Translate

18 Aralık 2015 Cuma

Tarihin Yanıltılması







Tarihi kimler yanıltırlar? Siyasîler, Egemen güçler, her şeyden bir çıkar sağlama peşinde olan odaklar... Bize de saf saf okuyup öğrenmek düşer daima. Tabii ne öğretirlerse!... Bu durum asırlardır böyle devam edegelmektedir ne yazık ki; gerek insanların öz vatanında, gerekse Batı olsun Doğu olsun egemen imparatorluklarda. Günümüzde de, eski alışkanlık diyelim, aynı yanıltmalar, aynı düzende devam etmekte.







BATI

Batı bu işe 17.yy sonlarında başladı. İngiltere’de deri rengine dayalı ırkçılık gelişirken, Amerika yerlilerinin kökünü kazıma ve Afrikalı siyahları köleleştirme amaçlı ikiz politika yürütmeye kondu. 1734 yılında, Hannover Elektörü ve İngiltere Kralı olan II.George tarafından kurulan Göttingen Üniversitesi, Britanya ile Almanya arasında bir kültür köprüsü oluşturmuştu. İnsanların Irk Sınıflandırması üzerine ilk “akademik” çalışma, 1770’de Prof. Johann Friedrich Blumenbach tarafından kaleme alındı. Bu sınıflandırmada, doğal olarak Beyaz Irk (Kafkas Tipliler) hiyerarşinin en başına getirildi.


18.yy Romantizmi, sadece duyguların üstünlüğüne ve aklın yetersizliğine duyulan inançtan ibaret değildi. Bunların etrafında bir de, kırsal alanlara – özellikle vahşi, uzak ve soğuk olanlarına – beslenen duygular, bu alanların nasılsa şekillendirdiği, güçlü, erdemli ve ilkel halklara duyulan hayranlık oluşuyordu. Bu duygular, Avrupa topraklarının ve ikliminin öteki kıtalarınkinden daha iyi olduğu, onun için Avrupalıların üstün olması gerektiği inancıyla birleşiyordu. Bu fikirler Montesquieu ve Rousseau tarafından da savunuluyordu, fakat en sağlam köklerini Britanya’da ve Almanya’da saldılar.


Irkçılık konusuna geri dönmek gerekirse: Eskiçağ Yunanistan’ında birçok kişi, şimdi milliyetçilik olarak adlandırılabilecek olan şeye çok benzeyen bir duyguyu paylaşıyordu. Öteki halkları hor görüyor ve hatta Aristoteles gibi bazıları, Yunanistan’ın coğrafî durumu nedeniyle Yunanların üstün olduklarını iddia ederek, teorik bir düzleme yerleştiriyordu. Bu duygunun bir istisnasını, birçok Yunan yazarın yabancı kültürlere, özellikle Mısır, Fenike ve Mezopotamya kültürlerine duyduğu gerçek saygı oluşturuyordu. 18.yy sonunda ise, romantik hareket ile birlikte, Kuzey Avrupa’yı, Hıristiyan Avrupa ve Kuzey kültleri ile bağlantılı bir etnik köken saplantısı ve ırkçı önyargı dalgası sarıyordu. Artık ırkların karışması, felâketle özdeş olmasa bile, istenmeyen bir şey olarak görülüyordu. Bir uygarlığın yaratıcı olması için “ırk bakımından saf” olması gerekiyordu.


Avrupa’nın öteki kıtalara gittikçe daha fazla yayılmasını ve buralardaki yerli halklara kötü davranılmasını haklı gösterme ihtiyacının benzer etkilerinden, 18.yy’da Çin ile çok yakın bir paralellik oluşturduğu düşünülen Eski Mısır da zarar gördü. Mısırlılar artık, Afrikalılar hakkında Avrupalıların o gün sahip olduğu görüşe uygun düşecek şekilde görülüyordu: Şen şakrak, zevk düşkünü, çocukça övünen ve esasen maddiyatçı.


Yunan tarihine bakarsak, iki model karşımıza çıkar: Birinci model Yunanistan’ı özünde Avrupalı ya da Arî saymakta (Arî Modeli), öteki ise Levantlı olarak, Mısır ve Samî kültür alanının periferisinde (dış,çevre) görmektedir (Eskiçağ Modeli). Klasik ve Helenistik Çağdaki Yunanlar arasında kabul edilen görüş “Eskiçağ Modeli” idi. Bu modele göre, Yunan kültürü, Mısırlılar ve Fenikelilerin MÖ 1500 civarında yaptığı kolonileştirme ve yerli halkı uygarlaştırması sonucunda ortaya çıkmıştır.


Karaderililerin köleleştirilmesinden ve ırkçılığın ortaya çıkmasından sonra, Avrupalı düşünürler, Afrikalı karaderilileri Avrupa uygarlığından mümkün olduğu kadar uzağa yerleştirme kaygısına kapıldı. 19.yy başı Helen tutkunları, Mısırlıların beyazlığından kuşku duymaya ve uygarlaşmış olduklarını reddetmeye başladı. Mısır’ın Afrika ile yakın ilişkileri olduğu, ancak 19.yy’ın sonunda, ancak Mısır felsefî ününden tümüyle yoksun bırakıldığı zaman yeniden kabul edildi.


18. ve 19.yy’larda Mısır dini ya da “bilgeliği”nin oluşturduğu tehditten korkuya kapılan Hıristiyanların Mısır’ın önemine yönelttikleri saldırı, ırkçılığa eşlik etmiştir. Bu Hıristiyan saldırıları, Yunanların Mısır’ın önemi hakkında söylediği sözleri kabul etmiyor ve Mısır’ın yaratıcılığını küçük göstermek için Yunanistan’ın bağımsız yaratıcılığını övüyordu.


Yunanistan üzerindeki Fenike etkisinin nihai tasfiyesi ve “hayal” diyerek tamamen reddedilmesi, ancak 1920’lerde, antisemitizmin giderek şiddetlenmesi ile gerçekleşti. 1920’ler ve 1930’larda, tıpkı Yunanistan’ın Fenikeliler tarafından kolonileştirilmesine ilişkin bütün efsaneler gibi, Fenikelilerin MÖ 9. ve 8.yy’larda Ege ve İtalya’daki varlığı hakkındaki bilgiler de karalandı. Birçok Yunanca ismin ve sözcüğün Sami kökenli olabileceği yolundaki pek çok eski varsayım tümden reddedildi.


Sami kültüründen yapılan tek hasıraltı edilemez alımlamanın, yani alfabenin önemini sınırlı göstermek için artık her türlü çaba gösteriliyordu. İlk olarak, sesli harflerin Yunanlarca icat edildiği varsayımına büyük bir vurgu yapılarak, bunların gerçek bir alfabe için zorunlu olduğu öne sürüldü. İkinci olarak, alımlamanın yapıldığı yer Rodos’tan Kıbrıs’a ve nihayet Suriye kıyısında var olduğu iddia edilen bir Yunan kolonisine kaydırıldı. Bunun nedeni kısmen, efsanelerin belirttiği gibi Samilerden pasif olarak almaktansa, kendilerinin Ortadoğu’dan getirmiş olmalarının “dinamik” Yunanların karakterlerine artık daha uygun görülmesi idi. Üçüncü olarak, aktarmanın tarihi yaklaşık olarak MÖ 750’ye, yani, açık vermeyecek şekilde, “polis”in yaratılışı ve arkaik Yunan kültürünün oluşum dönemi sonrasına kadar yakına çekildi. Bu sayede, Yunanların kendi tarihlerinin ilk dönemleri hakkında sonradan yazdıkları yazılar ve Eskiçağ Modeli daha fazla karalanmış oluyordu.


Yunanistan’daki Thebai kentinin hemen kuzeyinde, geleneksel olarak Amphion ve Zethos’un mezarı olarak adlandırılan büyük bir höyük bulunmaktadır. Bu höyükte en son kazılardan birini yapan seçkin arkeolog T. Spyropoulos burayı, tuğladan yapılmış olan tepesinde – soyulmuş olmakla birlikte – anıtsal bir mezar bulunan, topraktan yapılmış, basamaklı bir piramit olarak tanımlamaktadır. Spyropoulos civarda bulunan çömlekleri ve birkaç parça mücevheri Erken Helladik III seramik dönemine tarihlemektedir; bu dönemin ise, genellikle MÖ 21.yy civarında olduğu kabul edilmektedir; bu dönemde bu bölgede bir Mısır kolonisinin bulunduğu varsayımını ortaya atmaktadır.


Dr.Spyropoulos’un MÖ 21.yy’da Thebai’de Mısır kolonisi hakkındaki varsayımı, kibarca unutulmaya terk edilmiştir.


Antikçağda Athena hep Mısır tanrısı Nt ya da Neit ile özdeşleştiriliyordu. Her ikisi de bakire olup, savaş, dokuma ve bilgelik tanrıları idi. Neit kültünün merkezi, deltanın batısında Mısır ile Libya arasındaki sınırda bulunan Sais kenti idi ve bu kentin sakinleri Atinalılara karşı özel bir yakınlık duyuyordu. Sais, dinsel olmayan bir isimdi. Kentin dinsel ismi Ht Nt (Neit Tapınağı ya da Neit Evi) idi. Antikçağda yaşayanlar Neit ile Athena’yı aynı tanrının iki ismi olarak görüyordu. Mısır’da bir Tanrının, oturduğu yerin ismiyle adlandırılması normaldi; bu da Yunanların, Tanrının ismi ile oturduğu kentin ismini karıştırmalarını açıklamaktadır.



Herodot, Athena’nın Libya ile bağlarını ayrıntılı bir şekilde anlatır; bu en eski tarihçinin, Mısırlıların ve bazı Libyalıların karaderili olduklarını düşündüğü kesindir. Gene Herodot şöyle diyor: “Bu sözünü ettiğim Fenikeliler, Kadmos’un yol arkadaşları, bu ülkeye yerleştikten sonra Yunanistan’a pek çok bilgi getirmişler ve özellikle yazıyı sokmuşlardır ki, ben Yunanların bunu daha önce tanıdıklarını sanmıyorum.” (Herodotos,Tarih, V.58.)


Mısır ana Tanrıçası İsis’e Atinalılar 5.yy’dan beri tapıyordu. Tapanlar sadece Atina’da oturan Mısırlılar değil, Atina’nın yerlileriydi de. MÖ 2.yy’da artık Akropolis yakınlarında bir İsis tapınağı vardı ve Atina kendisine bağımlı olan ülkelerde Mısır kültlerinin kabul edilmesini teşvik ediyordu.


Eskiçağ Modeli’nin 1820’lerdeki yıkılışını biraz olsun anlayabilmek için, o dönemin genel politik ve ideolojik ortamına bakmak gerekir. Bu ortamda en önemli yeri, 19.yy’da romantik hareketin “radikal kanadı” olarak adlandırılabilecek kesimi çok meşgul eden Helenseverlik hareketi alıyordu. Helenseverlik, romantiklerin kentlerdeki sanayileşmeye karşı çıkışını, Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin evrensel değerlerini ve akılcılığını paylaşma eğilimi gösteriyordu. Özgürlük sevgisi, 1821 Yunan Bağımsızlık Savaşı’nın patlak vermesiyle yeniden canlandı; bu işe en çabuk ve derin bulaşan ulus Almanlar oldu. 300 Alman, savaşmak için Yunanistan’a gitti. Sayısı belirsiz Helensever komitenin desteklediği birçok Fransız ve İtalyan da gitmişti; hatta bu hareket ABD’de bile güçlüydü. Gerçi Yunanistan’a sadece 16 Kuzey Amerikalı ulaşabilmişti, ama savaştan kaynaklanan yaygın Helensever duygular ABD’de, ismini Yunan harflerinden alan, Alfa Kardeşler, Beta Kardeşler, Sigma Kardeşler gibi “Helen” kardeşlik gruplarının mantar gibi birbiri ardınca kurulmasını sağladı.


Yunan davasına Britanyalılar da iyice bulaşmıştı. Romantik Çağın en önemli şairlerinden Percy Shelley, Yunanistan’a savaşmaya gitmek üzereyken, İtalya’da dramatik bir şekilde boğularak ölmüştü. Shelley’in yakın arkadaşı, en ünlü Helensever şair Lord Byron, Yunanistan’ın bağımsızlığını ayaklanma patlak vermeden on yıl önce talep etmiş ve bütün bunları taçlandırmak için - karışık, fakat özünde romantik dürtülerle – içinde ölmek için savaşa katılmıştı. Avrupa’nın dört bir köşesinde, Yunan Bağımsızlık Savaşı, gençlik gücünü temsil eden Avrupa ile; çöküşü, yozluğu ve vahşeti temsil eden Asya ve Afrika arasındaki mücadele olarak görülüyordu.


“Cengiz Han’ın ve Timurlenk’in barbarları 19.yy’da yeniden canlandılar. Avrupa dinine ve uygarlığına, ölümüne kadar bir savaş ilan edildi.” (Courrier Français, 7 Haziran 1821,s.2b, aktaran Dimakis,1968,s.123).



DOĞU
Bir de Doğu cephesine göz atalım.


“Rus” kimdir? Sovyetler Birliği Rusyası’nda kanunlaşmış resmî görüşe göre, “Doğu Slav milliyeti şuuru, Kiev* devletinin toparlanma döneminde, eski Slav kavminin derebeylik sürecinin başlangıcında oluşmuştur”.


Sibirya’da binlerce, hatta on binlerce, hiçbir Slav izi taşımayan çekik gözlü, fakat kendilerini Rus olarak sayan ve Rus isimleri taşıyan insanları görmekteyiz. Asyalılar bile nasıl ve ne zaman Slav olmuşlar? Rusya’da 1917 birinci nüfus sayımına kadar 196 ulus mevcuttu. Sovyet idaresinden sonra bu ulusların sayısı 100’e inmiştir. Bunun anlamı, bazı uluslar kayıtlar üzerinde yok farzedilip silinmiş, ya Ruslara, veya diğer başka milletlere eklenmiştir.


Sovyet idaresi döneminde kendi adını ve şahsiyetini kaybeden milletlerden biri Kozaklar idi. Kıpçakların sonraki nesli olan Kozaklar’ı resmen Rus olarak kayıt ettirmişlerdir.


Kiev Rusyası’ndan önce neler olmuş? Kiev Rusyası’ndan önce de bu topraklar elbette boş değildi. Kiev Rusyası aniden kendiliğinden ortaya çıkmamıştır tabii. IX. asırda Özü Nehri (Dinyeper) kıyısına gelenler kimlerdir? Niye IX. asırda geldiler? Üç asır geçmeden yeni bir ulusun oluşması için Kiev Devleti o kadar kudrete ve birliğe sahip olmuş mudur? Buna inanmak zordur.


Öyle ise neden Kiev sakinlerini Rus değil Ukraynalı olarak tanıyoruz? O zamanlar Rus Devleti dediğimiz Kiev Devleti değil miydi? Nihayet, neden Ruslar ile Ukraynalıların kültürü farklıdır? Bir kökten sayıldığına göre, kültürlerinin aynı olması veya en azından benzemesi gerekmez miydi? Olmadığına gör, acaba kökleri tamamen farklı mıdır?


Maalesef, bu sorulara karşı Rusya susmayı tercih ediyor. Fakat o eski zamanların vesikaları muhafaza edilmiştir. Meselâ, kadim Doğu Avrupa’ya dair araştırmalarda söz sahibi olan Alman tarihçisi L.Müller’in çalışmalarında ilk defa Rus ulusuna ait eski belgeler incelenmiştir; bunların içinde, İskandinavların (Varyaglar = Varegler) Rus olarak adlandırıldığına dair bilgiler sunulmaktadır.


IX.-XII. asırlarda Kiev Rusyası Devleti’ni kuranlar, o dönemde Rus diye adlandırılan İskandinavlardır; daha başka ifadeyle İsveçli Normanlardır. Rusya’nın kurucusu olarak Slavları göstermenin hiçbir haklı sebebi olamaz.


Kuzey Avrupa’da bir Normanlar devri olmuştur. Onlar birinci bin yılın sonunda sadece Kiev Rusyası’nı değil, ayrıca 1066 yılında İngiltere’yi de fethedip kendi hanedanlarını kurmuşlardı. Geleneklerine bağlı İngilizler bu vakayı gizlemiyorlar ve reddetmiyorlar.


Ruslar (İskandinavyalılar) kendilerine hürmet ettiren güçlü bir milletti. Onlar bütün Kuzey Avrupa’yı kontrol eden mükemmel denizciler ve cesaretli savaşçılardı. Onlarla sahilde ve denizde boy ölçüşebilecek birileri hemen hemen bilinmiyordu. “Rus” kelimesi kadim Varyag (Vareg) dilinde “kürekçi, kürek çeken; gemici, denizci” anlamlarına gelmektedir.


Bazı şüpheler olsa bile, bunlar da İsveç’e komşu olan Finliler ve Estonyalılar tarafından ortadan kaldırılmaktadır: Finliler ve Estonyalılar eski alışkanlıklarıyla, şimdi de Kuzey komşuları olan İsveç’e “Rousiya” ve Güney komşuları olan bugünkü Rusya’ya ise, “Veniya” demektedirler. “Veniya” kelimesi: Venedi yani Slavlar manasına gelmektedir. Varegler, hayatlarını denizcilik ve savaş ganimetleri üzerine kurmuştu; halbuki Slavlar önce göçebe hayvancılık ile uğraşıyorlarken, daha sonraları yerleşik ziraate geçmişlerdi.


X.asırda Ruslar (İskandinavlar), Slavları “canlı mal” olarak görmüş ve onları önemli bir gelir kaynağı olarak değerlendirmişti. Ruslar (İskandinavlar), Bizans’ta ve diğer doğu esir pazarlarında Slav esir ticareti yapmışlardı.


XI.asırda herkes, Kiev’lilerin eski Türk dilinde konuştuklarını biliyordu; çünkü, kendileri Türk, yani Kıpçaklar idi. Kiev kelimesinin anlamı Türkçe “güvey” demektir. Belki de ilk yerleşim V.asırda başlamış olabilir. Bu şehir, Ukrayna (¹) Kağanlığının başkenti ve serhat şehri olarak tanınmıştır. Hükümdarları ise, “kağan” olarak adlandırılmıştır. Aynı unvanı Avar, Büyük Bulgar ve Hazarlar gibi diğer komşu kağanlıkların hükümdarları da taşımaktadır. Bütün bu kağanlıklar hep birlikte DEŞT-İ KIPÇAK (Kıpçak ovası veya bozkırı, Polovets stepi) devletini oluşturur.



Kiril ve Metodiy Kimdir?

Anısına Rusya’da anıtlar dikilen, şerefine bayramlar yapılan bu iki kardeşin Slav olduğunu kim, nerede ve ne zaman ispat etmiştir? Kiril ve Metodiy kardeşler, Slav topraklarından çok uzaklardaki bozkırlarda, Büyük Bulgaristan kağanlığının başkenti olan Fanagoriya’da dünyaya gelmişlerdir. Onlar bütün Deşti Kıpçak’ı kaplayan Türk dilinde konuşup yazıyorlardı. Onlar yeni alfabeyi, kendi anadilleri olan Türk dili için, eski Orhun alfabesi yerine koymak üzere icat etmişlerdir. Slav alfabesi, yani “Kirilitsa” diye bilinen alfabeyi icat eden Kiril değildir. 


Kiril’in icat ettiği alfabe “Glagolitik” diye bilinen alfabedir. Glagolitik alfabede, Türk fonetik sistemine uygun 40 harf vardır. Slav dilinde bu kadar çok ses yoktur. Slavların özel alfabesi sayılan Kirilitsa (Kiril alfabesi) aziz Kiril’in ölümünden sonra ortaya çıkmıştır. Ondan önce olması mümkün değildi. Çünkü o, Kiril ismini hastalandığı zaman, ölümüne birkaç gün kala Aziz Kiril gününde almıştır. O güne kadar adı Konstantin idi ve hayatının son gününe kadar da Konstantin olarak tanınmıştır.


Orhun yazısının değiştirilmesiyle meydana getirilen Glagolitik alfabe, Büyük Kavimler Göçünden sonra Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Orhun yazısını Avrupa’ya ilk olarak Atilla’nın akıncıları ve onların selefleri getirmişlerdi. (aslında İskit Türkleri getirmiştir, bakınız Issık Kurganından çıkan yazı/Elşad Alili-SB)



İskitler (Skif) Kimdir?

XVII. asrın ikinci yarısında eski Yunan kaynaklarıyla Rus âlimleri de ilgilenmeye başlar. "Tarihin atası" denen Herodot'un yazdıklarını önce Almanca'dan Rusça'ya çevirenler ve daha sonra doğrudan Yunanca'dan tercüme edenler görülür. Herodot'un kayıtlarıyla Andrey Lizlov ilgilenir. O Rus ve batılı tarih kaynaklarını okumakla beraber, doğuyu da yakından bilir, Türk dünyasını iyi tanır, çünkü S.Starovolskiy tarafından 1649'da Krakov'da Lehçe olarak çıkmış "Dvor tsesarya turetskogo" adlı kitabı Rusça'ya tercüme etmiştir. Dünya tarihini de iyi bilen Andrey Lizlov 1692'de "Skifskaya istoriya" adlı eserini tamamlar, bu kitap önce el yazması şeklinde çoğaltılır, daha sonra meşhur Rus yazarı N.İ. Novikov tarafından 1776'da kısmen ve 1787'de tamamen kitap halinde basılır.


A.Lizlov, bu kitabında Skifleri araştırarak Tatar-Türklere dayandırır. Eserin ilk bölümünde Tatar-Türklerini doğrudan doğruya Skiflerden çıkmış olarak değerlendirir. Diğer bölümlerde ise Skif sözünü az kullanır, onları Tatar-Türki (Tatarı-Türki) diye adlandırır (Lizlov, A, 1787). 


Daha sonra resmî tarih bilimi ehilleri (!) bunu da kendilerine uydururlar. Herodot'un tarihini hususî olarak araştırmış A.A.Neyhardt şöyle diyor: "A.Lizlov, kitabının son kısımlarında Skifleri Türk-Tatar diye adlandırdığında onun "Skifskaya istoriya = Skif Tarihi" adlı kitabı Skifler hakkında değil Türk-Tatarlar hakkında bir kitap olmuştur" (Neyhardt A.A., 1982). 


A.Lizlov’u bugün "Lizlov diye biri" şeklinde aşağılayarak anıyorlar. Yine de objektif ve gerçek âlim olan tarihçiler, mesela S.A. Semenov-Zuser ona saygıyla bakıp "Skifskaya istoriya" kitabını Skifler hakkında yazılmış büyük eserlerden biri sayıyor (Semenov-Zuser S.A.,1947,11).


Azak Savaşı’ndan sonra Büyük Bozkırı istilâ eden, özgür Türk halkını Rusya’nın bir sömürge halkı haline getiren ve tarihte Türk halkına karşı düşmanlığı ile tanınan I.Petro (1682-1725), Lizlov’un ifade ettiği bu düşünceyi hiç beğenmedi. Rusya’ da çok uzun zamanlardan beri var olan Rusya ve Ukrayna halkının, Türk soylu halklardan olduğunu daima gizlemeye çalıştı. Türk milletine ait bir vatanın ve bir kültür dokusunun mevcut olmadığını iddia ediyordu. Rusya tarihinde Türk yerine “yabanî göçmen” ve “çirkin Tatar” ifadeleri yer alıyordu.


Meşhur arkeolog Prof. Sergey İvanoviç Rudenko (1885-1969), Kadim Altay tarihindeki bu dönemi ciddî olarak araştırmıştı. Altaylılar, o dönemde demir ocaklarını keşfetmişlerdi, şehirler ve kasabalar kurmaya başlamışlardı. Gök Tanrı’yı biliyorlardı ve inanıyorlardı. Gerçi profesör kendi kitaplarında hiçbir zaman doğrudan Türklerden bahsetmemiştir. Çünkü profesör, Altaylıları Skif (İskit) olarak adlandırıyordu. Bu bir rastlantı değildi. Bunu bilinçli olarak yapıyordu.


Prof. Rudenko’nun kazı çalışmalarını sürdürdüğü sıralarda Türk kültürü hakkında konuşmak ve yazmak kesin olarak yasaktı. Çarlık Rusya’sında ve daha sonra Sovyetler Birliği döneminde bu konuyu gündeme getirdikleri için, bilim adamları hapse atılıyor, sürgün ediliyor ve hatta öldürülüyordu. (ayrıntı için Kurşunlanan Türkoloji-SB)


Ancak İskitler ile ilgili konularda konuşmaya ve yazmaya izin veriliyordu. İskitlerin yerleşim bölgelerindeki mezarlıklarının araştırılmasına müsaade ediliyordu. İskitlerin kendi aralarında hangi dilde konuştukları, hangi soydan geldikleri ve en önemlisi de İskitlerin kim oldukları gibi konularda araştırma yapmak ve bunları açıklamak yine de yasaktı. Bu mevzu, mühürlü yedi kapı arkasında gizlenmiş esrarengiz bir sır gibi idi. Bunun tabii sonucu olarak da, İskitler gökten “inmiş” ve “uzay” dilinde konuşan esrarengiz bir millet sınıfına girmiş oluyordu.


Tarihe ilgi günümüz Türkiye’sinde, belki yazılı ve görsel basının da etkisiyle, oldukça artış kaydetti. Bilimle uğraşan insanın kuşkucu – sceptic olması elzemdir. Verilen her bilginin doğru olup olmadığını, mantık süzgecinden geçirerek tartmak, kaynakları irdelemek ve sonra kabul etmek, günümüz insanı için daha da önemli hale geldiğine inanıyorum.



Dr.Güven BEKER
Çeşmealtı,12.10.2011
Fr.İng Profesyonel Turist Rehberi.

*(¹) Şehrin adı “kıya” veya “kiya” sözlerinden kaynaklanmış olabilir. Türk dilinde bu kelimenin anlamı, “sınırlandırılmış” ve “hudutta bulunan” demektir. Belki de bu anlam V.asırda nehir kıyısında kurulmuş ve hudut şehri vazifesini sürdüren bir şehir için çok uygundur. Deşti Kıpçak devletinin kağanlıklarından biri olan Ukrayna’nın kenarında ve uçta bulunan Kiev şehri, Türk devletinin Kuzey kapısı olmuştur. (M.A.)

Kaynakça :
* BERNAL, M. Black Athena - The Fabrication of Ancient Greece 1785-1985, Free Association Books,London, 1987.
* Kara Atena – Eski Yunanistan Uydurmacası Nasıl İmal Edildi? 1785-1985, Kaynak Yayınları,(1998).
* BLACK ATHENA by Bernal Martin
VOLUME I: THE FABRICATION OF ANCIENT GREECE 1785-1985; 
VOLUME II: THE ARCHEOLOGICAL AND DOCUMENTARY EVIDENCE 
* ADJİ, M. Kaybolan Millet – Deşti Kıpçak Medeniyeti, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları,(2001).
* ADJİ, M. Kıpçaklar - Türklerin ve Büyük Bozkırın Kadim Tarihi, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı
Yayınları,(2002).
* ÖNER M. İdil Tatarları – Mustafa ÖNER Türkçesiyle (e-kitap).














... Kafkas sıradağları güneyinde, önce Kıpçaklar kolundan Kimmerler ve onlardan 40 yıl sonra da Türkmen/Oğuz kolundan Sakalar, kuzeyden gelerek yerleşmişler; Horasan’dan çıkıp, fetihle İran yoluyla gelen Sakalar’ın Horasan “Dahalar” kolundan çıkan Partlılar da denilen “Arşaklılar” gelip, MÖ.120-35 ve MS.51-428 arasında, Doğu-Anadolu’yla birlikte, buralara da hakim olmuşlardır. 


“Türk” diyebileceğimiz ilk gelenler, MÖ.721 de “Kimmerler”, 680 ve sonrasında da gittikçe çoğalan kalabalıkla da Sakalar idi. Kimmer ve Sakalar’dan önceleri, Hazar-Denizi ile Kızılırmak ve Seyhan başları arasındaki Kür-Aras, Faş Riyon, Çoruk, Yukarı-Fırat Murat boyları ve Van ile Urmiye Gölleri çevresinde ise MÖ.4500 lerden beri bu yaylalar kesiminde yaşayıp, yüksek bir medeniyet kurmuş bulunan – dilleri Türkçe’ye benzeyen- “Asyanikler”den sayılan Hurriler ve onların bir kolu olan Urartulular (Khaldililer), hakim kavim olarak bulunuyordu. 


Ne yazık ki, Türkiyemiz’de hala, ilmi anlamda kurulup çalışan bir “Bilimler Akademisi” bulunmayışından, eserlerinde: Hurriler’i ve kollarını “Proto-Türk”, Kimmer’i “Kıpçak” ve Sakalar ile Partlı/Arşaklıları da “Türkmen” gösteren delilleri belirten rahmetli Hocamız Ord.Prof.Dr.A.Zeki Velidi Togan gibi, eşsiz bir “Umumi Türk Tarihi” Alim-Uzmanımıza rağmen, bu gerçeklerden habersizcesine, yerimizde sayıyoruz! Okul kitaplarında, TRT’de, hatta BMM’mizdeki resmi konuşmalarda, 11.Asırda Selçuklu Fetihleri ile Türkler Anadolu’ya geldiler; Destanlarımızdaki “Oğuz-Han” da Büyük-Hun Yagbusu Maodun/Mete (MÖ.209-175) diye gösterilmeğe devam ediliyor!..


Rahmetli Togan Hocamız’ın bir öğrencisi olarak, “Dede-Korkut Oğuznameleri I.Kitap (İst.1952) ve “Kars Tarihi I.Cilt” (İst.1953) basılalıdan beri kırk yılı aşkındır ki çıkan kitaplarımda Milli ve Milletlerarası Türkoloji ve Tarih Kongreleri ile Sempozyumları’nda ve “serbest münakaşalı Konferanslar”ında, bugüne kadar hiçbir ciddi “tenkid” görmeden, aşağıdaki gerçeklerin bilinmesine çalıştım:


a.Suları Kür, Aras, Çoruh, Fırat ve Dicle hatta Kızılözen ile, üç ayrı denize karışan yüksek yaylaklar ülkesine, güneyindeki Kuzey-Irak’ta yaşamış olan Sami melezi Asurlular, MÖ.1274 yılından başlayıp, kuzeydeki yaman rakiplerinin de ülkesi olan buralara, “Ur/Uru (Yukarı/Yüksek)-Atri/Artu” (El/Ülke) diyorlardı. “Tevrat-ı Şerif’te de, bu deyimden bozma olarak, aynı ülkeye ve Nuh-Nebi’nin Gemisi’nin tepesinde konup kaldığı dağa “Ararat” deniyor. Yine bu Mukaddes-Kitap’ta, yukarıda görüldüğü gibi (Kimmerler’in ve Sakalar’ın gelişinden sonrası için, aynı Yukarı-El/Ülke/Urartu’ya, kavmi anlamda (Türk deyimi karşılığı olarak) “Togarma/Thorgama Ülkesi” deniyor. Yukarıda işaret edilen, KDK’daki “Beğlerbaşı Yaganak” hanedanı uluatası’nın eşsiz güçte bir yiğit olarak tanınan “Tork”un (Khorenli, II,8;1980 İngilizce tercümesinde, bu ad, “Turk” okunmuş, Togan-Giriş,s.159-469) hatırasına uymaktadır. Adı da doğru bilinip, Tevrat, hatta K.ÇKH’daki (I.26-27) Makedonyalı İskender’den önce Kür ve Çoruh başlarına yerleşmiş gösterilen Turk ve Bun-Turki kavim adları da, bu milli varlığın, buralardaki eskiliğini göstermektedir.


Kuzey-Suriye’deki Sami-Aramiler, MÖ.1000 yıllarında, kuzeylerindeki yaylaklar ülkesi ve Fırat boylarına, “Yukarı-El/Ülke” anlamında “Har-mini-yap” diyorlardı. Urartulular’dan sonra yaygınlaşan bu deyim, Arami-Yazısı’nı (Katipleri) dahi kullanan Pers Şahenşahı I.Dareyoş’un, MÖ.518’den kalma Bihsütun Yazıtı’nda “Arami-na” (Yukarı-El’i) biçiminden hafiflemiş olarak, şimdiki Elazız-Tunceli kesimi “Armina” diye anılmıştır. Bu sonuncu coğrafya adı, Persler’den Yunanlılar’a “Armenya” diye geçti (ilk defa MÖ.510 larda coğrafyasını yazan Miletli Hekatheos’ta). Yunanlılar’dan Romalılar’a da geçen bu coğrafya adı, Herodot’ta, Fırat doğusu için kullanılmıştır. Bu yüzdendir ki, MÖ.401-400 yıllarında, Onbin Helenli Asker ile, Musul kesiminden kuzeye, Murat ve Aras başları ile İspir-Bayburt bölgesinden Trabzon’a varan Ksenofon, bu gezilerinin geçtiği ülkeyi anarken, “Armenya”da demeyip, kitabına, yunanca “Anabasis” (=Yukarı-El/Ülke’de) adını vermiştir.


1280 de biten bir “Anonim Selçukname”de ve o çağda hayatta olan Yunus Emre’de (“Dolaşdım Urum’u (Anadolu’yu), Şam’ı (Suriye’yi) + Yukaru-Elleri kamu”) Fırat doğusuna ve Azerbaycan’a “Yukarı-El-Yukaru-Eller” denilerek, Anadolu-Selçuklu çağımızın bilgisi aktarılmıştır. (Bilindiği gibi, 1514 ten beri, Osmanlı belgelerinde de, buralara, “Yukaru-Canib” denir. Öteden beri Trabzonlular ile Tebrizliler de, aynı ülkeye “Yukarı” demektedirler. Ne gariptir ki, eskiden beri kendilerine “Hay” ve oturdukları ülkeye “Hayasdan” diyen malum Hıristiyan kavim, tarihte olduğu gibi, 1918 Mayısından beri, Erivan/İrevan’da kurdukları Devlete ve müstakil ahalisine, asla “Armenyan/Ermeni” ve “Armenya/Ermenistan” deyimlerini, milli bir ad olarak benimsememişlerdir; hep Hay ve Hayasdan diyip yazarak, ancak yabancı dillerdeki yayınlarda, bu yabancı coğrafya deyimleri kullanmayı tercih ederler!... 


“Armenist” Prof.Nikola Marr’ın belirttiği gibi, MS.450 Kalkedon/Kadıköy Konsili’ninden beri, “Armen/Ermen/Ermeni” deyimi, Ortodoks, Süryani, Keldani gibi komşu Hıristiyanlar’dan ayırt edilmek için, “Grigoryan” olanlara denilegelmiştir. Ancak, Mezhebi anlamdaki bu deyimi, son 200 yıldan beri açıkgöz ve “Tarihi tahrifle uğraşanlar”, şöyle istismar edegelmişler: Yukarı-Eller’de Urartulular’dan beriki medeniyet eserleri ile Hıristiyanlık yapı kalıntılarına sahip çıkarak, “Melikyan” ve “Gülbenkian” gibi çok zengin vakıfların paraları ile, dünya Ansiklopedileri’ne ve umumi eserlere de , bu uğurda kendi propagandaları doğrultusunda ödüllerle ısmarlama yazı yazdırıp, ünlü kişilere de kitap bastırdılar!...


Şu “Armenya” ve Ermeni coğrafya adını, aşağıda anacağımız üzere, kendilerine “Hay” diyenlerin kullanmayışı gibi, 84’ten çok coğrafya ve kavim adının geçtiği KDK’da da, asla bulamıyoruz. Bu deyimi, Selçuklu Fetihleri’nden beri, “Anadolu” anlamında bir coğrafya adı olarak bilinen “Rum/Urum” ve “Anadolulu” anlamındaki “Rumi” deyimine benzetebiliriz. Mevlana Celaleddin’in yerleştiği Konya’ya göre “Rumi” nisbetiyle anılması ve Osmanlı Padişahlarımız’ın “Sultan-i Rum…” sayılmaları gibi.


b.Yukarıda MÖ.680 yılından başlayıp geldiklerine işaret edilen Eski Sakalar’ın kalıntıları ile, Horasan’dan İran üzerinden gelen “Balkhlı” Türkmen/Oğuz kolundan “Partlılar/Parthian” da denen “Arşaklılar/Arsakid” çağı (MÖ.120-30, MS.51-428) ve halefleri “Tarih-Destanları”nın, “Dede-Korkut Oğuznameleri” olduğu, her yönüyle tarafımızdan tesbit edilmiştir. Bunların en büyüğü “Boy” adlı oniki Destanı içine alan, ve bize göre, Temür’ün 1386 güzünde ordusuyla Tebriz yoluyla gelip Aras’ın soluna geçerek, Karakoyunlular’dan şimdiki Revan, “Surmalu” (Iğdır) ve Kars’ı zaptı sırasında buralardan, en yakın Osmanlı toprağı Amasya’ya kaçabilen Türkmenler’in elindeki yazmadan istinsah edilmiş bulunan “Kitab-i Dedem Korkud”dur. İşte bunda “Ağca-Kala(k)” (Erovantaşat) ve “Sürmelü” (Artakşat) ile “Altun-Takht” (Düwin/Tübin) gibi yerlerin başkent olduğu “Oğuz-Elleri”nin (yani, Küçük-Arşaklılar/Arşakunik çağı (MS.51-428) Devleti şehir ve kalelerinin adları anılıyor; “Kalın (yoğun)-Oğuz” da denen “Oğuz-Elleri”nin ahalisi, hep “Oğuz, türkmen” (yalnız 11.Boy’da, Tomanın/Tumanıs Kalesindeki Kafir Beğ’in ağzından, “Tatar”) gösteriliyor.


Yine KDK’da ve onun benzeri “Dede-Korkut Oğuznameleri” sayılacak onikiden çok destan parçalarında, “Oğuz” ve “Oğuz-Elleri”ne komşu sınırdaş bölgeler anılıyor: Turabozan Takkavoru (Takvuru, Oğuz’a armağan veren ve kızını “ağır-kalınğlık” ile Oğuz Beği’ne nikah ettiren), Tokuz Tümen Gürcistan, Başıaçuk (İmeret/Kutayıs) Kan-Apkaza-Eli, Çerkes, Tatvan (Suvanet), Kapulu-Karadervend (Darval-Geçidi), Çılban-Tağı (Kazbek), “Küre Kafir-Elleri” (Dağıstan güneyinde Samur-Özen solunda), Tebriz, Şam (Suriye), Rum (Anadolu) gibi coğrafya adları ve komşular anıldığı halde, asla ne “Armen/Ermen”, ne de “Hay” ve “Hayasdan” adları geçiyor. Oğuz-Elleri içindeki yerler de şöyle anılıyor: Demürkapu-Derbend, Aygır-Gözler (Ögüzler) Suyu (Kür-Aras’ın birleşik ağız kolu), Arslan-Yatağı (Muğan’da sağdan Karasu’yun Aras’a karıştığı yer), Mardin, Hamıd (Diyarbekir), Ak-Hisar Kal’ası (Erzincan batısındaki Kamak), “Parasar’unğ (Strabon, XI,14,14’da, Arşaklılar’ın Roma hududuna koruyucu olarak yerleştirdiği Guranlı Türkleri’nden “Saraparae”=Başkesen lakaplı boyun) Bayburt-Hisan, Ban-Hisan (Oltu kuzeyinde Banak/Penek Kalesi)


Aslında dikkatlerden kaçan bir husus da “Yukaru-Eller/Oğuz-Elleri”nde, 1064 yılında başlayan Selçuklu Fetihleri’nden önceki kaynaklarda da, hiçbir “Hay/Hayk” sülalesinin, müsbet hakimiyetinin anılmayışıdır. Yunan, Süryani ve yerli “Grabar” (ölü-kilise Ermenicesi) dilleriyle yazılı kronik ve tarihçelerde, bu ülkenin ahalisi “Torkom, Torkomyan” (Türkmen) ve “Aşkenaz” (Sakalı) neslinden gösteriliyor.


c.“Armenya/Ermeni” deyimleri gibi, Ruslar’ın bugün bile Çin’e “Kitay” demelerine benzeyen “Gürci/Gürcü” ve “Gürcistan” adlarının; kendilerine öteden beri “Kartvel”, dillerine “Kartuli” ve ülkelerine “Sa-Kartvelo” diyen Tiflis Vilayeti Yerli-Hıristiyanları (ki, çoğu Müstakil Ortodoks-Kilisesine bağlıdır) tarafından benimsenmeyişi ve resmen kullanılmamasıdır. Ancak komşuları, Çoruk boyundan çıkma Sakalı kökünden “Bagrat/Bagarat-Sülalesi”nin, 575-181 arasında 1100 yıldan çok Kartel’de kısmen veya tam hakim oluşunun hatırasıyla, bu Gürci ve Gürcistan deyimleri, Yukarı-Kür boyu’na da teşmil edilmiş olup; ancak komşuları tarafından kullanılmış; K-ÇKH’da ise anılmamıştır.


"Azerbaycan ve Anadolu'da Türkistan'dan gelen eski Milli-Gelenek: Kabirtaşı olarak kullanılan Koyun ve At Heykelleri" makalesinden bir bölüm
Prof.Dr.F.Kırzıoğlu









* Türk Tarihi ile ilgili propaganda amaçlı yalan yanlış "batılılar"ın "akademik" çalışmalarına sesini çıkarmayan "bazılarımız", "doğulular"ın akademik çalışmalarına pek bir geveze! Batılıları "gerçek bilim" sunan, "Doğuluları" ise "ırkçı" kategorisine koyan bu kişiler, "Batılıların onaylamadıklarını "onaylamama"" kompleksi içindeler. Hala daha Türk tarihini karalayan "batılı akademisyenler" var, hatta içimizden bile çıkıyor, ama net ve sosyal ağ sayesinde artık Gizlenen Türk Tarihi'nin önüne geçemiyorlar. Dilerim o "bazılarımız" da akıl tutulmasından kurtulur ve gerçekleri görür, tıpkı milattan önceki dönemde Türklerin Anadolu'daki varlığını kanıtlayabildiğimiz gibi... 

Gerçek Anadolular,
SB.




ekler:
* KARS-ÖNGÖT ve TALAS resimleri için:
ÖNGÖT MEZAR KÜLLİYESİ VE KÜLLİYEDE BULUNAN DAMGALAR








__________________________________
__________________________________


















23 Eylül 2015 Çarşamba

Armenian Massacres in the East of Turkey






ARMENIAN MASSACRES IN VAN, BITLIS, MUŞ AND KARS
INTERWIEV WITH WITNESSES
Prof.Dr.AZMİ SÜSLÜ,1999






Armenians who have an important place in the Turkish History have not rebelled suddenly since 1890' s. The rebellion of Armenians has a phase of preparatory in its historical process. For, in th at phase, so-called “Armenian Problem” had been falsely produced by the societies and associations which were established in or abroad, by the activities of churches, schools, and missionaires, and also especially by the provocative and stimulative efforts of Western States which had political aspirations on Ottoman Empire. 


Afterwards, during the World War I, “Armenian Genocide” had been proposed for a new formula which was instead of “Armenian Problem”. Wherefore, this “legend” has continued for 80 years.


For a thousand year, Armenian minority is one of those minorities, that had been embraced without any racial segregation and presented more rights and privileges them than Turkish people which were from common race and language, by Turks. Though Turks had much more credit in them, yet they were the cause of annoyance and succeding the very systematic manner, attempted to destroy Turks by the provocations of West. Not only they satisfied with this much, but also, while they were sheding Turks blood, raised a clamour thus: “Our blood is being shed, we are being killed, forced to emigration, exposed to genocide!” 


After leaving the country with those men who led them to treachery, they had exercised the divers terror operations, but couldn’t be successful. Henceforth, at this time, by using the scientific methods, they have proposed to reach that which desire it. Again, deviating from the truth , they directed themselves to the ways of error and false accusation. It is manifest that there is no scientific document to prove that Armenians or any other minority, were exposed to the act of killing a whole race, and contempted in the last or any period of history of Turks.


And so, any scientific document in any place could be discovered, though it had been searched very carefully for about a hundred year. But it is an im portant thing that the scientific truths were discovered, declared to the native and foreign people, and persuaded them , as well it was answered to concentrated and biased propaganda of Armenians.


Therefore, recently, the new scientific activities are being done for the purpose to reinforce the scientific assemblies in many provinces of Anatolia. These are to excavate the graves in a group. 


The first of these, that were excavated in seven places of Eastern Anadolia, is in Igdir Oba on March 1986, second in Erzurum -Alaca on July 1986, fifth in Van-Erciş on July 1986, fourth in Erzurum -Yeşilyayla on October 1988, fifth in Van-Zeve (Zaviye) on April 1990, sixth in Kars-Subatan on June 1991, and seventh in Erzurum -Tımar on July 1993. 


Thus, it was m anifestly appeared that thousand of Turkish people together with whose women or daughters, children or elderly, were killed because of th e violence and genocide of Armenians by their systematic and planned terrorism in these places. 


The approximate number of these graves in a group which were discovered by great and long scientific researches and local scannings, is 200. Hovewer, perpetual excavations of these graves were going on.


By all which, when Armenian matter was drawn to the scientific ground, Turkey does not only make self-defence, but also begins to attack. But it must be continued the scientific activities, and persuaded the whole world. Wherefore, likewise that such of the scientific activities must not only be locally, but must be presented the whole world and must take place in the world literature.


This kind of activities as in Erzurum , Van, Kars, must become more known. And also, archaeological and anthropological datas must become more widespread. And also, archaeological and anthropological datas must be produced on this field. Likewise, by interrogating the Living Wittness, or Ghazis, and filming them, the specialists in this field, scholars, and pressmen have to join, be mixed, unite with these people. By means of these activities, in our opinion, history of Turks which was both darkened and exploited will be illuminated, as well as it will be proved or registered officially in the sight of the whole world.


Even though it must be confirmed, the scanning of "Living History" is one of the most im portant sources of history. Wherefore, we have scanned Ghazis who are day by day becoming less inhabitants of 'Van, Bitlis, Muş, Kars, for two years. It was scanned and filmed the residences of civil people who had been killed systematically by Armenians during the World War I and the Turkish War of Independence, martiriums, and the Ghazis. 


It was interviewed 62 living Ghazis who had been interviewed by the lecturers of universities in that region. In this book, we shall present the results of this research. And also they were broadcasted as a documentary programme which was called "Living History" by the second channel of TRT all over the Turkey and abroad. Afterwards, it will be broadcasted on other local and foreign channels of TV.


As a result, once again, in the presence of history, it was concluded that, Armenian ideas are inconsistent with the truth, as they lack of witnesses, anthropological and archaeological datas, docum entaries, proofs which were obtained by excavations of graves in a group and martiriums. As a Ghazi said to me: 


"When all the Western World attacked us, we did not only fight with them, but also we were exposed to the genocide committed by Armenians." 


During this genocide, those that were killed, that had their homes and their villages, as well as all of their properties destroyed were not Armenians, but more than one million muslim Anatolian people. We hope sincerely that this tragedy of mankind is not repeated once again in now here that is neither only in Anatolia, Karabag (Karabakh), Cyprus, Bosnia- Herzegovina, nor in the whole world.




. . . . .  . . . . . . from the book . . . . . . . . .



The Governor of Van Cevdet Bey aiming to undertake a “deportation” for the Turks in order to save them from the Armenian savageness, sent the below given telegraph dated 24 April 1915 to the Ministry of Internal Affairs:


"... The rebellions (Armenians) are holding uproads, attacking the nearby villages and burning them. It is impossible to stop them. A large number of women and children are already homeless. It is also impossible and unsuitable shelter these in the nomadic tribe villages. Is it suitable to send them to the cities in the West?"


When the Armenians with reinforcement started to attack, the Governor Cevdet Bey undertook the migration (deportation) of the citizens sheltered in the castle and the Armenians and later the Russians invaded the city. After the invasion of Van with the provocation of the Russians, rebellions spread out in the area. The Armenian brigands massacred the villagers and destroyed the villages completely. 


Thus more than the half of the Muslim population which was around 200.000 in and around Van was massacred. As a result of the lately undertaken expeditions some mass graves belonging to those people were found. The mass graves are in: Van (center), Selim Bey district, Erciş (Kışla) district, Zeve village (here along with Zeve 3000 villagers from 8 villages were massacred by the Armenians), Catbayir (Bahgesaray), an area in Çaldiran and Alaköy.


At the time the Arm enians sources printed the inhum an malevolence they did to Turks in the European and American Press proudly. These were mentioned in the archives of General Staff, ATASE, Primeministry (Interior and Foreign Affairs), Turkish History of Reforms Institute , private archives, and in the publications of many Turkish, foreign researchs, writers, and officials, among thousands, below given is an example to show the difference between the two communities in understanding humanity.


Two paragraphs written by Rafael de Nogales:
“We learned that after the Governor of Van, Cevdet Bey had left Van, the Armenians dominated the place and massacred all the Muslims old, women, children. No where in the World have such vile actions been seen. This reminded me an event that took place in Van: With a couple of my officers while were observing the artillery fire, a Muslim woman was hanging her washings on a nearby flat roop. As soon as the Armenians saw the woman, they opened the fire and her old body honey-combed with bullets. The Armenians preferred and thoroughly enjoyed killing such poor people instead of fighting a half a dozen officers.”


Against these brutalactions, Turks humane behavior is above appreciation. The same writers recognition:


“We saw three Turkish soldiers near the headquarters building. They were giving food to an Armenian who stayed nine days in a wheel without eating anything. This Armenian was saying that he had refused to take part in the assassination attempt on the life of the Governor of Van and to save his life he hid in the wheel. His friends were searching him to kill him. After this Armenian was fed, he was taken to an hospital and was treated for a couple of days there.”












____________________
____________________












24 Temmuz 2015 Cuma

Yurtta Barış, Dünyada Barış...






"Yaza Savaşta olacağız açıklaması yapan Nato"
"Senior NATO Official Claims We’ll Be at War by Summer"

_______________________________________________


"Şanlıurfa'nın Suruç ilçesinde korkunç saldırı..." 
Basın 20 7 2015


 "Suruç bombası Türkiye’yi Irak’ın makus talihine sürüklemek üzere."


___________________________


Her şeyi unutun...
PKK’yı, YPG’yi, PYD’yi, IŞİD’i... Tüm harflerin açılımlarını silin hafızanızdan... Sadece dün Suruç’ta havaya uçan gençlerin annelerinin, babalarının yerine koyun kendinizi...
Ne hissediyorsunuz?

Hisler bitiyor değil mi?
Tüm kuşlar, böcekler susuyor. Hatta uğuldayan kent bile sessizliğe gömülüyor. Gözünüz kararıyor, başınız dönüyor!
Geriye... Hollywood işi kötü aksiyon filmlerinin Ortadoğu sahnelerinde görmeye alışık olduğumuz türden bir sahne kalıyor:
Ne diye bağırdıkları tam olarak anlaşılamayan gençler...
Ellerindeki pankart...
Net olarak anlaşılmayan bir slogan...
Bu sloganda öne çıkan bir kız sesi...
Sonra pankartın havalanan sağ tarafı...
Aynı anda duyulan korkunç bir
patlama...
Ve kaçarken gökyüzünü, ağaçları çeken kamera... Fonda duyulan korkunç haykırışlar!

Daha olayın ne olduğu belli olmadan HDP’li Milletvekili Leyla Güven bağlanıyor bir kanala ve “TC”ye sayıp döküyor!
İyi de bombayı TC mi koymuş?
Hayır. Zaten bu önemli de değil!
Vur TC’ye, prim yap; ölen çocukların kanı üzerinden... Bu arada o TC’nin vekili olmuşsun, ayda 20 bin liraya yakın maaş alıyormuşsun; hiç önemli değil...
Bombayı koyan alçaklara, o gençleri oraya götüren Kürt ırkçılarına tek söz söyleme, vur abalıya!

Siz yine de her şeyi unutun:
PKK’yı unutun... YPG’yi, PYD’yi, IŞİD’i...
Hatta suçu peşinen TC’ye yükleyen LG’yi unutun...
Onun partisi HDP’yi... Uyguladığı abuk sabuk dış politikayla sınırlarımızı kevgire çeviren AKP’yi... Bu çöküşü seyretmekle yetinen CHP’yi, MHP’yi...
Hepsini... Tüm harfleri unutun!
Açılımlarını silin hafızanızdan...
Çünkü... Orada ölen çocukların bırakın adlarını, “harfleri” bile yok görmüyor musunuz?
“En az 31 ölü” diye tanımlıyor ajanslar onları...
“En az 31 ölü...”


Hani hep içinde yaşadığımız çağın en uygar çağ olduğuna inanırız ya...
Boş verin bu masalı!
İnsanoğlu, tarihin en karanlık dönemlerinde bile bu kadar adileşmemişti!
Savaşlar bile daha mertti!
Bu çağ uygar insanların değil, alçak katillerin çağı; çevremiz katil dolu!

Mustafa Mutlu / Basın




GÜNÜN İSYANI

İsyanım, Suruç katliamından sonra, “Canlı bombaya rahmet yakınlarına sabır diliyorum” diye tweet atan AKP İstanbul Milletvekili adayı ve Osmanlı Ocakları’nın İstanbul Gençlik Kolları Başkanı Furkan Gök’e:
!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!

Mustafa Mutlu / Basın




___________________________



-Türk Devletinin binlerce yıllık hafızasını ve her biri birer pırlanta değerindeki bürokratlarını-diplomatlarını yok sayıp, aşağılayacaksın.

-“Pers Prensi” lakaplı bir çocuğu istihbaratın başına getireceksin.
-Kendi Milli Orduna tuzak kurup, terörle boğaz boğaza kavga edip onu yenmiş kahramanlarını zindanlarda çürütüp, “Devlet Refleksini” kıracaksın.

-Sınırları açıp, Ortadoğu’nun bütün it-uğursuz-terörist-canlı bomba sapıklarını ülkeye doldurup, Polisin elini kolunu bağlayacaksın.

-Cemaati devletin en hassas birimlerine kendi elinle sokup, Bakanlıkları Tarikatlar arasında pay edeceksin.

-TC Devletinin kurucularına “AYYAŞ” deyip, PKK Hamisi Barzani’yi “Onur Konuğu” yapacaksın.

-Kendi tarihinle kavga edip, Oslo’da-İmralı’da-Habur’da vatan evlatlarını katleden katillerle kucaklaşacaksın.

-Türk adını her yerden kaldıracaksın.

-Türk Milletinin tüm Cumhuriyet boyunca yaptığı borcun tam üç katını 12 senede yapacaksın ve Cumhuriyetin tüm eserlerini yok pahasına peşkeş çekeceksin.

-Harun gibi gelip KARUN gibi olacaksın, kul hakkı yemekten çekinmeyeceksin.

Sonra Türk Milletine, terör örgütünün siyasi sözcüsü olan bir partiyi şikâyet edip utanmadan yine Türk Milletinden oy isteyeceksin!
Öyle lagara-lugara yok! Önce kendi yarattığın leşleri temizle…

Rifat Serdaroğlu / Basın




_________________________



ŞİD, PKK, PYD, El Kaide, El Nusra, Müslüman Kardeşler ve Özgür Suriye Ordusu dahil hepsi dört dörtlük terör örgütüdür. Bunlar katliamlar yapmışlardır, insanlık suçu işlemişlerdir ve devam etmektedirler. Eğer bu örgütlerden bazılarını siz terör örgütü sınıflandırmasına almıyorsanız samimi değilsiniz demektir. 

Erdoğan liderliğindeki AKP iktidarları ise ne yazık ki, iyi terörist ve kötü terörist ayrımı yaptı. Suriye’deki yönetimi devirebilmek için teröristlerle işbirliği yaptı ve destekledi. Terörle yatan terörle kalkar. Bugün yaşadıklarımız Erdoğan liderliğindeki AKP iktidarlarının yanlış ve işbirlikçi politikalarının ülkemize getirdikleridir. Yarın daha kötüsü ile de karşılaşacağız. Çünkü emperyalizm projelerini gerçekleştirebilmek için istikrarı iyice bozmak istiyor, provokasyon yapıyor, Türk-Kürt çatışması ve iç savaş çıkarmak istiyor.

Türker Ertürk / Basın



___________________________



2011 Türkiye İç Savaş Raporu


Terörizm uzmanı Sefa Yürükel, 2003'te Norveç Uluslararası İlişkiler Enstitüsü'nde gizli bir raporu okuduğunu söylüyor. Rapora göre Türkiye'de bir iç savaş tezgâhlanıyor. Hatta rapor sanki bugünleri anlatıyor. 2003 yılının Şubat ayı sonu.


Norveç Uluslar arası İlişkiler Enstitüsü'nde terörizm uzmanı Prof.Dr. Toje Bjorge'nin odası. Aynı zamanda Danimarka vatandaşı, Norveç'te yaşayan Sefa M. Yürükel, daha öce araştırmacı olarak görev yaptığı enstitü'den rutin ziyaretlerinden birinde. Prof. Bjorge'nin masasında 35 sayfalık bir rapor Yürükel'in dikkatini çekiyor.


Raporun başlığı "2011 Türkiye İç Savaşı". Yürükel şoke oluyor.
Raporu eline aldığında 35 sayfayı dikkatle okuyor. Sanki daha o yıllarda bugünler tarif edilmiş! Ortada müthiş bir iç savaş senaryosu dolaşıyor! Bu esrarengiz raporun kimler tarafından, nasıl ve ne zaman yazıldığı meçhul. Çünkü raporun kopyasını alamıyor bile. Ama raporun tam anlamıyla bir gizli servis elinden çıktığı anlaşılıyor. "Türkiye için iç savaş senaryosunu yazdılar, şimdi de yönetiyorlar.


-Raporu ne zaman gördünüz?
-Bu raporu 2003 yılının Şubat ayı sonunda Norveç Uluslar arası İlişkiler Enstitüsü'nde gördüm. 2 defa okudum.


-Sizin elinize nasıl geçti?
-Ben daha önce Norveç Uluslar arası İlişkiler Enstitüsü'nde araştırmacı olarak çalıştım. Doğal olarak arada bir uğruyorum oraya.


-Peki, orada nerede okudunuz bu raporu? Kimdeydi rapor?
-Orada terörizm konusunda araştırmalar yapan Prof.Dr.Toje Bjorge'nin odasında okudum. 35 sayfalık bir rapordu.


-Kapağında ne yazıyordu raporun?
-"2011/Türkiye İç Savaş" başlığını taşıyordu. Amerikan İngilizcesi ile yazılmış olup, akademik-istihbaratçı bir kimse tarafından yazıldığı belli oluyordu. Ben rutin akademik araştırmacı olduğum için her akademisyen araştırmacı gibi bunu rahatlıkla anlayabilirim. Daha sonra aklımda kalanları not ettim.


-Bir isim yazıyor muydu?
-Hiçbir isim yazmıyordu.


-Gizli servis tarafından yazılmış bir rapor olabilir mi?
-Her tarafına baktım raporun bulamadım açıkçası bir isim, ibare.
Yalnız şu var çok ciddi bir araştırma yapıldığı ve araştırmanın da çok iyi biçimde teorikleştirildiğini gördüm. Bunu normal bir akademisyenin yazmadığı belliydi. Türkiye' de eli kolu olan kimselerin yazdığını anladım. Belki bir ekip araştırmayı yaptı ama tek elden yazıldığı anlaşılıyordu.


-Sözünü ettiğiniz profesör size bu raporu ne diye verdi?
-Bana "Bu aralar ne araştırması yapıyorsun? " diye sordu. Ben normalde soykırım üzerine çalışırım. Profesöre, "terörizmle uğraşıyorum" dedim. Biraz fikir alışverişinde bulunduk. Masasında bazı notlar, yazılar vardı. Bakabilir miyim dedim. İstediğini okuyabilirsin dedi. Onların arasından çıktı bu rapor. Bazılarını kopya etmeme müsaade etti. Ama o raporu vermedi. Bunun anlamı şu, Rapor sadece belli yerlerde dolaşıyor. Norveç Uluslar Arası İlişkiler Enstitüsü Norveç devletinindir. Resmi bir kimliği vardır. Buradan diplomatlar çıkartılır. Bütün Norveç'in diplomatları üst düzey yöneticileri bu merkezden elenir. Çok önemli bir yerdir.


-Prof.Toje Bjorge önemli bir isim mi?
-Norveç açısından önemlidir. Fakat ona bu raporu direkt vermemiş olabilirler. 

-Uzmanlık alanı nedir onun?
-Terörizm ve ırkçılık.


-Neden 2011 yılı planlanıyor sizce?
-AB'nin dayattığı kurallar meselesi var. Irak'a müdahale belki daha önceden planlanmıştı, bu zaten doğru, bölgede büyük bir değişiklik yaratılacağı, mesela Büyük Ortadoğu Projesi kapsamı var, bölgede haritanın değişmesi söz konusu. Buna Türkiye de dâhil bütün bu dayatmalarıyla Türkiye'nin buna 2011 yılına kadar dayanabileceğini, ondan sonra da taviz vererek gücünü yitireceğini planlıyorlar.


Bugünlerde yaşanan gerginlik ve çatışma ortamının yoğunlaştırılması planı var. Batılılar tarafından öngörülen senaryo şu anlama geliyor:
Batılılar bu işin senaryosunu hazırlamakla kalmamışlar, aynı zamanda Kuzey Irak'ta ve Batı Avrupa'daki PKK büroları müsamaha görüyor. Burada bir koruma var ve onları da terörist olarak görmüyor.


-Peki, bu raporun hazırlanma tarihi hakkında bir bilginiz var mı?
-Ben 2003 yılında okudum çok önce de hazırlanmış olabilir rapor. Çok önce hazırlanıp bugünleri gösteren bir senaryodur bu rapor.


-Bu rapor Türkiye'de bir iç savaş çıkarmak maksadıyla mı yazılmış peki?
-Hayır, ama rapor Türkiye'de bir iç savaş tezgâhlandığının tescili özelliği taşıyor. Batılılar genellikle böyle senaryolar hazırlarlar, ondan sonar da arkasına güç koyup harekete geçirirler. Irak' ta olduğu gibi mesela. Bu raporu yazanlar PKK'yı harekete geçiren güçler demek abartılı olmaz. Aynı güçlerdir yani.


-Adres nereye çıkıyor?
-Batılı ülkelerdir. Esas hedef sadece Türkiye değil, İran ve Asya'dır. Direkt CIA diyemem ama bu rapor ABD'ye çok uyuyor. Batının kendi arasında bu konuda bir uzlaşı var anlaşılan. Bu çok net görülüyor.


-Türkiye'de iç savaş çıkartılarak ne amaçlanıyor?
-Türkiye Batı'ya göre çok büyük bir ülke. AB yetkililerinin demeçlerinde de var bu. Türkiye'yi küçültmek istiyorlar. ABD' ye direnemeyecek bir Türkiye olmalı ve haritası değiştirilmeli. Amaç, Kürdistan kurularak Türk devletinin zayıflatılması ve boyun eğdirilmesi. Bu da kendilerinin hassas olarak tanımladıkları, karışık bölgelerdeki etnik çatışmalar çıkartılarak yapılacak. Çünkü bu dünyanın en tehlikeli işidir. Raporda şu da geçiyor, Türkiye' de herkes kendi etnik kökenine göre yolunu seçebilir. Mesela ordu ve polis içindeki Kürtler de Türkler de yolunu seçebilir deniliyor, büyük bir çatışmada. Bu Yugoslavya'da olmuştur. O bakımdan Türk devletinin böyle bir çatışmayı önleyemeyeceği vurgulanıyor. Raporda hazırlanan bu senaryo, geçmiş yıllarda Türkiye'de uygulananın aynısı. Bu kadar net senaryo yazılamaz.


Bunun anlamı; BU SENARYOYU HAZIRLAYANLAR BUNU UYGULAYANLARDIR.
"TÜRKİYE'NİN ESKİ HUDUTLARI KALMAYABİLİR, HARİTASI DEĞİŞEBİLİR"


Norveç Uluslararası İlişkiler Enstitüsü'nde Sefa Yürükel'in okuduğu raporda 5 bölüm bulunuyor. Her bölümde teorik yaklaşımlar ve senaryolar, iyi rafine edilmiş istihbarat bilgileri yer alıyor.


Sefa Yürükel , "Bizzat yerel işbirlikçiler veya casuslar tarafından verilen bilgilere atıf yapılıyordu" yorumunu yapıyor.


1.Bölüm: Türkiye'nin jeopolitiği ve uluslar arası siyasi coğrafyasına yer veriliyor. Yürükel, "Burada daha çok teorik yaklaşımlar vardı. Bu Türkiye'nin daha çok dışarıya dönük yönünü açıklıyordu" diyor.


2.Bölüm: Türkiye'nin siyasi, sosyal, tarihi, dini, mezhepsel, etnik ve kültürel yapısı üzerine özet halinde ampirik datalarla güçlendirilen rakamların yer aldığı bir bölüm. Bu bölümde özellikle Kürtler-Türkler demografisi ifadeleri altları çizilerek yer alıyor.


Yürükel, raporun bu bölümünde yer alanları şöyle anlatıyor;
Şehir, şehir hatta bazı kasabalar (Kızıltepe, Pazarcık,..vs) gibi yerlerin adı geçiyor ve demografisine örnek olarak yer veriliyordu. Burada esas değinilen karışık oturulan bölgeler biçimindeydi.
Yani Türkiye'nin çatışmaya dönük raporu yazan tarafından etnik demografisi çıkarılmıştı. Buradaki verilerden de hissedildiği gibi Türkiye içerisinden birileri (işbirlikçiler, casuslar, ...vs.) bu raporun yazılması amacıyla çatışma hedefine yönelik olarak çok rafine sayılabilecek hassas ve ayrıntılı bilgi vermiş ve toplamıştı.


3.Bölüm: Rapor'da "hassas bölgeler" diye bir tabir geçiyor. Rapor da ifade edilen Türk ve Kürt etnik kökenden insanların, iç içe ya da sınır bölgeleri olarak Malatya, Erzurum, Maraş, Gaziantep' in bulunduğu yerlerin gelir dağılımı ve siyasi yapısı, ayrılıkçılığa veya devlete karşı çıkışı ya da devlet safında ayrılıkçılığa karşı çıkışa meyilleri ve güç oranında değişken olabilecek durumlar hipotetik olarak ele alınıyor.


4.Bölüm: Devletin ve PKK'nın Güneydoğu Anadolu'daki halk içerisinde etkisi ve bölgedeki stratejik konumu ele alınıyor. Yürükel bu bölümle ilgili de şunları kaydediyor :


-"Raporda sanki burada ikili bir iktidar söz konusu havası veriyordu. PKK' nın harekete geçebileceği NGO ve siyasi bağlantılı güçlerin hassas bölgelerde kontrollü bir çatışmayı yaratıp yaratmayacağı veya Kaosa yol açıp açmayacağı konusunda sorular soruluyordu. Aynı zamanda devletin bu bölgelerde önemli ölçüde zayıf olduğu sadece askeri ve polis gücü ve aşiret gücü olarak varlığını sürdürdüğü fazla bir kitle tabanına sahip olmadığına vurgu yapılıyordu. Yani rapor PKK'yı etnik çatışmaları istediği anda çıkartıp istediği anda da durdurabilecek ve tek muhatap olabilecek bir güç olarak ele alıyordu."


Bu bölümde ayrıca hassas bölgeler dışında Metropol ve turizm bölgelerinde de önemli ölçüde karışık demografik yapının varlığı üzerinde duruluyor ve burada "ayrılıkçı milliyetçiliğin ve ona bağlı toplumun" değişken ve çarpışabilecek ideolojik ve siyasi tutumları fiziki bir çatışma ortamı hazırlayabileceği üzerinde duruluyor.


Süreç 1987 olarak başlatılıyor ve 2011 yılına kadar burada düşük ya da yüksek yoğunlukta çatışmaya varabilecek bir hareketlenme olacağının altı çiziliyor. Yürükel bir noktanın daha altını çiziyor:
"Burada benim dikkatimi çeken bir şey çok kesin ifadeler kullanılması idi. Sanki raporu yazan çatışmanın yani iç savaşın olacağından eminmiş gibiydi."


5.Bölüm: Türkiye'nin iç savaşa doğru sürüklendiği ve sonuçları üzerinde duruluyor. BM, AB, NATO, Batılı ve bölge devletlerinin tutumları üzerinde değerlendirmeler yapılıyor.


Yürükel' in notu şöyle;
"Burada, Batı'nın çok kan akıtılan bölgelere askeri, siyasi ve insani müdahele edebilme olasılığı üzerinde duruyordu. İç savaş terimi kullanılıyor ve bölgede bu iç savaşın yayılma ihtimali dolaylı yardım veya doğrudan katılma şekliyle göz önünde bulunduruluyordu.


Sonuçları üzerinde duruluyordu. Bu bölümde raporun toparlanması yapılıyor.
Türkiye'nin esas mevcut yapısının, Kürt ve Türk demografisi şeklinde ele alınmasının icap ettiğini, 2011'e kadar doğabilecek fiziki çatışma ortamının neler getirip neler gotüreceği, bölgesel ve uluslar arası boyutunun üzerinde duruluyor. Türkiye' nin artık eski hudutlarının kalmayabileceği ve haritanın değişebileceği ve Batı'nın buna karşı çıkmasının söz konusu olmadığı ifadeleri kullanılıyordu.



Saygılarımla
Sefa M. Yürükel,
Antropog & Etnograf
Soykırımlar ve Terörizm Araştırmacısı
Lahey Türklere Soykırımları Araştırmalar Vakfı Başkanı (TGRF)





_________________________








___DARILMAYIN KIZANLAR !, BİZ SADECE "ABD'Yİ" KORURUZ !____




Savunma sisteminin Komutanı Yüzbaşı Van Der Heide, Patriotların 24 saat tetikte olduğunu, olası saldırıya karşı Adana ve İncirlik’i koruyacağını söyledi...



Adana’daki İncirlik askeri üssü için hükümet ABD’ye izin verdi. Üsten kalkan uçaklar IŞİD’i vuracak. Bakanlar Kurulu’nun dünkü toplantısında ABD’nin IŞİD’e karşı İncirlik’i sınırlı olarak kullanabilmesi izni çıktı...



Türkiye ile ABD arasında varılan mutabakatın ayrıntıları da ortaya çıkmaya başladı. Buna göre, ABD, İncirlik Üssü’nü Suriye’ye yönelik hava operasyonlarında kullanacak. Buna karşılık, Suriye’nin kuzeyinde Ankara tarafından kırmızı çizgi ilan edilen gelişmeler yaşanırsa, Türkiye’nin güvenlikli bölge oluşturmasına ABD de olumlu yaklaşacak...





Nasrettin Hoca’nın eşeğini aramasını bilirsiniz. Yitirdiği eşeğini, tek mal varlığı, güvencesi, köy yerinde eli ayağı gibi olan eşeğini güle oynaya ararmış. Nedenini soranlara verdiği yanıt unutulmaz:

“Umudum şu dağın ardında kaldı. Orada da bulamazsam yiten eşeğimi görün bendeki feryadı!”
Feza Tiryaki



______________________





" If you are going to enter this War, We are going to Need to Sell these War to our people!"


'The War You Don't See' (2011) is a powerful and timely investigation into the media's role in war, tracing the history of 'embedded' and independent reporting from the carnage of World War One to the destruction of Hiroshima, and from the invasion of Vietnam to the current war in Afghanistan and disaster in Iraq. As weapons and propaganda become even more sophisticated, the nature of war is developing into an 'electronic battlefield' in which journalists play a key role, and civilians are the victims. But who is the real enemy?


John Pilger says in the film: "We journalists... have to be brave enough to defy those who seek our collusion in selling their latest bloody adventure in someone else's country... That means always challenging the official story, however patriotic that story may appear, however seductive and insidious it is. For propaganda relies on us in the media to aim its deceptions not at a far away country but at you at home... In this age of endless imperial war, the lives of countless men, women and children depend on the truth or their blood is on us... Those whose job it is to keep the record straight ought to be the voice of people, not power."






__________________________




Rusya’ya sığınan Amerikalı ajan Snowden, IŞİD’in arkasında Müslümanları birbirine kırdırmak hedefiyle ABD, İngiltere ve İsrail istihbaratı olduğunu söylemiş, IŞİD lideri Bağdadi’yi de MOSSAD’ın eğittiğini bildirmişti. 


IŞİD, Irak’ta ilk iş olarak Musul, Telafer ve Tuzhurmatı’yı işgal ederek Türkmenleri bölgeden tasfiye etti. IŞİD, Barzani’ye Kerkük’ü işgal etmesi için İsrail’e de Gazze’yi bombalayıp iki bin kişiyi öldürmesi için fırsat tanıdı. IŞİD, son olarak da PYD’ye de Türkmenlerden boşalttığı alanlara yerleşmesi için zemin oluşturdu!


David Cameron, geçen yıl IŞİD örgütünün amacına ulaşması halinde dünyanın “Akdeniz’in sınırlarına kadar gelmiş bir terörist devletle” karşı karşıya kalabileceği uyarısında bulunmuştu. Cameron, bu sözlerle, IŞİD’e verdikleri görevin, ilk hedefini itiraf etmiş oluyordu: Büyük Kürdistan kurmak için coğrafyayı hazırlamak!


Arslan Bulut / Basın



________________



GAF MIŞŞŞŞ, NE GAFI? GERÇEK !...



“IŞİD güçlerinin eğitimini hızlandırıyoruz. Anbar vilayetindeki Sünni aşiretlerden çıkan gönüllüler de dâhil” dedi.

Sputnik News’un haberine göre söz konusu metinde yapılan düzeltmede bu ifadeler baştan yazılacağına, IŞİD’in İngilizce’deki kullanımı olan ‘ISIL’in yanına parantez açıldı ve ‘Iraklı’ ifadesi eklendi. Beyaz Saray’ın bu ‘düzeltmeyle’ ne söylemeye çalıştığına ise kimse anlam veremedi. Zira cümle bu haliyle de ‘Irak’taki IŞİD güçlerinin eğitiminin hızlandırılacağı’ anlamına geliyordu.




Kaldı ki IŞİD organizasyonunun asıl mimarlarından ve PKK’nın Suriye kolu olan PYD’yi de neredeyse “ABD’nin Suriye’deki kara kuvvetleri” sayan Obama’nın, Erdoğan’a Suruç ve Ceylanpınar saldırılarından dolayı taziyelerini iletmesi gerçekten insanlık adına utanç verici değil midir? Bu davranışın, cinayet failinin cenaze törenine katılmasından ne farkı vardır?

“İki lider Amerika ve Türkiye’nin terörle mücadelede birlik içinde olduklarını vurguladı” diyorlar? İyi de alenen “eğit-donat” adı altında terörist yetiştiren kim?








"WE'RE TRAiNiNG iSiL': 
WHiTE HOUSE WEBSiTE CORRECTS OBAMA'S SPEECH BLOOPER"
BY PAUL JOSEPH WATSON : PRESiDENT'S EMBARRASSiNG ERROR DURiNG BRiEFiNG AMENDED ON OFFiCiAL TRANSCRiPT...


Alex Jones : Obama Slip: We Train ISIL! 7/7/15
Obama : " Ideality is not defeated by guns, but defeated by better ideas"
Alex Jones : "Here is it translated: This our proxy army funded by neo, to take over the middle east and kill all the christians and we are going to keep giving them weapons to do it, and then we are going to used to take their rights domestically."
" Saudi Arabia is the homeland of radical İslam and it's allied with our criminal government"



__________________________






Yalanlar Üzerine Kurulmuş Küresel Kuşatma



KARA BELA TÜRKİYE'Yİ SARIYOR



_____________________________





UNDECLARED WW III and TURKISH and HUMANITY GENOCIDE


American foreign policy of the past century, this is what crawls out… invasions … bombings … overthrowing governments … occupations … suppressing movements for social change … assassinating political leaders … perverting elections … manipulating labor unions … manufacturing “news” … death squads … torture … biological warfare … depleted uranium … drug trafficking … mercenaries ….


US and Israel hegemony in the Middle East 


"RUN AWAY , "DEMOCRACY" IS COMING!"
"OPEN YOUR EYES"
"CORPORATE MEDİA LİES"


"ISRAEL IS ONLY DEFENDING ITSELF!"
"US IS ONLY DEFENDING ITSELF!"
"EU IS ONLY DEFENDING ITSELF!"
"CHINA IS ONLY DEFENDING ITSELF!"
"RUSSIA IS ONLY DEFENDING ITSELF!"

ON THE OTHER HAND THEY "SECRETLY" SUPPORT TERRORISM !

AND WHEN THE PEOPLES OF THESE LANDS "ONLY DEFENTING  ITSELF"  IS TERRORISM..

BULL SHIT !!!


Time to End Western Support for Terrorists and War In "Old World".
You Can Be Patriotic, So We Can...
But Patriotism Is Valid Only At Home, And Not Outside !!!!








AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİNE HOŞGELDİNİZ !

49,206,934 Germans
41,284,752 Black or African Americans
35,523,082 Irish
31,789,483 Mexican
26,923,091 English
19,911,467 Americans
The surprising number of people across the nation claiming to have American ancestry is due to them making a political statement, or because they are simply uncertain about their direct descendants. Indeed, this is a particularly common feature in the south of the nation, where political tensions between those who consider themselves original settlers and those who are more recent exist.
17,558,598 Italian
9,739,653 Polish
9,136,092 French





BU "BÖLÜNMÜŞLÜĞÜ" EN KISA ZAMANDA GÖRMEK ARZUSU İLE !!!










Türkiye Milli Birleşik Cephesi Kurulmalı!
Yüce Türk Milletinin Değerli Evlatları,



1990 başlarından itibaren dünyadaki “Yeni dünya düzeni” , “Yeni Amerikan Yüzyılı” adı altında kurulması amaçlanan ve içerisinde “Turuncu Devrimler”, “Arap Baharı”, Balyoz, Ergenekon vs. adı altında yapılan “Silivri BOP Toplama Kampı” ve “Milliciliği Yargılama” adı altındaki BOP projesinide barındıran bir dizi operasyonlar olmaktadır.


ABD in liderliğindeki Yeni Batı İmparatorluğunun kendi ömürlerini uzatmak için, ABD ve işbirlikçileri: dünya enerji kaynaklarına ve geçiş yollarına el koyma çabaları amacıyla, özellikle İslam coğrafyası diye bilinen siyasi coğrafyada; ağır buhranlar yaratmalarla, savaşlar ve çatışmalar çıkartmalarla, işgal etmelerle, soykırımlar yapmalarla, Batı yanlısı göbekten bağlı siyasi iktidar değişikleri yapmalarla, batı yanlısı muhalefet oluşturmalar, tek yanlı propaganda yapımları, insan hakları ihlalleriyle, devletleri bölme parçalama atılımlarıyla, yeni devletcikler oluşturma girişimleriyle, rejimleri değiştirmelerle, halkları edilgenleştirerek boyun eğdirmelerle belli bir mesafe kat etmişlerdir.


Bu konuda malesef ABD ve diğer batılı emperyalistler, kullandıkları işbirlikçilerle birlikte gayet başarılı olmuşlardır.


Bugün, Yeni Batı İmparatorluğu kurmak için Batı, Anavatanımız Türkiye’de ise, AKP – F Tipi işbirlikçiler, terör örgütü PKK ve NATO cuların da içinde bulunduğu bir grup kullanılarak, etnik ve mezhepsel konular kaşınarak, coğrafik olarak bölmek amacıyla bir iç savaşa doğru sürüklemek istemektedir.


İç barış tehlikededir. Bunun yanında aynı işbirlikçi grup kullanılarak; Milli kurumların iğdiş edilmesi, sınırsız ve taşaronca yabancılar için özelleştirmeler yapılması, yabancılara toprak ve kurumların satışları, işçi ve çifçilerin haklarının ellerinden yavaş yavaş alınması, eğitimin bilim ve akıldışı hale getirilmesi, eğitimde 4+4+4 sistemi ile ABD yanlısı yeni Emevi nesiller yetiştirme çabaları, Üniversitelerin özerkliklerinin ellerinden alınması, öğrencilerin ağır baskılarla karşılaşmaları, medyanın işbirlikçi grup tarafından kontrol altına alınması ve tek yönlü propagandalar yapması, devletteki yolsuzluğun bir alışkanlık haline getirilmesi, TSK’nın bugünkü NATO’cu Genelkurmay Başkanı da kullanılarak edilgenleştirilmesi ve komşularıyla savaşa sürülme çabaları, millici subayların yargılama ve hapishane yöntemleri ile teslim altına alınma çabaları, ekonominin tamamen batı tarafından kontrolü, milli olan herşeye karşı tutum alınması, korku toplumu yaratılması, yargının tamamen ABD ve diğer emperyalistler için siyasallaştırılması, güvenlik-kolluk kuvvetleri ve MİT’in kontrol altına alınması ve PKK gibi terör örgütlerinin muhatap alınması, Barzanilerin bir kısım Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları üzerinde etki oluşturma ve yönlendirme çalışmaları, güvenliğin ve iç barışın yok edilmesi, Türkiye'nin ve Türkiye üzerinde Türklerin egemenliğinin, kendi milli ve millet varlığının sorgulanmasını da beraberinde getirmiştir.


Dışarda ise, Türkiye ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalistler ve onların kullandığı işbirlikci grup tarafından, tüm komşularla gergin, savaş isteyen ve bunun için tezkere bile çıkaran, taşaronlaşan, iradesiz, komşuları rahatsız eden ve iç savaş çıkartan terör örgütlerinin üs kurduğu ve silah sağladığı barış düşmanı bir ülke haline getirilmiş ve aynı zamanda bölge ülkeleri, Bağlantısızlar, Çin ve Rusya tarafından dışlanan bir ülke durumuna düşürülmüştür.


Durum yukarda gibi iken, meclis dışındaki milli düşünen güçler ise dağınık, gittikçe ufalan, marjinalleşen, bir araya gelip bir merkez oluşturmayan, zaman zaman da sadece kendi siyasi parti ya da oluşumları dışında başka yerde bir birleşme olamayacağını yansıtan, hatta bir kısmı ise sadece birleşmenin kendi grubu altında olması gerektiği konusunda çağrı bile yapan ve bu konumlarıyla söylemde ve eylemde milli düşünse de asgari müşterekte milli bir cephe oluşturmadan kaçınan, benim arkamdan gelde israr eden ve istese de istemese de bu tutumları ile malesef gayri milli güçlere objektif olarak yardımcı olan bir durumdadır.


Milli Birlik için birlikte hareket etmekteki durum iç açıcı değildir ve vahimdir. Bazı doğru eylemlilikler olsa da, bölünmüşlüğün yarattığı boşluktan dolayı, organize bir birleşik bir cephe yaratılmadığı için, yapılan doğru eylemler belli yerlerin dışına çıkamamakta ve sonuç alıcı bir sürekliliğe ulaşamamaktadır.


Meclisteki muhalefet ise zaman zaman emperyalist Batının emirlerinden çıkmayan işbirlikçi grup ile beraber hareket eden ilkesiz ve eylemsiz bir konumdadır. Artık bu anlamda Meclisin aldığı kararların meşruluğu kalmamıştır.


Kamuoyu araştırmaları ve izlenimler artık Türkiye’nin ve milletinin kimliğinin sorgulandığı durumdan milletin çoğunluğunun rahatsız olduğu ve bir çekim merkezi aradığını doğrulamaktadır.


Millet tedirgin ve çaresiz durumdadır. Tedirginlik, Milletin korktuğundan değil, sindiğinden değil ve akıl sahibi olmadığından değildir. Esas olarak güveneceği bir milli liderlik olmamasındandır. Bu durum çok iyi tespit edilmelidir ve ortak akıl kullanılarak Atatürk’ün yaptığı gibi bunun cevabı verilmeli ve millet bu tedirginlikten ve bilinmemezlikten kurtulmalıdır.


Bugünlerde, Milli Anayasa Forumu, 19 Mayıs, 29 Ekim, 10 Kasım, 13 Aralık gibi eylemlilikler ve bunun gibi girişimler olumludur. Bunlar kısa ve uzun vadeye yayılan bilgi vererek etkilemeye dayanan eylemlilik ve kamuoyu oluşturma çabalarıdır.


Ama esas olan milli güçlerin bir araya gelerek, milli kongrelerle, milli merkezi yaratacak, milleti milli pratik eylemliliğe çağıracak, milli eylemlilikte örgütleyecek, milletin içine girilerek yönlendirecek ve milleti, milli cephenin içine fiili olarak sokacak ve sonuç alacak, gündem belirliyecek, pro-aktif, ciddi bir koordinasyon örgütlenmesine yani acilen Türkiye Milli Birleşik Cephesi oluşumuna ihtiyacı vardır.


Teorik konular önemli olmasına rağmen öncelik Birleşik Cephe örgütlenmesinde olmalıdır. Çünkü esas yakıcı ihtiyaç olan bugün budur. Milli Anayasa Forumu, ADD, TGB, HES'lere karşı mücadele, Vardiya Bizde ve bunun gibi olumlu oluşum ve girişimler de Milli Birleşik Cephe’nin altında birim olarak yer almalıdır.


Kurulması gerekli olan Milli Birleşik Cephe’nin; felsefesi Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi, ilkeleri devrim kanunları ve Anayasanın ilk 4 maddesi olmalıdır.


Liderlik Milli kongrelerde belirlenmeli ve dönüşümlü olmalı, eylemde ve söylemde asgari birlik yaratılmalı, bölge, şehir, kasaba, nahiye, köy ve mahallelerde en ücra yerlerde bile (Yurtdışında da) hızla örgütlenilmelidir.


Örgütlenme ve örgütlemelerde Türk Milletine aidiyet gösterme ve her yönüyle milli olmak yeterli olmalıdır. Bu örgütlenme her sosyal sınıftan, sivil ve resmi görevli olan her insanı kapsamalıdır.


Milli güçlerin tüm olanakları Cephenin hizmetine verilmelidir.Milli güçler aralarındaki bugün için lüks olan ayrılık ilkelerini, siyasi ve ideolojik yönleri dondurmalıdır hatta bir kenara itlmelidir. Çünkü artık sorun Türk kalmanın, Türkiye’nin Devlet ve Millet varlığının var olma yok olma sorunudur.


Bu bakımdan Atatürk’ü lider kabul eden, onun ilke ve devrimlerine sahip çıkan ve Türklüğe aidiyet gösteren ve milli düşünen her Vatan evladının, artık içeriği ve hedefi Milleti ve Devleti kurtarmak ve büyük ihtiyaç olan Türkiye Milli Birleşik Cephesi’nin oluşumunda yer alması kaçınılmazdır.


Ebedi önder Mustafa Kemal Atatürk’ün "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" şiarının tekrar hayata geçirilmesi ve Türkiye’nin ve milletin itibarı da buna bağlıdır.


Bu anlamda Ya Milli Birleşik Cephe oluşturulacak Milli bir koordinasyon kurulacak ve Türkiye kurtulacaktır ya da Birleşik bir Cephe oluşturmak için bir araya gelme ve oluşumu oluşturma red edilerek ve benim arkamdan gel çıkmazında ısrar edilerek, Türkiye’nin parçalanmasına ve Devletin ve Milletin yok olmasına ortak olunacaktır. İkinci bir yol artık yoktur.


Yukardaki sebep ve sonuçları bir kez daha düşünerek, Milli güçler bir araya gelmeli ve acilen Milli Cephe’nin oluşumunu gerçekleştirmeleri gerekmektedir.


Bu anlamda Millet artık oluşturulması gereken Milli Birleşik Cephe’de örgütlenmeli ve Türkiye, Devlet ve Millet olarak girdiği çıkmazdan, işbirlikçilerden, emperyalistlerden ve sahte muhalefetten kurtarılmalıdır.


Birlik olunmalıdır. Milletin iradesi yeniden tabii kılınmalıdır. Hızlı hareket edilmelidir. Cephe kurmak için kaybedilecek bir saniye bile zaman yoktur.


Bu anlamda, her Türk evladına ve kendini milli kabul eden her örgütlenmeye acilen Milli Birleşik Cephe’nin kurulması için bir araya gelmesi, Cephenin hayata geçirilmesi ve Kurtuluş için sonuç alınması anlamında bu çağrıyı yapıyoruz.


Şimdiden mücadelenizde başarılar dileriz.
Haydi Türkiye Milli Birleşik Cephesi’ni Kuralım!
Bir olalım, İri olalım, Diri Olalım Türkiye’yi Kurtaralım!
Ne Mutlu Türküm Diyene!



Sefa M.YÜRÜKEL, 14 Aralık 2012
Lahey Türklere Soykırımları Araştırma Vakfı Adına, Başkan - Lahey, Hollanda



______________________





Lord Curzon akşam ABD Temsilcisi Mr.Child ile birlikte İsmet Paşa'yı ziyarete geldi. Havadan sudan konuştular. Lord Curzon konferansın iyi gitmediğinden yakındı.  Ayrılmadan önce tane tane şöyle dedi:


“Bir neticeye varacağız ama, biz memnun ayrılmayacağız. Hiçbir konuda bizi memnun etmiyorsunuz. 

Her dediğimizi, makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyorsunuz. 
Hepsini reddediyorsunuz.
En sonunda şu kanaate vardık ki ne reddederseniz, her birini cebimize atıyoruz.  Ülkeniz haraptır, imar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? 
Para bugün dünyada bir bende vardır, bir de şu yanımdakinde. Unutmayın, ne reddederseniz, hepsi cebimdedir. 
Nereden para bulacaksınız, Fransızlardan mı? 
Para kimsede yok, ancak biz verebiliriz. 
Memnun olmazsak kimden para alacaksınız, harap bir ülkeyi nasıl kurtaracaksınız? 
İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, 
bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkarıp size gösterecek, önünüze koyacağız.” 

Yeni Lord Curzonların, ustaları Lord Curzon'un uyarısına tam bir bağlılıkla uyduklarını görüyoruz. Keşke Lord Curzon'un 

bu sözleri de Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi gibi basılıp duvarlara asılsaydı, kuşakları uyanık tutsaydı.

TURGUT ÖZAKMAN

CUMHURİYET, TÜRK MUCİZESİ
Cilt 1, sayfa 199-200-389









“Devletlerin bağımsızlık ve egemenliğine saygı gösterilmesi ilkesi”
 Lozan Barış Antlaşması
24 Temmuz 1923

"Günümüzde de mazlum ülkelerin emperyalistler karşısında
dayanabileceği bir uluslararası hukuk kanıtı olarak görülmektedir. 
Türkiye, uluslararası diplomaside ısrarla, 
kendisine insan hakları ve demokrasi dersi vermeye kalkışan, 
elleri kanlı ve beyinleri-yürekleri kapkara kirli emperyalistlere karşı bu meşru belgeleri başı dik olarak ileri sürmelidir."
Prof. Dr. Ahmet SALTIK











Yurtta Sulh Cihanda Sulh






Bağımsızlık ve Özgürlük Benim Karakterimdir...