Translate

21 Nisan 2013 Pazar

ESKİ TÜRKLERDE SU VE SU ULAŞIMI


“Türk milleti, … yerinden suyundan ayrılma!”   

Bilge Kağan

“Yer ve sular sahipsiz kalmasın diye milletimi düzene koydum… Doğuda Şantung (ya da Şantung) ovasına kadar ordu sevk ettim, denize ulaşmama az kaldı.”   
Kültigin.

“Denizlere hakim olan cihana hakim olur.”   
Barbaros Hayrettin Paşa

“En güzel ve üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye, endüstri, ticaret ve sporu ile en ileri denizci millet yetiştirmek kabiliyetindedir. Bu kabiliyetten istifade etmeliyiz. Denizciliği, Türk‟ün büyük millî ülküsü olarak düşünmeli ve onu az zamanda başarmalıyız.” 
M. Kemal Atatürk






Anayurtları Orta Asya'da Ural-Altay dağları arasındaki bozkırlar olarak bilinen Türkler'in, en erken devirlerden itibaren Orta Asya'nın dışına taştıkları düşünülmektedir. Türkler hakkındaki bilgiler, genel itibariyle Orta Asya'daki kurganlarda yapılan tetkikler ve arkeolojik çalışmaların sonuçları ile Orhun Kitabeleri, Çin kaynakları, Bizans kaynakları ve Arap coğrafyacılarının aktardıkları bilgilere dayanmaktadır. Daha erken dönemlerde hangi isimlerle anıldıkları tam olarak bilinmeyen, antikçağ kaynaklarında çeşitli kollar ve gruplar halinde adları geçen Türkler'in (2) soyu Büyük Asya Hun Devleti ile başlatılmaktadır.

Türklerin erken dönemleri ile ilgili bilgi veren kaynakların azlığı, hatta çoğu zaman yetersizliği, onlar hakkında bazı konulardaki değerlendirmelerimizi zorlaştırmakta ya da zihnimizde birtakım müphem noktalar bırakmaktadır. Bazen de Türklerin baskın bir özelliği çoğu tarih araştırmacısı tarafından ele alınırken, yaşanmış bazı özelliklerine yeterince yer verilmemektedir. 

Mesela Türkler'in askerlikteki maharetlerinin hemen pek çok araştırmacının dikkatini çektiği bir gerçektir. Türkler'in günlük yaşantısına da damgasını vuran bu belirgin özelliklerinin belki de tarih araştırmacılarının, Türkler'in diğer niteliklerini görmelerini engelleyecek kadar baskın olduğu söylenebilir. Ancak, bu geleneksel bakış açısı bir yana bırakılırsa, Türkler'in birtakım sebeplerle gölgede kalmış olan diğer bazı özelliklerinin de bulunduğu anlaşılacaktır ki bu konuların ortaya konulması oldukça önemlidir.

Bugünkü coğrafî şartlara bakılarak, Türklerin Orta Asya'da erken dönemlerde yaşadıkları bölgenin step iklimine sahip bozkırlar olduğu düşünülerek ve bu coğrafî mekanın açık denizlere kıyısının olmadığı da (3) gözününde bulundurularak, Türklerin Orta Asya'daki hayatları boyunca deniz ve denizcilikle yoğun bir şekilde ilgilenmedikleri kanaati oluşabilir. 

Ancak bu ilk izlenimle, Türklerin tamamıyla bir “kara toplumu” olduklarını söylemek de peşin fikirlilik olur ve bu hüküm Türklerin denizleri ve suları ne derece tanıyıp tanımadıkları hakkında yeterli bir fikir vermez. Çünkü tarihleri boyunca Türkler, tek bir mekanda oturup kalmamış, en azından Eski Çağ'dan Ortaçağ'ın sonlarına ve hatta günümüze (hatta günümüzde bile bu hareketliliklerini farklı göç tipleriyle devam ettirmektedir) (4) kadar Orta Asya'dan Anadolu'ya ve Avrupa'ya (hatta belki Amerika'ya) (5) doğru göç etmişlerdir. 

Dolayısıyla Türkler, her ne kadar temelde bir bozkır toplumu karakteri gösterseler de kendilerini hiçbir zaman Asya kıtası coğrafyası içerisinde sınırlandırılmış bir millet olarak görmemişler ve daima yeni yerler, yeni iklimler, yeni kültürler ve yeni ortamların arayışı içinde olmuşlardır. Türklerin bu dinamik yaşayış tarzı onların yeni geldikleri çevrelerin hayat şartlarına daha kolay uyum sağlamalarında etkili olmuştur. (6)

Gerçi dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi insanlık tarihinin tahmin edilen 50.000 yıllık geçmişi içerisinde Orta Asya‟ya Türkler'in ve onların atalarının ne zaman, nereden geldiklerini,  Orta Asya'dan başka yerlere ilk kez ne zaman göç ettiklerini ve bu göçlerin nasıl bir süreklilik oluşturduğunu da kesin bir şekilde ifade etmek mümkün görünmemektedir. 

Fakat M.Ö. 13. yüzyılda “Mısır kıyılarını tehdit eden Deniz Kavimleri'nden olan Turshalar'ın, destanlardan bildiğimiz ve Orta Asya'da bir zamanlar var olduğu gerçekten saptanan iç deniz çevresi halklarından olduğu, bu sebeple de denizcilikten iyi anladıkları ve bu denizin kurumasıyla batıya göç ettikleri” (7) düşünüldüğünde anayurttan yapılan göçlerin oldukça erken dönemlerde gerçekleşmiş olabileceğini ve aslında Orta Asya halkının denizcilikten anladığını söylemek mümkün olmaktadır. 

Turshaların Türklüğü bazı tarihçiler tarafından kabul edilmese bile M.Ö. II. bin ve belki de daha öncesinde gerçekleşen bu göçler öncesinde, Orta Asya halkının tamamıyla kendini kara toplumu olarak gördüğünü düşünmemizin yanlış olduğunu çıkarabiliriz.


İnsanoğlunun evrende varolduğu erken dönemleri anlatan 
Türk Yaratılış Mitolojisi,

Yerin yer olduğunda sularla kaplıydı her yer 
Ne gök vardı ne de ay ne güneş ne de bir yer. 
Tanrı uçar dururdu insanoğluysa tekti. 
İnsan daldı sulara aldı bir avuç toprak 
Sulardan çıkıp verdi Tanrısına sunarak.
„Yaratılsın yer!‟ dedi Tanrı sulara saçtı. 
Yeryüzü yaratıldı denizler karalaştı.” (8)

ifadesiyle Türkler'in tarih öncesi dönemlerde dahi evrenin yaratılışının denizlerden kaynaklandığına inandıklarını kuvvetle ortaya koymaktadır.

Dünya üzerinde pek çok toplumda dünyanın ana maddesi olan su, hava, toprak ve ateşin varlığına Eski Çağlardan itibaren inanılmış olmakla birlikte, Türklerde, bunlardan “su”yun önemli bir yeri vardır. Türkler'in yer-sulara (9) duydukları ilahî yaklaşımlardan Türk dünyasındaki sulara sahip olma ve denizlere ulaşma idealini anlamak mümkündür. 

Türklerin, kara üzerinde, hayvanlarını otlatmak ve hayatî ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla yeşil ve sulak alanlar aradıkları bilinmektedir. Ancak, suyun temel hayatî ihtiyaçları karşılamasındaki öneminden başka, Türkler'de su kültürü bir inanışın ve felsefenin de parçası olmuştur. Her şeyden önce Türkler, kara parçalarını susuz düşünmüyor, “kara ile su”yun dünyada birbirini tamamlayan bir bütün olduklarını kabul ediyorlardı. 

Eski Türkler, bütün âlemin sudan yaratıldığına, evrenin ilk maddesinin su olduğuna inanır ve suya saygı gösterirlerdi. (10) Türk yaşantısındaki bu anlayış, gerçekten pek çok yazılı belgede ortaya çıkmaktadır.(11) Türk oldukları kabul edilen Chou hükümdarlarının savaşa giderken geçtiği mıntıkaların, yahut ordugah veya yeni yurt kabul ettiği yerlerin “yer-su”larına kurban verdikleri ve yeni yurt kurarken de yapılan ayinlerde, yere gömmek ve sularda boğmak suretiyle yere ve sulara belirli aralıklarla ve düzenli olarak ayinler eşliğinde hayvan kurban edilip, içki, kumaş ve yeşimtaşı gibi kıymetli şeylerden adaklar sunulduğu belirtilmektedir.(12)

Benzer şekilde İrtiş nehri boylarında yaşayan Kimekler'in de İrtiş ırmağını kutsal saydıkları ve nehri tazim ettikleri bilinmektedir. Dokuz-Oğuz (Uygur) ve Kimek ülkesini ziyaret eden halifenin  elçisi Bahroğlu Temim, Isıg Göl'ün Türkler tarafından kutsal sayıldığı ve çevredeki köylerden gelen halkın gölün çevresini tavaf ederek gölü takdis ettikleri, Buharalı (1995, 740) tarafından ortaya konulmuştur. 

Wang-Yen-Te‟nin 981-984 tarihleri arasında Çin elçisi olarak T'ai tsung Kao-ch'ang Uygurlarına gönderildiğinde yolda, Çin-Ling (dağına)'e tırmandıklarında Lung Wang adı verilen su ve yağmur tanrısı adına dikilmiş bir taş ve üzerinde bir kitabe bulunduğunu belirtmektedir.(13)

Bir yerin vatan olabilmesi için, yer ve sularına birlikte sahip olmak gerekiyordu. Hunlar'da devlet ve Kağan “Türk'ün yer ve sularının sahibi”ydi. Kültigin de atalarının kendilerine bıraktığı “yer ve sular sahipsiz kalmasın diye” milletini düzene koyduğunu anlatmaktadır. (14) Orhun kitabelerinde, Bilge Kağan milletine seslenerek, devletin milletin bekasının “Türk Kağanından,  beylerinden, yerinden suyundan ayrılma”mak olduğunu vurguluyor. (15) 

Osman Turan, “Eski Türk dinine (şamanîliğe) göre “Türk Tanrısı” nasıl Türk milletinin hâmisi idiyse Türk yurtları, hususiyle yüksek dağları, pınarları, suları, ata mezarları ve hâtıraları ile de öylece mukaddes ruhların makamı ve ziyaretgâhı olup bunlar da yurdun koruyucusu idi” diyerek vatanın bekâsı ve millî birliğin  sağlanması konusunda “yer ve su”ya ait ruhların önemini ortaya koymaktadır (16) Yenisey  yazıtlarında da ölüm, “hem yerimden, hem suyumdan ayrıldım!” sözleri ile ifade edilmektedir.(17)

Yine bu ruhanî anlayışın bir parçası olarak “sol kol” Oğuz boylarının, Oğuz Kağan'ın “Gök, Dağ ve Deniz” adındaki oğullarından türemiş olması, Türk devlet geleneğinde kutsallığa verilen önem  ile birlikte, “yer-su” anlayışının Türk isimlerine de bir bütün halinde geçtiğini göstermektedir.(18) Devlet için bu kadar önemli olan “yer ve sular” şüphesiz fertler için de kutsaldı ve bunların da çeşitli atasözleri ve veciz sözlerde ifadesini bulduğunu görüyoruz.(19)

Suyun her bakımdan Türkler'in hayatında yer aldığını Dede Korkut Kitabı'ndaki ifadelerden de anlayabiliriz.


“Ağaç gemileri oynatan su
Hasan ile Hüseyin'in hasreti su
Bağ ile bostanın ziyneti su
Ayşe ile Fatma‟nın nikahı su
Şahbaz atlar gelip içtiği su
Kızıl develer gelip geçtiği su
Ak koyunlar gelip, çevresinde yattığı su
Ordumun haberini veriri misin bana değil mana
Kara başım kurban olsun suyum sana”
(20)

Türk devletlerinin Orta Asya'dan Anadolu'ya ve Avrupa'ya gelinceye kadar pınarlar,  nehirler, göller ve nihayet deniz çevrelerinde önemli kültür çevreleri kurdukları tarihî belgelerle sabittir ve dikkat çekicidir. Orta Asya2da Orhun ve Selenga ırmakları çevresi Göktürkler'in, Sirderya Oğuzlar, Karadeniz'e dökülen bütün nehirler İskitler döneminde Türkler'in yerleştikleri birkaç su çevresine örnek olarak verilebilir ki bunların sayısı, üzerinde yeni bir tez hazırlayacak kadar çoktur.(21) Türkler'in bu coğrafyaların nehir, göl ve deniz ulaşımlarından faydalanma konusunda bu erken dönemlerde dahi pek sıkıntıya düşmediklerini, bu mekanları aşmak için gerek var olan bilgileriyle, gerekse çevrede hazır buldukları bilgi birikimlerinden istifade ederek suyollarını kullandıklarını görüyoruz.

Priskos'un, Avrupa Hunlarından önce, İskitler'in ülkelerinde kuraklık başlaması üzerine Medlerin topraklarına girerken takip ettikleri rotayı “onlarla (İskitlerle) birlikte gidenler, onların çölü geçtikten sonra, bir gölü de (Azak Denizi) geçerek Media'ya bu suretle gelebilmişlerdi...”  şeklinde anlatan sözleri Herodotos'un anlatımlarındaki bilgileri kuvvetlendirerek İskitler'in su ulaşımı konusunda herhangi bir sıkıntı yaşamadıklarını desteklemektedir.(22)

Miladî 569-571 yılları arasında, Göktürkler (I. Göktürk devleti) ile Bizanslılar arasında ilk siyasî girişimler neticesinde başlayan ticarî yolun orta Asya ile Avrupa arasında yeni bir ulaşım ve iletişim yolu meydana getirdiği anlaşılmaktadır. Temelde bir kara yolu olan bu ticarî yolun güvenliğini sağlamak görevini üstlenecek olan Göktürkler'e ait elçi heyeti, Kağan'la görüşmeye gelen Bizans elçilik heyetiyle birlikte Bizans'a dönerken muhtemelen hem güvenlik hem de gemi temininin mümkün olmaması sebebiyle Aral gölü ve Hazar denizinin kuzeyinden, (23) karadan dolaşarak geçmek zorunda kalmışlar ve bir gemi ile Phasis ırmağına gelerek buradan Karadeniz'e ulaşmışlardı. Türk-Bizans birleşik elçi heyetinin Karadeniz'in en doğu ucuna ulaştığında da İstanbul'a gitmek için Bizans İmparatorluğu'nun resmî taşımacılık servisinden faydalandıkları anlaşılmaktadır.(24) 

Bu dönemde Göktürklerin yaşadıkları bölgenin açık denizlere kıyısı olmaması sebebiyle doğrudan doğruya merkezde oluşturulan bir deniz gücünün olmadığı, buna karşılık Bizans'ın yaşadığı çevre şartlarının gerektirdiği ve Karadeniz'in çalkantılı sularına dayanabilecek kadar güçlü bir deniz kuvvetine sahip oldukları açıktır. Gerçi miladî 6. yüzyılda, Orta Asya'da yaşamakta olan Göktürkler'in kara alanında tabii olarak bir deniz gücü olmasa da, bir zamanlar Göktürkler'e bağlı oldukları bilinen diğer bir Türk topluluğu olan Avarlar'ın bu dönemde Karadeniz çevresinde denizcilikle uğraştıkları anlaşılmaktadır. Ancak, bu dönemde Göktürkler'in kendilerine karşı şiddetli bir mücadele içerisinde bulunan akrabaları ve daha önceki müttefikleri Avarlar'dan deniz gücü istemeleri mümkün değildi. 

Kısacası bu dönemde dahi Türk toplulukları denizlerde hareket kabiliyetine sahip gemiler inşa edip bunları yürütebiliyorlardı. Gerçekten de, İslamiyet öncesinde Göktürkler devrindeki siyasî girişimlerle (ve belki de daha önceleri de bu istikamette ticaret yapılmaktaydı) daha da belirginleşen ve Çin ve Hindistan kıyılarından başlayarak doğudan batıya uzanan bu ticaret yolu, temelde bir kara yoluydu. Ancak, bu yol, yer yer nehir ve göl (Eski Çağ'da, Sümerlerin Fırat ve Dicle'yi, Mısırlıların Nil nehrini  kullandıkları gibi, Asya içlerinde de gerektiği yerlerde ticaret kervanları nehir ve göller üzerinden geçebiliyordu) taşımacılığı ile devam etmekte ve nihayetinde deniz taşımacılığıyla son bulmaktaydı. 

Bu yol üzerinde yer alan İskit, (25) Göktürk, Hazar, Peçenek vb. Türk kavimleri çeşitli taşımacılık servisleriyle insan ve kıymetli yüklerin taşınmasında önemli roller oynamışlardır. (26) Göktürk Hükümdarı Bumin Kağan (545-552), Juan Juanlar‟ı yendikten sonra İrtiş nehri boylarında Tukin (Ötügen) dağında kurduğu karargahında büyük şenlikler tertipledikleri bilinmektedir.(27) Burası aynı zamanda Göktürkler'in önemli bir merkezi olmuştur. 

Miladî 716 ile 734 yılları arasında II. Göktürk devletini yöneten ünlü Türk Kağanları Kültigin ve Bilge Kağan, Orhun kitabelerinde, Türkler'in denizler ve sular hakkındaki görüşlerini belirten ifadeler sunmaktadır. Kültigin,  “Doğuda Şantung ovasına kadar ordu sevk ettim, denize ulaşmama az kaldı. ... Batıda İnci (Sirderya) nehrini geçerek Demirkapı'ya kadar ordu sevk ettim.”, (28)  “Amcam kağan ile doğuda Yeşil Nehir, Şantung ovasına kadar ordu sevk ettik.”, (29) “Kara Gölde savaştık” (30) ifadeleriyle nehir, göl ve denizlerin bir yandan Göktürkler ile düşmanları arasında tabii ve coğrafî bir sınır oluşturduğunu (31) anlatırken diğer taraftan da bunların Türkler açısından aşılmaz ortamlar olmadığını vurgulamaktadır. 

Kültigin abidesindeki bu sözler, kardeşi Bilge Kağan'ın sözleriyle de desteklenmektedir. 

Bilge Kağan da, “Türgiş'e doğru Altın ormanını aşarak İrtiş nehrini geçip yürüdüm.”, (32) “... Selenga'dan aşağıya yürüyerek ...”, (33) “Batıda İnci nehrini geçerek Demir Kapı'ya kadar ordu sevk ettim.”(34) sözleriyle ağabeyi gibi deniz ve nehirlerin Türkler için birer tabii engel olmayacağını belirterek, denize ulaşmayı hedeflediklerinin de ısrarla üzerinde durmaktadır.

Kültigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk adına dikilmiş üç büyük abide de, Türkler'in merkezi olan Ötügen'in onlar açısından ne kadar önemli olduğu anlatılmakla birlikte, Ötügen'in Türkler'i sınırlandıran bir ortam olmadığı da belirtilmektedir. Tonyukuk abidesinde “İrtiş nehrini geçit olmaksızın geçtik.” (35) ifadesi ise, nehri nasıl geçtiklerini ortaya koymamakla birlikte, Türkler'in ihtiyaç duyduklarında nehirleri geçebilecek dinamiklere sahip olduklarını göstermektedir. 

Bütün bu ifadelerden, özellikle II. Göktürk devleti zamanında, Türkler'in açık deniz ve okyanuslara uzak olduklarını fakat buralara ulaşma özlemini taşıdıklarını da anlamak mümkündür. Ancak büyük deniz ve Okyanuslara ulaşma düşüncesinin tabii olarak Türk inanç sistemi ve “Türk Cihan hakimiyeti mefkuresi” ile de bağlantısı vardır. Türk devlet yönetiminde bu idealin Osmanlı devletine kadar pek çok devlette örneğini görmek mümkündür.

Marco Polo, diğer Türk devletlerinde olduğu gibi, Cengiz Han'ın da denize açılma idealini; 
Han, pek çok yeri ele geçirdikten sonra, “bu denli çok gözüpek adamın başına geçmekten güç alarak artık çölden çıkmak istedi” (36) sözleriyle anlatmakta ve böylece Cengiz Han'ın karada gücünü sağladıktan sonra, Hindistan kıyılarına kadar sınırlarını genişlettiğini belirtmektedir. 

Polo, TürkMoğol Hanlığı'nın sınırlarının genişlemesiyle, Hindistan kıyıları, Çin Denizi (37) ve Japonya adaları arasındaki ticarete de bu büyük devletin hakim olduğunu ifade etmektedir.

Türklerin bu konuda etkili oldukları alanlardan biri de Hazar Bölgesidir. Hazar Denizi; (38) Karadeniz'in doğusunda, Anadolu'nun kuzey doğusunda yer alan dünyanın en büyük gölüdür. Bir gölden ziyadesiyle büyük olması ve kendine özgü coğrafyasıyla Hazar, yazılan çoğu yerli ve yabancı eserde “Hazar Denizi” olarak kullanılmıştır. Böyle bir coğrafî yapıya sahip olan Hazar Denizi'nde Türklerin en azından ihtiyaçlarını karşılayacak kadar denizcilik veya gemi taşımacılığı yapacakları akla gelmektedir. 

Eski Çağ boyunca medeniyetlerin gelişmesine paralel olarak Atina Deniz Konfederasyon kolonileri, Roma döneminde Karadeniz'de faaliyette bulunan ticarî koloniler, Hazar denizi ile kısmen bağlantısı olan Don ve Volga nehirleri üzerinde yapılan taşımacılık hiç değilse buralarda yaşayan toplulukların gemicilik mesleğine çok ta yabancı olmadıklarını ortaya koymaktadır. İslam coğrafyacılarının eserlerindeki bilgilere dayanarak özellikle batıya giden Türk kitlelerinin, denizcilik ve gemicilik mesleğiyle ne kadar ilişki içerisinde olduklarını anlatmaktadır.(39)

Karadeniz'in konumuna dikkat edilecek olursa önceki devirlerde Hazar denizi ve onun etrafındaki ana ve tali ticaret yollarının sürekli kullanıldığı ve bu geçiş noktalarının büyük bir kısmının da bağlı bulunduğu nehirlerin oluşturduğu dikkatten kaçmamalıdır. Bu sayede, Basra ve Kızıldeniz üzerinden giden deniz ticareti yanında, Asya üzerinden yapılan kara ticareti önemli derecede gelişmiştir denilebilir. Kara yolculuğuyla yapılan taşımacılıkta, Asya üzerinden yapılan ticaretin mal ve müşteri çeşidi veya zenginliği hatta önemlisi Karadeniz'in kuzeyinde yaşayan halkların ve Kuzey Avrupa'ya yapılan ticaretin önemi ve karşılıklı menfaatlerin paylaşımı Hazar denizinin kullanılması bakımından önemlidir. 

Bu konuda Grenard, “Baykal sahilinde yaşayan ve bir Moğol aşireti olan Avarlar (Orhun kitabelerine göre) 400 senelerine doğru Büyük Okyanus'tan Hazar denizine kadar olan sahada Asya göçlerine hakim olarak Hunlar'ın yerini tutmuşlardır” diyerek Avarlar'ın yaşadığı bölgenin önemini ortaya koymaktadır. (40) 

Yine İtil Bulgar Hanlığı olarak diğer bir Türk devletinin de (470 491) Kafkasya'daki Kuban nehri ve Azak Denizi civarında yaşadıkları bilinmektedir. Bu Türkler Karadeniz-Hazar-Kafkasya İran ve Türkistan üzerinden yapılan ticarette önemli rol almışlardır. İtil Bulgarları'nın Azak denizi civarında yaşamalarının onların hayatında ne derecede etkili olduğu anlaşılmaktadır. (41)

Mekân olarak Türklerin yaşamış olduğu coğrafyanın geniş olması, Türk deniz hayatı hakkında değerlendirmelerimizin de geniş bir şekilde ele alınması gerekliliğini doğurmaktadır. Bu konuda Hunlardan bahsedip de Avrupa Hunları'nın durumunu ortaya koymamak önemli bir eksiklik olacaktır. 

434-441 yılları arasında, Slav, Fin-Ugor, İran, Germen ve Türk Kitlelerinin yaşadığı geniş alanda hakimiyet kurmuş olan Attila, Büyük Hun Devleti'nin sınırlarını, Priskos'un da ifade ettiği gibi, Kuzey Denizi ve Manş kıyılarına kadar genişletmişti. Attila, “Okyanus üzerindeki adalarda bile hüküm sürüyor”du. Bu geniş topraklar içerisinde, Priskos'un da içinde bulunduğu bir (Doğu Roma) Bizans elçilik heyetinin Hun ülkesine gelmeleri sırasında Niş'e yakın bir yerde, bataklık bir yere geldiklerinde, 

“Burada barbar (Hun ve diğer Türk gruplarından olmalı?) kayıkçılar bizi kayıklara bindirip karşı tarafa geçirdiler ki, bu kayıklar ağacın gövdesi oyularak yapılmış şeylerdi. Bu nehri aştık.” (42) diyerek o dönemde kullanılan araçların niteliklerini de bize anlatmaktadır. 

Bizans elçi heyetinin Attila ile gerçekleştirdiği bir başka seyahatinde de “...Geniş bir ovadan geçtik, kolay ilerlenebilecek yollardan sonra bir takım gemilerle geçilebilir nehirlere geldik. Bunlar arasında İstrum'dan (Tuna) sonra Drecon, Tigasi Tiphesas en büyükleri idi. Bu büyük nehirleri ağaçtan yapılmış kayıklarla geçtik ki, bunları nehir civarında oturanlar kullanırlardı. Öbür nehirleri ise, barbarların atlı arabalar ile bataklardan getirdikleri sallarla geçtik” (43) şeklindeki ifadeleri, Orta Asya'da olduğu gibi, Avrupa Hunları'nın hem yerel toplulukların su ulaşımından istifade ettiklerini hem de gerektiğinde çevre imkanlarını kullanarak nehirleri geçebilmek için kendilerine özgü araçlar ve yöntemler kullandıklarını ortaya koymaktadır.

İslam tarihçileri, Türklerin bir başka kolu olan Hazarların ise kayıkları bulunduğu, bu kayıklarla şehrin yukarı taraflarından gelen ve yukarılarda Etil (İtil) nehrine karışan Burtas nehrinde gidip-geldiklerini nakletmektedirler. 

“Burtas nehri üzerinde yerleşik ve Hazarlara bağlı  Türk kavimleri yaşar. Bu kavimlerin yerleşme merkezleri Hazar ülkesi ile Bulgar arasında bulunur. Bu nehir Bulgar diyarı tarafından gelir. Bu nehirde Bulgar, Hazar, Burtas ülkeleri arasında gemiler işler. Burtas bir Türk kavmidir” denilmektedir. 

Aynı eserin Bulgar ve Ruslar maddesinde de Rusların (500 gemi) savaş gemileri ile Hazar'ı istilaya geldiklerini ve Hazar hükümdarının  gemilerinin olmadığını bahsettiğini görmekteyiz ki; bu muhtemelen Hazar hükümdarlarının savaş gemilerinin olmadığını ifade etmektedir. Şeşen'e göre, (1998, 47-51) Hazar, ticaret yollarının geçtiği bir yerde bulunuyordu ve Hazarlar, denizcilik bilgilerini daha çok ticarî faaliyetlerle geliştirmişlerdi. Hazarlar'ın, Volga nehri vasıtasıyla Bulgarlarla ticaret yaptıklarını, Hazar Türkleri'nin, Hazar nehir havzaları ve Karadeniz havzaları sayesinde zenginleştiklerini ve bu sebeple, 858'de Hıristiyanlığı kabul eden Hazar Türkleri'nin bulunduğu bölgenin, Yahudi misyonerlerin ve Müslümanların da dikkatini çektiğini ileri sürmektedir. (44)

Yine benzer şekilde, Harzemşahlar'ın, Oxus (Ceyhun) nehri deltasında yaşadıklarını, verimli ve küçük bir araziye sahip oldukları halde, özellikle Aral gölü ve Hazar Denizi'yle bağlantı  kurarak ticaret yaptıklarını belirtmektedir. (45)

İbn Fazlan, Maveraünnehir'den Harezm'e gelmiş ve Harezm'de kendisine kışın bastıracağı belirtilince tekrar Ceyhun nehrine doğru yola çıkmıştı. İbn Fazlan bu günü anlatırken, “Buhara'dan geriye Ceyhun nehrine doğru yola çıktık. Harezm'e gitmek için bir gemi kiraladık. Gemiyi kiraladığımız yerden Harezm'e kadar olan mesafe 200 fersahtan (1 fersah 3 mil) fazladır” demektedir.(46) 

İbn Fazlan ilerleyen günler (16 Şubat 922)'de Türk ülkelerine girerken, “...havalar ısınmaya başladı. Ceyhun nehrinin buzları çözüldü. Yolculuk için ihtiyacımız olan şeyleri tedarik ettik. Türk develeri satın aldık. Türk ülkelerinde geçmemiz gereken nehirlerden geçebilmek için deve derisinden kelekler yaptık” diyerek yolculukları sırasında bölgede yaygın olarak kullanılan nehir ulaşım vasıtasının niteliği hakkında da bilgiler vermektedir. (47)

İbn Fazlan, Oğuzların yanından ayrılırken de “...buradan hareketle Yagindi (Tchagan) nehrine vardık. Kafiledekiler, deve derisinden yapılmış keleklerini çıkararak yaydılar. Yuvarlak olan eşyalarını Türk develerinin üzerinden alarak kelekler açılsın diye içlerini bunlarla doldurdular. Sonra elbiselerini ve diğer eşyalarını da bunlara koydular. Bundan sonra her keleğin üzerine dörder, beşer, altışar, daha az veya daha çok kişilik gruplar halinde bindiler. Ellerine kayın ağacı parçaları alarak bunları kürek gibi kullandılar. Durmadan kürek çekiyorlar, daire şeklindeki keleği su götürüyordu. Nihayet nehri geçtik” (48) sözleriyle nehir üzerinde kelekler sayesinde yolculuğun nasıl yapıldığını anlatmaktadır. 

“Yagindi nehrinden sonra da yine hepsi büyük nehirler olan “Câm 
(Emba), Cahş (Sagiz), Uzil (Oyil), Erden (Zagsibay), Varş (Wahş), Ahtî (Büyük Ankatî), Vabnâ (Küçük Ankatî) nehirlerinin keleklerle geçildiği” (49) İbn Fazlan tarafından belirtilmektedir.

Diğer taraftan, İbn Fazlan ile aynı dönemde yaşadığı anlaşılan Wang-Yen-Te'nin 981-984 tarihleri arasında Çin elçisi olarak T'ai-tsung Kao-ch'ang Uygurlarına gönderildiğinde, Sarı Nehri nasıl geçtiklerini anlatan satırları İbn Fazlan'ınkinden çok farklı görünmemektedir. “Huang-Ho (Sarı Nehir)'ya geldiğimiz zaman, koyun (ya da keçi) derisinden yapılmış tulumlar yaptık, bunları  hava ile şişirdik, böylece (tulumlar) suda yüzdü. Bazı zaman develer tarafından çekilen ağaçtan yapılmış salları kullanarak öbür kıyıya geçtik.” ifadeleri İbn Fazlan'ın Türklerin bir başka bölgedeki su ulaşımını ortaya koyan anlatımlarını desteklemektedir.(50) 

Yine, Wang Yen-Te, Peiting (BeĢbalık)'e geldiklerinde, Arslan Han'ın Çin elçi heyetini karşılamasından sonra onlara şehirde bir eğlence hazırlattığını ve “ertesi gün de gölün dört bir tarafında davullar çalınarak kayıklarla gölde gezinti yaptıkları”nı anlatması Türkler'in sadece basit ulaşım için değil eğlence amacıyla da göl üzerinde yüzdürecek kayıklar yaptıklarını ortaya koymaktadır.(51)

Peçenekler'in yanında bir gün kaldıktan sonra tekrar yoluna devam eden İbn Fazlan, “Cayih (Yayık) nehrine vardık. Bu şimdiye kadar gördüğümüz en büyük, suyu en bol olan, en hızlı akan nehirdi. Bu nehirden geçerken bir keleğin ters çevrildiğini, içindekilerin nehirde battığını, pekçok insanın telef olduğunu, bazı develerin ve hayvanların boğulduğunu gördüm. Nihayet nehri geçtik” (52) diyerek bir nehir kazasını da bize aktarmaktadır.

Bunlardan başka, Mesudî, “Balkaş gölü ve Ak İriştir nehirleri üzerinde yaşayan Kimak ve Oğuz Türkerinden, Guz Türklerinin Hazar denizinde yaptıkları yağmacılık”tan bahseder. İdrisî  “Kimak Türklerinin ülkelerinin güneyinde Tuğuz oğuzlar, güney batısında Tibet, batısında Halaçlar, doğusunda ise Okyanus vardır” diyerek, “Kimakların denizin sahilinde, deniz coştuğu ve dalgalar büyüdüğü zaman altın tozları bulunduğunu anlatır.” 

İstahrî, “Hazar denizinde Abaskun, Dihistan, Siyahkuh (bir Türk yerlisi) gibi koylardan bahsederek, gemilerin buralara sığındığını, Müslüman ve Hıristiyan tacirlerin buraya uğradığı”nı anlatır. İbn Havkal, “Hazar denizinde Siyahkuh tarafında dar ve sığ bir geçit bulunduğunu, rüzgar gemileri buraya sürüklediği zaman parçalanmalarından korkulduğunu ve gemiler burada parçalandıkları zaman Türklerin bunlara el koydukları…”nı söylemektedir. İbn Hurdâdbih, “…Tarâz-âh nehrinde Türk ülkesinden Çin'e kadar büyük ticaret gemileri işler." diyerek Türklerin bu bölgeye olan yakınlığını belirtmektedir. (53)

İslamiyeti kabullerinden sonra da Türkler; Asya'da (Aral ve Balkaş gölü), Hazar Denizi kıyılarında, denizlerle irtibatlarını arttırmışlardı. 868 yılında Mısır ve Suriye'de kurulan Abbasî halifesine ismen bağlı olan ilk Müslüman Türk devletlerinden (868-905) Tulunoğulları devletinin kurucusu Ahmet b. Tulun'un harp gemileri inşası için Ravza adasının etrafında Sınnaatü'l-cezire diye bilinen havuzlarda yaptırmış olduğu tersane Türk denizciliğinin önemli bir aşamasıdır. 

Bu tersane aynı bölgede hüküm süren ikinci Türk devleti (935-969) İhşidilerin kurucusu Muhammed b. Tuğc‟un emriyle Fustat'a Sınnaatü's-süfun olarak tanınan diğer bir tersaneye nakledilmiştir. Bu Türk devletleri Mısır ve Kuzey Afrika kıyıları boyunca deniz ve denizcilik mesleğiyle askerî ve ticarî anlamda faaliyette bulunmuşlardır. (54)

İslamiyet'in Abbasiler idaresinde bulunduğu sıralarda Türklerin askerî gücü ve yetenekleri hep dikkatleri çekmiştir. Araplarla beraber İslamiyet'in yayılması için çaba gösteren Türkler daha o devirlerde de denizcilikle uğraşmışlardır. Abbasi halifesi Harun er Reşid zamanında Antalya karadan 790'da alınmış ve Mutasım zamanında da Türk kumandanı Afşin tarafından yine karadan  alınmıştır. Ancak 860'da Mütevekkilin amirali, Türk asıllı Fazl b. Karin kumandasında denizden hareketle Antalya alınmıştır. (55) 

Diğer bir Türk faaliyeti Selçukluların bir diğer kolu olan ve İran'ın Kirman havalisine yerleşen Kirman Selçuklularından gelmektedir. 1061-1062'de Melik Kavurd Arabistan yarımadasının doğusunda bulunan Büveyhiler'in idaresindeki Umman ve sahillerini ele  geçirdi. Bu girişim Hürmüz emiri Bedr İsa Caşu'nun sağladığı gemiler ile gerçekleşmişse de bu olay Türklerin tarihlerinde (Umman, Tiz, Hürmüz liman faaliyetleri ve Çin-Hind deniz ticareti) gerçekleştirdikleri ilk ciddî denizcilik faaliyetlerindendir. (56)

Bir dönem Hindistan'ın bir kısmına hakim olan Gazneli Türkleri de bu coğrafyada Hindistan sahillerine kadar ulaşmayı başarmıştır. Sultan Mahmud'un 16. Hindistan seferi Somnât (Sumnat) seferidir. Bu seferle Mansura ve Pencâb sahil yönü (M. 1026) tamamen ele geçirilmiştir. Diğer taraftan bu başarılı savaş sırasında Gazneli Türklerine saldıran Hindli Cat kabilesinin cezalandırılması düşüncesi, Sultan Mahmud‟un 17. Hind seferini gerçekleştirmesine sebep olmuştur. 

Bu, aynı zamanda Sultanın son Hint seferiydi. Catlar iyi savaşan ve aynı zamanda usta birer gemiciydiler. Bunun farkında olan Sultan Mahmud, Multan'da 1400 gemilik bir filo inşa ettirmiştir. Bu gemiler Cat gemilerini parçalamak üzere önlerinde ağır ve sivri demirlerle inşa ettirilmiştir. Neticede 4000 gemileri olduğu rivayet edilen Catlar tamamen (1027 yılında) ortadan kaldırılmıştır. (57)

Anadolu'nun Ortaçağ'da, Oğuz akınlarına 1071 Malazgirt savaşından sonra tamamen açılması ile birlikte Türkler'in denizcilik bilgilerinin bir bütün halinde ortaya çıktığı söylenebilir. Hatta bu dönemle birlikte, Asya'dan ve Akdeniz'e kadar uzanan bölgenin hemen tamamıyla Türk hakimiyeti altında bulunması sebebiyle güvenliğinin onların elinde bulunması ve bu geniş bölgedeki ticaret yollarının artık yeni Türk ülkelerinin sınırları içerisinde bulunması dolayısıyla Türk denizciliğinin ciddî bir “devlet politikası” haline geldiğini belirtmek yerinde olur. 

Yukarıdaki örneklerden yola çıkarak, Türk deniz siyasetinin gelişmesinde Türkler‟in bulundukları coğrafyada kalmayarak, onları sürekli bir sonraki coğrafî mekana iten millî özelliklerinin, dinamiklerinin, Türk cihan hakimiyeti ideallerinin ve ihtiyaçlarının bu konuda etkili olduğunu söylemek mümkündür. 

İskitler ve Avarlar gibi çeşitli Türk kavimleri yoluyla Karadeniz çevresindeki denizcilik tecrübelerinden dolaylı olarak ve daha sonra da, Türklerin 11. yüzyıl başlarında Anadolu'da Bizansla karşı karşıya geldikleri bir dönemde doğrudan doğruya Bizans'ın (ki Bizans'ın denizcilik konusundaki bilgisini Fenike, Hellen ve Roma'nın birikimlerinden devraldığı belirtilmelidir) denizcilik bilgilerinden de faydalandıklarını açıklıkla söyleyebiliriz. Anadolu'nun en uç kıyı kesimlerine kadar ulaşan Türkler uzun yıllar Bizans'la mücadele ederek eski vatanlarındaki iç deniz ve nehir gemiciliğinden edindikleri tecrübeler, Rus, Çin, Hint, Arap ve  diğer milletlerin denizcilik bilgilerini meczederek Anadolu‟nun sahillerine yerleşir yerleşmez Anadolu Türk denizciliğini başlatmışlardır.

Böylece, Anadolu Türk denizciliğinin temelleri 11. yüzyılda Anadolu Selçuklu Devletinin kurucusu Kutalmışoğlu Süleyman Şah'ın Bizans kenti olan İznik'i alarak Marmara kıyılarına yerleşmesi ve gemi imalatını sağlayan tersanelerini kurması ve aynı tarihlerde Bizans sarayında soylu sınıfına mensup olarak (58) (Grekçe'yi ve Latince'yi çok iyi derecede öğrenmiştir) yaşayan Çaka Bey'in Bizans'ın taht mücadeleleri sırasında fırsat bularak İstanbul'dan İzmir'e kaçışıyla başladığı söylenebilir.



Doç.Dr.Hatice PALAZ ERDEMİR
Celal Bayar Üniv.Fen-Ed.Fakültesi
Tarih Bölümü Öğretim Üyesi



Dipnotlar:
2) Bk Palaz Erdemir 2003; Palaz Erdemir 2009, 363-369.
3) Orta Asya'nın sınırları ve fizikî coğrafyası hakkında bk Roux 2001, 22.
4) Türklerin erken dönemlerdeki göçleri ve günümüzdeki göç dinamiklerine bu hareketliliğin etkisi hakkında bk Erdemir 2003. Türkler'in gittikleri farklı ortamlardaki kültür çevrelerinde baskın bir kültür oluşturmakla birlikte kolaylıkla yeni çevrelere uyum sağlamaları ve bunun sosyolojik temelleri konusunda bk Türkdoğan 1996, (kitabın tamamında bu konuyu açıklayan bilgiler bulunmakla birlikte) özellikle 179-186. sayfalar arası. Bu konuda ayrıntılı sosyolojik değerlendirmeler için ayrıca bk Güvenç 1993, 53 vd.
5) Türkler ile Kızılderililerin antropolojik, arkeolojik, filolojik ve etnografik tetkikler sonucunda bezerliklerinin 
olduğu tesbit edilmiş ve Türklerin Amerika'ya ne zaman, nasıl ve ne yönden göç ettikleri araştırılmıştır. Yapılan araştırmalar sonucunda, bu konuda çeşitli görüşler ileri sürülmekle birlikte, Türklerin Amerika'ya Bering boğazı yoluyla denizden (ki Amerika ile Asya arasındaki mesafenin sadece 70 km. olduğu belirtilmektedir), bu iki kıta, henüz deniz karayı kaplamadığı dönemde aynı yönde karadan ya da Akdeniz-Atlas Okyanusu yoluyla batıdan gitmiş olabilecekleri ileri sürülmüştür. Bu göçlerin belki de bir defada tek yönde değil birden fazla göçle gerçekleştiği de belirtilmektedir. Bk Türkkan 1999, özellikle 113 vd.
6) Türkkan, bir zamanlar bozkır ve yayla toplumu olan Selçuklu ve Osmanlı Türkleri‟nin denize kıyısı olan 
Anadolu‟ya geldiklerinde çok kısa sürede denizci bir millet olmalarını yine onların göç dinamikleriyle bağdaştırmakta ve Türkler‟in Amerika‟ya da erken dönemlerde bu şekilde geçmiş olmalarının imkansız olarak görülmemesi gerektiğini belirtmektedir. Bk Türkkan 1999, 146-147 vd.
7) Tulunay 1992, 132-133. Etrüskler'in Türk oldukları konusundaki değerlendirmeler için özellikle bk Ayda 1974; Ayda 1976a, 239; Ayda 1976b, 287; Tulunay 1992, dipnot 3. Etrüskler hakkında ayrıca bk Page 1959, 106.
8) Ögel 1971, 451-452.
9) Ögel 1988, 702-703. Ayrıca Hassan, “...Yer-su bir bütün olarak ...„sahiptir‟. Orman, dağ, ırmak ve göllerin adları yalnızca coğrafi isimler değillerdir. Bu adlar o yerlerin sahiplerini, koruyucularını gösterir.” Hassan 1985, 107-109.
10) Bk Şişman 1996, 573-574. Ayrıca bk Aliyarlı 1994, 469-470; Aydın 1994, 493-494. Caferoğlu, Türkler'in evdeki putlara “Yersu” dediğini belirtmekte ve bunun kült haline geldiğini ifade etmektedir. Caferoğlu 1983, 10.Herodotos, -belki de Hellen kültüründeki anlayıştan esinlenerek- İskitler'in deniz tanrısına inandıklarını ve buna “Thagimasadas” adını vererek, İskit idarecilerinin ona kurbanlar sunduklarını belirtmektedir. Bk Herodotos IV. 59.
11) Türk kültür tarihinde, “su kültü”nün ilk kez, Choular (MÖ. 1050 yıllarında Çin'i ele geçiren) döneminde tesbit edildiği belirtilmektedir. Eberhard 1942 ve 1947; Çobanoğlu 1993, 288.
12) Esin 1979, 81; Çobanoğlu 1993, 288 vd.
13) Bk İzgi 1989, 65.
14) Orhun Kitabeleri, Kültigin, Güney cephesi, 21. 
15) Orhun Kitabeleri, Bilge Kağan, Kuzey cephesi 13-14. Ayrıca bk Ögel 1988, 419. Taneri, Türk devlet 
yönetiminde, “yer ve su”yun millî birliğin ve vatan kavramının temelini teşkil ettiğini belirtmektedir. Taneri 1981, 31, 41.
16) Bk Turan 1990, 161 vd. Bu konuda ayrıca bk Taneri 1981, 31, 41. Tuva şamanlarının su ve çevresindeki ruhlara verdikleri önem için bk Budegeçi 1995, 639. Ayrıca, İnan, şamanların, Abakan, Kem (Yenisey), Katun, Bey Sütgöl ırmak ve göllerini birer canlı varlık gibi düşündüklerini ve buraları birer ruh olarak kabul ettiklerini anlatmaktadır. Bkz İnan 1972, 50-51. Türklerin şamanist anlayışının gereği olarak ortaya çıkan uygulamalar için bk Çobanoğlu 1993, 292-294. Ayrıca bk Hassan 1985, 109. Su ve suyla ilgili gelenekler, halen Anadolu halk inançlarında da görülmektedir. Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde kökleri geçmişten gelen suyla ilgili halk inançları ve uygulamaları için bk Çobanoğlu 1993, 294-298; Gönüllü 1996, 189 vd.; Gönüllü 1997, 62; Eker 1999, 673; Şişman 2000, 474-478.
17) Bk Ögel 1988, 418.
18) Oğuz boylarının kökeni ve türemesi için bk Turan 1990, 148 vd; Koca 2002, 529 vd.
19) Bk Ögel 1988, 420-431. Yer-suların, farklı dönemlerde, Türkler‟in hayatlarının her evresinde ve inanışında yer alması konusunda bk Aliyarlı 1994, 469-470; Aydın 1994, 493-494. Dört elementin ve suyun ölümle bağlantılı düşünülmesi konusunda bk Tokyürek 2009, 173.
20) Bk Ergin 1989, 101.
21) Bk Ögel 1988, 437. İskitler'in yaşadıkları nehir bölgeleri hakkında bk Herodotos IV. ve özellikle IV. 47-58. Türkler'in yerleşme ve gelişmesinde sular ve su havzaları hakkında bk Barthold 1990, 67-194. Orta Asya‟da kurulan devletlerinin nehir, göl kenarlarında yerleşmeleri konusunda bk Ögel, 1984. İslâmiyetten sonra kurulan diğer Türk kavimlerinin coğrafyaları hakkında bk Merçil 1985; Caferoğlu 1983. Dünya üzerinde kara ve denizlerin dağılımı ile toplumların gelişme ve ilerlemesinde kara ve denizlerin rolü ile ilgili olarak bk Özey a 2002, 460-484. Ayrıca Türkler'in kara ve denizler üzerindeki gelişmesinde denizlerin coğrafî ve jeostratejik durumunun kullanılması hakkında detaylı değerlendrimeler için bk Özey a 2002, 460-484 ve Özey b 2002, 485-505.
22) Priskos, fragment. 8. s. 46.
23) Hazar Denizi'nin kuzeyinden geçen eski Bozkır yolu için bk Roux, 2001, 379.
24) Palaz Erdemir 2003, 21-23.
25) Durmuş, İskit'lerin dillerinde “garni” kelimesinin gemi anlamına kullanıldığını belirtmektedir. Bk Durmuş 
2002, 17, özellikle dipnot 27.
26) Bk Aka 1994, 55-59; Diakov- Kovalev I, 88-100, 186-195, 253-297; Gürün 1984, 41-67, 107 vd.; Heyet 1996, 1-10, 62-69.
27) Ötügen ve çevresi hakkındaki çeşitli efsaneler ve çeşitli Türk topluluklarının su kültü inancı için bk Çobanoğlu 1993, 288 vd. Buharalı, Hudu al-alam‟a dayanarak, İrtiş nehrinin, Kimekler ve Kırgızlar arasındaki Altay dağlarından doğan büyük bir nehir olduğunu ve Nil nehri ile aynı uzunlukta olan bu suyun, sonra İtil nehrine aktığını belirtmektedir. İrtiş nehrinin çeşitli kollarının ve uzantılarının ise farklı isimler alarak Obi ile birleşip Kuzey Denizi‟ne döküldüğü anlatılmaktadır. Bk Buharalı 1995, 737, 741.
28) Orhun Kitabeleri, Kültigin, Güney cephesi, 4-5.
29) Orhun Kitabeleri, Kültigin, Güney cephesi, 17-18.
30) Orhun Kitabeleri, Kültigin, Kuzey cephesi, 4-5.
31) 627 yılında, Çin‟den yola çıkıp Hindistan'a giden Budist rahip Hsüan-tsang da Türkistan'dan geçerken 
“(Bunlar bölgede bulunan) dağ ve nehir gibi doğal engellere dayanarak alan ve sınırlarını belirleyerek hakimiyetlerini muhafaza etmektedirler” ifadesi Kültigin ve Bilge Kağan'ın sözlerinden dolaylı olarak elde ettiğimiz tabii sınır meselesini desteklemektedir. Hatta Ekrem, özellikle nehirlerin Türk devletleri arasında sınır oluşturduğuna dair bilgilerin 727 yılında Hui-ch'ao'ye seyahatnamesinde de açıkça anlatıldığını belirtmektedir. Bk Ekrem 2003, 123-124, özellikle dn 1.
32) Orhun Kitabeleri, Bilge Kağan, Doğu cephesi, 27-28.
33) Orhun Kitabeleri, Bilge Kağan, Doğu cephesi, 37-38.
34) Orhun Kitabeleri, Bilge Kağan, Kuzey cephesi, 3-4.
35) Orhun Kitabeleri, Tonyukuk, Kuzey cephesi, Birinci Taş, 11. Hatta bu konuyla bağlantılı olarak, X. yüzyılda ortaya çıkan bir Türk devleti olan Selçuklu hükümdarının, bir nehri (Sirderya olabilir) geçmeyi başardığı için “Küçük Sal” veya “Küçük Sel” anlamında kendisine, Selçuk (veya Salçuk) adı verildiği belirtilmektedir. Bk Roux 2001, 251.
36) Marco Polo I. 46.
37) Marco Polo I. 4.
38) Bk Herodotos I. 203. “Hazar, tek başına bir denizdir, başka bir denize karışmaz. “Başka bir deniz” diyordu, zira üzerinde Yunan gemilerinin işlediği deniz ve Herakles kolonlarının ötesindeki Atlas denizi dedikleri deniz ve Erythreia denizi- bunların hepsi tek bir denizdir. Hazer ayrı bir denizdir; ötekilere bağlı değildir, uzunluğunu, kürekli bir gemi on beş günde geçebilir demekle anlatmış olabiliriz, en geniş yeri de sekiz günlüktür. Günbatısı yönünde dağların en uzun ve en yükseği olan Kafkaslarla çevrilmiştir…”. Hazar Denizi'nin yüzölçümü neredeyse Karadeniz ile aynı ya da Akdeniz'in üçte biri büyüklüğündedir.
39) Şeşen 1998, 13. Ayrıca bk Dawson 1997, 131. Anadolu coğrafyasının Doğu ile bağlantısı için bakınız Baykara 1990, 38-40. Türkler‟in Azak ve Karadeniz‟de bulunmaları hakkında bk Kafesoğlu 1996, 15-168; Lombard 1983, 32-52 (Mezopotamya, Hazar, Hind–Çin); Kramers 1934., 32-33; Atan 1990, 15-31, 38-40,43-48, 49-52.
40) Grenard 1992, 18. Her ne kadar Grenard, Avarları bir Moğol aĢireti olarak gösterse de Rus yazar Gumiliev Avar kelimesinin tahlilini farklı ve daha anlamlı bir şekilde yapmaktadır. Gumiliev, bu kelimenin aslının “Varhonit” olduğunu belirterek, Hunların dilindeki “Var” (nehir) ve “Hionit” (Hun) kelimelerinden oluştuğunu ifade etmektedir. Bk Gumiliev 2002, 234 vd.
41) Kafesoğlu 1996, 195-197; Öztürk 1995, 114-116. 7. yüzyıldan itibaren Karadeniz‟de ve Hazar civarında Türk varlığı hakkında bk Kurat 1992, 28-38, 40-44; Marco Polo 1985, 19-24, 29-33, 163-169, 173-209. İbn Fazlan 10 .yüzyılda, Türk ülkelerine seyahati sırasında da “Hazar Hakanı‟nın İtil nehrinin iki tarafında kurulmuş olan bir şehirde yaşadığı ve bu şehre Hazar ülkesinin çeşitli yerlerinden tacirlerin geldiğini” yazmaktadır. Bk İbn Fazlan 1995, s. 83.
42) Priskos, fragment 8, s. 32-33, 46.
43) Priscos, fragment 8, s. 38-39.
44) Roux 2001, 219, 249, 268.
45) Roux, 2001, 249-250. 
46) İbn Fazlan 1995, s. 29.
47) İbn Fazlan 1995, s. 32.
48) İbn Fazlan 1995, s. 44.
49) İbn Fazlan 1995, s. 44. Maveraünnehir'de olduğu gibi, yine iki ünlü nehir arasındaki Mezopotamya'da da Eski Çağlardan günümüze kadar nehir ulaşımının varlığı tespit edilebilmektedir. Dicle ve Fırat nehirleri, Anadolu ile Mezopotamya ve güney ve doğu ülkeleri arasındaki ulaşımın önemli bir kısmını sağlayarak bölgede ticari ve siyasi ilişkilerde rol oynamıştır. Geç Asur dönemi kabartmalarında, tasvir edilen bir kayığın iki yanına şişirilmiş keçi derileri bağlanmıştır. Bu şekilde, muhtemelen kayığın dengede durması sağlanmaktaydı. Diğer Antik kaynaklarda da bu konuyu destekleyen bilgiler bulunmaktadır. Bu konudaki bilginin Eski Çağ'da ne kadar evrensel olduğunu bilmemiz mümkün olmamakla birlikte, birbirinden kilometrelerce uzakta ve farklı kültür ve medeniyet çevrelerinde bulunan insanların ulaşımı sağlamak için benzer yöntemleri uyguladıkları bu örnekten anlaşılmaktadır. Bk Bahar 1997, 38-44. 
50) Bk İzgi, 1989, 44.
51) Bk İzgi 1989, 66.
52) İbn Fazlan 1995, s. 45.
53) Bk Şeşen 1998, 47-51.
54) Özkuyumcu 2002, 15-55; Lombard 1983, 53.
55) Moğol 1993, 135.
56) Merçil 1980, 22-32, 314-321; Tudela‟lı Benjamin&Ratisbon‟lu Petachia 2001, 89-91.
57) Merçil 1989, 26-28, 49; Gazneli Devletine Sultanlık yapan diğer hanların Güney Hindistan kıyılarına seferleri için bakınız, 84-88. Bu konuda ayrıca bk Roux 2001, 246-249.
58) Anna Kommena 1996, 61-65, 71-78, 197-199, 229-233.


....

Konu ile alakalı diğer yazılarım:








SB.

***




10 Nisan 2013 Çarşamba

TIMES OF ABRAHAM - Henry George Tomkins






But the descendants of Shem were not the first civilizers of Babylonia. Those far-spreading tribes called by ethnologists Turanian had been beforehand.

"All appearances" says M.F.Lenormant, "would lead us to regard the Turanian race as the first branch of the familiy of Japhet which went forth into the world, and by that premature sepatation, by an isolated and antagonistic existence took, or rather preserved, a completely distinct physiognomy". " A thick stratum of Turanian civilization underlay Semitism in western Asia. 

In fact all the great towns both of Assyria and Babylonia bear Turanian names".

So writes the Rev.A.Henry Sayce in a most interesting essay on the origin of Semitic Civilization...... (page 6)


"The Turanian people" says Mr.G.Smith ," who appear to have been the original inhabitans of the country, invented the cuneiform mode of writing. all the earliest inscriptions are in that language, but the proper names of most of the kings and principal persons are written in Semitic in direct contrast to the body of the inscriptions. The Semites appear to have conquered the Turanians, although they had not yet imposed their language on the country"....(page 7)


We will now turn to the polity, and laws, and transaction of business. "It is the opinion of the majority of Assyrian scholars" says Mr.G.Smith in his important work, Assyrian Discoveries, that the civilization, literature, mythology and science of Babylonia and assyria were NOT the work of a Semitic race, but of a totally different people, speaking a language quite distinct from that of all the Semitic tribes. 

There is , however, a more remarkable point than this : it is supposed that at a very early period the Akkad of Turanian population, with its high cultivation and remarkable civilization, was conquered by the Semitic race, and that the conquerors imposed only their language on the conquered adopting from the subjugated people its mythology, laws, literature and almost every art of civilization".... (page: 30)


In this case the record is "in Semitic Babylonian, but most of the other tablets in the collection" (in British Museum) as Mr.Smith tells us " are written in Turanian ,although occasionally one copy will give a Semitic equivalent for the corresponding Turanian word in the other." ... (page 36)


Mr.George Smith, in his work on "Assyrian Discoveries" gives a translation from a tablet belonging to the temple of Bel, written in the Turanian and Semitic Babylonian languages : -
"In the month Nisan (the first month, mostly in March) on the second day, one kaspu (2 hours) in the night: .....(page 41)


This acoors with the westward drift of races in the earliest times and historic race of the Egyptians to the Lower Nile, for from its origin Egypt was rather Asiatic than African....(page 94)


We have seen indications that the mixture and even fusion of races, so characteristic of the Chaldaean country had extended itself in the tideway of migration through Mesopotamia, Syria, Canaan and even into the Delta. We shall not be surprised to find if so be, even a Turanian element in Egypt when we treat of the "shepherd-kings"....(page 104)


This is a most important contrast and would lead to the conclusion that the pristine Turanian religion of Chaldaea, in respect at least of the worship of elemental spirits ,had not formed any portion of the complicated system which grew up in Egypt....(page 118)


The best picture we can produce must be tessellated with fragments from the most various sources. We have already brought many together and arranged them in a rough outline. We have seen the western migration of different races, Turanian, Hamitci, Semitic ; have traced the line of their smouldering camp-fires from the Persian Gulf to the eastern branches of the Nile, the names of their stations, the titles of their gods, the records of their conquests and, last of all, their very presence with living tradition on their lips from point, along their old time-honoured highway....(page 131)


The name Hyksos, by which they were known to the Egyptian priestly historian Manetho is generally believed to be compounded of Shasu, the usual word for the Arab hordes, and hyk king ; and may have been a mere nickname used after their expulsion. But the Egyptians call them in their records Menti (Syrians), Sati ,the roving Asiatics armed with bows, or by a word of hatred or contempt. Manetho, says they wre of ignoble race, "some say Arabians ;" and also uses the term Phoenicians for the earlier monarchs. Africanus calls them Phoenicians.

It is clear enough from what quarter they came. As we have seen, the few sculptures yet discovered show a type, most strongly-marked common to all the royal heads. Mr.Lenormant has suggested more than once that this may display a Turanian element ; "a race which is not even purely Semitic, and must be pretty strongly mixed with those Truanian elements which science reveals to-day as having borne so large a part in the population of Chaldaea and Babylonia".... (page 143)


The subject of marriage in Egypt has been treated by Prof.Ebers. The wife held a very honourable place in the oldest times, as the monuments clearly show. This agrees well with the Pharaoh's view of the matter, which indeed was quite as characteristic of the old Turanian people of Chaldaea and also guided the conduct of Abimelech king of Gerar....(page 154)


The word used in Genesis xii, for the officers of Pharaoh2s court, is the correct Egyptian title (Sar), which is in fact common to the Turanian and Semitic Babylonia, Egyptian and Hebrew languages...(page 155)


Now they are furnishing one of the most striking confirmations of our faith in the historical record which the wit of man could possibly imagine. for this pristine Elam is "rising up" with its kindered nation the old Turanian Chaldaea, as if to show that in god's providence there is nothing hidden that shall not be revealed when the set day is come....(page 167)


The explorations of Mr.Loftus in the huge mounds laid open the remains of magnificent building of the Persian period, including the stately palace decribed in the book of Esther. But we are only entitled in this place to notice the more ancient objects dicovered in the citadel. "There is every probability" he says "that some of the brick inscriptions extend as far back as the period of the patriarch Abraham. "

M.Lenormant mentions a still more primitive relic : "The Anarian cuneiform writing, as science ha, now proved, was originally hieroglyphic, that is , composed of pictures of material objects ; and these forms can in some cases be reconstructed. An inscription entirely written in these hieraoglyphics wxixts at Susa, as is positively known ; but it has not yet been copied, and is therefore unfortunately not available for study."

In truth this region was the seat of a civilization of the most ancient date, while in the back-ground rose the old Turanian Media, stretching away towards the Caspian where a kindered ,but not identical language was spoken...(page 171)


It is worth notice that Atilla the Hun, in the fifth century, designated himself "Descendant of the great Nimrod"...king of the Huns, the Goths ,the Danes and the Medes. Herbert (author of 'Attilla' a poem) states that Attila is represnted on an old medallion with a Teraphim, or a head, on this breast and the same writer adds: "we know from the Hamartigenea of Prudentius, that nimrod with a snaky-haired head was the object of adoration to the heretical followers of Marcion ; and the same head was the palladium set up by Antiochus Epiphanes over the gates of Antioch though it has been called the visage of Charon. The memory of Nimrod was certainly regarded with mystic veneration by many ; and by asserting himself to be the heir of that mighty hunter before the Lord, he vindicated to himself at least the whole Babylonian kingdom."

It is interesting to trace this appaling head through its Gorgonian development, so far down the ages, from the most ancient Babylonian gems.

The early kings whose names are recorded in the fragmentary inscription of Agu-kak-rimi, brought home by Mr.G.Smith, were rulers of Babylonia but of Cassite race, that is of the Cushite race of Elam, and form in that author's History of Babylonia the first Cassite dynasty....(page 175)


During the time of Sargina the Semitic language began to supersede the old Turanian Akkadian ,and the custom grew up of recording the contracts of sale and loan in Semitic, whenever one of the contracting parties was of that race. "The decline continues rapid" (says M.Lenormant) under the Kissian kings , of whom the first is Khammuragas , when the capital is definitely fixed at Babylon. It is under these kings, who occupied the throne during many centuries, that the Akkadian became extinct as a living and spoken language."...(page 201)



Studies on the times of Abraham - Henry George Tomkins, member of the society of biblical archaeology. (E-BOOK)



****



THE TURANİAN race is one of the oldes in the world and appears to have migrated at the same time as the Hamitic ; it might even be possible to restore the chief features of an epoch, when the sons of Turan and of cush alone occupied the greater part of EUROPE and ASİA, whilst the Semites and the Arians had not yet left the regions which were the cradle of our species....(page 63)


F.Lenormant - Comprising the history of the Israelites, Egyptians, Assyrians, and Babylonians (Google e-Kitap)



The origin of Semitic civilisation - A.Henry Sayce  (BOOK)


Attila or the triumph of Christianity - William Herbert (E BOOK)


History of Babylonia - George Smith - British Museum (E BOOK)



***



8 Nisan 2013 Pazartesi

IN THE EARLY TIMES PALESTINE WAS NOT SEMITIC BUT TURANIAN





What disturbed me, as it had done others, was the necessity of accounting for the supposed influence of various populations, particularly of the Semitic population in Palestine.

In various papers these names in Palestine were proved to be identical with those in Asia Minor, Greece, Italy and Spain. 

The clear evidence of Genesis is that the early population of Palestine was not Semitic but TURANİAN, and as we have lately found, allied to the populations of Khita class in the regions already cited...page 10



Examination of the legend of Atlantis in reference to Protohistoric communication with America - Hyde Clarke (Royal Historical Society) - e-book




Hyde Clarke is : 
Member of the American Oriental Society
Member of the German Oriental Society
Member of the Philoligical Society of Constantınople
President of the Academy of Anatolia


****





The wonderfull system of writing, called from the shape of the characters, cuneiform , or wedge-shaped was invented by the orginal Turanian inhabitants of Babylonia...page 16

It is generally supposed that Babylonia was peopled in early times by Turanian tribes (tribes allied to the Turks and Tatars) and that these were conquered and dispossessed by the Semites...page 34


ANCIENT HISTORY FROM THE MONUMENTS - THE HISTORY OF BABYLONIA by GEORGE SMITH - BRITISH MUSEUM  e-book



***


The Sumerians. Possibly as early as 8000 B.C.E., an ancient race lived in Mesopotamia, also known as the "Fertile Crescent," between the Tigris and Euphrates Rivers. These people were the Sumerians. They made astronomical observations and developed astronomical theories that were later borrowed by invading Semitic people from the North and West. Sumerians invented a form of writing in clay with a wedge-shaped stylus that was an evolution of their earlier pictographs. This stylus writing in clay is called cuneiform, from the Latin words cuneus, "wedge," and forma, "shape."

By the time of classical Greece, the Sumerian race had been completely forgotten. In 1846, Sir Henry Layard (1817-1894) visited archaelogical digs in the ancient Assyrian city of Nineveh. He found many clay tablets with cuneiform writing. They could not be interpreted at the time but realizing their historical importance, he sent what he found to the British Museum.

A Londoner named George Smith (1840-1876) heard of these mysterious ancient inscriptions, and devoted his spare time to studying them at the British Museum. He deciphered tablets found by Layard and others, and the British Museum gave him a permanent position because of his successes.

The cuneiform tablets proved to be an invaluable treasure trove. They were remains from the library of Ashurbanipal (668-626 B.C.E.), an Assyrian king who had all existing cuneiform tablets in the kingdom collected and copied. Thus the library contained a very complete chronology of the earlier Semitic Babylonian dynasties and their culture. Older Sumerian works that still existed were also copied.

George Smith is probably most famous for deciphering the Babylonian Epic of Gilgamesh, which included an account of the Biblical Flood. (Later, in 1914, Arno Poebel announced the deciphering of an earlier Sumerian tablet from Nippur that also described the Biblical Flood.) Smith's keen insights allowed him to decipher abbreviations that Sumerians and Babylonians used in astronomical tables. In 1876, George Smith became ill and died while on a final mission searching for missing tablets in the area surrounding Nineveh.

As the texts were deciphered, it was realized that the Semitic Babylonian was mixed with an unrelated language. This turned out to be Sumerian. George Smith published the "Annals of Assur-bani-pal" in 1871, and once again the world learned of the ancient Sumerians.

The Sumerians referred to themselves as the "Black Heads" (as did later Babylonians). Statues of Sumerians that have been excavated appear similar to some statues from ancient India. Since deciphering cuneiform, Sumerian has been classified as a Turanian language, unrelated to Semitic or Indo-European languages. 

Modern linguistic research has found similar vocabulary and concepts between Sumerian and ancient languages and cultures of of Sudan and the Dravidians in India. Sumerians also worshipped deities similar to those of the Dravidians, and like the Hindus and Egyptians ascribed numerous qualities to their deities.

read more : (click)





KAVGAMIZ 100 YILLIK DEĞİL...5000 YILLIK



***

“Türk çocuğu büyük ecdadının yüceliklerini öğrendikçe, büyüklüklerini kavradıkça kendinde daha büyük işler yapmak için güç bulacaktır. Onlara lâyık olmak için çalışacaktır...” 

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK


***