yönetimler! Yaşasın Ronald, George, Billy, Hillary, Blair, Schroeder. Little Targıt, Hodja!.. Dede, Baba! Molla! "



Adaptasyon, entegrasyon-Prezidıntt, Suvpır Steyt, frend Yurop... İnşaa- Allah, Teksas, Yu Key, Pop, Bişop, Hodja... Effendiy, Rabbiy, Oya, Merve, Gül, Denis, Bulend... Barzan, Tayyib, Talaban ve Apo!"



Gazetedeki yazı adamın söylediklerini onaylar gibiydi:


Almanya Rügen Adası'nda çoğunluğu Kürdistanlıların yaşadığı mülteci kampı, esir kampından beter – PKK Başkanlık Konseyi Üyesi Mustafa Karasu: Asıl bölücü Ecevit- FEK (Kürdistan Aleviler Federasyonu) Kongresi sonuçlandı: Aleviliğin okullarda tek başına ders olarak verilmesi için çalışmaların yürütülmesi… Kongremiz ayrıca geçtiğimiz 29 Ekim'de 2. Barış ve Demokrasi Grubu ile Türkiye'ye giden FEK eski başkanı İmam Canpolat'ı ve PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan'ı selamlayarak kongre adına mesaj gönderilmesi..."



Bir başlık daha vardı:



"MGK'nın ‘tehlike’ dediği okullara olumlu rapor. T.C, Moskova Büyükelçisi Hocaefendinin okullarını övdü."


Siyah beyaz gazetedeki yazı da çarpıcıydı:


"Alman Hıristiyan Demokrat Kondrad Vakfı ve Türk Demokrasi Vakfı, Türk Anayasası reformu için TBMM'de toplantı düzenledi. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, toplantıyı açış konuşmasında ‘Anayasa reformu yapılmalıdır’ dedi."



Sabır taşım çatlamıştı. Ulus'a koştum. İstiklal Meclisinin salonuna girdim; mebusların oturduğu okul sıralarına, ortada duran küçük odun sobasına baktım. Salonun ağır sessizliğinde, başkanlık kürsüsüne doğru ilerlerken derinlerden sesi geliyordu:



"Benim anladığıma ve katiyen hüküm verdiğime göre bu millet karar vermiştir!

Ya namusu ile yaşayacaktır veyahut bütün memleket yansın, yıkılsın, harap olsun, gene bu (savaş) devam edecektir!
Bu memleketin en son tepesine kadar çıkacağız ve en son nefesimizi orada teslim edeceğiz. Ancak ondan sonradır ki düşmanlar bu memlekete sahip olabilirler."


Utançtan ne diyeceğimi bilemedim; ancak "Koruyamadık, Gazi Paşa!" diye fısıldayabildim.




Dipçe: 



Orada burada "Amerika'dan yanadır! Avrupa'dan yanadır!" diye müzevirlik edenler, kendileri yazacak kadar yürekli olamayan, kıvırtarak internette yazar gibi yaparken takma ad kullanan ödlekler midir, yoksa karanlık kişiler midir? Yakında adlarıyla ortaya dökülecekler... Başka yolu yok!



Mustafa YILDIRIM / 7 Mart 2013
bütün yazıları : guncelmeydan.com



***

25 Şubat 2013 Pazartesi

OSCAR ... ABD ... İRAN ... KIZILDERİLİLER


ARGO EN İYİ FİLM !

Yönetmen: Ben Affleck , 2012 ABD
Oyuncular: Ben Affleck, John Goodman, Bryan Cranston

1979'da İran'da rehin alınan 6 ABD'li diplomatın, CIA tarafından kurtarılması anlatılmaktadır.

Hikayede, Tahran’da altı Amerikan elçilik personelinin kaçırılması ve aylarca alıkonulması üzerine patlak veren İran Rehine Krizi ile CIA’in rehieleri kurtarma operasyonu konu alınmıştır. Yapılan açıklamalarda CIA, sahte bir Hollywood yapım şirketi kurarak rehineleri kurtarmaya çalışacağı anlatılmaktadır. (Ben Affleck' in bu proje için Türkiye'de -Kapalıçarşı mekan araştırması yaptığı öğrenildi. Filmin bir kısmı Türkiye'de çekildi)

FRAGMANI : 



İRAN :

İran devriminin henüz başında ABD ile ilişkileri kökten etkileyecek bir olay yaşandı. Üniversite öğrencileri 4 Kasım 1979'da iç çatışmaların, istikrarsızlığın kaynağı olarak gördükleri ABD'nin büyükelçiliğini bastılar.

Baskın 3 saatte tamamlandı. Ancak tam 444 gün boyunca 52 çalışan rehin alındı. Sadece zenciler ve kadın görevliler serbest bırakıldı.

Üniversite öğrencilerinin baskınından sonra ABD ile tüm diplomatik ilişkiler kesildi. Bugün İran'da 4 Kasım günü 'Emperyalizmle mücadele ve gençlik günü' olarak kutlanıyor. Hem de yüz binlerin katıldığı mitinglerle...

Baskından sonra ele geçirilen belgelerde ABD'nin, Şah dahil, birçok önemli ismi dinlediği ortaya çıktı.

Toplantılardan sonra yok edilmek istenen belgeleri öğrenciler sabırla birleştirdiler. Kurtarılan belgeler 81 cilt halinde yayınlandı. 41. cilt Türkiye ile ilgili belgelerden oluşuyor. (BASIN 15.02.2013)


ABD elçilik binasının tam ortasına yerleştirilen bu pano mazlum bölge halklarını ABD emperyalizmine karşı mücadeleye çağırıyor adeta... Türk bayrağı en öne yerleştirilmiş. İran bayrağının yanı sıra Filistin, Suriye, Lübnan gibi ülkelerin bayrakları var. Büyük Ortadoğu Projesinin hedefindeki ülkeleri bir yumruk gibi birleşmeye davet ediyor.

ARGO'YA VERİLEN "OSCAR" İLE 

ABD HEDEFİNİ GÖSTERMİŞTİR. İNTİKAM !



27 Şubat tarihli makale : 
"Oscar ödülleri töreninde göz ardı edilen skandal " (okumak için tıklayın)


***


85. Oscar Ödülleri sahiplerini buldu. Argo, En İyi Film seçilirken En İyi Yönetmen ödülünü Ang Lee kazandı.


İŞTE ÖDÜL ALANLAR:

En iyi film ödülünü yönetmenliğini Ben Afleck'in yaptığı "Argo" filmi kazandı. 7 dalda aday olan film, 3 Oscar ödülü aldı.

En iyi erkek oyuncu ödülünü 'Lincoln' filmindeki performansıyla Daniel Day Lewis aldı. Bu kategoride üç kez Oscar alan ilk oyuncu oldu.

En iyi kadın oyuncu ödülü 'Umut Işığım' filmindeki oyunculuğuyla Jennifer Lawrence'un oldu. Lawrence iki kez aday gösterildi, ilk kez Oscar ödülü aldı. 

En iyi yönetmen : Life of Pi ile Ang Lee (Ang Lee 5 kez aday oldu Oscar'a, ikinci kez ödül aldı)

En iyi senaryo : Django Unchaıned ile Quentin Tarantino

En iyi yardımcı kadın oyuncu : Anne Hathaway 

En iyi yardımcı erkek oyuncu : Christoph Waltz

En iyi kurgu: Argo ile William Goldenberg

En iyi orjinal müzik Life of Pi ile Mychael Danna

En iyi orjinal şarkı Skyfall şarkısı ile Adele

En iyi uyarlama senaryo Argo ile Chris Terrio

En iyi sanat yönetmeni : Lıncoln ile Rick Carter

En iyi kısa animasyon : Paperman

En iyi animasyon : Brave

En iyi görüntü efekti : Life of Pi

En iyi görüntü yönetimi : Life of Pi

En iyi kostüm tasarım : Anna Karenina ile Jacqueline Durran

En iyi makyaj ve saç tasarım: Les Miserables (Sefiller) filmi ile Lisa Westcott ve Julie Dartnell

En iyi kısa film :Curfew ile Shawn Christensen

En iyi kısa belgesel film: Inocente ile Sean Fine ve Andrea Nix Fine

En iyi belgesel film : Searching for Sugar Man ile Malik Bendjelloul ve Simon Chinn

Yabancı dilde en iyi film : Amour ile Michael Haneke

En iyi ses miksaj : Les Misérables (Sefiller) ile Andy Nelson, Mark Paterson, Simon Hayes

En iyi ses kurgusu : Zero Dark Thirty ile Paul N.J. Ottosson ve Skyfall ile Per Hallberg ve Karen Baker Landers










MARLON BRANDO 
1973 OSCAR ÖDÜLÜNÜ RED ETMİŞTİ. (izlemek için tıklayın)


***

VE KIZILDERİLİLER....


ABD'deki Kızılderililere -özgürlük değil- sadece insanca yaşama hakkı istediği için 1977'de tutuklanan ve hâlâ hapiste tutulan Kızılderili Lider Leonard Peltier...(Diğer suçlamalar ise sadece gerçekliği örtmek içindi)

Peltier’in tutuklanma ve yargılanma sürecinden itibaren yaşanan insan hakları ihlalleri ve adaletsizlikleri milyonlarca insan öğrendi ve birçok kişi, insan hakları örgütlerinin de çabası sonucu sanatçıyı destekledi. 

Anishinabe-Lakota kabilesinden olan ve Kızılderili halklarının geçmişini ve bugününü tuale yansıtanlar arasında Rahibe Theresa, Desmond Tutu, Dalai Lama, Uluslararası Af Örgütü, Avrupa Parlamentosu, İtalyan ve Belçika parlamentoları, ABD Kongresi’nin 50 üyesi, aktör Robert Redford ve Marlon Brando, Amerika Yerlileri Ulusal Kongresi gibi kurum ve kişiler de bulunuyor. 

Leonard Peltier Kuzey Dakota’daki Grand Forks’ta doğmuş. 13 kardeşi var. Henüz 8 yaşındayken ailesinin yanından alınarak yerliler için kurulan bir okula götürülmüş. Bu, Peltier’in ABD yönetiminin yerli politikaları ile ilk tanışması aynı zamanda. İlerleyen yıllarda babasının yaşadığı Turtle Dağı Reservasyonu’na dönmüş. Bu o dönemde pilot uygulamalar yapılmak üzere kurulan ilk üç rezervasyondan biri. Ancak bu izolas- yon ve yok etme politikalarına karşı yükselen tepkiler, yerlilerin kentlere göç etmesiyle sona ermiş. 

Rezervasyonda geçirdiği günlerde Peltier, yerlilerin Yerli İşleri Bürosu’na yönelik protestolarının örgütlenmesinde etkili olmuş. Bu yıllar yerlilerin açlığa mahkûm edildiği ve ırkçı saldırıların yoğunlaştığı yıllar. 

1965’te Leonard Peltier Seattle’a taşınmış. Ortağı olduğu otomobil tamircisinde yerlilerle çalışmış. 

Bu dönemde cezaevinden yeni çıkan dolayısıyla toplum yaşamından dışarı itilen yerlilerin ev ve iş bulmalarına yardımcı olan kuruluşlarda çalışmış. 1960’lı yılların sonlarında ve 1970’lerin başlarında marangozluk gibi işler yapan Leonard Peltier, aktif olarak yerli haklarını savunmaya devam etmiş. Amerika Yerli Haraketi’ne katılmış ve özellikle alkol bağımlılığı, barınma ve iş konularında faaliyetlerde bulunmuş. Leonard Peltier, ilk kez 1972 yılında Yerli İşleri Bürosu’nun işgali eyleminin ardından mahkeme önüne çıkarılmış. 

1975 yılında faaliyetlerini Pine Ridge’de sürdürmeye başlamış. Buradaki rezervasyonun yerli yöneticisi ile dillerini, topraklarını ve kültürlerini korumak isteyen yerliler arasında büyük bir mücadele yaşanmış. GOONS adı verilen silahlı ‘bekçilerin’ başında Dick Wilson isimli bir ırkçı bulunurmuş. Pine Ridge’de üç yıl içerisinde yerli hareketi üyesi 60 kişi öldürülmüş ve 300 kişi dayak ve kötü muameleye maruz kalmış Pine Ridge’in kişi başına düşen FBI ajanı sayısının en yüksek olduğu bölge olduğu söyleniyor. Cinayetlerin ve diğer saldırıların hiçbiri araştırılmamış. Aksine FBI ajanlarının yerlilere yönelik saldırıları gerçekleştiren faşistlerin silahlanmasına yardımcı oldukları biliniyor. 

Leonard Peltier’in de bölgeye gitmesinin nedeni, zor durumdaki halkına yardım etmektir. 

26 Haziran 1975 yerlilerle ajanlar arasında çıkan bir tartışmanın sonunda iki ajan ve bir yerli yaşamını yitirir. Aslında her şey, silahlı ajanların bir çift eski ayakkabı çalan bir yerli çocuğu bulmak gerekçesiyle arama yapmak istemeleriyle başlar. Leonard Peltier’in de aralarında bulunduğu üç kişi mahkemeye çıkarılır. Ölen yerli hakkında ise hiçbir zaman soruşturma başlatılmaz. Mahkeme, diğer iki kişi hakkında nefsi müdafaa kararı verir. Kanada’ya giden Leonard Peltier ise daha sonra farklı bir mahkeme tarafından başka bir yerde yargılanır ve yasadışı yollardan Kanada’ya kaçmakla suçlanır. Alelacele sonlandırılan mahkeme sonunda birinci derece cinayetten suçlu bulunur ve iki kez ömür boyu hapis cezasına mahkûm edilir. 

Adalet tersine işlemektedir. Hükümet Peltier’in suçlu olduğu kanıtlanamadığını kabul eder ancak,(FBI ajanları suçluyu görmediklerini söylerler) beyaz ve zengin Amerikalılar için işleyen kanunların aksine, Peltier’in kendisinin masum olduğunu kanıtlaması gerekmektedir! 

Cezaevi yıllarında ne Peltier inançlarından vazgeçer, ne de Amerikan hükümetinin intikam duygusu söner. Yerli hakları mücadelesini desteklemeyi sürdüren Peltier’in uzun yıllar çektiği çene rahatsızlığından ötürü tedavi görmesi yıllarca engellenir. Sonunda, 1999 da 5 saatlik bir ameliyat geçirir, ancak bu oldukça geç kalmış bir müdahaledir. Çünkü Peltier’in çenesini oynatması her geçen gün zorlaşmaktadır. Amerika'nın Mandelası lakabı takılan Peltier 6 kez Nobel'e aday gösterilmiştir.

Biyografisini Hapishane Yazıları: Yaşamım Benim Güneş Dansımdır isim altında yayımlayan Peltier’in şiirleri de bulunuyor. Ayakta kalmaya devam eden Leonard Peltier'in kitabından bir kesit.



Beni dinleyin!

Dinleyin!
Ben Kızılderili'nin sesiyim.
Çığlıklarımı rüzgarda duyun.
Çığlıklarımı sessizlikte duyun.
Ben Kızılderili'nin sesiyim.
Beni dinleyin!


Atalarımız adına konuşuyorum.

Onlar huzursuz mezarlarından sana sesleniyorlar.
Ben daha doğmamış çocuklar için konuşuyorum.
Onlar edinilmemiş sessizliklerinden sana sesleniyorlar.


Ben Kızılderili'nin sesiyim.

Beni dinleyin!
Ben milyonların sesiyim.
Duyun bizi!
Kartallarımızın çığlıkları susturulamayacak!


Biz size seslenen, kendi öz bilinciniziz.

Biz siziz, içinizde duyamadığınız!


Duyulamayan sesimin duyulmasını sağlayın.

Kalbimden konuşmama izin verin ki, sözlerim duyulsun,
Milyonlara rüzgarla duyurulsun,
Duyarlı olan herkese,
Dinleyecek olan tüm kulaklara,
Ve benimkiyle aynı anda çarpan,
Tüm kalplere!


Kulağınızı toprağa koyun,

Ve kalbimin çarptığını duyun.
Rüzgarı dinleyin,
Ve sesimi duyun.


Biz dünyanın sesiyiz,

Geleceğin sesiyiz,
Gizemli olan, sırların sesiyiz!


Duyun bizi...!



ABD'de de 200 küsur yıl önce kabul edilmesinden beri, Anayasa’da sadece 17 değişiklik yapılmıştır.


Bir politik analistin de dediği gibi Amerika “ilk küresel ulustur”. 

300 milyonluk nüfusu neredeyse dünyadaki bütün ulusları ve etnik grupları temsil etmektedir. 


Her birine Özgürlük istiyoruz !!!



Ki onlar farklı ırktan geliyor. 

Ama bize dayattıkları "etnik ayrım" TEK IRK'A dayanıyor !




As the eagle was killed by the arrow winged with his own feather, so the hand of the world is wounded by its own skill.



SB.



***





29 Ocak 2013 Salı

AMERİKA'NIN AY'A AYAK BASMASI TARİHSEL BİR YALANDIR


AYNI DİĞER "GERÇEKTİR" DEDİĞİ YALANLAR GİBİ...

-ABD hükümetinin üzerine Vietnam savaşının kara bulutları çökmüştü Gündemin değişmesi gerekiyordu Savaş bir süreliğine unutulmalıydı Bu arada o zamanlar Amerika’nın karşısındaki tek güç olan SSCB ise uzay çalışmalarında açık ara öndeydi Amerika uzay çalışmalarına 30 milyar dolar harcamış ama elle tutulur bir başarı elde edememişti Bu nedenle ne yapıp edip SSCB’nin ulaştığı başarıları geride bırakmalıydı O yüzden Nevada’da bir stüdyo konuldu ve aya gidilmiş gibi yapıldı...

Stanley Kubrick-Moon landing
-Diyelim ki siz buradan Apollo–11’i fırlattınız. Daha sonra taşıyıcı yakıt dolu roket ağır olduğu için belli bir hızda Apollo–11 kapsülünü roketten ayırdınız. Kapsül o hızla atmosferden ve Dünya’nın yerçekiminden ayrıldı. Uzay boşluğunda fırlatıldığı ivmeyle ve koordinatla hareket etti. Ve ay yüzeyine iniş yaptı. Ondan sonra ne yapacaksınız?

Hadi bakalım Ay’da incelemeler yaptınız; bayrak diktiniz, toprak vs. örnekleri aldınız, koşup zıpladınız, gerekli tüm mesajları ve insanlık için en veciz sözleri Houston’daki arkadaşlarınıza ilettiniz. Nasıl döneceksiniz şimdi? Bu dersi görmedik diyemezsiniz. Derseniz yandınız.

Ay’ın küçük de olsa bir yerçekimi vardır. Bu yerçekimi Dünya’nın çekiminin 6’da 1’i nisbetindedir. Ay’ın çekiminden kurtulup Dünya’ya geri dönmeniz için sizi iten bir kuvvetin olması gerekmekte. Bilindiği gibi Ay’ın hava kütlesi olmadığı gibi oksijen de yoktur. Bu durumda dönüş için Ay’da durağan bir halden hareketli bir hale geçmek, hiçbir motorla veya roketle mümkün değildir. Kaldınız Ay’da... Hayırlı olsun..

-Ruslar Ay'a gitseydi, Abd gerçekten Ay'a giderdi.
Abd'liler Ay'a gitmedikleri gibi..

Hayali Ay yolculukları ve Vietnam savaşını bahane edip
karşılıksız para basmaya başladı.(hala basmaya devam ediyorlar)

-Uzayda dünyanın 500 mil dışında güneşteki patlamalardan kaynaklanan çok kuvvetli bir radyasyon var. "İşte bu radyasyon nedeniyle Ruslar asla aya insan indirmediğini açıklarken" ve bu radyasyondan kurtulmak icin cok kuvvetli radyasyon önleyiciler kullanmışken Apollo'nun kağıt kadar ince aluminyumla bunu engellemiş olması imkan dahilinde bile değil.

-Fotoğrafa bir bakın, sizce normal mi? Bir daha bakın, özellikle gölgelere dikkat edin. Aynı yönde olmadıklarını farkedeceksiniz. Oysa Güneş gibi çok uzak bir ışık kaynağından böyle bir etki olamaz, olmamalı. Acaba kurulan setteki ışık kaynağını yeterince uzağa alamamış olabilirler mi? 

Ya bayrağa ne demeli ? Havasız bir ortamda nasıl da dalgalanıyor değil mi ? ( komedyenleri geçtiler )

-Kafamızı gökyüzüne kaldırdığımızda , atmosfer tabakası olmasına rağmen milyonlarca yıldız görürüz. Nasıl oluyor da çekilen fotoğraflarda , atmosfer tabakası yokken bile tek bir yıldız görülmüyor ?

- Gus Crissom adlı astronot Apollonun bilgilerini dışarı sızdırıyor ve herkes öldürülmesini beklerken yakalanıyor ve bir müddet sonra yeniden mekik araştırmasına katılıyor ve bir denemede 3 astronot mekiğe biniyor, mekiğin içi birden alev alıyor ve kapılar açılamadığından 3 astronot içerde yanarak ölüyor.

-ABD yönetimi, uzay çalışmaları için 30 milyar dolara yakın para harcadı. Başarısız olunsaydı halk vergilerinin hesabını soracaktı. Oysa Ay'a ayak basılınca bütçe onlarca dolar katlandı.

- Aracı kullanmaktan çok aciz olan ekip 6 defa aya iniyor ve hic sorun olmuyor. Mekiğin tasarımcısı; aya gidip geri canlı dönebilme ihtimali neredeyse % 0.0017 yani imkansız gibi bir durum diyor.

- Bunun yanısıra, çekilen görüntülerde astronotların sert bir şekilde dizlerinin üstüne düştükleri birkaç sahne görüyoruz Peki böylelikle kendilerini büyük bir riske atmış olmuyorlar mıydı ? Ya basınca dayanıklı elbiseleri yırtılsaydı ?

- Bilindiği gibi yeryüzünden 250 ve 750 mil yükseklikteki mesafeler arasında kalan bölgeye Van Allen Kuşağı ismi veriliyor.Bu kuşak, güneşten gelen radyoaktivite yüklü ışınların dünyaya gelmesini engelliyor Astronotların, Ay ‘a gidebilmesi için bu kuşak içinden geçmeleri gerekiyor Bir insanın buradan geçebilmesi içinse, 4 metre kalınlığında bir kurşun tabakasıyla kaplanmış olması gerekiyor! (The Telegraph)

- Hesaplamalara göre Ay yüzeyindeki gündüz sıcaklığı 260 ile 280 Fahrenayt arasında değişiklik gösteriyor Bu derecedeki sıcaklıkta filmler erir ve insanlar muhtemelen rahatsız olur Hatta muhtemelen ölür ! Peki ama astronotlar neden bu kadar rahat görünüyor ?
Ay ‘ ın görünmeyen karanlık yüzündeki hava sıcaklığının eksi 41 dereceye kadar düştüğü biliniyor Eksi 40 dereceden itibarense cisimlerin kırılganlık derecesinin arttığı biliniyor Bu sıcaklıkta elektrikli cihazlar çalışmaz Araba akülerini çalıştırmak da zordur Sıcaktan soğuğa geçerken yaşanan bu ani ısı değişikliği, cisimlerde esnemelere ve kırılmalara sebep olur Peki ekipmanlar ve astronotlar nasıl bu kadar rahat çalışabiliyor ?

- Niye 1/6 ‘ lık bir yerçekimi oranında astronotlar yürüme ile zıplama arasında gidip gelen hareketler yapıyorlar ? Televizyon çekimlerinin birinde, astoronotun zıplamak için dizlerini büktüğü ama sonuçta bir kaç adımdan öteye gidemediği gözleniyor Astonotlar, yerçekiminin 6 kat daha az olduğu bir ortamda, niçin normal bir insanın yeryüzünde zıplayabiliceği kadar bir mesafeye zıplayabiliyorlar ? Ayrıca ayakizleri ,yerçekiminin bu kadar düşük olduğu bir yerde , nasıl oluyor da bu kadar net?

-YIL 1969
# 60'ların sonunda 70'lerin başında teknoloji birikimi ne kadardı?
# O zamanın bilgisayarları tırlarla taşınıyordu, uzay aracına nasıl sığdı?
# Eğer Amerikalılar o zamanın teknolojisi ile Ay'a gidebildiyse şimdi Mars'ta koloni kurmaları gerekmez miydi?

-Ay’dan gelen görüntülerin tarihiyle ilgili bir araştırma yapan Avustralyalı bilim adamı John Sarkassian, NASA’ya başvurarak kasetleri izlemek istediğini söyledi. Ancak tüm aramalara rağmen kasetler bulunamadı. Hiç kimse kasetlerin yerini bilmiyordu. Bu olay bilim dünyasını ayağa kaldırdı. Bilim adamları şimdi büyük bir engelle karşı karşıya olduklarına inanıyorlar. Orijinal görüntüler, manyetik bantlara kaydedildiği için bozulma riskleri çok yüksek ve bir an önce bulunup dijital disklere kaydedilmeleri gerekiyor. Yoksa, gelecek nesiller, insanlık için büyük adımları sadece bozuk televizyon görüntülerinden izleyebilecek.

-Apollo 11, 20 Temmuz 1969′da Ay yüzeyine iniş yaptı, 40 yıl olmuş. Peki 40 yıldır bir daha aya neden insan gönderilmedi ? Bir daha oraya hiç gidilmemiş. İlginç geliyor insana ve edindiğim bilgiye göre Japonya 2025 de aya insan göndermeyi planlıyor! Bakın planlıyor diyorum gidecek demiyorum. Şu an günümüzün teknoloji devi Japonya planlarken Amerika 1969 da bu işi acayip astranot kıyafetleriyle yaptılar. Oradaki -170° ila +150° C sıcaklığı giydikleri kıyafetler ile önlediler ve çektikleri kameralarda bu sıcaklıktan etkilenmedi. O kameraların o sıcaklıkta tuz, buz olması gerekiyor.

Eğer Japonya Ay'a giderse ve Amerika’nın bize sunduğu tezlerden çok farklı şeyler sunarsa, Amerika yerin dibine girecek eminim. Hatta belki de , Japonya’nın gitmesine izin bile vermeyebilir…

Özgün Özcan, 2011

Fox'un hazırladığı 40 dakikalık belgeseli Türkçe altyazı ile 2.bölüm halinde izlemek için :(tıklayın)

DID WE LAND ON THE MOON ? (moon hoax 43min)
Moon Hoax Fox Documentary


''Amerikanın doğru dedikleri şey yalan,
                                                  Yalan dedikleri şey gerçektir''

-11 Eylül gibi ; batmış ABD ve AB ni kurtarma çabaları , çünkü savaş ekonomiyi dengeler.! Lakin savaşı Bin ladin'e değil Saddam'a açtılar...! 9/11 de sahte ya ! Kaz gelecek yerden .... :(

-Usame'nin öldürülmesi ve Afganistan gibi ; 
(ölüyü ikinci kez öldürdüler, gerçek bir başarı !; 
Afganistan onların arka bahçesi, girmesine gerek yok ki !)

-Saddam ve Irak gibi : Fahrenheit 9/11 izle :

-Libya ve Kaddafi gibi
-Suriye gibi
-Pkkyı desteklemiyoruz dedikleri gibi....

Eşref Bitlis'i ve diğer şehitlerimizi saygı ile anarım.

MANTIK YÜRÜTÜN, GÖRECEKSİNİZ....

SB

10 Ocak 2013 Perşembe

HEYBELİADA RUHBAN OKULU VE EMPERYALİZM


Papazın Harp Okulu ısrarı (I)
Saygıdeğer okuyucu, bu başlık sizi şaşırtabilir, kendi kendinize papaz ile Harp Okulu arasında ne gibi bağlantı olabilir diye sorabilirsiniz; aşağıda konuya açıklık getirmeden önce, Heybeliada Ruhban Okulu için Harp Okulu tanımlamasını değerli gazeteci sayın Sabahatttin Önkibar Aralık 2001 tarihinde Politika Günlüğü köşesinde “Heybeliada Ruhban Okulu Ortadoksların Harp Okuludur” başlıklı makalesinde kullanmıştır. Aslında bu tanımlama çok isabetlidir. Çünkü asıl görevi din adamı yetiştirmek olan bu okul zaman içinde din adamı yerine militan yetiştirmiştir.

Heybeliada’nın Ümit tepesi üzerinde 16.936 metrekarelik bir alan üzerindedir. 809 yılında Despotlan Manastırı adıyla kurulmuştur. 1772 yılında manastıra küçük bir okul kurulmuştur. Okulun kuruluşu sırasında bazı vatandaşlar kurulacak okulun Osmanlı’yı yıkmak için faaliyet göstereceği yolunda şikayetlerde bulunarak inşaatı sık sık durdurmuşlardır. (Çok dikkat çekici) İngilizlerin devreye girmesiyle inşaat tamamlanmıştır. 1821 yılında manastır ve okul yanmıştır. 1844 yılında yeniden inşa edilerek papaz okulu ile açılmıştır. 1894 yılında İstanbul’daki depremde okul yıkılmıştır. Bugünkü bina 1896 yılında inşa edilmiştir. 1951 yılına kadar Heybeliada Ruhban Okulu adı altında orta derecede meslek okulu olarak devletimizce tanınmıştır. 1951-1952 öğretim yılından itibaren yeni bir yönetmelikle liseye dayalı dört yıl süreli teoloji bölümü halinde çalışmıştır.

1948 yılında Lozan Antlaşması çiğnenerek Amerikan vatandaşı Athenagoras, Türk vatandaşlığına geçirilerek Patrikhane’nin başına Patrik olmuştur. Ve o andan itibaren Lozan’ı tanımama süreci başlatılmıştır. Peşpeşe imtiyazlar Türk hükümetinden elde edilmiştir. İşte bu çerçevede okulda dört yıllık teoloji bölümü açılmış ve direkt Patrikhane’ye bağlanmıştır. Dışarıdan yabancı öğrenci getirilmiştir. 1952 yılında okulda 20 öğretmen (birçoğu yabancı), 12 memur ve 70 öğrenci bulunmaktadır. Bu öğrencilerin sadece 10’u Türk vatandaşıdır; geri kalanları Yunanlı, Giritli, 12 Adalı, Kıbrıslı, İskenderiyeli, Suriyeli, Afrikalı veya Habeşti. Halbuki kanunlarımıza göre ancak Türkiye vatandaşı öğrencilerin %20’sini aşmamak kaydıyla yabancı öğrenci okula kabul edilir. Bu durum 1957 yılında Kıbrıs meselesinin ortaya çıkmasıyla oynanmak istenen oyunun farkına varılır ve duruma el konulur.

12 Ocak 1971 yılında Anayasa Mahkemesi’nin yüksekokullarla ilgili kararına dayanılarak teoloji bölümü kapatılır. 1971 yılından itibaren Özel Heybeliada Rum Erkek Lisesi adı altında öğretime devam eder. 1984 yılında okulun kapatılması için dikkat Fener Rum Patrikhanesi Bakanlığa müracaat eder fakat istekleri reddedilir. 1984-1985 yılından itibaren eğitim ve öğretim durmuştur. Çünkü öğrencisi kalmamıştır. Okul halen öğrencisiz ve öğretmensiz olarak hukuken açıktır. Okul müdürlüğüne 1971 yılından beri Türk müdür yardımcıları vekalet etmektedirler. Anayasa Mahkemesi kararını verdikten sonra, Türk yetkililer Patrikhane’ye üniversitelerin birinde İlahiyat Fakültelerine bağlı bir bölüm açabilecekleri teklifini götürmüşlerdir, fakat onlar bunu kabul etmemişlerdir.

Çünkü niyetleri başkadır, onlar okulu özerk bir statüde sade Patrikhane’ye bağlı, devletin denetiminde olmayan “Uluslararası Patrikhane Özel Yüksek Okulu” olmasını istemektedirler. Bu ise imkansızdır.

Birincisi; devletimiz için Patrikhane, uluslararası bir statüde değil, İstanbul’da yaşayan Rum azınlığın dini ihtiyacını karşılayan bir Türk kurumudur. İki; Lozan’da azınlıklara imtiyaz değil, Türk halkıyla eşit muamele görme hakkı tanınmıştır. Anayasa’nın 12. maddesine uygun olması gerekir. (Yani Müslümanların İlahiyat Fakülteleri gibi devlet denetiminde) Üç; 403 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği dini eğitim cemaatlere ve özel kişilere değil, devlet görevi olarak Milli Eğitim Bakanlığı’nca verilir. Dört; Anayasa’nın ikinci maddesi Türkiye Cumhuriyeti Devleti laiktir; dolayısıyla dini öğrenim yapan özel okul açmak ve yönetmek yasaktır. Beş; 625 sayılı kanunun 3. maddesinde askeri okullar, dini eğitim ve öğretim yapan özel öğretim kurumları ile emniyet teşkilatına bağlı okulların aynı veya benzeri özel öğretim kurumu açılamaz. Altı; Anayasa’nın 132. maddesi gereğince vakıflar tarafından devletin denetiminde tabii yüksek öğretim kurumları kurulabilir, hükmüne göre Patrikhane, bir vakıf statüsünde olmadığı için Patrikhane’ye bağlı özel yüksek öğrenim kurumu açamaz. Sekiz; 1973 Milli Eğitim Temel Kanunu ve 1981 Yüksek Öğretim Kanunu ile belirlenmiş okul programının genel amaç ve temel ilkelere göre geliştirimlmesi zorunludur.

Bu temel şartlar ortadayken, Patrikhane’nin Heybeliada Ruhban Okulu için talep ettiği statü yasalara aykırıdır. Bu statüdeki bir okulu dünyanın hiçbir ülkesi kabul etmez, zaten böyle bir yüksek okul örneği de dünyada yoktur.

Bu durumu papazın bilmesine rağmen ısrar etmesi manidardır. Bunun altında yatan gerçek, Patrikhane’nin Türk devletinin denetiminden çıkarılarak “evrensel Patrikhane” oluşturma arzusudur; yani Vatikan olmaktır. İstanbul’da gittikçe azalan bir nüfus ile ilk, orta ve liseye öğrenci bulmakta güçlük çeken 1500 civarında Rum vatandaş, ki yarısı yaşlılardan oluşmaktadır, böyle bir okula öğrenci nereden bulacaklar!

Tabi niyetleri yabancı ülkelerden öğrenci getirerek Patrikhanenin devamlılığını sürdürebilmektir. Böylelikle Patrikhane’nin Ekümenliğini ve Patriğin Ekümenik Patrik olduğunu kabul ettirmektir. Çünkü olay sadece bir papaz yetiştirme ihtiyacından kaynaklansaydı, bugün başta Selanik Teoloji Fakültesi olmak üzere dünyanın birçok yerinde ilahiyat eğitimi veren okullar mevcuttur. Hatta ABD’nin Connecticut İlahiyat Yüksekokulu’nun 60. yılı kutlamalarına papaz bizzat katılmıştır. 1

Şimdi gelelim Heybeliada Ruhban Okulu’na Harp Okulu dememizin nedenine: Yazımın başında daha 1772 yılında inşa edilirken, Osmanlı’da bir takım vatandaşların kurulacak okulun Osmanlı’yı yıkmak için faaliyet göstereceğini hissederek, inşasına engel olma girişimlerinden bahsetmiştim. Haklıydılar çünkü Fener Patrikhanesi Osmanlı’da kendilerine tanınan birçok imtiyaza rağmen çoğu zaman Türklük aleyhine çalışmış, her fırsatta düşmanlıklarını göstermiştir. Devlet, içte ve dışta bir takım sarsıntılar geçirdiği esnada Patrik III. Pantenios, Eflak ve Boğdan voyvodalarını isyana teşvik etmiştir. Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa Patriğin voyvodalara gönderdiği mektubu ele geçirmiştir ve Patriğin asılmasını emretmiştir. 24 Mart 1657 yılında Patrik Parmakkapı’da asılmıştır. 1827 yılında ise Mora ve Yunan isyanında Patrik Gregorios’un isyanın içinde olduğu anlaşılmış, Padişah II. Mahmut ve sadrazamı Benderli Ali Paşa, Patriği azlederek astırmışlardır. 21 Nisan 1821 (Kin kapısı denilen Patrikhane’nin kapısında).

1814’te kurulan Etneki Eterya cemiyetinin merkezi adeta Patrikhanedir. Bu cemiyetin amacı Bizans İmparatorluğu’nu yeniden kurmaktı. Ruhban Okulu’nda da öğrencilere bu ideoloji aşılanmaktaydı. Osmanlı’nın son döneminde İstanbul’da ve Anadolu’da bulunan papazlar dini görevlerini yerine getirmek yerine, birer militan gibi çalışarak amaçlarına ulaşmak için halkı örgütlemekteydiler. Daha sonra İstiklal Harbi döneminde Anadolu’daki Hıristiyan halkı isyana teşvik etmek için yine bu papaz militanlar rol oynamışlardır. Okulları ve kiliseleri cephaneliğe çevirmişlerdir. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde de Ruhban Okulu’ndan yetişenlerin ideallerinden vazgeçmediklerine tanık oluyoruz. Bu okuldan yetişen ve Türk kamuoyunun da yakından tanıdığı isimlerin başında Makarios gelir. Bu kara cüppeli, kara vicdanlı papaz, Kıbrıs’ta Türklerin katledilmesinde başrol oynamıştır. Yine Athenagoras, bu okuldan yetişmedir. Değerli dostum Hüseyin Mümtaz Bey, bir yazısında ilk kez kimsenin bilmediği bir olayı Türk milletine açıklamıştı: Athenagoras’ın Mavri Mira heyetinin azalarından biri olduğunu ve bunu Atatürk’ün Nutuk’ta bahsettiği şu cümlelerle gündeme getirnmişti: “Pek mevsuk elde edilen malumata göre Rum Patrikharnesi’nde Mavru Mira isminde bir heyet teşekkül etmiştir. Bunun reisi Patrik vekili Dereteos, azaları Athenagoras, Enez Metropolis kaymakamı Giritli Katekhakis, Katelopulos, Dipasimas Ayinpa, Polimitis ve Siyani ismindeki zevattır.

Heyet doğrudan doğruya Venizelos’tan talimat alıyor. Rumların ve Yunan hükümetinin muaveneti naktiyesiyle pek azim bin sermayesi vardır.

Vazifesi, Osmanlı vilayetleri dahilinde çeteler teşkil ve idare eylemek, mitingler ve propaganda yapmaktır...

İstanbul Patrikhanesi ve Yunan Konsoloshanesi esliha ve cephane deposu halini almıştır ve hatta kiliseler ibadet yerleri olmaktan ziyade askeri ambarlar gibi kullanılmaktadır.” (Vesika 1, Nutuk, Kemal Atatürk)

Hüseyin Mümtaz Bey yazısına şöyle devam etmiştir: “Evet, Heybeli Ruhban Okulu Rum Ortodoks Taliban’ın yetiştiği medresedir. Fener Rum Patrikhanesi de buradan yetişen Ortodoks-Rum Ladinlerin görev aldığı karargah.”

Bu okuldan yetişen bir diğer isim de Yakovos’tur. Türklüğe hakaret dolu bir kitap yazdığı için hudut harici olan ve daha sonra Özal tarafından affedilen yine bir diğer isim, Emilyanos, o da TC aleyhine faaliyetten sınırdışı edilmiştir. Meliton Sotiri Haci, İmroz ve Bozcaada Metropoliti iken bu adaların Yunan adaları olduğunu söylemiştir. Son üç kişi de Yunan vatandaşı idiler ve burada papazlık yapıyorlardı. (Halbuki kanunlarımıza göre yabancılar papazlık yapamazlar) Son olarak da şimdiki Patrik Bartholomeos, o da yine bu Ruhban Okulu’nun ürünüdür.

Bütün bu okuldan yetişme papazlar, Helenizm’e ve Rumluğa hizmet için mücadele verirler. Zaten Patrikhane’ye bağlı metropolitler, Grek Ortodoks adıyla anılırlar, bu ırka yönelik faaliyetlerinin apaçık görüntüsüdür.

Bartholomeos, New York’taki ABD Başpiskoposluğu’nda toplanan ruhanilere yönelik yaptığı konuşmada şunları söylemiştir: “Önde gelen bazı piskoposlar Helenizm ve Ortodoksluğu ayrı tutma gayreti içindedir. Helenizm ve Ortodoksluk ayrılmaz bir bütündür. Bunun aksini savunanlar hem Helenizm’e hem de Ortodoksluğa zarar vermektedirler. Bu nedenle bir an önce kendilerine çeki düzen vermeleri gerekmektedir.” (Türk Kültür ve Politika Merkezi Bülteni, No:49, 5 Aralık 2000, INAF’tan naklen)

Patrik göreve geldiği 1592 yılından beri Heybeli Ruhban Okulu’nu kendisine bağlı uluslararası bir yüksek teoloji okulu olarak açtırmak için uğraşmaktadır. Halbuki yukarıda bahsettiğim gibi okulun bu statüde faaliyet göstermesi mümkün değildir. Anayasa ve kanunlar buna imkan vermemektedir. Fakat, o bunu bilmesine rağmen ısrar etmektedir. Her yurtdışı seyahatinde bu meseleyi gündeme getirerek Türkiye’yi dışarıya şikayet etmektedir. Türkiye’ye gelen yabancı devlet adamlarına da yine konuyu açmakta ve Türkiye’ye baskı oluşturulmasını talep etmektedir. Başta Yunanistan devlet adamları olmak üzere AB devlet adamları ve ABD devlet adamları devamlı Türkiye ile yaptıkları görüşmelerede bu okul meselesine önümüze koymaktadırlar.

Patrik son ABD gezisinde Bush ile görüştüğünde de yine okulu gündeme getirmiştir. Hatta Türkiye’ye döndüğünde gazetecilerin konuyla ilgili olarak: “Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması yasak. Bu yasağa rağmen nasıl Bush’tan destek istiyorsunuz?” sorusuna “Eğer devlet iradesi varsa okulun açılması için çözümü bulunur” diyerek meydan okumuştur. (Mart 2002) Aynı şekilde AB Komisyonu Başkanı Prodi ile yaptığı görüşmede Heybeliada Ruhban Okulu’nu gündeme getirmiştir. (2002) Bunların neticesinde AB raporunda ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 2002 Uluslararası Din Özgürlüğü Raporu’nda Heybeliada Ruhban Okulu’nun derhal açılması istenmiş ve bu şekilde Türkiye’ye baskı oluşturmak için yabancılara imkan verilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti devleti içte ve dışta Cumhuriyet’in en zor günlerini geçirirken ve devleti korumak için Türk milleti bunca fedakarlık yaparken bu papazın ülke aleyhine faaliyetlerine artık dur deme vakti gelmiştir. Cumhuriyet savcıları bir an önce gerekeni yapmalıdırlar!

Son olarak Patriğin aynı konu için Dışişlerini rahatsız etmesi ise son derece anlamsızdır, çünkü konu içişlerini ilgilendiren bir meseledir, hele bir de kalkıp avukatlarla görüşmeye gitmesi resmen terbiyesizliktir.

Sevgi Erenerol
18.08.2003

***


Bir Konferansından

STÖ’LER CASUS: 
Saldırıların çok boyutu var. Birisi, sivil toplum örgütleri diye tanıtılan, etnik ve dinsel farklılıkları kaşıyan, casusluk ve yıkıcı faaliyetlerin oluşturduğu kuruluşlardır. Kökleri yurtdışındadır. İnsan hakları ve demokrasi başlıkları adı altında zehirli faaliyetlerini ülkemizde sürdürmektedirler.

AMAÇ, ANADOLU’YU ELE GEÇİRMEK: 
Misyonerlik, kültürel saldırıların temelini oluşturur. Misyonerlik din değiştirme olarak biliniyorsa da siyaset satrancının piyonudur. Tek amaç din adına bu toprakların ele geçirilmesidir.

MİLLETİ ZEHİRLİYORLAR: 
Dün gizlice çalışan misyonerler bugün rahatça milletimizi zehirlemektedirler. Türkiye’de yeni bir Protestan nüfus oluşturmaktadırlar. 163. maddenin (Din propagandası) kaldırılması misyonerliğin önündeki engelleri kaldırmıştır. Jandarma ve emniyet bu maddenin kaldırılmasından sonra elleri kolları bağlanmış, çaresiz bırakılmıştır.

ARKASINDA ÖRGÜTLER VAR: 
Misyoner örgütlerinin bütçe ve personel sayıları belki CIA’nin bile personelinden daha fazladır.

MANTAR GİBİ KİLİSE: 
Asıl hedef kitlesi, Türk gençliğidir. Ağlarına düşürdükleri çocuklar üzerinde rahatlıkla devşirme hareketini başlatıyorlar. Ekonomik çaresizlik misyonerler için istifade edilecek ortam yaratmıştır. Ağustos depremi de bunların etkinlik oluşturmasını sağlamıştır. Bugün ev kiliselerinin sayısını bilmemiz mümkün değildir. Düne kadar sıkı kontrol altında bulundurulan ev kiliseler bugün Türkiye’nin her tarafında mantar gibi bitmektedir. Ve ne yazık ki bununla ilgili bir çalışma da halen yapılmamaktadır.

VİCDANİ RET MİSYONER İŞİ: 
Yehova Şahitleri tarafından topluma aşılanan zihniyettir.

HATTI MÜDAFAA YOKTUR: 
Ben Hıristiyanım, ben bu kadar mücadele ederken, bizi yönetenler onlara destek çıkmaktadır. Bu faaliyetlerin amacı sadece vatan topraklarının ele geçirilmesidir. (Ağlayarak devam ediyor) Dolayısıyla saldırı topyekûn, her an ve her yerdedir. 

Atatürk’ün zamanında vermiş olduğu emir bugün de geçerlidir: Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır.

Sevgi Erenerol
2006  (bu konferanstan 1,5 yıl sonra 2008'de Ergenekon davasından tutuklanıyor, hala içerde...)


PEKİ ACABA NEDEN DİYE MANTIK YÜRÜTTÜK MÜ ?
EVET , BİRİLERİNİN TAVUĞUNA KIŞŞŞ DEDİ , ÖTEKİLERİNİN DE KİRLİ ÇAMAŞIRLARINI ORTAYA DÖKTÜ....DOĞRULARI SÖYLEDİ, BU DA BAZILARININ İŞİNE GELMEDİ..!

YANİ MEDENİYETLER İTTİFAKINI ÇÖPE ATABİLİRSİNİZ...ÇÜNKÜ LEŞ KOKUYOR.!

SB.


SON HABERLER:

Wikileaks'teki Ruhban okulu gerçeği

Yunan basını, Wikileaks belgelerine dayanarak, "Ankara'nın, Washington'un Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması yönündeki baskısı ile karşı karşıya her kalışında Batı Trakya'yı ilgilendiren konularda adım atılması talebini gündeme getirdiğini" yazdı.
Atina'da yayımlanan Ta Nea gazetesi, Ankara'nın bu yöndeki talepleri içinde, müftülerin tanınması, Azınlık okullarının finansı ile Türk öğretmen sayısının arttırılması ve Atina'da camii inşaasının bulunduğunu yazdı. Gazete, Türkiye'nin azınlıklar konusunu "mütekabiliyet" esasına göre ele aldığını savundu. Amerikalı yetkililerin, Lozan Anlaşması'nda mütekabiliyet konusuna yer verilmediğini bilmelerine rağmen, Heybeliada için Türk ve Yunan hükümetlerinin aynı masaya oturmalarda ısrarlı olduklarını belirten gazete, bunun Fener Rum Patriği tarafından reddedildiğini yazdı.

20 Şubat 2009'da, ABD Başkanı Obama'nın yakın çalışma arkadaşlarından, Türk taleplerini dile getiren senatör Richard Durbin ile görüşen Patrik'in, Patrikhane konularının  mütekabiliyet esası ile ilişkilendirilmesini reddettiği belirtildi. Senatör Durbin'in, bu kez Bartholomeos'tan, Büyükelçi Haydar Berk ile bu konuları görüşebilecek bir Yunan hükümet yetkilisinin ismini önermesini istediği belirtilen haberde, Patrik Bartholomeos'un ise Türk yetkililerin bu konuları sadece Patrikhane ile konuşulmalarının gerekliliğinde ısrarlı olduğu kaydedildi.
BASIN: 24.Mayıs.2011


Fener Rum Patriği Bartholomeos, Hollanda’da 2 yılda bir verilen “Özgürlük Ödülü”ne layık görülen isimlerden biri oldu. Ödülün yalnız şahsı için değil, Türkiye için, dünya barışı için güzel bir mesaj olduğunu savunan Bartholomeos, “bir ilim yuvası” olarak nitelediği ruhban okulunun açılmasını istedi.
BASIN: Mayıs 2012

‘Ruhban Okulu’nun açılması talebimizde geri adım atmayacağız’
Yıllardır kapalı olan Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun açılması talebine karşılık olarak üniversiteyi adres gösteren hükümet, böylece ilk kez üniversite çatısı altında Dini İlimler Fakültesi adıyla İslamiyet dışındaki dinlerin de araştırılacağı bir fakülte açmış olacak. Ancak, Heybeliada Ruhban Okulu Müdürü Elpidophoros Lambriniadis, bu durumun kendileri açısından çok önem taşımadığını belirterek, Ruhban Okulu’nun açılması talebinde geri adım atmayacaklarını söyledi.
BASIN : 10 Ocak 2013




.....

3 Ocak 2013 Perşembe

TÜRKİYE VE TÜRKMENLER




Irak Türkmenleri tarih boyunca Türkiye ile aynı kaderi paylaşmışlardır. Birinci Dünya Savaşından sonra Türkiye’den koparılan Türkmenler, Irak’ta sürekli baskı ve gözetim altında tutulmuşlardır.

Her zaman devlete saygılı olan ve hiçbir zaman yönetime karşı isyan gibi yasa dışı yollara başvurmayan Türkmenler, istek ve beklentilerini Irak hükümetinden hep açık ve şeffaf biçimde, medenî ve demokratik hak olarak talep etmişlerdir.
Buna rağmen Türkmen toplumuna reva görülen baskı ve zulümler, ne yazık ki hiçbir dönemde eksilmemiştir.

Irak yönetimleri hemen hemen her devirde Türkmenleri potansiyel bir tehlike görmüşlerdir. Galiba bunun başlıca sebebi, Türkmenlerin günümüze kadar Türkiye’ye karşı besledikleri sevgi ve bağlılıktır. Oysa Türkmenlerin Türkiye’ye karşı besledikleri sevgi ve bağlılığın temelinde hiçbir zaman siyasî ve ayrılıkçı bir tema olmamıştır. Türkmenler kök ve kültür bakımından, kendilerini Türk dünyasının bir parçası kabul etmişlerdir.

Nasıl ki bir Lübnanlı, bir Iraklı veya Ürdünlü bir Arap, kendisini Arap dünyasının bir parçası sayıyorsa ve bu düşünce bir ihanet veya bir suç kabul edilmiyorsa, Türkmenlerin de duygu ve düşünceleri bir ihanet gibi algılanmamalıdır.

Kraliyet ve cumhuriyet dönemi Irak’ında Türkmen toplumunun yaşadığı sıkıntılar ve maruz kaldığı baskılar, ne yazık ki zaman zaman soykırımlara varan büyük facialara dönüşmüştür. 

Bunların içinde en büyüğü ve unutulmaz olanı 14 Temmuz 1959 Kerkük Katliamı’dır. Bu katliam yönetimin bilgisi dışında cereyan etmediği gibi, komünist mihraklarının öncülüğünde Kürt militanlarının katılımıyla ortaya konmuş unutulmaz vahşet sahneleri ile doludur.

Irak’ın en uygar ve en barışçı toplumu olan Türkmenler, Saddam yönetiminde büyük zulümlere maruz kalmışlar, yerlerinden, köylerinde, ev ve arazilerinden atılmışlardır. Türkmen liderlerinin, Türkmen aydınlarının, öğretmen ve üniversite öğrencilerinin yüzlercesi, ömürlerinin baharında idam sehpalarında suçsuz yere sallandırılmışlardır.

2003 Nisanında Irak’a gelmesi planlanan bahar, kısa sürede kara kışa dönmüş, ABD işgali ile başlayan süreç, Irak halkını giderek sıkıntıya, üzüntüye ve bunalıma sürüklemiştir. 

Ülkede başlayan otorite boşluğu, yerini teröre, suikastlara, soygun, işgal ve her türlü yasa dışı eylemlere bırakmıştır. Ülkede otoriteyi sağlayacak ulusal güvenlik güçleri olmadığı için de halk, kendi kendini korumaya ve kollamaya gayret etmek zorunda kalmıştır. Partiler, sendikalar, dernekler ve daha birçok siyasî örgüt ve sivil toplum kuruluşları da, kendi milis güçleri veya bazı güvenlik şirketlerine ödedikleri para karşılığında özel koruma elemanları ile önlemlerini alıyorlar. Şehirlerde görev yapan polis güçleri, etnik ve mezhep ayrımcılığı yüzünden, görevlerini sağlıklı biçimde yürütmekte zorluk çekiyorlar.

Bütün bunlara karşılık, siyasî kutuplaşma etnik ve mezhep ayrımcılığına dayandığı için, partiler arasında uzlaşma sağlanması, hayalden ibaret kalmıştır.

Etnik ve mezhep kamplaşması yüzünden şehirlerde hayat çekilmez hâle gelmiştir. Bağdat, Kerkük ve Musul gibi Irak’ın en sıcak şehirlerinde mahalleler etnik ve mezhep çatışmaları yüzünden birbirinden kopmuştur.

Çağdaş demokrasilerde siyasal örgütler, parti ve sivil toplum örgütleri ideolojik temellere göre yapılanmaya giderler. Irak’ta ise hem de anayasanın izin vermesi ile etnik ve mezhep esasına göre kurulan siyasî partiler, halkı da paramparça hale getirmiştir. Bundan dolayı Irak’ta halk arasında Irak vatandaşlığı kimliği silinmiş, halkın vatan ve bayrak sevgisi tarihe karışmıştır. 

Kuzeydeki federal hükümet, merkezî hükümeti temsil eden Bağdat’a tabi bir yönetim olmaktan çıkmış, bunun tersine Bağdat Erbil’den yönetilir hale gelmiştir.

Demokratik seçim sonuçlarına göre kazanan çoğunluğu, kaybeden azınlık yönetmektedir. Parlamentoda fazla sandalye sahibi olan koalisyonların eli kolu bağlanmakta, az sayıda üyeye sahip olan siyasî partiler her istediğini yapabilmektedir.

Sünnî ve Şiî diye bölünen Araplar, birbirilerine karşı düşmanca tavır takınarak kuzeydeki federal yönetimlere taviz vermektedirler. Bu yüzden ülkeyi yönetmesi gereken 2 büyük koalisyon aciz durumda kalmıştır.

Bu garip manzara karşısında iyice bunalan Türkmen siyasetçileri ise, kiminle işbirliği yapacakları konusunda şaşkına dönmüşlerdir. Yıllarca zulüm gördükleri Baas Partisinin artığı olan siyasetçilerle koalisyon yapmak zorunda kalan Türkmenler, en büyük engelleri yine bu kesimden görmektedirler.

Yıllarca Saddam zulmü ile inleyen, evleri ve arazileri ellerinden alınanların hakkı, koalisyon dostları tarafından engellenerek geri verilmemektedir.

Açıkçası kimin gücü kime yeterse, onu kullanmaktan geri kalmamaktadır.

Irak üzerinde oynanan garip bir siyaset satrancı daha var. O da istenen bir şey demokratik açıdan mümkün değilse, onu uzlaşı kültürü, yani uzlaşma yolu ile elde etmektir. Özellikle demokratik açıdan kuzey yönetiminin eli zayıfladığı zaman, hemen ortaya uzlaşma kültürü telkinleri devreye girmektedir.

Irak’taki siyaseti ve siyasî gündemi sadece Barzani veya Talabani etkilemektedir. Diğer siyasî aktörler ise yok sayılmaktadır. Bu telkin ve yaklaşım Türkiye’nin Irak üzerindeki politikasını da yönlendirmektedir.

Oysa Türkiye diğer siyasî aktörleri de göz ardı etmemelidir. Türk siyaseti sadece kuzeydeki aktörlerle değil, diğer aktörler ile de diyalog içinde olmalıdır. Sürekli kuzey merkezli politika üretmek ve o gündeme takılı kalmak, Ankara’yı hem yanıltmakta, hem de giderek yalnızlığa itmektedir.

Nitekim Maliki-Barzani çekişmesi yüzünden Türkiye, Şii karşıtı blokta yer almış, İran ve Suriye düşman tarafında kalmıştır. Bu siyasetin uzantısı Türkmen siyasetinin alanını daraltmış ve Türkiye Türkmenleri Şii karşıtı konuma sevk etmeğe çalışmıştır.

Bu bakımdan Türkiye, ülkede sahipsiz kalan Türkmenleri daha da sıkıntılı bir pozisyona sokmuştur. Unutulmamalıdır ki Türkmen toplumunun yarısına yakını da Şii’dir. Her zaman da Türkmen Sünniler ve Şiiler bir arada kardeşçe yaşamışlardır. Türkmenleri tamamen Şii bloğa itmek aslında doğru bir politika değildir. İşin doğrusu dengeli siyaset yolu ile her tarafla iyi diyalog içinde hareket edebilmektir. Kürtler bir zamanlar Maliki ile işbirliği yaparak, kazanımlar elde etmişlerdi. Maliki’nin iktidarı bırakmamasının arkasında Kürtlerin aldığı destek yatmaktadır. Barzani Sünni Araplarla dost olsaydı, şimdi Maliki’nin elde ettiği gücü önleyebilirdi.

Ama Maliki Hükümetinden epey avantajlar elde etmiştir. Şimdi ise Barzanî Maliki ile ihtilafa düşmüştür. Yarın öbür gün bu pozisyon tekrar geri dönebilir. Siyasette olmaz diye bir şey yoktur. Türkmenleri sürekli olarak Sünni Arapların uydusu yapmak, son gelişmelerin ışığında yanlış bir siyaset olarak görülmüştür. Telafer’in il olmasını engelleyen ve Türkmen arazilerini geri vermeyen Sünni müttefikler, Türkmenleri mücadelelerinde yalnız bırakmışlardır. Saddam da Telafer’in il olmasını istememiş, Telafer dosyası önüne geldiği zaman Saddam “İkinci bir Kerkük istemiyorum” notunu yazmıştır.

Kürtlerle Türkmenler dost ve kardeş olmalıdır (!). Çünkü bir arada yaşamak zorundadırlar (!). Siyasette sürekli düşmanlık olmaz. 

Eyvallah, doğru, güzel ve medeni bir düşünce… Peki, bu hangi dostluğa dayanacaktır? Türkmenler, tarihlerinin en acı ve en unutulmaz vahşetini 14 Temmuz 1959’da yaşadılar. Bu vahşeti yapanların kim olduğunu toplum unutmuş değildir. Arkadan hançerlenen bir toplum, hançerleyen toplumla ne karşılığında dost olabilir? 

Sabıkalı olan bu toplum şimdi uygar ve efendi bir toplum oldu ise, bu vahşetten dolayı gelip Türkmenlerden özür dilemelidir. Özellikle bu vahşetin baş aktörü Barzani ailesinin şimdiki başı bunu çok iyi bilir. Çünkü kuzeyde Kürdistan Parlamentosunun açılışında Barzani öldürdükleri 25 bin peşmergeden dolayı mecliste özür dilemişti.

Bunlar geride kaldı, unutalım artık deniliyorsa, peki unutalım… 

Ancak 2003’ten beri Türkmenlerin Kerkük’te ve Türkmeneli’nin diğer bölgelerinde çektikleri eziyet, gasp, işgal ve şiddet neden bir türlü son bulmuyor? 

Türkmenlerle dost olmak isteyen bir toplum, dostluğunu ve samimiyetini göstermelidir. Türkmenler, karşılarında hâlâ dostluğuna güvenilmeyen bir siyasî örgüt gördükçe, bu duaya âmin diyebilir mi?

Türkiye, Türkmen siyasetçilerini de yeterince anlamalı ve Türkmen kamuoyunun hassasiyetine anlayış ile yaklaşmalıdır. Türkiye, Osman döneminde sahip olduğu geniş bir coğrafyada, en büyük İslam ümmeti ile birlikte Müslüman olmayan topluluklara da asude ve huzur dolu hayat sunabilmiş deneyimli bir devletin varisidir. 

Büyük bir devlet olan ve tarihî derinliğe sahip bulunan Türkiye’ye
de yakışan budur.

Prof.SUPHİ SAATÇİ / 2012


KAYNAK: KARDAŞLIK DERGİSİ e-dergi:





***