Translate

30 Ağustos 2014 Cumartesi

NATİVE AMERİCANS AND TURKS






Aaron Carapella, a self-taught mapmaker in Warner, Okla., 
has designed a map of Native American tribes showing 
their locations before first contact with Europeans.









Native Americans Mourning / offering food to deads, 
like the Turks.

Tree Burials 



Kurgans / Tumuli / Tumulus






Shamanism
ŞAMAN / KAM
AVRASYA'DA ŞAMANLAR
WOLF / WOLF WARRIORS
KURT / KURT DONUNA BÜRÜNME / KURT SAVAŞÇILAR






CHAPULTEPEC in MEXİCO

The name Chapultepec comes from Nahuatl, the language 
spoken by the Aztecs, and means Hill of the Grasshopper 
("chapul" - grasshopper, and "tepec" - hill)....link



TEPEC MEANS HİLL İN NAHUATL LANGUAGE
İS İT SO ... WELL...
TEPE MEANS HİLL İN TURKİSH TO....


Güney Amerika Kıtasında bulunan Sumer Çivi yazıları:
Sumerian relationship with The Fuente Magna of Pokotia Bolivia:




and others


Mother
Native American : ANNA
Turkish : ANNE / ANA

Grandmother
Native American : NANA
Turkish : NİNE / NENE
Sumerian : INANNA / NANA 




[1] Here and further, the American Indian words are spelled following the sources, though the spelling of different authors is different. Notably, the spelling of American Indian words even by the English-language authors does not follow the rules of the English language (open, closed syllables, etc.) 
[2] The American Indian words are mostly considered versus the examples of the Tatar language, sometimes turning to other Türkic languages, or to the ancient Turkic, but without survey of other Türkic languages. In many Türkic languages, except for Chuvash, all these words are almost identical and generally transparent.

(The reverse translation from Turkic to Russian and back to English may deviate from the dictionary definitions, but should retain the semantic meaning of the words - Translator's Note)





from J.Macintosh 1853 book
"The origin of the North American Indians"





Peru'dan 
son İmparator ATAHUALPA - ATA ....
Andes Mountains - AND Dağları ...

Ulu Dağın adı APU...

SANKİ TANIDIK GİBİ ....






Türkic and American Indian

Amerind - Türkic Genetics












30 AĞUSTOS - ÇİFTE ZAFER











30 Ağustos Zaferi 
Gerçekte  Çifte Zaferdir


Kimi zaman kişiler, nedendir bilinmez, bir duraksama geçirirler. İnsanın kimi zaman tıkandığı anlar olur. Duraksar. Bir belirsizlik çöker. Umutla umutsuzluk arasında bir noktadır bu... 

Seksenbeş yıl önce 1922 yılı Ağustos ayına gelindiğinde Türkiye böylesi bir durumla karşı karşıyaydı:

“Bu işin sonu ne olacak?” ya da

“Ne olacaksa olsun!”

“Fırtına öncesi sessizlik” denilen bir durumdu. 

“Hani nerede ordumuz, niye bir an önce taarruz etmiyoruz?”,

“Ordumuz durduğu yerde çürütülüyor, daha neyi bekliyoruz?” diyenler yanında 

“Bir sonuca ulaşmak için mutlaka savaş şart mıdır? Politik bir çözümle bu iş halledilemez mi? Bu halimizle taarruza kalkışmak kan dökmekten öte bir fayda sağlamaz. Çünkü Yunanlar’ı yensek bile İngilizler yine bizim önümüze dikilir. Duruma bakılırsa bir taarruzda başarı şansımız hiç de fazla değildir” diyenler de vardı.

1921 yılı Ağustos ayında durum daha da kötüydü. Kimileri Ankara’dan ailelerini iç bölgelere gönderirken, meclisin ve hükümetin Kayseri’ye, Sivas’a ya da Malatya’ya taşınması dile getiriliyordu. 

Erzurum Milletvekili Durak Bey, “Arkadaşlar nereye gidiyorsunuz? Cephe neredeyse meclis de onun arkasında toplantıya devam etmelidir. Düşman bizi burada kendisini yenmek için önlemler düşünürken bulmalıdır. Yerimiz cephedir. Geriye bir tek adım atamayız” derken oluşan sessizliği TBMM’nin renkli bir siması bozdu. 

O güne değin ağzını açmamış olan ak sakalı göbeğinde Dersim Milletvekili Diyap Ağa’nın sesi yankılanıyordu:

“Efendiler, biz buraya kaçmaya mı geldik, yoksa düşmanla kavga edip ölmeye mi? Kaderde ölmek varsa kaçmakla bundan kurtulamayız. Eğer ölürsek burası ikinci bir kabe olur.”

“Bir gün yine giyeriz” diyerek 8 Temmuz 1919 günü çıkardığı üniformasını yine giyen Mustafa Kemal düşüncelerini 5 Ağustos 1921 günü orduya ve ulusa bildirisiyle açıkladı:

“Büyük savaştan çıktığımız en zayıf zamanımızda bütün yurdu çiğnemek ve bütün halkı yok etmek için üzerimize saldıran düşmanlara karşı ulusça birleştik. Bana bu (başkomutanlık) görevi vermiş olan meclisin ve o mecliste temsil edilen ulusun kesin iradesi hareket tarzımın akışını oluşturacaktır. Hiçbir neden ve biçimle değiştirilmesine olanak bulunmayan bu kesin irade kesinlikle düşman ordusunu yok etmek ve bütün Yunanistan silahlı kuvvetlerinden oluşan bu orduyu anayurdumuzun kutsal ocağında boğarak kurtuluşa ve bağımsızlığa kavuşmaktır. Ülkenin ve ulusun maddi ve manevi tüm kuvvetlerini bu sonucun alınması amacına yöneltmek için hiçbir önlem ve girişimden kaçınılmayacak, ne yer ve zaman ile ne de vatan kavramı karşısında ayrıntıdan ibaret kalan diğer düşüncelere bağlı kanılmayarak düşman ordusunun yok edilmesinden ibaret bu tek amaç uğrunda gereken herşey yapılacaktır.”

Ardından “Ulusal Vergi Buyruğu” yayımlandı:

“Her evden bir kat çamaşır, bir çift çorap ve çarık” istendi. 

Ayrıca parası sonradan ödenmek üzere tüccar ve halkın elinde bulunan giyim kuşam, yiyecek (yüzde 40), araba, yük ve koşum hayvanları (yüzde 20), silah ve cephane, benzin, kamyon lastiği, yapıştırıcı, kablo, pil ve tel toplandı. 

Ustalar, sanatkârlar saptanıp askerlik şubelerine bildirildi. Bu toplama ve alım işleri sırasında kötü işlemleri görülenler ve alınanı kendi malıymış gibi kullanmaya kalkanların “Vatan Hainliği” suçuyla cezalandırılacağı duyuruldu.

Çanakkale’de “Size ölmeyi emrediyorum” buyruğu verdiği ordusuna Mustafa Kemal, 23 Ağustos 1921 günü bu kez şöyle sesleniyordu:

“(Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır.) Savunma çizgisi yoktur, savunma alanı vardır. O alan bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük büyük, her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük büyük her birlik ilk durabildiği noktada tekrar düşmana karşı cephe kurup savaşı sürdürür. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler ona uymaz. Bulunduğu mevzide sonuna dek dayanmak ve direnmekle yükümlüdür.”

Sakarya zaferinin bedeli ağırdı. 

25 bin asker, 350 subay yitirilmişti. 800 yaralı subay vardı. 

Erlere günler boyunca birer avuç buğday dağıtılmıştı. Askere buğdaydan başka dağıtılacak yiyecek kalmadığını öğrenen Mustafa Kemal ve karargâhtakiler önlerine getirilen tavuğu yemeden aç yatmışlardı.

TBMM mutfağına da onbir gün boyunca et girmedi. 

Sonuç tüm bu çekilen sıkıntıya ve bedele değerdi. Yunan ilerleyişi durdurulmuş, vatanın işgalden kurtarılması,  bağımsızlığa kavuşma düşüncesi düş olmaktan çıkmıştı.

TBMM’de ise açık açık dile getirilmese de en iyi niyetliler bile ordunun taarruz edemeyecek durumda olduğu düşüncesine kapılmıştı. Muhalefet bunu ustaca işliyordu. İsmet İnönü de ayırdındaydı. O günleri şöyle anlatmaktadır İsmet Paşa:

“Daha önceki bunalımlı evrelerde olduğu gibi Sakarya’dan sonra da kötümser bir hava esmeye başladı. Zaten siyasi fitne ve siyasi çekişme hiçbir an durmamıştır. Her büyük savaştan, her büyük askeri bunalımdan az bir süre sonra ümit devri geçer geçmez, yeniden ümitsizlik egemen olur. Bu ümitsizlik havası içeriden dışarıdan her araç ile tahrik edilir. Şimdi yine böyle bir ümitsiz atmosferin içine düştük.”

Hazırlık uzuyor, zaman geçiyordu. Mustafa Kemal çırpınıp duruyordu.

Muhalefetin 2. Grup milletvekillerinin tutum, tavrı ve söyledikleri Mustafa Kemal’i TBMM Hükümeti başkanlığından ve başkomutanlıktan istifa etme eşiğine getirdi. Mustafa Kemal’in rahatsız olup katılmadığı bir oturumda ipler koptu. 

Gizli oturum yerine açık oturumda hem Mustafa Kemal’in hasta olduğu açığa vuruldu hem de ona, orduya ve arkadaşlarına ağır dille suçlamalar yöneltildi. Mustafa Kemal’in başkomutanlık yetki süresini uzatma önerisi reddedildi. Ordu başkomutansız kalmıştı. 

Hükümet görevden, Fevzi Çakmak Genelkurmay başkanlığından çekilmeye kalkıştı. “Muhalifler sizin başkomutanlıkta kalmanızı istemiyorlar” diyerek gelişmeleri aktardıkları Mustafa Kemal hasta yatağında meclis tutanaklarını inceledi, arkadaşlarına “24 saat sabredip bekleyin!” dedi.

Mustafa Kemal TBMM’de milletvekillerine seslendi:

“Benim rahatsızlığımı buradan ilana gerek var mı? Belki düşman benim rahatsızlığımı işitir ve üç beş gün sonra saldırıya geçer. Benim hastalığımı düfşmanın işitmesi doğru mudur?”

Mustafa Kemal, muhaliflerinin bir başka savına da şöyle karşılık verdi:

“Yasanın ülkede angaryayı yasakladığından söz ediyorlar. Doğrudur; fakat tehlike, gereksinim bize herşeyi meşru göstermektedir. Eğer ordumuzun gereksinimleri ulusa angarya yaptırmayı da gerektirecek olursa bunu da yapacağız ve en doğru yasa bu olacaktır. Şu ya da bu diye oy vermek, göstermek gerekir. Bu nedenle oy göstermemek yüzünden hükümet hareketsiz bir hale gelmiştir.

Bütün bu açıklamalardan sonra son söz olmak üzere şunu söylemek istiyorum ki, hükümet yönetilemez, ordu sevk edilemezse hareketsizliğe mahkum olur. Çocuk oyuncağı yapacak zamanda değiliz. Bu nedenle bu keşmekeşe, bu anarşiye hemen bir son vermek gerekir. Böyle yürüyemeyiz, böyle yürünmez, ulus böyle yürümek için sizi buraya göndermemiştir, ulus buna razı değildir.

Bu son vatan parçasını kurtarırken olsun, hırslarımızdan, hislerimizden vazgeçerek, herşeyi etraflıca düşünelim. Kurtuluş için... İstiklal için... Eninde ve sonunda düşmanla bütün varlığımızla vuruşarak, onu mağlup etmekten başka karar ve çare yoktur ve olamaz.”

“Dostları onunla beraber oldukları, düşmanları da ona karşı oldukları için” bütün meclisin desteğiyle Mustafa Kemal’e yetki yeniden verildi. Üstelik bu kez süre yoktu. 

Mustafa Kemal karşıtları şöyle düşünüyordu:

“Ordu iyice yenildi ve yoruldu. Bundan sonra bir daha belini doğrultamaz. Mustafa Kemal bu yenik ordunun başında yenik bir komutan olarak tüm saygınlığını yitirir.”

1922 Ağustos ayında elde edilen zafer dış güçler karşısında olduğu denli, içte de Mustafa Kemal karşıtları karşısında yürütülen bir savaşımın sonucudur.

30 Ağustos’ta işgal ordusunu dağıtan Mustafa Kemal, düşmanı dört bir yana dağıtabilmek için önce, kendi kurduğu TBMM’deki kendi milletinin vekillerini bir noktada toplamak zorunda kalıyordu.

30 Ağustos Zaferi bu nedenle, yalnızca cephede işgalci düşmana karşı kazanılmış bir zafer olmasının çok ötesinde, içeride, TBMM’deki kimi milletvekillerine karşı da kazanılmış bir zaferin simgesidir.





Yaşar Öztürk 
Bütün Dünya
















AVRUPA KONSEYİ ONUNCU YIL BASKISI 1949-1959 /STRASBURG
TÜRKÇE OLARAK

MEĞER 1949'DA TÜRKİYE AVRUPA KONSEYİ'NİN ÜYESİYMİŞ....

DERLER Kİ, MENDERES BAŞVURDU 1959'DA AVRUPA'YA GİRMEK İÇİN...

ŞİMDİ O BAŞVURU, O SÜRECİN BİR AŞAMASI

iNÖNÜ DÖNEMİNDE VE HENÜZ CUMHURİYET HALK PARTİSİ İKTİDARINDA, TÜRKİYE AVRUPA KONSEYİNE DAVET EDİLMİŞ.

GELİN BU KONSEYE ÜYE OLUN...

BİZİMKİLERDE DÜŞÜNMÜŞLER VE KARARIMIZ BU KONSEYE GİRMEKTİR DEMİŞLER...

ALKIŞLANARAK TÜRKİYE BU KONSEYE ÜYE OLARAK GİRMİŞ...

OSMANLI GİRDİ YETMİŞ YILDA BATTI...

TÜRKİYE GİRİŞ TARİHİ 1949, PEKİ O ZAMAN BİZ NEREYE GİRMEYE ÇALIŞIYORUZ?

BURADA ÇOK ÖNEMLİ BİR ŞEY DAHA VAR...

AVRUPA KONSEYİ 1949-1959 KİTAPÇIĞI TÜRKÇE OLARAK BASILMIŞ...

YANİ, TÜRKÇENİN AVRUPA KONSEYİNDE RESMİ DİL OLARAK , O TARİHLERDE TANINIYOR OLMASININ KANITIDIR....

BUGÜN İÇİN BİZİM DİLİMİZ AVRUPA'DA PEK DE KULLANILAN, KABUL GÖREN BİR DİL DEĞİL...

TÜRKİYE AVRUPA İLİŞKİLERİNDE HERKES İNGİLİZCE FRANSIZCA ALMANCA KONUŞUYOR, TÜRKÇEYİ KONUŞAN YOK...



KİTAPÇIKTA "ÜYE MEMLEKETLER" BAŞLIĞI ALTINDA:

BELÇİKA, DANİMARKA, FRANSA, İRLANDA, İTALYA, LÜKSEMBURG, HOLLANDA, NORVEÇ, İSVEÇ VE İNGİLTERE OLMAK ÜZERE ON MEMLEKET AVRUPA KONSEYİ STATÜSÜNÜ LONDRA'DA İMZALAMIŞTIR.

1949 AĞUSTOSUNDA AKDETTİĞİ İLK TOPLANTISINDA VEKİLLER KOMİTESİ YUNANİSTAN, İZLANDA VE TÜRKİYE'Yİ BU ON MEMLEKETE KATILMAYA DAVET ETTİ. BU DAVETİ DERHAL MÜSPET KARŞILAYAN YUNANİSTAN İLE TÜRKİYE , GEREK VEKİLLER KOMİTESİNİN GEREKSE İŞTİGARE MECLİSİNİN İLK OTURUMLARINA TEMSİLCİLER GÖNDERDİLER.

....AVRUPA KONSEYİ'NİN GİDERLERİNİN YÜZDE ONUNU TÜRKİYE KARŞILIYOR....

BÜTÇESİ:

ÜYE MEMLEKETLERİN HALİ HAZIRDA KABUL EDİLEN İŞTİRAK PAYLARI ŞÖYLEDİR.

FRANSA ........... 17.73
FEDERAL ALMANYA......17.73
İTALYA................17.73
İNGİLTERE.........17.73
TÜRKİYE..............9.06
HOLLANDA
BELÇİKA 
YUNANİSTAN
İSVEÇ



1949 YILINDA AVRUPA KONSEYİ İLE İLİŞKİLERİMİZ BAŞLADI, ŞUAN ÜZERİNDEN 60 YILA YAKIN 58 YIL GEÇTİ, OSMANLI 1856 YILINDA AVRUPA BİRLİĞİNE GİRDİ 1918'TE TARİHTEN SİLİNDİ....

TÜRKİYE'NİN KAÇ YILI KALMIŞ?

BU AVRUPA ÖYLE BİR MERET Kİ , İÇİNE ALDIĞI TÜRK'Ü YETMİŞ YILDA BİTİRİYOR...

AMA KENDİ KALIYOR...


Osmanlı 1856 yılında Avrupa Birliğine girmişti.

Napolyon Avrupa'yı kan ve ateşe boğmuş , Avrupa Devletleri Fransa'yı ancak birleştirerek durdurabilmişti. İngiltere, Avusturya, Rusya ve Prusya 1814'te Fransa yüzünden bozulan Avrupa dengesini yeniden kurmak üzere Viyana Kongresi düzenleyip Avrupa Korosu adını verdikleri bir birlik oluşturdular, bu birlik düşmanları Fransa'yı bile aralarına çağrırken Osmanlı Devleti'ni Avrupa Korosuna almamışlardı.

O yıllarda Avrupa basınında yer alan ve Avrupa Birliğinin ilk temelleri sayılan bu birliğe ait karikatürler Osmanlı Devletini kör ve topal bir zavallı olarak ilan ediyordu.

1838 Balta Limanı Antlaşmasıyla Gümrük Egemenliğini İngiltere'ye terk eden Osmanlı yine Avrupa Devletler Konseyi'ne girememişti.

1839'da tahta çıkan Abdülmecid 1839 Tanzimat Fermanını yayınlamış ve başta İngiltere olmak üzere Avrupa Devletlerinin tüm isteklerini anayasal güvence altına almıştır.

Abdülmecid'in tüm isteği Osmanlı İmparatorluğu'nun varlığını ve toprak bütünlüğünü güvence altına almaktı, hem de Avrupa Devletler Konseyinde.

Abdülmecid, Avrupa Devletleri isteği üzerine Rusya'ya savaş açar. Osmanlı donanması Sinop'ta Rusların baskınıyla yenilir ve bu yenilginin ardından "Senin için öldüler Avrupa" diye bir de madalya bastırır.

15 Mayıs 1854 Rusya yayılmasını durdurmak üzere bu sefer Bulgaristan, Osmanlı ordusu Rus ordusunu yener. Abdülmecid bu sefer de "Senin için savaştık senin için yendik Avrupa" diye bir madalya bastırır. Bütün Avrupa Devletlerine dağıtır.

Bu çabaların sonucu olarak Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünün Avrupa Devletleri tarafından koruyan ve Osmanlıyı bir Avrupa Devletler Konseyi üyesi olarak tanımlayan Paris Barış Antlaşması 30 Mart 1856'te imzalanır.

Osmanlıyı Avrupa Devletler Konseyine üye yapan Paris Barış Antlaşmasıyla , ilgili ülkelerin devlet başkanları tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe girmiş, konsey üyelerini bir arada gösteren resim tarihe not düşmüştü.


Osmanlı Türkiye'den önce Avrupa Birliği üyesi olmuştu ama ne pahasına...


BEDELİNİ BU MİLLET ÇOK ACI ÖDEDİ....



BU TARİHSEL OLAYLARI OKULLARDA OKUTMAZLAR, OKUTULMASINA İZİN VERMEZLER
ZATEN BU YÜZDEN TARİH TEKERRÜR EDİYOR....











29 Ağustos 2014 Cuma

BUDA ve TÜRKLER - BUDDHA and TURKS



Maniheist din adamları ve eski Türk yazıtları 
Kuzey İpekyolu, Koço, 9.yy 
Schreibende manichäische Geistliche und alttürkischer Text, 
Nördliche Seidenstraße, Khocho, 9. Jh. 

Staatliche Museen zu Berlin




FARHÂR-I HALLUH - KARLUK BUDİST SANATI


Budist medeniyeti çerçevesine giren ve sanatında âlim olan Türk boyları arasında Karlukların da yer aldığı, tarihî kaynaklardan ve bu kaynakların, arkeolojik kazıların neticeleri ile mukayesesinden anlaşılmaktadır. 

Zengin budist malzemenin bulunduğu, fakat tarihin karanlıklarına bürünen Karluk sâhasında, yol bulmağa uğraşan araştırıcı için yanlışlıklara düşmek mukadder gözükmektedir. Bilhassa ki, "Butan-ı Halac" adlı yazımda işâret edildiği gibi, Karluk ve Kalaç Türklerinin Arapçalaştırılmış adları olan Halluh ve Hallac kelimelerinin Arapça harfler ile yazılışı birbirine çok benzer ve İslâm kaynaklarında bu iki Türk boyu birbiri ile ekseri karıştırılır. Böylece hâtıraları Anadolu Selçuklu muhitine kadar İbn Bibi'nin şâirâne ibâreleri ile aks eden "butan" (putlar : 'Bud'lar yani 'Burkan'lar) ile "farfar" ların (vihara: Türkçesi 'vihar') "Halac"lara mı, yoksa "Halluh"lara mı atf edileceği dâimâ belirli değildir. Yolu büsbütün kaybetmemek için coğrafi yayılışı sahası ile kronoloji merhalelerini göz önünde tutarak, araştırmayı bir kaç merkez etrâfında toplamağa çalışacağım.


I - Kağan-stupa (Beş-balık):

Başka kuzeyli Türk boyları gibi, Karluklar da Budist medeniyeti ile, ilk önce, Orta Asya'nın kuzey sınırında genellikle Beş Balık (Kağan Stüpa) adı ile anılan şehirde karşılaşmışlardı. Milad etrafından beri Çin tarihlerinde "Kiü-shi" devletinin şimâli başkenti "Kin-man" adı altında bilinen bu şehir, M.460'da Tölis Türklerinin "ordu"su idi (hükümdar ordugahı veya sarayın bulunduğu şehir).

Batı Türk Hakanlığı (M.580-658) idaresine geçtikten sonra belki Budist Batı Türk Hakanı "T'ung Yabgu" ile ilgili olarak aynı şehir, Kağan-stupa ismi ile tanınmakta idi. ŞEhrin "ordu" (saray) kısmında, nehir kenarında Budist "ediz ev" (pagoda) olabilecek mâhiyette bir kulenin kalıntıları hâlâ durmaktadır . Kağan-stupa M. 630'da sayılı Budist ziyâretgâhlarından idi ve Çinli râhib Hsüan-tsang bu şehri görmek istemiş, fakat oraya gidememişti.

M. 627'de "T'ung Yabgu"ya isyân eden Karluklar M. 640'dan önce olan, fakat tâyin edilemeyen bir tarihden beri, başka Türklerle birlikte, Kağan-stüpa bölgesinde, şehrin kuzey-batısında, yaşamakta idiler. Batı-Türk (M. 580-658) ye Türgiş (M. 658-766) Hakanlıklarının zevâlinden sonra Karluklar Türk dünyasında ön plana geçmeğe başladılar. Kağan-stüpa'yı ordu ittihaz etmiş bir başka Türk boyu olan Basmiller'den M. 742-755 arasında şehri alan Karluklar, orada bir Yabgu idâresinde devlet kurdular. Kağan-stüpa'nın M. 821'de Uygur himâyesinde olduğu bilindiğine göre, Kağan-stüpa'da Karluk hâkimiyeti M. IX asırda bitmişti. Şu halde demek ki, Karluklar asgarî M. 640'dan beri Kağan-stüpa etrâfında yaşıyorlardı ve takriben M. 742-821 arasında şehre hâkim bulunuyorlardı.

Karlukların Kağan-stüpa'da M. VII. asırda tanıdığı Budist sanat, Batı-Türk ve Türgiş devri üslûbunda idi. Kağan-stüpa'da M. 637'de yapılmış iki "vihar" (Budist manastırı) olduğu bilinir. Bunların harabelerini bulan Dolbejev, kuzeydeki "vihar"ın bir husûsiyeti olarak sıra sıra dizilen kubbeli "toym" (Budist râhib) "pryan" (hücre)'larına dikkati çeker. Bazı sanat tarihçilerinin kubbeli Türk çadırının dizilişine benzettiği sıra sıra kubbeli hücreler Budist ve hattâ Müslüman Türk mimârîsinin hususiyetlerinden oldu.

Kağan-stüpa'da ayrıca plastik eserler bulunmuştur ve bunların bazısı Batı-Türk devrinden olabilir. Bir "Burkan" başı (lev. Ilb) M. VII.-VIII. asırlarda Orta Asya'da Budist mabûd ikonografisinde yaygın bulunan (lev. II a,c,d) bir tiptedir. Türk sanatı kronolojisi bakımından, "Budist prototip I" diyeceğimiz ve cenûbî Orta Asya'da gelişen başlarda, Hind, hattâ Serendîb (Sigiriyâ) güzellik mefhûmu hâkimdir. 

"Budist prototip I" dediğimiz tarz başda (lev I a,b III c) toparlak, küçük bir yüz içinde, etli bir ben ile birbirine birleşen kaşlar ve ağır göz kapaklan altında, büyük ve yumuşak ifâdeli gözler dikkati çeker. Türk metinlerinde anılan "hilâl kaşlar" ve Hindlilere atfedilip, muhtemelen kara olan "yağlı, yumuşak gözler" bunlar olsa gerek. "Budist prototip I" in burnu yayvandır, etli ağzı hafif gülümser. Hind krallarına mahsus ağır küpeler taşımaktan kulak memeleri sarkmıştır (lev. I a,b ; IV c).

Kağan-stüpa Burkanı (lev. II b), "Budist prototip I" e (lev. I a,b; III c) benzemekle berâber, gözleri değişik, hafif Mongoloid şekilde çekiktir. İşte Budist prototip I 'den gelişen ve Türk sanat tarihi çerçevesinde Hind-Türk estetik norm'u diyeceğimiz güzellik mefhûmunun, Budist, prototip I 'e nisbeten husûsiyeti, bu çekik gözlerdir (mukayese ediniz, lev. I a,b ; IV eve lev. II a-d).

Kağan-stüpa plastik eserlerinde Türk istidâdma mahsus muhtelif veçheler de gözükür. Bu veçhelerden biri, Gök-Türk devrinde (M. 552-745) Ötüken ve Kem (Yenisey) illerindeki dikili taşlara oyulmuş mezar heykellerinde temâyüz eden kuvvetli ifâdeli, hattâ karikatüre yaklaşan portre tarzıdır . Bu tarz, Kağan-stüpa'da bulunmuş bazı heykel başlarında da tezâhür eder (lev. IV a,b).

Kağan-stüpa plastik eserleri arasında Eurasia göçebe sanatkârlannın ahfâdına yakışacak kuvvette bir hayvan motifi de meydana çıkmıştır. Bu motif bir çift koçun birbirine tosladığını gösterir (lev. XIII e).

Kağan-stüpa plastik eserleri, teknik bakımdan, bütün Orta Asya Budist heykel sanatının usûlünde balçıktan yoğurulmuş olup boyalıdır (aksine bir kayd olmadığı takdirde bu yazıda, söz konusu olacak bütün heykeller bu tekniktedir). 

Yine de Stein , Kağan-stüpa plastik eserlerini diğer Orta Asya heykellerinden tefrik eder. Kağan-stüpa plastiğinde iskeletler Orta Asya'da olduğu gibi ağaç veya kamış dallarından değil de demir telden teşekkül eder. Bu münâsebetle M. V.-VI. asırlarda Türklerin Orta Asya'nın en tanınmış demircileri oldukları hatıra gelir.

Kağan-stüpa Türk "vihar" mimârîsi ve plastik eserlerinde yukarıda kaydedilen husûsiyetlerin bir kaçı, doğrudan doğruya Karluklar'a atfedilebilecek eserlerde de tekrar bulunacaktır.


II. Tohâristân :

M. VII. asırda Batı-Türk Hakanlığı devrinde Türkistan adım almışken Çin, Tibet ve Arap istilâları neticesinde Türklerin elinden kısmen giden Orta Asya bölgesi için M. VIII. asırda mücâdele edilmekte idi. Karluklar bu mücâdelede, Çinliler ile berâber ve hemcinsleri Türgişler'in Kağanlığına ve Kağanın bâzen müttefiki olan Araplar ile Tibetliler'e karşı vuruşmakta idiler. 

Böylece M. 704 ile 717 arasında Gök-Türk kağan soyundan olup, Çin tarihlerinin "A-shi-na Hien" adını verdiği hükümdar idaresindeki Karluklar, Türkistanın Karaşehir, Kuça, Kâşğar, Hotan gibi büyük Budist merkezlerini ele geçirmekte idiler. Karluklar bu illerde de, şüphesiz, Budist kültürü ve sanatının muhtelif veçhelerini tanımışlardı. Bu illerin bazılarında Kartukların yerleştiği, ileride görülecektir. 

Hotan Türkistan'ın cenubunda bulunduğuna göre bu ilin az batısındaki Tohâristân'da (o devrede Sogd Demir Kapılarının güneyine verilen ad) M. 737 etrâfında Karlukların bulunması şaşılacak bir keyfiyet değildir. 

Bir Karluk Yabgusunun Tohâristân al-'ulya (Doğu Toharistan) denen bölgede hâkim bulunduğu, H. 119/M. 737 yılı olayları arasında Tabarî tarafından ifâde edilir. Tohâristân al-'ulya'dan Kâşğari'nin Arğu adını verdiği Çu ve Talaş illerine doğru gitmek için, Uşrüsana 'dan (Ura-tepe) geçiliyordu. Minorsky 'nin fikrine göre Tohâristân 'da bulunan Karluk yabgusu şimâldeki karluk yabgusundan ayrı idi ve belki Tohâristân Türk yabgusundan başkası değildi. 

Yâni Batı Türk Hakanları sülâlesinden merkezleri Kunduz ve Belh olan Tohâristân Türk Yâbgularının (*2) (M. 630-758) idâresinde Karluklar da mevcuttu. Karluklar'ın Tohâristânda yaşayan Hayâtila (Heftalit) boylarına komşu oldukları hakkındaki GardIzI haberini de hatırlatan Minorsky, Hudud al-âlam adlı eserde, Belh 'in cenûbunda Halluh adlı bir yerden bahsedildiğine işâret eder. Fakat belki Halluh ve Halac arasında İslâm kaynaklarındaki mutâd karışıklık yine olmuştur. 

Çünkü Belh 'in güneyi Halac bölgesi idi. Fakat eğer Karluklar hakikaten Tohâristân Türk yabguları idâresinde yaşıyor idi iseler, Orta Asya Budist sanatının kaynağında Hellenizm ile Serendîb-Hind tesirlerinin ilk karşılaştığı ve Hind-Türk adını verdiğimiz estetik norm'un geliştiği illerde bulunuyorlardı. 

Tohâristân Türk yabgularının "küçük ordu"su olan Belh 'de M. 630'da, yüz "vihar" bulunmakta idi; "büyük ordu" olan ve Belh Müslümanların eline düştükten sonra tek başkent olarak M. 758 etrâfına kadar kalan Kunduz'daki bir "vihar"da, yapılan kazılardan ise çok sayıda Budist plastik eserleri çıktı (lev. II c, V a).

Kunduz eserlerinde "Budist prototip I" dediğimiz Hind sanatından mülhem bulunan ve Hind-Türk adını verdiğimiz norm'da eserler yanında (lev. II c) Budist prototip II diyeceğimiz Hellenistik güzellik mefhumundan inkişaf etmiş ve "Hellenistik-Türk" denebilecek başlar vardı (lev. V a). 

Hackin Kunduz başlarının, Hind ve Hellenistik gibi prototiplere bağlı bulunmakla beraber "çekik (Mongoloid)" gözleri olduğuna dikkati çeker (lev. II c). Hellenistik prototipe nazaran, ondan gelişmiş bulunan Kunduz başlarının yüzü genişlemiştir (lev. V a). Türk metinlerinde "ayın onbeşi" denen güzellik mefhûmuna doğru bir inkişâf dikkati çeker.

Barthold, Doğu Toharistanda hâkim bulunduğu Tabarî tarafından bildirildiğini kaydettiğimiz Karluk yabgusunun merkezini, Minorsky gibi Kunduz 'da değil, İbn Rusta 'nın Karluk ili olarak tanıttığı Vahş (veya Surhâb, Türkçe Kızıl-su) vâdisinde sanmakta idi. Kuzeyden Amu-derya'ya (*) akan ırmaklardan Vahş veya Surhâb kıyılarında, M. 642'den önce başlayarak 755'den sonraya kadar Tarduş Türklerinden, yâni Tölisler'in Batı boylarından bir sülâle hâkim bulunuyordu. 

Vahş vâdîsi Karluklan Tarduş sülâlesinin idâresinde veya Tarduşlar'dan sonra gelmiş olabilirdi. Esâsen, Amu-derya'nın kuzeyinde Vahân'da ve Türkçe Kutluğ adını taşıyan Huttal 'da (*3) olduğu gibi, Harün ile Şümân 'da (Oğuzlar) (*4) ve Kum deresinde de hep Türkler yerleşmişti. 

M. VI. asırda bu ülkelerin hepsi Tohâristân Türk yabgulanna tâbi bazı Türk hükümdarların idâresinde bulunuyorlardı.

Amu-derya'nın kuzeyinde olup M. VII. asırda muhtelif Türk boyları ile meskûn bu illerden Tarduş-Karluk bölgesi Vahş vâdisi bilhassa dikkatimizi çeker. M. VII. -VIII. asırdan sanılan, yâni muhtemelen Tarduş sülâlesi devrinde (M. 642-755) yapılmış olan ve Karlukların yaşadığı bu vâdide bugün Açina-tepe adını taşıyan mevkide, büyük bir "vihar"m kalıntıları mevcuttur. 

Tarduş ve Karluk Türk Budizmi ile ilgisi tarihî metinlerden anlaşılan bu "vihar"(lev. XIV. a, b) hakkında Litvinsky 1968'de şöyle demekte idi:

"Vahş vâdisinde, Kurgan-tübe şehrinin 12 km. yakınındaki Açina-tepe vihar'ı Şimâlî Tohâristân'ın en ehemmiyetli Budist âbidesidir....çok büyük olmayan bu vihar'ın sathı 100x50 m. idi. Vihar iki kısımdan mürekkep idi. Bu iki kısım bir yapı ile birbirine bağlanan iki avlu etrâfında bulunuyordu. Cenûbî avlunun iç tarafında, mihverlerin uçlarında, birbirine mütevâzin olan ve filpâyelere dayanmış dört eyvân yükseliyordu. Mihverlerdeki eyvânlann teşkîl ettiği kapıdan içeri ilerleyince dört köşe planlı tapınaklara varılıyordu. Avlunun köşelerinde olup gönye şeklinde devam eden dehlizler, eyvanlar ve avlunun içi ile yapının dış tarafını çepe-çevre saran "toym" "pryan"ları (râhib hücreleri) geçit teşkil etmekte idiler.

Şimâlî avlu da aynı şekilde idi. Ancak şimâlî avlunun kuzey cihetinde eyvanın iki tarafına mütevâzm şekilde üçer-üçer dizilmiş altı küçük tapmak da binâ edilmişti. Şimâlî avlunun cenûbî cephesinde ise, eyvanın sağ ve solunda bir çift küçük tapınak bulunuyordu....Şimâlî avlunun ortasında da, haçvarî bir kaide üstünde yükselen, mük'ab şeklinde ve tepesinde yarım-küre görünüşünde kubbesi bulunan bir stüpa mevcûd idi. Stupa'nın her yüzünde, tepesine çıkmak imkânını veren birer çift merdiven bulunuyordu....Mütevâzm dört eyvan mimârisi işte böylece (iki avluda da) hâkim bulunuyordu.

Açina-tepe yapıları 50x25x10 cm. boyunda "pahsa" (büyük balçık tuğlalar)'dan binâ edilmişti. Dört köşe odalar kubbeli ve dehlizler kemerli idi. Burada bulunan 300 kadar sikke tapınağın M. VII.-VIII. asırlarda kullanıldığını gösterir. 

Açina-tepe tapınağının başlıca husûsiyeti orada bulunan heykel ve resimlerdir. Şimâlî avlunun cenûbî eyvanında, 7x7 m. boyundaki merkezî tapınağın duvarlarında iki sıra heykeller dizili idi. Vihar tahrip edildiği zaman bunlar yere atılarak kırılmışlar. Aynı şimâlî avlunun şimâl cephesinde, merkezî eyvanın iki tarafındaki çift küçük tapınakların her birinin merkezinde, ince birer sanat eseri olan stüpa modelleri duruyordu. Şimâlî avlunun ortasındaki büyük stüpa etrafında dehlizler ve bunlardaki kemerli hücrelerde, rafların üzerinde Burkan heykelleri vardı. 

Bunlardan dharmaçakra ve dhyâna (Türkçesi "sakınç": murâ-kabe) şeklinde tasvir edilen bir kaç Burkan heykeli kırılmamış olarak kalmıştır. Şimalî avlunun ortasındaki stüpa'yı çevreleyen aynı dehlizde, duvara merbût bir kaide üzerinde, oniki metre uzunluğunda ve Burkan'ın nirvâna 'sını (ölümünü) temsîl eden bir heykel yatıyordu (lev. III a).

Bütün heykeller ve kabartmalar balçıktan yoğurulup üstü boyanmıştı. Vihar tahrip edildiği zaman zarar görmüş bulunan beşyüz kadar heykel başından ancak birkaçı kırık değildir... 

Budist pantheon 'unun bilinen şahıslar, Burkan, bodhisattva (henüz burkan derecesine varmamış, tâclı ve mücevherli birer bey görünüşünde azizler), "tengri"ler (*5) (deva); "toym"lar, heykeltraşın başlıca konularını teşkil ediyordu (lev. I c, II d; III a,b; IV c; V d; VIII b, XI, XIV a). 
Odalar ve dehlizlerin duvarları, hayvan başları, hayvan ve kuş dizileri, nebatî ile hendesî şekiller arz eden kabartmalar ile kaplı idi. Bu şekiller baskı tekniği ile vücûda getirilip sonradan yontularak ince-ince itmâm edilmişti.

Muayyen kanunlara göre tasvîr edilen dînî mâhiyette heykeller yanında, hakikî hayattan mülhem gibi gözüken şahısların tasvirleri de görülmektedir.

Birçok oda ve dehlizlerin duvarları, alçı satıh üzerine yapılmış resimlerle süslü idi. Cenubî avludaki kaideler de resimli idiler. (Şimalî avludaki) büyük stüpa'nın. etrafını saran dehlizin tavanlarında da resimler vardı. Resimlerin başlıca konusu burkan tasviridir. Bütün tavanlarda yan-yana ve sıra-sıra, ayakları görünmeden, padmâsana murâkebe oturuşunda (lotus çiçeği üzerine bağdaş kurmuş) burkan tasvirleri dizilidir (lev. XI b).

En ilgi çekici resimler 45 cm. kadar boyda, hediyeler takdim eden beyaz giymiş iki erkek tasviridir (lev. XI a). Bunlar ellerindeki biri altın diğeri gümüş olan kaplar içinde çiçekler takdim etmektedirler. Hediye verenlerin elbiseleri vücûdlarını tamâmen örtmektedir. Belleri kuşaklıdır ve kuşaklara kılıçlar ve hançer asılmıştır. Bu bir pranidhs (adak) sahnesidir. 

Doğu Türkistan duvar resimlerinde (Bezeklikdeki M. IX.-XIII. asırlardan Uygur resimlerinde, lev. IX b) aynı adak takdimi sahneleri tasvir edilmiştir. Açina-tepe'de tasvir edilenler Balahk-tepe resimlerindeki şahıslar ile aynı kıyâfettedir ve her halde, gerek Açina-tepe'de, gerek Balahk-tepe'de, yerli beyler temsil edilmiş olsa gerek"(Litvinskiy, "Buddhism", s. 57-60).

Vahş vâdisindeki yerli beylerin Tarduş veya Karluk beyleri olduğunu yukarıda kaydetmiştik. Litvinskiy 'nin bahsettiği Balahk-tepe'de de M. VII.-VIII. asırlarda Türk beyleri hâkimdi ve bunların resimlerindeki kıyâfetlerin Batı-Türk mezarlarındaki heykellerinkilerin aynı olduğuna Al'baum işâret etmiştir . 

Demek ki, Açina-tepe resimlerinde Tarduş veya Karluk beylerini görmekteyiz (lev. XI a). Bunlar (lev. XI a) Bilge Kağan'ın (lev. X a) VIII. asır başında giydiği, yakası kapalı (açık da olabilen) Türk kaftanını, Budist âyinlerinde âdet olduğu üzere, beyaz renkte, giyinmiş bulunmaktadırlar. 

Resmin zemîni aldır. Beyler, hürmet işâretli olarak, diz çökmüştür. Uygur metin ve resimlerinden bilindiği gibi (lev. IX b) Burkan önünde bile, yüksek rütbeli beyler ancak tek diz kırardı (*6). 

Yüksek dereceli Türk beylerinin uzun saçlı (*7) da olduğu bilindiğine göre (lev. IX b) Açina-tepe'de tasvir olunan kısa saçlı şahıslar (lev. XI a) nisbeten mütevâzi kimselerdir. 

Irk bakımından Açina-tepe'de tasvir edilmiş kimseler (lev. XI a), Doğu Türklerine (lev. IX b, X a) nisbeten, Mongoloid değildir. Aksine, Çinlilerin Hunları ve Türkleri tarif ettiği şekilde, gaga burunlu "Hu" (*8) (Çinliler'e yabancı) tipindedirler. Portreye benzeyen diğer tasvirler (Iev. XI b,c) bilhassa bir ihtiyar (toym?) başı (lev. XI b) aynı Mongoloid olmayan, Çinlilerin "Hu" dediği Türk tipinde ve çok canlı şekilde tasvir edilmişler. Türk Budist sanatının ihtiyar "toym" (râhib) prototipini belki burada görmekteyiz.

Açina-tepe dînî ikonografisinde, yukarıda anlatılan muhtelif Hind (lev. Ic), Hind-Türk (lev. II d) Hellenistik-Türk (lev. V d) güzellik mefhumlarmm numuneleri mevcuttu. İlâveten Çinlilerin "Hu" adını verdiğini kaydettiğimiz Doğu Türk güzellik mefhumu da Açina-tepe Budist ikonografisinde tesîr icrâ etmeğe başlamıştı (lev. VIII. b). 

Uygur sanatı münâsebeti ile anlatacağımız bu norm, çekik gözlerden başka tümsekli ve gagah bir burun ile de temâyüz eder. Saçlar "arı kanadı" gibi laciverttir. İfâde yumuşaklıktan ciddiyete münkalib olmuştur. Açina-tepe'de görülmeyen, fakat Uygur sanatında (lev. IX b), metinleri takiben ifâde edilen bir husus da, yüzün "ayın onbeşi" gibi geniş ve parlak olmasıdır. 

"Hu" üslûbunda Budist mabûdlar yarı-çıplak, inhinâlı vücutlar gibi Hind normlarından uzaklaşmış ve dimdik duran atlı göçebe beyleri görünüşüne girmiştir. M. IV.-V. asırlarda Hun ve Tabgaç sülâleleri devrinde Çin sınırları ve sonra Şimâlî Çin'de gelişen "Hu" güzellik mefhumunun Batı Türkler tarafından da benimsendiği Hsüan - tsang 'ın bir rivâyetinden bilinir.

Budist Batı Türk hükümdarı "T'ung Yabgu" Hsüan - tsang 'a yarı-çıplak ve esmer Hindlileri beğenmediğini ifâde etmişti. "Hu" normunun Açina-tepe'ye ve hattâ, son Gazne kazılarından bilindiği gibi Kâbil'de hâkim Türk-şâhî 'lerin (*9) (M. 644'den önce - 901) bir kolu olan Rutbil'ler (Prof. Bombaci bu sözü Eltebir 'den muharref sayar) başkentine de varmıştı. 

Batı-Türk tesirleri yanında, "Hu" estetik zevkinin güneye ilerlemesinde Tölis'lerin de payı olabilirdi. Tölis Türklerinin Beş-balık'da ve Tarduş sülâlesi münâsebeti ile Açina-tepe'de de bulunduğunu söylemiştik. Çok yaygın olan Tölisler'in doğu boyları şimâli Çin'de Tabgaçların komşusu idiler ve hattâ Tabgaç başkentinin bulunduğu Wei vâdisinde de yaşıyorlardı .

Buna karşılık güney tesirleri de kuzeye ilerliyordu. Hinduist tesirler altında Gandhâra'da (Peşâver ili) M. V. asırda gelişen Tantrayâna ve Yogâcâra Budist mektepleri, aynı illerde, Türk-şâhî sülâlesinin hâkim olduğu M. VII.-IX. asırlarda sanat ifâdesini Hinduist Durga ve Siva heykelleri ile bulmağa başlamıştı. 

Hattâ Türk-şâhî'lerin en son devirde Brahman vezirleri tesiri altında, yan Hinduist bile oldukları sanılır. Türk-şahî muhiti üzerinden bu Hinduist tesirlerin Açina-tepe 'ye ilerlediği bir heykelin tacının başından düşmüş iskelet kafasından istidlâl edilir. Tantrik sanatın gelişmiş şeklini daha kuzeyde göreceğiz.

Açina-tepe'den ayrılmadan önce şunu da hatırlatmak isteriz: Litvinskiy'e göre Açina-tepe'de görülen haçvarî, dört eyvanlı vihar planları (lev. XIV a) aynı tipteki açık avlulu erken İslam Orta Asya mescidlerinin, meselâ Buhara mescidinin (M.IX asır) prototipidir.

Tohâristân ile gelecek merhalemiz olan Ferğâne arasında bir yerde, belki M. 726'da halkının yarısının Türk olduğunu ve Budist bir Türk sülâlesi idâresinde bulunduğunu Huei-ch'ao 'dan öğrendiğimiz, Huttal 'da, M. 780'den evvel yer alan bir rivâyet, Karluk Budizmi hakkında önemli bilgiler vermektedir. 

M. 780'de Huttal'da şehid edilen ilk tabaka Sûfîlerden Şakîk b. İbrahim Abü 'Alî al-Azdî al-Belhî, fakirliği isteyerek ihtiyar etmiş yoksul bir Sûfî olarak, belki Türkleri İslâma davet maksadı ile, Belhden Türkistan'a giderdi. 

Şakîk 'in oğlu veya torununa atf edilen bir diğer rivâyetden "Halluhiya"(Karluklar) ili olduğunu öğrendiğimiz bir Türkistan mıntıkasında, Şakîk bir Karluk Budist tapınağına girmiş ve bir "toym" ile dinî konularda münâkaşa etmişti (Arapça metinde de kullanılan "toym" kelimesinin Budist rahib demek olduğunu kaydetmiştik). Avfî, Şakîk'in dilinden, olayı şöyle nakleder:

"Bir gün bir but-hâneye girdim ('but' kelimesi 'bud', 'buddha' manasına). Butların hâdimi, Hitây dilinde "toym" denen birine rastladım... Bu adam başını traş etmiş ve erguvânî esvâb içinde idi" (Budist toymlar al bir kumaş olan "karasa"ya (*10) bürünürler) (Barthold, Turkestan (Rusça), c. I, s. 83).



III. Ferğâne :

Karlukların M. VII.-VIII. asırlarda yayılışının en cenûbî hudûdu sandığımız Üst-Tohâristân 'dan sonra, yine merhalelerle şimâle doğru ilerlerken, Ferğâne 'de durmak gerekir. Mas 'üdî 'ye göre Ferğâne de bir Karluk ili idi. 

Ferğâne'de çok sayıda Gök-Türk yazıları ve eserleri bulunmuştur (*11). Ferğâne 'nin M. 627 etrâfı ile X. asır arasında meşhur merkezi Türk neslinden hükümdarların âbidevî kalesi Kâsân idi (*12) . 

İranî Ihşîd lakabını da taşıyan Ferğâne Türk hükümdarlarından hem Çin, hem İslâm kaynakları bahsederler. Bunların Budist olması ihtimâli üzerinde durulabilir. Böyle bir ihtimâli hatıra getiren bir sebep,.H. 121 / M. 738-39 'da bir Müslüman Türk beyi olan Süleyman b. Şül (Çur) 'ın refâkatinde Araplarla sulh akdetmek için İslâm ordugâhını ziyâret eden Ferğâne Türk meliği (Arslan Tarhan'ın) (*13) annesine atf edilen sözlerdir. Hatun Araplar ile muhâveresi esnâsında, bir hükümdârın mâlik olması gereken altı alâmeti, Budist geleneğinde çakravartin 'e (çarh-ı felek sâhibi dünya hükümdârına) atfedilen Sapta Ratna 'ya (*14) (yedi cevher) mümâsil şekilde saymıştır. Ancak Araplara anlatması güç bir mefhûm olabilecek altın çarh'dan bahsetmemiş ve göreceğimiz gibi hükümdârın fili yerine de aşçı şahsiyetini koymuştur. Hatun şöyle diyordu :

"Şunlara sâhip olmayan melik değildir: (Meliğin) sözlerinden içindeki niyetleri ve gönlünden geçenleri sezip onunla istişâre ederek ona nasihat verecek bir vezir; (Meliğin) istediği şeyi pişirecek bir aşçı : (Melik) gamlı olarak yanına varsa bile ona bakınca gamını unutturacak bir zevce; düşman hücûmunda savaş icâb edince (meliği) kurtaracak kale gibi bir birdavn (Türk atı); akrânı (meliği) vurmak isteyince hıyânetinden korkulmayan bir kılıç (sâhibi); nereye giderse gitsin (meliği) yaşatacak bir hazîne".

Ferğâne Türk hükümdarlarının Budist olmaları ihtimâlini kuvvetlendiren diğer husus Ferğâne 'de epeyi sayıda Budist tapmağının mevcûdiyetidir. Bunların arasına, Ferğâne nehrinin cenûbî kıyısındaki Kubâ (bugün Kuva deniyor) tapmağı ancak bir hükümdârın yaptırabileceği zenginlikte idi. Kubâ tapmağı tarihî ve stilistik sebeplerden dolayı bir Türk eseri sayılmaktadır. 

Kubâ tapınağının mimârî husûsiyetleri araştırmanın şimdiki safhasında, pek anlaşılamamaktadır. Kubâ 'da dikkati çeken, bilhassa çok sayıda, balçıktan boyalı heykellerdir. İşte bunlardan Kubâ tapınağının Türklere atfedilmesi gerektiği istidlâl edilmektedir. Heykellerin görünüşü husûsunda G. A. Pugaçenkova şöyle demektedir :

"Bu viharı araştıranın da kaydettiği gibi, buradaki geniş ve ay yüzlü tasvirler tıpkı Türk "balbal"larına (dikili taşlara oyulmuş Türk mezar heykellerine) benzemektedir".

Kubâ tapınağını bulan V. A. Bulatova-Levina da tapmağın cenûbî tarafında, tapınak tahrip edilirken yere atılmış yatan, dev boyda Burkan başın (lev. VIII a) görünce bunu bir Türke benzetmiştir .

"Düşerken Burkan'ın yüzü çok zarar görmüş, burnu kırık, yüzünün sol tarafı ezilmiş, fakat sağ tarafı iyi muhâfaza edilmiştir. Sağ şakakda mavi boya izleri vardır. Karşımızdaki şüphesiz ki Budism'de dinî tasvirler için düzülmüş olan kanunlara göre şekil alan, yanî donuk ifadeli bir yüzdür. Hafif çekik ve yan açık olan göz kapaklarının üstünde hilal kaşlar, üst dudağın hudûdunda, ince, kısa bıyık; yüzün çizgisi toparlaktır. Bu Burkan yüzü, tasrîhi zor fakat muhakkak şekilde, Türk antropolojik tipinin husûsiyetlerini taşıyor".

Bulatova- Levina 'nın anlattığı, Türk metinlerinin ve sanatının tasvir ettiği (lev. IX b) "ayın onbeşi yüzlü, hilâl kaşlı", koyu gök, "arı kanadı" rengi saçlı Burkan'dır.

Bu güzellik mefhumu yukarıda "Hu "Türk normu adı altında anlatıldı. Esâsen Kubâ sanatı ile iştigal edenlerin hepsi Kubâ heykellerini başka Türk muhitlerine, Ak-beşim 'deki Türgiş devri ve Doğu Türkistan 'daki Uygur devri Budist eserlerine benzetmişlerdi. Koço Uygur eserlerinde de Burkan (lev. IX b) "Hu" Türk normunda ve Kubâ 'daki Burkan başı gibi ince bıyıklıdır (lev. VIII a).

Araştırıcıların üzerinde en çok durduğu husus Kubâ tapmağının Tantrik veçhesidir. Tantrik pantheon 'da Budismin muhâfızları sayılan korkunç mabûdlar çoklukta idi. Bu münasebet ile Litvmsky yukarıda işaret ettiğimiz bir gelişmeye dikkati çeker :

"(Tantrik) tarzdaki Tibet sanatı Kubâ 'dan daha çok geçtir. Demek ki bu tarz prototiplerin Hindistan ve Afganistan 'dan Doğu Türkistan'a ve Tibet'e ilerlerken Ferğâne üzerinden ve Açina-tepe ile Kubâ gibi Batı Türkistan merkezlerinden geçtiğine hükmedilebilir." 

Litvinskiy 'nin doğru sandığımız görüşüne bazı mülâhazalar ilâve etmek isterdik. Şüphesiz ki kuvvetli Hinduist tesirler taşıyan ve Hind mabûdlarını Burkan dinine sokan Tantrik sanat, Hindistan hudutlarından geliyordu. Hinduist şekillerden ilhâm alan bir Budist sanatın Türk-şâhî muhitinde, Kâbil ırmağı kıyılarında geliştiğine yukarıda da Açina-tepe 'de bulunan Tantrik kalıntılar münâsebeti ile işâret etmiştik.

Esâsen, Kubâ heykelleri arasında bir sınıf, "Budist prototip I" dediğimiz ve Serendîb ile Hind tesirlerini getiren Orta Asya 'nm cenûbî illerinde , bu arada Türk-şâhî muhitinde de gelişen (lev. I a) mabud ikonografisine sâdık kalmıştır.

Bu sınıftan Bulatova-Levina 'nın "bir mabûde" diye târif ettiği bir Kubâ başını (lev. I b), Kâbil'deki mümâsili gibi (lev. I a) bir "un tengri" (çocuk mabûd) sanmaktayız.

Yine şüphe edilemez ki çok kollu iskelet başından tâc ve gerdanlıklar takmış koyu renk heykeller, Hind mabudesi Devi 'nin korkunç kara (Kali) veçhesini (ley. XIII a), kurbanları yiyen kanlı dişlerini, kafa tasların kadeh şeklinde biçen bıçağını, yılanlanın, kaplanlanın (lev. XIII b), insan eti yiyen nedimeleri (dakini'leri) ve bunlarla ilgili müstehcen âyinleri Ferğâne Budizmine getirmiş gözükmektedir. 

Tantrik mabûdeler Budist pantheon'una doğu ciheti dhyani-burkanın, unsuru "kalık" (esirin Türkçesi) ve rengi gök olan Akşobhya 'nın nedimeleri sıfatı ile girmişlerdi. Burkan Akşobi (Akşobhya) Türk metinlerinde de vardır. Nitekim Kubâ heykellerinin bir çoğunun gök rengine boyalı olmaları Akşobhya 'ya mensûbiyet işareti sanılabilir.

Fakat bazı noktalarda Kubâ heykelleri ile Hindistan arasındaki farklar çoğalmakta ve Kubâ heykelleri stilistik bakımdan Hindistan 'dan çok başka, fakat gayet zengin olan Uygur Tantrik ve demonolojik ikonografisine yaklaşmaktadır.

Thematik konuda bile şüpheli noktalar vardır. Meselâ Akşobhya Burkan'ın gök rengi, "kök" (gök) renginin doğu cihetine ve "kalık" (esir) unsuruna teşbihi, Çin-Türk kozmolojisinin bir remzidir ve cihet burkanları mefhûmu da Çin-proto-Türk muhitlerinde gelişmişti.

Şu noktaya da işâret edelim : gök rengi Burkan Akşobhya'ya değil, sâdece göğe mensûbiyette de işâret edebilir. Nitekim Uygur metinlerinde teorilerin gözleri, kirpik, kaş ve saçlar gök veya lâcivert taşı rengindedir.

Bir nokta daha belki kayda değer. Budist prototip I 'e sâdık kalan heykellerde bile bazı teferruat bunların Türk devrinde yapıldıklarını hatırlatır. 

Meselâ, Türk-şâhî devrinden (M. VII.-IX. asırlar) Kâbilde bulunmuş "un tengri" (çocuk mabûd) heykelinde (lev. I a) Hun ve Çin âdeti üzere, Uygur çocuk tasvirlerinde de görüldüğü gibi (lev. I d) başın tepesi traş olmuş ve ancak alnında "kujik" (perçem) bırakılmıştır. Aynı hususiyeti bir Küba heykel başında da mevcûd gibi gözükmektedir (lev.Ib).

Kubâ heykelleri arasında, alp mabûdlar (dharma-pala) veya demonoloji çerçevesinde görülen bir başka sınıf (lev. XII c, d) her şeyden evvel Çin ve Uygur dharma -pala ve "yek" (cin) ikonografisini (lev. XTI a, f) hatırlatır. 

Gerek Uygur, gerek benzer Kubâ eserleri, Uygur metinlerinin dharma-pala ve "yek" tarifini sanki temsil eder. Uygur metinleri : "yek" alplarını şöyle anlatır : uzun kızıl saçları vardır, hiddetten büyüyen "üç büyük gözleri" (üçüncü göz alnın ortasındadır) alevler saçar ve göz bebeklerini çevirirler. Azı dişlerini göstererek korkunç ses ile bağırırlar. Bu noktada da Tantrizm Türk-Çin tesirleri kaydetmiştir.

Kubâ heykelleri arasında dört arslan veya başka yırtıcı maskeleri (lev. XIII a) ve çok sayıda benekli yırtıcı vücutlarının kalıntıları bulunmuştur. Araştırıcılar bunları Budist mabûdlarının binekleri olarak görür. Arslan ve Bars (Pars) gibi adların Türk beyleri arasında yaygın bulunuşu, hattâ yukarıda söylendiği gibi Ferğâne hükümdârının adının Arslan Tarhan olduğu ve bu yırtıcıların birer timsâl mâhiyetinde olması imkâm da hatıra gelir.

Kubâ Tantrik heykelleri ile ilgili son bir nokta kaydedelim. 
V. A. Bulatova-Levina Kubâ heykellerinin birinde, bir dâirevî tâc ve tepeye yükselen bir sorguç şeklinde saç tarama usûlü tesbit etmiş. Bu şekil Doğu Türkistan'da (lev. V b) ve Uygur sanatında mabûd ve "yek" tasvirlerinde yaygındır. 

Sorguç motifi Türklerde çok veçheli manalar almakta idi. Sorguç gibi tepeye saç taramak usûlü ise bir Türk metninde, Brahmanların hikmet mertebesine erince saçlarını "didim" (tâc) şeklinde taraması olarak anlatılır.

Kubâ heykelleri arasında Burkanın atı ve seyisini tasvir ettiği sanılan bir grup Türkler için bilhassa ilgi çekici olabilir. Çünki bu şekiller hakikatten mülhem olsa gerek. Burkanın atı, her halde yukarıda söz konusu olan Ferğâne hükümdarı Arslan Tarhan 'm annesinin tarîf ettiği kale gibi bir "melik birdavnı" tasviri idi. Atın iyi muhâfaza olmuş ard kısmının al renkte ve ak benekli olarak tasvir edilmiş olması da dikkate değer. 

Bilindiği gibi Burkan'm atı Kanthaka Türk Budist sanatında (lev. VI a, b) ekseri ak veya kır donda tasvir edilmiştir. Fakat Kaşğari'ye göre "ak" kelimesi ancak Oğuzlarda beyaz anlamına gelir ve Hakanî Türkçesinde ise ak benekli demektir. Kubâ'daki at tasvirinin eğeri de ananevi Orta Asya ve Türk tarzında yüksek kaşlı eğer imiş. 

Bulatova-Levina Kubâ duvar resimlerinden çok az kalıntının muhâfaza edilmiş bulunduğunu kaydederken yine de önemli bir teknik husûsiyete işâret etmektedir. 

Kubâ'daki duvar resimlerinin görünüşü ve tekniği Ak-beşim Türgiş devri tapmağında olduğu gibidir. Ak zemin üzerine, kuvvetli siyah çizgiler ile şekiller çizilmiş ve parlak, ak ve gök boyalar ile renklendirilmiştir. Tarîf edilen neticenin, evvelki bir çalışmada Türk B adı verilerek Batı-Türk devrinde kullanılan ve (burada söz konusu olmayacak) daha evvelki Türk A tekniğinden tefrik edilen resim usûlü ile elde edilmiş olduğu anlaşılır. 

Türk B dediğimiz teknik Tunguz merkezi Koguryo 'dan Tun-huang 'a ve oradan Orta Asya 'nın kuzey bölgelerindeki Türk merkezleri üzerinden Sogd 'a kadar uzanan ve Doğu tesirleri taşıdığını bu tekniği tarîf eden bir Türkçe metinden istihrâc ettiğimiz bir tarzdır. Şekiller, kuvvetli hatlar ve mürekkep ile çizilmekte ve "beş renk" (Çin-Türk kosmolojisinin temsilî beş rengi) zamk mahlûlleri ile eritilerek, şeffaf boyalar şeklinde sürülüp, mürekkep çizgileri boya altından görülmeğe devam etmektedir. Cihet ve unsur timsalleri arasında, renklerin de Çin-Türk kozmolojisinde yer aldığını yukarda kaydetmiştik.

Litvinskiy 'nin işâret ettiği gibi Ferğâne 'yi M. 726 'da ziyâret eden Koreli râhib Huei-ch'ao bu ilde Budizmin mevcut bulunmuş olduğundan habersiz kalmıştı. Demek ki, M. 726'da Kubâ tapmağının bulunduğu Sir-deryâ 'nın kaynağına yakın kollarının cenûbî kıyıları artık Müslümanların eline geçmiş bulunuyordu. Esâsen Kubâ tapmağının muhtemelen Müslümanlar tarafından tahrîb edildiği ve Küba'da bulunan câmi-mescidin belki yerine yapıldığı, Tabarî 'deki H. 126/M. 743 'de Kubâ 'nın Müslüman idaresinde olduğu kayd ve Kubâ tapmağında M. XI.-XII. asırlardan Müslüman mezar kalıntıları bulunmasından düşünülebilir. 

Kubâ tapmağının tahribine Türk sanat tarihi bakımından esef etmek hatıra gelir ise de, bu Tantrik tapmağın mabûdlarının korkunç, yan hayvânî ve üstelik müstehcen görünüşlü mabûdlarının Müslümanlarda nefret uyandırabileceğini de anlamamak imkânsızdır.


IV. A r ğ u

Kâşğari 'nin Talaş ırmak ve şehri ile Balasagun (Çu ırmağı kıyısındaki eski Suyab) arasında tarifettiği Arğu ili, Batı Türkistan'da, en eskiden beri Türklerle meskûn bir bölge idi. Gerek Han devri (M. Ö. 209-M. 220) Çin kaynakları (*15) , gerek Kâşğari, Türklerin Mîladdan önce Arğu' da ordu merkezleri olduğuna rivâyet ederler. 

Batı Türk (M. 580-658) Hakanhklan da, Türklerce mukaddes bir dağın yükseldiği Arğu ilinde, Talaş ve Suyab' da ordu kurdular (*16). M. 751'de Talas meydan savaşında Çinlileri terk edip, diğer bazı Türk boyları ile Müslüman tarafını tutarak Çinlileri Türkistan'dan tard etmeğe âmil olan Karluklar, M. 766'da Arğu'daki ordu merkezlerine hâkim olunca, Batı Türk dünyasının başına geçmiş sayıldılar. 

M. 766'da böylece Karluk devri başladığı zaman Batı Türk idâresi esnâsında Talas bölgesine gelen Sogdlu muhâcirlerin kültürel tesirleri artık Türkler tarafından benimsenmiş ve Türk kültürü içinde erimiş bulunuyordu.

Budist sanatı bakımından Arğu 'da Kartukların geldiği zaman hâkim bulunan gelenek, Batı - Türk ve Türgiş devirlerinde inkişâf etmişti. Ak-beşim Budist tapmaklarında nümûnelerini (lev. II d) gördüğümüz Türgiş devri tarzının, resim tekniği olarak Türk B dediğimiz tekniğe bağlandığını kaydetmiştik. 

Ak-beşim tapmaklarında bulunan mabûd tasvirleri de Hind ve Hellenistik tesirinde Türk normlarında idiler (lev. II d, IV c). Kubâ 'da rastlanan tarzda dharma-pâla ve "yek" ikonografisinin de Arğu 'da mevcûdiyetine Litvinskiy dikkati çeker. Yine Litvinskiy, Ak-beşim ile Türk muhîtlerindeki diğer Budist sanat merkezleri, yani Ferğane ve Doğu Türkistan arasındaki muhtelif yönlü tematik, estetik zevk, kifâyet, teknik usûller bakımından benzerliklere işâret etmektedir.

Kartuklar Arğu 'ya hâkim olduktan sonra (M. 766) fakat Samanîler bu illere İslâmiyeti getirmeden (M. 819) evvelki bir devrede, "Türk Hakanı şehrine" pek yakın olan Çul ile Sarığ 'da Budist eserler yapılmıştı (lev. VI d; VII c; IX b, c). 

Çul ve Sarığ 'da bulunup Karluk devrine atfedilen Budist duvar resimleri (lev. VI d) Ak-beşim tapmaklarında müşâhede edilen teknik ve üslûba sâdık kalmıştı. Fakat Arğu 'ya komşu bulunan Doğu Türkistan bölgelerinden gelen tesirlerin çoğaldığı da görülür. Çul ve Sarığ Budist resimlerinden" bazılarının (lev. VI b; VII c) husûsiyetlerinden biri san ve gök renklerinin ön planda bulunmaları idi. 

Sarı ve bilsa gök renklere meclûbiyet M. VII.-VIII. asırlardan olup, Türkçe kitâbelerin bulunduğu Şorcuk ve Kum-tura duvar resimlerinde iki asır kadar tezâhür etti (*17) (bundan sonra bütün Türk Budist sanatında al renk hâkim olacaktı).

Çul ve Sarığ resimlerinin kalıntılarından birinin zeminini, Budist ikonografisinde tekerrür eden mukaddes ağaç veya çiçeklerden (*18) (lev. VII c) birini temsil eden büyük sarı çiçekler kaplamaktadır (lev. VI c).

Çul ve Sarığ resimlerinden bir diğerinde ak zemin üzerine gök renginde tasvir edilmiş bir Burkan başı gözükür (lev. VI b). Başının tepesindeki uşnişa denen topuz şeklindeki çıkıntı sebebi ile, Bernştam 'ın yanlışlıkla bodhisattva dediği bu şahıs, bir Burkan olsa gerek). Burkanın görünüşü (lev. VI b) gelecek merhalemiz olacak Kâşğar ve Duldur-akur muhitinin normunu hatırlatır (lev. IX a).

Çul ve Sarığ Budist eserlerinde arslan veya başka yırtıcı başları da tasvir edilmiştir (lev. XIII c). Yırtıcıların mâhiyeti burada da muhtelif şekilde tefsir edilebilir. Kubâ 'da (lev. XII b) söz konusu olduğu gibi Çul ve Sarığ 'da da yırtıcılar Tantrik ikonografi ile yahut Arslan ve Bars gibi Türk adları ile ilgili olabilirdi. 

Uygur tesirlerinin bilhassa hissedildiğini kaydettiğimiz Arğu muhitinde vajrapâni (elinde şimşek timsâli vajra tutan Burkan muhâfızı) 'ye de yırtıcı vasıfları verilmiş olabilirdi. Budistler Burkanın mensup olduğu Şâkya soyunun timsâlini arslan ittihaz etmişlerdi. Burkan Şâkyamuni 'nin arkabası ve talebesi Ananda 'ya keskin kulak ile dinlediğine izâfeten "Kaplan kulaklı" denirdi (Şârdula-karna. Türkçesi Sakılığlar arzısı Şardulı Arslan : Sakya'lar azizi kaplan-arslan). 

Bineği fil olan ve Vajrapâni 'ye teşmil olan Samantabadhra, bazen bineği kaplan olan Manjusri ile, karıştırılıyordu. Bütün bu tasavvurlara şekil vermek ile görevlendirilen Türk sanatkârı, her halde vajrapâni 'ye bazı zoomorfik husûsiyetler atfetmiş ve onu bazen arslan başlı genç bir alp (lev. XIII d), bazen da (kaplan gibi ?) sivri kulaklar ve azı dişleri ile temâyüz eden bir muhârip olarak göstermekte idiler (lev. IX b 'de Burkan 'ın sağında, orta hizâda). 

Böylece, Hindistan'dan uzak bulunan şimalî Türkistan'da Budist remzler başka manâlar alıyordu. Vajrapâni, Tölis ve Kök-Türkler'in totemik ceddi Böri veya doğum yılına hâkim oniki hayvan takvimi şeklinde astrolojik "müçel" e mümâsil, koruyucu bir zootip veçhesini alabilmiş gözükmektedir.

Litvinskiy 'nin de kaydettiği gibi "yek"lerin ve yırtıcıların da alplik vasfına değer veren bu görüş bozkırda yabanî hayvanlarla boğuşan avcılara mahsus olsa gerek. Yiğitlik vasfına karşı bu meclûbiyet Türk sanatına öz hamâsî üslûbu vermiş ve sulhperver Budist pantheon 'una bile damgasını vurmuştur.

Pritsak ve Klyaştornıy 'nin Mas'üdî ve Gardızî'ye dayanan araştırmalarına göre, Karlukların başında bulunan Kök-Türk Hakanları soyundan Bilge Kül Kadir Han M. 840'da Türk Hakanı lakabını ihyâ etti. Bilge Kül Kadir Han'ın ölümünden sonra iki oğlundan Bazır Arslan 'ın Çu vâdisinde eski Suyâb'ın yerine yükselen "Kuz-ordu" (şimâl ordusu) Balasagun'a, diğer oğlu Ogulcak Kadir Han'ın ise Arğu 'nun ikinci büyük şehri Talas'a hâkim bulundukları sanılır.

Pritsak'ın tahminine göre M. 893'de İsmail b. Ahmed Samâni Taraz 'ı Karluklardan aldığı zaman, Ogulcak Kadir Han Kâşğar 'a ilticâ ederek orayı "Ordu-kent" ittihâz etti.






V. Kâşğar

Kâşğar ili ve kültürünün mütehassısı Pelliot, Çinli râhib Hsüan-tsang 'm Kâşğarlıları "yeşil-gök" gözlü, çocukların başlarını sunî şekilde uzatan ve vücutları döğmeler ile süslü bir halk olarak anlattığını, Marco-Polo 'ya göre Kâşğarlıların Türkçeden ayrı, Kâşğari 'nin "Kencek" dediği dil olabilecek bir lisan konuştuklarını hatırlatarak, Kâşğarlıların aslen Türk olmadığı neticesine varır.

Bu noktada belki şu mülâhaza düşünülebilir : Çinliler sâde Kâşğar halkını değil, daha başka Orta ve şimal Asyalıları, bu arada Tölis ile Kırgız Türklerini de "yeşil-gök" gözlü ve "kırmızı saçlı" yani Europeoid görünüşlü olarak anlatmakta, hattâ Gök-Türk Hakanı Mukan 'ın (ölümü M. 572) lâcivert taşı gibi gözleri ve uzun kırmızı yüzünden bahs etmektedirler. (*19)

Kâşğarî de Kencekleri Türklerden bir boy bilir. Kâşğar Türkçesi ise Kâşğarî 'ye göre en fasih Türkçedir. Kâşğar kelimesinin Türkçe "kaş" (Hoten deresinde çıkan yeşim taşı) ile birleştirilmesini de Pelliot şüphe ile karşılar ve Kâşğar kehmesinin Hind dillerinden gelebileceği neticesine varır. 

Kâşğarlıların aslı ne olursa olsun, Kâşğar M. 580 civarında, Batı Türk Hakanlığına ilhâk edilmiş ve M. 627-29 arasında Gök-Türk hakan soyundan bir hatun ile evlenen Kâşğar hükümdarı başta olmak üzere, Kâşğarlılar Gök Türkler ile karışmağa başlamıştı.

Batı Türk hakanlığının inkırâz ettiği M. 658 yılında Kâşğar hükümdârı Tuman Tigin, adından Türk ve muhtemelen Gök-Türk Hakan soyundan olduğu anlaşılan bir bey idi (Tigin lakabı o devirde Hakan oğullarına verilirdi). 

Tuman Tigin Batı Türklerini mağlub eden Çin imparatorluğunun Kâşğar'ı da ilhâkma karşı koyarken, komşu il olan Hotan 'ı da idâresine almak istemiş, fakat yenilmişti. Kâşğarî 'nin ve diğer İslâm kaynaklarının Kâşğar 'a "Şin al-sufla" (Aşağı, yâni Batı Çin) veya sadece Çin adını vermesi, M. 658 etrâfında başlayan ve M. 751 'de Talas savaşında sona eren geçici Çin hâkimiyetinden olsa gerek.

M. 704-717 'de "Üç Karluk boyu" Gök-Türk Hakan soyundan olup Çin tarihçisinin "A-shi-na Hien" adını verdiği hükümdarın idâresinde, Kâşğar 'a hâkim bulunuyorlardı. 

"Üç Karluk boyu", Çinin verdiği emirlere uyarak, Kâşğar 'ı Türgişler'e ve onların bazen müttefikleri olan Müslümanlar ile Tibetlilere karşı müdâfaa etmekte idiler. M. 728'de Kâşğar 'ın idâresinde, Çinliler yerli hükümdarlar soyundan birini tayin etmekle beraber, M. VIII. asır ortasında Kâşğar 'ın artık bir Karluk ülkesi sayılmasında tarihçiler müttefiktir.

Türk Hâkan hükümdarlarından Ogulcak Kadir Han 'ın M. 893'de Talas'ı kaybettikten sonra Kâşğar 'da ordu kurduğu sanıldığını kaydettik. Belki de Ogulcak Kadir Han soyu daha evvelden Kâşğar 'ı ordu ittihâz etmişlerdi. M. 915'deki Kâşğar Türk hükümdârı Togan Tigin'in Karluk olup olmadığı bilinmemektedir. 

Fakat Hudûd al-'alam müellifi, M. 982'de kadîm zamanlardan beri Kâşğar hükümdarlarının Karluk veya Yağma Türklerinden olduklarını söyler. M. 1070 sıralarında Kaşğari ise Kâşğar 'a Ordu-kent adını verir ve Alp-er-tunğa veya Afrâsiab oğulları veya Hâkânî diye andığı ve Gök-Türk Hakanları sülâlesinden indikleri anlaşılan soyun beşiği bilir. Kâşğari 'nin nakl ettiği bu geleneğin doğruluk derecesine olursa olsun, Türk Hakanlarının öz vatanı olarak tanıtılan Kâşğar 'da târihimizin kadîm olması ihtimâli kuvvetlidir.

Kâşğar etrafındaki Budist kalıntılardan Doğu cihetine düşen Tumşuk 'da bulunan heykellerin bazılarına bakılınca (lev. IX a, b) Çin tarihçilerinin Kâşğarlıların yeşil gözlü, yani Europeoid ırkların görünüşünde oldukları hakkındaki kaydı hatıra gelir. 

Kâşğar halkına atfedilen Europeoid görünüş ve sunî şekilde uzatılmış başlar sanki Budist eserlere de aks etmiştir (lev. IX a, b). Hakikatten mülhem eserler meselâ Budist âbideleri yaptıranlann portreleri için, keyfiyet her halde vâriddir. Ancak dinî ikonografi husûsunda, Kâşğar eserlerinde görülen Europeoid husûsi-yetler Hellenistik sanatın hâtıralarının Kâşğarda daha uzun yaşamış olması ile de bazen izah edilebilir (mukayese ediniz, lev. VI a, b). 

Bilhassa, M. VI-VII. asırlarda bütün Türkistan'da olduğu gibi, Çinliler, Tibetliler ve Doğu Türklerinin akınları neticesi olan Mongoloid ırklar ile karışma, Kâşğar Budist ikonografisinde de izlerini duyurmaktadır. Türk metinlerinde anlatıldığım kaydettiğimiz "Hu"-Türk normunda "ayın onbeşi" gibi geniş yüz ve çekik gözler, Europeoid şekilde ince ve ucu hafif yukan çevrilmiş bir burunla birleşerek acâip bir estetik ideal vücuda geldi (lev. VI.a,-c; VII c). 

Bazı Tumşuk heykelleri Hind güzellik mefhumunun şartı olan hafif gülümseme ve inhinâh vücudları da arz ile tam eklektik mâhiyette bir fusûna sâhip kılınmıştır. Acaba Kâşğar 'ın Karluk ili olduğu devrede bu görünüşteki güzellerin mevcûdiyeti mi Mascûdî'ye şu sözleri ilham ettirmişti :

"Şu H. 332 yılında (M. 933)...(Türklerin) en güzel görünüşlü olanları, en uzun boyluları veçheleri hepsinden daha parlak olup sabah güneşini andıranlar Karluklardır" (Mas cüdt. Mıırüc, c. I. s. 132).

M. IX.-X. yüzyıl müslüman müellifleri Türkleri şöyle anlatır : olağan üstü bir beyazlıkta veya kırmızı yüzlü, küçük gözlü, ezik burunlu. Bazen kırmızı saçtan da bahsedilir. 

Demek ki bu devirde Türkler, Tumşuk heykellerinde ve Uygur harfleri ile resimli Türkçe yazmaların Pelliot tarafından bulunmuş olduğu Duldur-akur duvar resimlerinde de (lev. V c) müşâhede edilen şekilde, "Hu"-Türk dediğimiz Doğu Türk tipi ile Europeoidlerin karışmasından mütevellit bir görünüş arz edebilmekte idiler. Mongoloid husûsiyetleri olan, fakat parlak beyaz tenli, sarı saçlı, mavi gözlü kimseler hâlâ Kâşğar 'da dikkati çeker.

Tumşuk duvar resimlerinde de (lev. VII a; IX a) aynı karışık tipolojinin "Hu" -Türk norm'una daha yakın veçheleri tezâhür eder. Le Coq 'un kaydettiği gibi bazı Tumşuk duvar resimleri (lev. IX a), teknik, gök renginin gâlibiyeti ve estetik normlar bakımından, Koço sanatının M. VII.-VIII. asırlar arasındaki bir safhasını hatırlatır. O kadar ki Le Coq lev. IX a 'nın bulunduğu tapmağa Uygur mabedi adını vermişti. 

Le Coq 'un Uygur Budist sanatının erken safhası olarak gördüğü resim (lev. VII B/a) bir Burkanı "panvar kuvrağı" ile (parivâra : maiyet) tasvir etmesi bakımından M. IX.-XII. asırlarda Uygurların Bezeklikte resmettiği pranidha sahnelerinin (lev. IX b) bir öncüsü olarak Le Coq tarafından tarif edilmiştir. Tumşuk eserinde vajrapani (lev: IX a) Burkan 'ın sağında, elinde sinek kovmak için kuyruk tutan alp henüz Bezekük'te olduğu gibi (lev. IX b, Burkan 'ın sağında, orta hizada) zoomorfik hususiyetler arzetmektedir.

Tumşuk duvar resimlerinden bir diğerinin de (lev. VII a) aynen gibi mümâsili Koço 'da bulunmuştur (lev. VII b). Bu resimde Burkan Şakyamuni, henüz Siddartha adında genç bir bey iken, süslü Hind hükümdârı kıyâfetinde, kır bir at olarak resm edilen atı Kanthaka 'ya binmiş, arkasında seyisi Chandaka ile birlikte gezmeğe çıkmıştır. Hayâtın ıztıraplarının tezâhürlerini bu gezmede müşâhede eden Siddartha atını ve seyisini bırakarak, beylik kıyâfetini atıp, uzun saçlarını keserek, târik-ı dünyâ olacaktır.


Uygur sanatına bu kadar benzeyen Tumşuk resimlerini Uygurlar mı, yoksa Kâşğari Karluklar mı yapmıştı? 

Tumşuk 'un hemen doğusunda, Küsen'e (Kuça) yakın Duldurrakur 'da Uygur yazısı ile Türkçe (*20) metinli resimli yazmalar bulunduğuna göre, Uygurlar Tumşuk 'a da gelmiş olabilirdi. M. 1070 civarında artık müslüman olan Kâşğarlılar ile Uygurlar dîn harbine girmiş bulunurken, Kâşğarlılar, Kâşğarî 'den öğrenildiğine göre, kolaylık ile Uygur "kend" (şehir) lerini basmakta ve "Furhan evlerini" (Burkan tapınaklarını) yıkabilmekte idiler. 

Fakat Tumşuk resimlerine, Kaşğar'dan başka merkezlerde de kaydedilen Karluk ve Uygur Budist sanatları arasındaki yakınlıklar ışığında bakılırsa, Tumşuk eserlerini Karluklara da atf etmek mümkündür.

Kâşğar 'daki Karluk devri "Burkan bedez" (Burkan heykellilere, yâni son devir Budist eserlerine Kâşğarî de yetişmişti, Budizm islâmiyetin kabulünden sonra da devam etmiş sanılabilir. Kâşğarî Budist "toym"ların ibâdet şeklini gözleri ile görmüş gibi tarif eder :

"Toym Burkanka yükindi".
(Varak 479'da Arapça tercümesi: Kâfir ulu kişisi (al-'ilc) sanem önünde secde etti).

Kâşğar ve etrâfında Budist mimârî kalıntıları da çoktur. Pelliot şu harabeleri Budist vihar olarak tavsif eder: Kâşğar'da Kurgan Tim stüpa 'sı (lev. XI a) ; Kızıl-dere ile Küçük-debe 'deki ile Tumşuk 'da Üç-Mervan, Eski-şehir ve Tegürmen 'deki binâ külliyeleri.

Cemal Kârşî M. 926 civarında, Ogulcak Kadir Han'ın Kâşğar'ın şimâlindeki Artuç'da merâsimle bir tapınak yaptırdığını anlatır. Çocukluğunda gizliden islâmiyeti kabul etmiş bulunan Ogulcak'ın yeğeni, Bazır Arslan oğlu Satuk Buğra Han, tapınağın tuğlalarını taşırken, gönlünde bu mabedi Allah'a adıyordu. Nitekim Artuç tapnıağı mescide ve İslâmî külliyeye tahvil oldu ve Satuk Buğra Han ölünce oraya gömüldü.

Kutadğu-bilig şâiri de M. 1070 sıralarında Burkanın "evi, barkı" (tapınağı, avlusu) ve "orun"unun (makamının) mescide çevrilmesini istemekteydi .

Karluk devri Budist Türk sanatı hakkındaki araştırmamızın neticeleri şöyle hulâsa edilebilir: 

Budist Türk sanatı, Batı-Türk (M. 580-658) ve Türgiş (M. 658-766) devirlerinde, hem Doğu, hem batı Türkistan'da, aynı üslûbda doğmuş ve kendine öz tarzı inkişâf ettirmeğe başlamıştı. Budist Türk sanatının vârisleri Batı Türkistan ve Kâşğar 'da Karluklar, daha Doğuda, Küsen, Turfan ile Tun-huang 'da ise Uygurlar oldu. 

Yüz elli yıl kadar, takriben M. VIII. asırdan Kâşğar'da İslâmiyetin kabûlü tarihi M. X. asır başına kadar, Karluk ve Uygur Budist sanatları aşağı-yukarı tek bir üslûp içinde, Budist Türk sanatının birbirine pek yakın iki veçhesi olarak beraber geliştiler. M. 926 sıralarında Kâşğar 'm ihtidâsı ile müslüman Türk sanatının ilk safhası açıldı. Küsen, Turfan ve Tun-huang 'da ise Uygur Budist sanatı M. XV. asrın ortasına kadar, beş asır daha, müslüman Türk sanatından ayrı, fakat ona muvâzî ve müessir olarak devam etti. 

Böylece Karluk Budist sanatı bir yandan Türk Budist sanatı gelişmesinde önemli bir safha, diğer taraftan ise müslüman Türk sanatının temelinde bir köşebend ehemmiyetinde tezâhür etmektedir. Nitekim, mâzînin esrârına bürünmüş bir güzellik hayâlinin timsâli olarak "Farhar-ı Halluh" tabiri biz Anadolu Türklerine kadar gelmişti.




Prof.Dr.Emel Esin





dipnotlar:

*) Bk. Ibn Bibi, varak 89, 219. But, bud: bk. Slovar' but VI, bud I, Burqan kelimesi Burkan, Bud Kan (Han) demektir: Caferoğlu, "Burqan". Vihar: Bk. Slovar', "Vixar".

*1) Kollautz - Miyakawa, s. 108, 97, 126, 128, 109. Kollautz - Miyakawa Beşbalık'ı bugünkü Jimsa adı ile anmaktadırlar. Jimsa Beşbalık'tır: bk. Stein, Innermost Asia, s. 555 (Ji-masa) ve Dolbejev.

*2) Bunlar Batı Türk Hakanı oğlu Han Yabgu Tardu Şad soyu idi: Chavannes, Docs., s. 64, (n), 156 (n. 1),157, 158 (n.), 200, 206, Julien, La vie...., s. 61-63. Tabarî, c. II, s. 1206-1216 . (Arablara esir düşen Tohâristân Türk Yabgusu). Tohâristân Türk Yabguları hakkında M. 758 kaydı: Chavannes, Notes, s. 94. Budist idiler ve bunların devrinden eserler kaldı: Hackin, s. 19-21 ve Fischer, a. g. e., M. 650-660 arasında Çağânîân hükümdarının adı bir Türke işâret eder ve bu muhtemelen, M. VIII. asırdaki Tiş gibi, Türk Tohâristân Yabguları soyundan, Çağanian, hâkim bir beydi: O. I. Smirnova, "Sogd", Palestinskiy Sbomik, Leningrad 1970 (adı Afrâsîâb duvar resimlerinde yazılı 650-660 arası Çağânîân hükümdârı olan Turan-taş) ; Çağânîân duvar resimleri: Al'baum, res. 149-50, s. 193 (Talaş Türk heykellerini kıyâfetleri Çağânîân duvar resimlerindeki beylerinkine benzetilir).

*3) Huttal'a çince transkripsiyonda "Ku-tu" denmekte idi ve bu muhtemelen türkçe Kutluğ'dur: Eberhard, Şimal, s. 70.

*4) "Hi-sou Türkleri" Oğuzlardır: Z. V. Togan. N. Togan'ın Hsüan-tsang biografisi tercemesine notlar, islâm Araştırmaları Dergisi, IV/1-2 (İstanbul 1964).

*5) Slovar', "tânğridâm".

*6) Radloff, Suvamaprabhâsa, s. 180, 92 (yüksek rütbeli kimselerin Burkan'a selâm usûlü), s. 230-31 (âyinde beyaz giymek). İki dizle birden "çökmek" kul mertebesindekilerin selâmıdır: Yûsuf Hâşş Hâcib, beyt 4058.

*7) Chavannes, Docs., s. 194.

*8) "Hu" bu devirde Hsiung-nu boylarına verilen isim idi: Ögel, "Doğu Türkleri", s. 91: "Hu" tipi Çinlilere nisbeten, uzun burun ile temâyüz ederdi: Franke, Geschichte, c. II, s. 74. Tungus eserlerinden M. V. yüzyıldan Koguryo duvar resimleri: E. Mc. Cune, The arts of Korea (Tokyo-U.S.A. 1962), s. 35. Chü-ch'ü eserleri: Soper, "North Liang" Tabgaç eserleri: Soper "Cave-chapels", Burkan tasviri Tabgaç hükümdarına benzetilmişti: a. e., s. 242. Sung-yün M. 518'de "Hu"lara (Hsiung-mı milletleri) benzeyen Budist heykellerinden başka türlü Burkan tasviri olabileceğini, ancak Orta Asya cenubunda, belki Hind tasvirleri başladığı yerde öğrenmişti: Beal, Si-yu-ki, s. 56. Uygur metinlerinde Burkan ve "tenğridem" şahıslar hakkında güzellik mefhûmları şunlardı: ayın onbeşi gibi (toparlak) yüz; uzun burun; gök rengi lotus gibi göz kapağı (Radloff, Suvama-prabhâsa, s. 157, 189); "düp-düz" (kapaksız ve Mongoloid?) göz kapağı (Müller-Gabain, "Uigurica" IV, s. 287).

*9) Türk-şâhî sülâlesi: bk. Esin, "Halac", s. 49 v.d. Kâbil ırmağı vâdisinde son Budist devrinde (Türk-şâhî) Hinduism tesirinde Budist eserler: Rowland, Afghanistan, res. 88, 89. (Durga, Siva). Gardîz'de çıkan bu eserler dışında Celâl-âbâd'da da başkaları çıktığını Prof. Hârtel'den ve yine Celâl-âbâd'da yeni bir Türk-şâhî sikkeleri definesi bulunduğunu Dr. J. Mc Dowall'dan öğrendim. Tantrayâna ve Yogâçâra Peşâver'de doğmuş Asanga tarafından M. V. yüzyılda geliştirilmişti: Soothill, index, Asanga, Tantrayâna, Yogâçâra. Bu bölgeye M, VII yüzyılda hâkim olan Türklerin de, bölgede bilhassa çok olan Brahmanların tesiri ile, Tantrayâna ve Yogâçâra felsefeleri ile onların ifâdesi olan Hinduist sanatı benimsedikleri anlaşılır. Tantrik sanat: Bhattacharya, index; Getty, Glossary. Uygurlarda Tantrik sanat.

*10) Arat, Şiir, 9/73. Karasa'nın aslı kaşaya'dır.

*11) A. N. Bernştam "Drevneturskie runiçeskie nadpisi iz Fergana" EV XI (1956); Yu. A. Zadneprovskiy "Turskie pamyatniki v Fergane" SA 1967/1.

*12) M. 627-649 etrafında Ferğâne Türk beyleri idâresine geçti (Kan Bagatur) ve bunlar K'o-sai (Kâsân: Barthold, Turkestan, s. 164)'da yerleşti: Chavannes, Does., s. 148 188, 77. Tabarî c. II s. 1440 da H. 103 / M. 722 olaylarında Ferğâne meliki "Tar" (Tarhan?) halefi "Bîlâza"(?) ve onun oğlu Anucur al-Turkî'den bahseder. H. 248 / M. 862 olaylarında (Tabarî c. III s. 1506) yine Anucur al-Turkî'den bahsedilir ve bu sefer bu adın veya lakabın Bilge Çur olduğu Ya 'kübî Târihi ile mukayese sonunda notda anlatılır.

M. 726'da Türk hükümdarının ordusu büyük ırmağın (Sir-derya) şimâlinde (Kâsân) da idi ve Müslüman hükümdarı cenubda idi (İslâm merkezi Ahsiket): Fuchs, s. 452. M. 739'da Arslan Tarhan Ferğâne hükümdârı idi ve bir Çinli hatun ile evli idi: Chavannes Docs, index "Arslan Tarkhan". M. 121 / M. 738 olaylarında Ferğâne hükümdarının annesinin Arab ordusunu ziyâreti: Tabarî c. III s. 1695-96. H. 121 / M. 738'de Kuba bahsi: a. e. c. III. s. 1695. Kasan: Bernştam, MIA 26 s. 234 236 247. M. 166 / M. 682'de Ferğâne Türkleri Müslümanlara mağlub olmuştu: Narşahî, s. 59. Ferğâne'yi ancak Hâkânî Türkleri aldı (takriben M. 926) ve Ferğâne hükümdarlarına o zaman Ihşîd denirdi: Barthold "Farghana" El (Leyden 1928) Kubâ (şimdi Kuva deniyor) tapınağı: Pugaçenkova-Rempel' (1965), s. 134 ; Bulatova-Levina; Litvinskiy s. 49-52.

*13) 739'de Ferğâne hükümdarının Arslan Tarhan olduğu Çin kaynaklarından bilinir:

*14) Sapta ratna şunlardır: altın çark, filler, adar, hazîneler, iyi vezir, iyi hatun, sâdık asker: Soothil s. 11-12.

*15) Bernştam, SA XI, s. 362-63'de Çinlilerin "K'ang-kü" dediği Kengeres Türk boyunun Milâddan önceki geniş yayılma sâhasına Argu'nun da girdiğine dikkati çeker. Han devri (M. Ö. 209-220) Çin kaynaklarında anılan Türk boylarının ("K'ang-kü", "Tieh-le" "Ting-ling" "Ho-kut" bu son ikisi bk. de Groot, Hunnen, s. 61-62) yayılma sâhası içine giren Argu illeri cenûbda Ferğâne'den şimalde Çu mansabına, Doğuda Talaş ırmağından Batıda Sîr-deryâ'ya uzanıyordu. Bu illere M. Ö. I. yüzyılda doğudan gelip yerleşen "Usun" (veya Wu-sun) ların da Türk olduğu, Bernştam tarafından, Shiratori'nin araştırmalarına dayanılarak ileri sürülmektedir.

*16) Batı Türk Hakanı "T'ung Yabgu" Talaş ve Suyab ilini M. 605-617'de aldı ve bu merkezde ordu kurdu : Chavannes, Documents, s. 10 , 304. Talaş ve Suyab Batı-Türk orduları M. 658'de Türgişlere ve M. 766'da Kartuklara geçti : a. e., 85. Yine bk. a. e,, s. 8, 16, 13, 57, 79, 83-86(n. 1), 123 (n.) (mukaddes dağ); 264, 273, 286.

*17) Erken Uygur devrinden Kum-tura'da "Kinnari" ve "Nirvana" tapınakları (Grünwedel, Kultst. ve Le Coq, Buddh. Spät., s. III, lev. 17; c. VII, lev. 29, 30, 31) ve Şorcuk 'Kirin" tapınağı (Le Coq, Buddh. Spät., c. VII, lev. 25 : Türk bey ve hatunları tasvîrleri).

*18) Kr.ş. Le Coq, Buddh. Spät., c. VII, lev. 26. Kum-tura'da ikinci grup tapınaklarda üç tane Brahmi ve Gök-Türk yazısı ile kitâbe bulundu: Le Coq, Buddh. Spät, c. III, s. 13 (iki ayrı kitâbe); Hambis, Inédits, s. 5 (Pelliot'nun bulduğu üçüncü kitâbe). Prof. Hambis'-den yeni öğrendiğime göre, Pelliot, Kum-tura'da başka türkçe yazıların da resmini almış. Bunlar neşr olacakdır. *( peki neşr olmuş mudur? SB)*

*19) Yüeh-chih, Wu-sun (belki Türk) ve muhakkak Türk olan Ting-ling (Tölis: bk. not 105), ile Kırgız boylarının kırmızı saçları, yeşil gök gözleri ve Gök-Türk Hakanının görünüşü: Eberhard, Şimal, s. 67, 69, 105, 86.

*20) Bu bilgiyi müteveffa Mil M. Hallade'a medyunum. Musée Guimet de bulunan söz konusu yazmaların türkçe metinler ile birlikte L. Hambis tarafından neşri mutasavver imiş. Duldul-akur duvar resimleri de (Hambis, Mission Pelliot, c. III) Uygur eserlerine benzer (Le Coq, Chotscho). Prof. Hambis bu bölgedede muhtelif türkçe yazılar çıktığını lütfen bildirdi. Bunları neşr edecekdir. *(lütfen bildirmiş!-bunlar neşr olmuş mudur?-SB)*






Göktaşından yapılmış Budist 
Heykel en az 1000 yıllık.

1938 yılında Tibet'te "köklerini" arayan Naziler tarafından bulundu. Nasıl bulunduğu ayrıntılı olarak verilmiyor, ama göğsüne kazınmış gamalı haç yüzünden, araştırma görevlilerin etkilendiği ve bu yüzden Almanya'ya getirildiği varsayılıyor. Münih'te özel bir kolleksiyona ait iken, ilk kez 2009 yılında bir müzayede ortaya çıkarılmış.

"Demir Adam" adını verdikleri heykelin ağırlığı 10 kilo. 15 bin yıl önce Dünya'ya çarpan nikel-demir yüklü meteordan yapılmış. 

Başlığına, oturuşuna, elindeki "and kadehine" bakarak kimlerin yaptığını tahmin edebilirsiniz. ;)





........................................

Ek bilgi:

*
Öte taraftan Tibet bölgesindeki manastırlarda ele geçen 5 Anadolu Selçuklu halısı da, dönemin kayıtlarındaki bilgilerin doğruluğunu pekiştirmektedir.(Aslanapa 2005:58-59/96-106;İnalcık 2008:37-38; Yetkin 1991:33)


*
Demir Göktaşları :

Bunların büyük çoğunluğu demir ve bir miktar nikel karışımından meydana gelir.Bir demir-nikel göktaşı örneği Şekil 5’te verilmiştir. Tümüyle demir ve nikelden yapılmış olduklarından, düşüşleri ve yeryüzüne karışmaları sonrasında da keşfedilme olasılıkları çok yüksektir. 

İlk Çağ döneminde, saf demirin en önemli kaynağı demir göktaşları olmuştur. Tarihsel olarak düştüğü kaydedilen bazı meteoritlerin günümüze ulaşmamasında, bunların silah ve diğer malzeme yapımında kullanılışının önemli katkısı vardır. Bu göktaşlarındaki nikelin demire oranı her zaman yaklaşık %12 civarında olduğu için, bir demir malzemenin göktaşından yapılma olup olmadığı, bu orana bakılarak kolayca anlaşılmaktadır.



M. E. Özel
Çağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi,Tarsus/Mersin


......................


An ancient Buddhist statue which was first recovered by a Nazi expedition in 1938 has been analyzed by a team of scientists. The probably 1,000-year-old statue, called the “Iron Man”, weighs 10 kilograms, portrays the Buddhist god Vaisravana and is believed to originate from the pre-Buddhist Bon culture of the 11th Century. Geochemical analyses by the German-Austrian research team revealed that the priceless statue was carved from an ataxite, a very rare class of iron meteorites.....

2012