Translate

31 Aralık 2012 Pazartesi

YENİ YIL İÇİN DİLEKLERİMİZ






                                        



 YENİ YIL 
           BARIŞ VE MUTLULUK GETİRSİN


SB.









Tarihimiz ile ilgili çalışmalar gizleniyor.





TAŞTAKİ TÜRKLER - SİBİRYA'DAN ANADOLU'YA 


"Orhun Anıtları bu milletin son sözüdür. 
Göçebe değil, göç eden uygar bir milletiz. "
S.Somuncuoğlu





Hulki Cevizoğlu: 

Atatürk diyordu ki, “Anadolu 7 bin yıllık Türk yurdudur.” Atatürk bunu araştırmış. Yaptığı işlerin, söylediği sözlerin hiç biri tesadüf olmayan bir adam. Atatürk demek ki orayı boşuna başkent yapmamış. 


Servet Somuncuoğlu: 

Türkiye’ye yılda 100 milyon Dolar gelir getirecek bir alan. İki günde geziyorsunuz o kadar geniş bir alan. Turizm olarak kullanılmalı. Lena Nehri’nin doğduğu yerlerde kaya resimlerinde Rus bilim adamlarının diktiği tabelada M.Ö. 14-15 bin yıl diyor. Tarihin DNA’sı mezar taşlarıdır. Eski çağ kültürleri sayılırken Mısır, Çin, Hint kültürü sayılır. Peki  devasa bir Türk kültürünü neden yok sayıyorsunuz? 



Devamı linkte

CEVİZ KABUĞU VE SERVET SOMUNCUOĞLU: 





**** 




Güdül kayalıkları,Ankara 


Ankara’nın 70-80 km civarında bulunmuş olan kurganlar, kaya resimleri... 

Tarihin DNA’sı, mezar taşlarıdır... 
Burnumuzun dibindeki bu bulguların farkında olmamış olmak, büyük aymazlık...
Burada bulunanlarla kanıtlanmıştır ki 1071, Türklerin Anadolu’ya Oğuzlar’la son gelişidir… 
Burası, benzerleri içinde ilk 10′a girer…
Parasal açıdan bakılırsa, yılda 100 milyar dolar gelir getirir… 


Hulki Cevizoğlu’nun çok önemli bir önerisi oldu. Dedi ki;



“Türkiye’de 103 Devlet, 65 Vakıf Üniversitesi var. Bunlara sesleniyorum: Size Fahri Profesörlük ünvanı verilmeli”. Servet bey böyle bir şeyi düşünmediğini, istemediğini söyleyince de, ekledi “Siz de ölümlüsünüz, herkes de. Bu bilgilerin hem yayılması gerek, hem de bizlerden sonrakileri meraklandırmak,çalışmalarını sağlamak. Onun için bu, şart” dedi. 



Servet Somuncuoğlu’nun anlattığı her bilgi çok ilginç, çok iç açıcı idi fakat bir iki kez kullandığı bir cümle vardı ki işte o çok can yakıcı idi…İç karartıcı… 

“Allah, dostlarıma zeval vermesin” dedi... Çünkü onun bu çalışmalarına maddi, manevi destek olanlar dostları idi… Ülkesinin kurumları değil... 


Lâle Gürman  devamı linkte

İLKKURŞUN






**** 




Güdül ilçesinin bugün için anlatılan tarihi: 

Yapılan araştırma ve incelemelerde Güdül çevresinde tarih öncesi çağlardan beri yerleşildiği anlaşılmıştır.İlçe yakınından geçen Kirmir Çayı boyunca kayalara oyulmuş mağaraların Etiler'e (M.Ö. 2000) ait olduğu sanılmaktadır. Daha sonra Frigler (M.Ö. 8. yy) bu yörede hakimiyet sürmüşlerdir. 
İn-Önü denilen bu mevkideki mağaralarda haç işaretlerine rastlanmış, Romalılarca Hıristiyanlığın yayılması sırasında buraların mesken edildiği anlaşılmıştır. Daha sonra Bizanslıların yaşadıkları sanılmaktadır. 
1071 tarihli Malazgirt Zaferi ile Anadolu'nun kapıları Türklere açılmış, Güdül ve çevresi Anadolu Selçukluları'nın idaresine geçmiştir. 
İlçe, Anadolu Selçuklu hükümdarlarından I. Mesut'un eniştesi ve Ankara Emiri olan Şehabüldevle Güdül Bey tarafından şimdiki yerinde, tahminen 850 yıl evvel kurulmuş olup, 1 Eylül 1957 yılına kadar Ayaş ilçesine bağlı bir nahiye iken aynı yıl 7030 sayılı Kanun ile ilçe olmuştur. 
Denizden yüksekliği 720 metredir. .Ankara'ya 90 km. 





***



Bu resimler Orta Asya devletleri arasındaki münasebetleri aydınlatması açısından kültürdeki beraberliği ortaya koyar. Yani, Tarihin eski devirlerinde adı, “Ahmet” dir, “Mehmet” dir ya da başka bir şeydir. Bugün Batılılar kesinlikle Türk demiyorlar. 


Saka, İskit, Tagar, Taştık, Andronova, Afenasyova vs… diyorlar ama asla Türk demiyorlar. Burada temel bir kültür kodu vardır. Bu temel kültür kodunu bugün biz Türk olarak tanımlanan kültür çevresi içinde görüyoruz. Yani, Orta Asya’daki bu kaya resimlerinin arkeolojik alanlardaki kültürün takipçisi Türk kültür çevresi içinde yaşayanlar Türklerdir. 
O nedenle bugün bizim hepsine birden Türk dememiz lazımdır. 

Onlara Türk dediğimizde ve temel kültürde bunu açtığımızda üst kimlik olarak siz Türk’ü koyduğunuzda alt kimlikte: Kazak, Kırgız, Altay, Hakas, vs… bunlar olabilir. Yani bu çeşitliliktir.


Mesela Yunan medeniyetinin içinde bir çok uygarlıklar var, küçük küçük site devletlerinden oluşuyor. Ama en başa “Yunan Medeniyeti” ibaresi konur. 


Yine aynı şekilde Hint Medeniyeti içinde yüzlerce unsur var ama “Hint Medeniyeti” deniliyor. 

Eski çağlara göre 5 büyük medeniyet sayılır: 
Çin, Mısır, Yunan, Hint, Mezopotamya. 
Tabii bir altıncı medeniyet vardır. O da Türk medeniyetidir.

SERVET SOMUNCUOĞLU






Kütahya'nın Süvarileri

Kütahya, Çavdarhisar Aizonai Tapınağı'nın doğu yüzüne bakan duvarında yer alan bu resimde at üzerindeki süvarinin elinde taşıdığı sancağın alemindeki 'kurt başı' ve 'ok-yay' damgası, bu resmin binyılın başlarında Anadolu'ya gelen Türklerce yapıldığının işareti. Çünkü 'ok-yay' aynı zamanda Türük Bil hükümdar ailesinin damgasıdır.




Erzurum'un Belleği


Erzurum, Karayazı Cunni Mağarası'nda yaklaşık 40 kadar Oğuz damgasının yanında çeşitli resimler de var. Bunların en çarpıcısı da hiç şüphesiz süvari resmi. Hemen hemen bütün alanların ortak resmi olan süvari, burada da kendini gösteriyor.




Moğolistan, Çeçerlek kenti yakınındaki tarihöncesine ait 'Türk mezarı' bozkırın ortasında zamana direniyor. Anıtmezarın taşları üzerinde geyik resimleri de var.



Moğolistan'da Mandıl Haykhın'ın bulunduğu yer tamamen çöl görünümünde. Yüzlerce kaya resminin yayıldığı bu alan sadece doğanın yıpratıcı etkilerine açık. En yakın yerleşim yeri yüzlerce kilometre uzakta.



Baykal Gölü yakınındaki İrkutsk kentine yaklaşık 400 kilometre uzaklıktaki Lena kaya resimlerinin yaş tespiti Rus bilim adamlarınca İÖ 14.-12. binyıllar olarak yapılmış. Lena resimleri alanı bir uçtan diğer uca yaklaşık 1200 metrelik bir kaya duvar üzerinde. Burası aynı zamanda bir mezar alanı.


Balbalın Serüveni

Ağustos 1998'de bir tesadüf sonucu Hakkâri kent merkezinde bulunan ve Van Müzesi'nde sergilenen 'Hakkâri Stelleri' ilk kez Atlas tarafından dünyaya duyurulmuştu. Hakkâri stellerinin, Orta Asya'da yaygın olarak görülen balballarla olan olağanüstü benzerlikleri derhal dikkat çekmişti. Biçimsel benzerliklerin yanı sıra duruş biçimindeki ayrıntılar ve kılıç, kupa gibi nesnelerdeki ortaklık bunların aynı kültürün uzantıları olduğu düşüncelerine yol açmıştı. Arkeologlar bu stellerin Orta Asya kökenli göçebe kavimlere ait olabileceği üzerinde durmuştu.





  

Asya tipi balbal - ve Göbeklitepe balballarına benzerlik gözden kaçmamalı...!




Gobi Çölündeki kaya resimlerinde av sahneleri de yer alıyor.



Rusya'daki Lena kaya resmi alanında restorasyon çalışması sonrasında belirginleştirilen resimlerde de geyiğin özel bir yeri var. Bu resimde geyiğin yanında bir de süvari yer alıyor. Büyük olasılıkla süvari ve geyik ayrı zamanlarda çizilmiş.




Geyiğin Yolculuğu



Mandıl Haykhın, Moğolistan'ın orta kesiminde yer alan Bayanhongur eyaleti sınırları içinde. Mandıl Haykhın zirveleri tepsi şeklinde birbirine yakın üç dağdan oluşuyor. Burada binlerce kaya resmi var. Pek çok geyiğin resmedildiği kayalardaki resimler giderek yazıya dönüşüyor-ki bu yazı Orhun Anıtları'nda kullanılan eski Türk alfabesi ile yazılmış.




   
Gobustan Hayali



Gobustan kaya resimleri alanı, Azerbaycan'ın başkenti Bakü'ye 50 kilometre uzaklıkta 'Gobustan Gayalıkları' olarak bilinen alanda yer alıyor. Avrasya'da, Saymalı Taş'ın dışında diğerleriyle kıyaslandığında en zengin alanlardan biri burası. Farklı dönemlere ait izler var Gobustan'da. Büyük boyutlu çizimlerden küçülmüş stilize çizgilere yönelen arayış, aynı zamanda uzun bir tarihsel sürece tekabül ediyor. Gobustan'ın simgesi sayılan ve 'halay çeken insanlar' diye anılan resimdeki figürler, birçok kaya resmi alanında karşımıza çıkar.



İzmir, Ödemiş Konaklı beldesindeki Soğukluk Deresi mevkiinde bulunan zengin kaya resimleri alanı ne yazık ki tahrip olmuş. Alanda ulaşabildiğimiz birkaç resimden biri insan figürü. Bu resmin benzerlerine özellikle Saymalı Taş'ta rastlamak mümkün.



Saymalı Taş'ta giz dolu resimler geçit yapıyor. 'Gökyüzü arabaları' diye de anılan resimde kutsal uçan atları ya da boğaları ile Şamanların göksel yolculuğuna işaret ediliyor.



Kırgızistan, Talas bölgesindeki Karakol Yaylası 2 bin 800-3 bin rakımlı. Buradaki resimler de değişik zaman dilimlerine ait. Yani binyıllar içinde yapılan resimler söz konusu, son süreçte ise burada da 'damga'ya geçiliyor. Daha önce bulunduğu belirtilen yazılara ise rastlayamadık.




Kars, Kağızman'a bağlı Camuşlu köyündeki 'Yazılıkaya ve Kurbanağa' ile Şaban köyündeki 'Geyikli Tepe' kaya resmi bakımından Türkiye'nin en zengin bölgesi.

Hakkâri, Gevaruk Yaylası'ndaki kaya resmi alanı Muvaffak Uyanık ve Ersin Alok tarafından tespit edilmişti. Araştırmacıların sırlarına eğilmesini bekliyor.








Kütahya Çavdarhisar'daki Aizonai kentinin antik duvarları üzerine yapılan resimler bininci yılın başlarından itibaren Anadolu'ya göçlerle gelen Türk boylarından kalma. Sibirya'da Lena kıyısındaki süvari, sanki gelip Aizonai'nin duvarına asılmış.





Saymalı Taş'ın sembol resimlerinden 'güneş adam', Gobi Çölü'nden Anadolu'ya hemen hemen tüm kaya resmi alanlarında kendini gösteriyor. Saymalı Taş'taki bu araba resmi, önemli birinin, belki de kağanın arabasıdır. Bu araba, Altay Dağları'ndaki Pazırık kazısında bulunan ve bugün Petersburg Ermitaj Müzesi'nde sergilenen 'Pazırık arabası' ile büyük benzerlik taşır.






Hazar kıyısındaki Gobustan'da 'Büyüktaş' , 'Küçüktaş' ve 'Cıngırdağ' olmak üzere birbirine yakın üç ayrı bölgede yer alıyor. Buradaki kaya resimleri çeşitlilik bakımından son derece zengin.





Kazakistan, Tamgalı Say'da sayıları binlerle ifade edilen kaya resimlerinin büyük çoğunluğu birçok resmin bulunduğu panolardan oluşuyor. Kayaların işlenmesinde iki ayrı teknik yani 'dövme' ve 'kazıma' kullanılmış. Bütün kültürlerde görülen uçan at efsanesi burada da görülüyor. Öte yandan Tamgalı'nın uçan atı, Saymalı'da karşımıza 'gökyüzü arabaları' olarak çıkıyor.






Kazakistan, Tamgalı Say'da sayıları binlerle ifade edilen kaya resimlerinin büyük çoğunluğu birçok resmin bulunduğu panolardan oluşuyor. Kayaların işlenmesinde iki ayrı teknik yani 'dövme' ve 'kazıma' kullanılmış. Bütün kültürlerde görülen uçan at efsanesi burada da görülüyor. Öte yandan Tamgalı'nın uçan atı, Saymalı'da karşımıza 'gökyüzü arabaları' olarak çıkıyor.




Moğolistan, Gobi Çölü kaya resimlerinin yoğunlukla bulunduğu alan, artık tamamen kurumuş bir nehir yatağının yanında. Nehir, bir zamanlar buralarda çok canlı bir hayat olduğunun işareti. Burada kayalara dağkeçisi, geyik gibi figürler, damgalar ve bir kompozisyon içeren resimler, av sahneleri gibi panolar işlenmiş.





Güney Sibirya ve Moğolistan coğrafyasında yaklaşık 400 civarında tespit edilen 'geyik taşlar'ın bir kısmı bugün müzelerde, bir kısmı ise hâlâ dikildikleri yerde duruyor. Kaya resimlerindeki geyik, dönüşerek mezar taşlarına taşınmış ve ölen kişinin geyik olarak don değiştirdiğini anlatmaya başlamıştır. Bu mezar taşları ile kaya resimleri, ortak özellikler sergileyen çizimler olarak bize binyıllar boyunca devem eden bir kültürün sürekliliğini aktarıyor.




Kırgızistan'da Tanrı Dağları'nın kollarından 'Aladağlar'ın zirvelerinden Saymalı Taş, on bin kaya üzerindeki yüz bin resimle dünyanın tartışmasız bir numaralı kaya resmi alanı. Tarih bakımından en eski resimlere de burada rastlanıyor. Bu dağkeçileri, büyük ihtimalle ilk dönemlere ait ve Saymalı Taş'tan binlerce kilometre ötede Hakkâri, Gevaruk Yaylası'ndaki figürle büyük benzerlik taşıyor.




Hakkâri, Yüksekova Gevaruk Yaylası'ndaki kaya resimleri, Türkiye'de en yüksek rakımdaki resimler. Bu denli ulaşılması zor yüksekliklerin tercih edilmesi, Orta Asya'da karşılaşılan kaya resmi alanlarını hatırlatıyor. Coğrafi alanın seçilmesi bakımından görülen ortaklık, resimlerin tarz ve üslubunda da kendini gösteriyor. Örneğin Kırgızistan'da Saymalı Taş'taki resimlerle Gevaruk Yaylası'ndakiler arasında şaşırtıcı benzerlikler var. Özellikle 'dağkeçisi', 'ok yay' damgası Orta Asya kaya resimleri ile örtüşüyor.




Çiğim Taş'ın Damgaları




Kırgızistan Talas bölgesindeki Çiğim Taş yaklaşık 3 bin 500 metre rakımlı yüksek bir vadinin adı. Burada bir pano gibi yükselen kayanın üzerinde 300 civarında resim var. Panonun etrafına dağılmış kayaların tümü de resimli. Çiğim Taş resimlerinin diğerlerinden belirgin farkı, bunların tamamen stilize çizimlere dönüşmüş ve iyice küçülmüş olması. Artık doğayı birebir resmetme dönemi bitmiş, soyut arayışlar başlamıştır. Bu arayışlar damgayı ve devamında alfabeyi doğurur. Çiğim Taş, bir bakıma damgaların resmedildiği bir alan.

Kazakistan'da Almatı'ya 170 kilometre uzaklıktaki Tamgalı Say, dünyadaki sayılı kaya resmi alanlarından biri ve Unesco'nun dünya kültür mirası listesinde. Geniş bir alana yayılan resimler, aynı zamanda bozkır kavimlerinin tarihine ışık tutuyor. Burada kaya resimlerinin, tarihöncesinden yakın zamanlara dek devam eden bütün aşamaları rahatlıkla tespit edilebiliyor. Doğayı birebir çizmekle başlayan süreç, inanç resimleriyle, sembollerle devam ediyor ve nihayet damgalara ulaşılıyor. Damgalardan da harflere ve yazıya geçiş başlıyor. Tamgalı Say, bütün bu sürecin resimli tarihi.







SERVET SOMUNCUOĞLU İLE SÖYLEŞİ 




Tarih kitaplarımızı açtığımızda, ilk Orhun yazıtlarını görürüz. Halbuki, Orhun yazıtları taşlar üzerindeki yazıların ön sözü değil son sözüdür. Ama yıllarca bize önsöz gibi takdim edilmiştir.

En Eski Türk Kaya Resimleri, En Eski Türk Kültür Kodlarıdır

Bizim tarihi veya tarihi bulguları laboratuarda müşahade etmek gibi bir imkanımız yoktur. İ. Kafesoğlunu’nun da işaret ettiği gibi, olayları, müşahade edenlerin bıraktıkları belgelere dayanarak takip etmek mümkündür. Müşahade ise ancak kalıntılarla yapılabilir. O nedenle Servet Somuncuoğlu’nun kaya resimleri üzerinde yapmış olduğu çalışmalar Türk tarihinin başlangıcı konusu noktasında bizim için son derece önemlidir. 

Servet Somuncuoğlu’nun kaya resimleri üzerinde yapmış olduğu çalışmalar, hiç şüphesiz ki bize; Tarihin çok uzak zamanlarında izleri olan bir milletin çocuklarıyız deme şansını vermiştir. 

Aynı zamanda bu çalışmalar, bugüne kadar Türklerin göçebe bir millet olduğu iddialarını temelden yıkmış ve yerleşik bir kültür olduğu gerçeğini bir kez daha ispatlamıştır.

- Kaya resimleri üzerinde çalışmaya ilk ne zaman ve nasıl karar verdiniz?

Servet Somuncuoğlu: 2004 yılında, Kazakistan ve Kırgızistan’a bir grup iş adamı gezi düzenlemişler ve bana bu gezide eşlik edip fotoğrafları çeker misiniz şeklinde bir teklif de bulundular. Ben de “seve seve yaparım” dedim. 
Orta Asya’ya ilk kez bu grubun fotoğrafçısı olarak gittim. “Almatı Ortaklık Müzesi” daha sonra Almatı’nın 170 km uzaklığında Tamgalı Say kaya resimleri alanını gezdik. Kaya resimleriyle ilk Tamgalı Say’da tanıştım. Benim için farklı bir dünya idi. Ama bir tek yeri görerek kaya resimlerini anlamlandırmak kolay değilmiş!!! 

Almatı’dan Bişkek’e geçtik. Bişkek’te, böyle bir grubun geldiğini duyan Türkiye Türkleri bizlerle tanışmak için geldiler. Bu gelenlerin içinde ayrılacağımız son gece, Zafer Ersöz adındaki bir Türk yanımıza gelerek, “Burada Saymalı Taş diye bir yer var fakat 4000 rakımda gidilemiyor gelinemiyor” dedi. Ben de önümüzdeki yıl buraya geleceğimi söyledim. Yani Kaya resimleri ile ilgili çalışma kararını ilk bu şekilde aldık. 

2005 yılında Kırgızistan Saymalı Taş’a gitmek üzere karar verdik. Zaten 2004 yılında Almatı - Bişkek’teki çalışmalarımız Atlas dergisi’nin Ağustos 2004 sayısında yayınlandı ve ilgi de gördü. Bu alanda ortaya koyduğum ilk çalışma da o olmuştu. 

- Bir fotoğraf sanatçısı olarak Kaya resimleri ile ilgili çalışmanızda neyi hedeflediniz?

Servet Somuncuoğlu: 2005 yılında iki arkadaşımın desteğiyle ( Kaptan Mustafa Can ve Yaşar Canca) Kırgızistan’a yola çıktım. Bir yıl önce sözleştiğimiz gibi orada Zafer Ersöz beni karşıladı. Hemen o gece Bişkek’ten hareket ederek Saymalı Taş’a doğru yola çıktık, 18 saat süren bir yolculuktan sonra kamp kurduk. Ertesi gün 10 saatlik bir at yolculuğu sonunda Saymalı Taş’a ulaştık. Burası bir anlamda tarihin başladığı yerlerden biriydi. Bunun farkına varmam epeyce zaman alacaktı. 

Tamgalı Say’da gördüğüm kaya resimlerini; “birileri bir şeyler çizmiş” demiştik. Ama Saymalı’yı görünce, buradaki resimlerin mutlaka fotoğraf olarak ortaya konulması gerektiğini düşündük.

3600 rakımdaki Saymalı Taş’a 60 -70 yaşındaki bir bilim adamını gitmesi çok zordur. Ayrıca kısmi de olsa dağcılık bilgileri gerektiren bir yolu var. Bu sebepten, buradaki binlerce yıl öncesine ait belgeleri bilim adamlarının ayağına getirmek gerekir diye düşündüm. Bütün bu belgeleri fotoğraf disiplinine uyarak bir envanter oluşturmanın gerekliliğini orada kavradım. 

Bir fotoğrafçı olarak kaya resimleriyle çalışmamdaki, kaya resimlerini çekmemdeki hedef: Antik dönem Türk kültürünün verilerini ortaya koymaktı. 
Saymalı taşı gördükten sonra burada başka bir şeyler olduğunu düşünmeye başladım. Orası ikinci bir ufuk noktası oldu. Tabii her yaptığımız seyahatten sonra düşüncelerimiz değişmeye başladı. 

-: Kaya resimlerini, Tarihçilik açısından değerlendirdiğimizde bize ne ifade etmektedir?

Servet Somuncuoğlu: Tarihçilikte iki ana yaklaşım vardır: Biri, Hikayeci Tarihçilik ikincisi, analitik tarih dediğimiz olayları sebep- sonuç ilişkilerine göre analiz eden olayı anlatan değil sebep ve sonuç ilişkilerine göre sorgulayan tarihçilik anlayışıdır. 

Benim burada yaklaşımım; olayı göstermek ve sebep sonuç ilişkilerini irdelemek üzerine kuruldu. İşte bu sebep- sonuç ilişkilerine girdiğimizde bugüne kadar görmüş olduğumuz ya da bize öğretilen tarih fotoğrafı tamamen değişti. Ben şunu çok iddialı bir şekilde söylüyorum tarih yeniden yazılmalıdır. Bugüne kadar bize sunulan verilerle yazılmış olan tarihi kabul etmemiz mümkün değildir. Yani, 5-6 yıl boyunca topladığımız veriler bize diyor ki: “Tarih yeniden yazılmalıdır.”
Kaya resmi alanları, bütün tarih kurgusunu değiştirebilecek öznelliğe, özgürlüğe ve yeterliliğe sahiptir. 

Kaya resimleri, tarih içindeki göçler, entelektüel oluşum, Orhun Yazıtlarındaki Alfabenin oluşumu gibi olaylara yeni bir bakış açısı getirmektedir. 

-: Bu çalışmalar Tarihçilik anlayışına bundan sonraki süreçte nasıl bir açılım getirecektir?

Servet Somuncuoğlu: Ben şunu savunuyorum: Benim yaptığım gazeteciliktir, televizyonculuktur, fotoğrafçılıktır. Tabii ki kendimce de gördüklerimi anlatıyorum. Ama bundan sonra yapılması gereken bu konuyla ilgili bir Enstitü’nün kurulmasıdır. Bu Enstitü’de, Arkeoloji, Sanat Tarihi, Tarih, Türkoloji, Halkbilim, Filoloji hatta Psikoloji, Felsefe, Fotoğraf gibi farklı disiplinlerden insanların bir araya gelerek hem tam bir envanter çalışması, hem de bu envanterin yorumlanması çalışmasını başlatmasıdır.

Yani, bundan sonraki süreçte benim içimden, gönlümden geçen ya da olması gereken budur. Üniversitelerde kurulacak Enstitülerdeki uzmanlar sahaya inecekler, kendi disiplinleri açısından gözlemlerini yapacaklar, alanı belgeleyecekler daha sonra bu belgelerle tasnifleyecekler, bu gizemli dili çözmeye çalışacaklar. 

Yaklaşık yüz ayrı kaya resmi alanında saha çalışması yaptım. Orada kullanılan gizemli dilin ipuçlarını yakaladım, hatta kendime göre çözümlemeler de yaptım ama benim bu dili çözdüm demem çok büyük bir anlam ifade etmiyor. Bunun bir bilim disiplini içinde kabul edilmiş olması gerekiyor. İşte o zaman kabul edilmiş Tarih paradigmasını yerle bir olacaktır. 

- Kaya resimlerini, insanlığın ilk entelektüel arayışlarının başladığı nokta olarak tanımlayabilir miyiz?

Servet Somuncuoğlu: Kaya resimlerinde 7-8 farklı süreç vardır. Fakat bu süreçler birbirlerini engelleyen yani biri başlayınca diğeri biten değil hep birlikte devam eden süreçlerdir. ilk süreç: İnsanın doğayı tanıma isteğidir. Keşfetmeye kendini konumlandırmaya çalışmasıdır. Bu ilk süreç, insanın doğada gördüğünü gördüğü şekilde resmetmeyle başlamıştır. İşte bu bir entelektüel arayıştır. Yani insan artık arıyor. 

Neyi arıyor?

Önce doğayı keşfetmeye çalışıyor. Ve bunlar entelektüel düşünce adına atılan ilk adımlardır. Mesela, İspanya’daki bulunmuş mağaralarda, Fransa’da Laskö Mağarası, Afrika kaya resimleri, Avusturalya’da Aborjin resimleri, Kızılderili kaya resimleri vs… ve bunların hepsinin kendine has bir tarzı vardır. Hepsini yerinde görme şansım olmadı ama kitaplardan gördüğüm kadarıyla Avrasya’nın ayrı bir tarzı var. Biz de buradan hareket ediyoruz. O entelektüel süreç başladığı zaman durmuyor sürekli deviniyor sürekli yeni bir şey arıyor. Ve insan tabiatı keşfettikten sonra şunu sorgulamaya başlıyor: Ben ve Tabiat. Daha sonra resmetmeye başlıyor. 

Ne resmediyor?

İnsan ve doğa arasındaki ilişkiyi resmetmeye başlıyor. Büyük av sahneleri ortaya çıkıyor karşımıza kaya resimlerinde. 

Sonrasında üçüncü süreç başlıyor. 

Nasıl başlıyor?

İnsan insan ilişkileri devreye giriyor. İnsan insan ilişkilerinin en önemli aşaması bir araya gelmek, birlikte bir şey yapabilmektir. Tabii bu çok önemli bir aşamadır. Bugünkü uygarlığımızın, modern toplumun, demokrasinin, hukukun temeli buradadır. İnsan şunu keşfediyor: “Tek olduğum zaman doğa ve ben varım ama bir arada olduğum zaman doğaya karşı kendimi daha iyi koruyabilirim, ya da doğanın nimetlerinden daha iyi istifade edebilirim.” 
Daha sonraki dönemde, İnsan insan ilişkileri sürecinde inanç ritüelleri karşımıza çıkıyor. Yani kaya resimlerinde entelektüel düşünce ve inanç arasında çok yakın bir ilişki var. İnanç, kaya resimlerini tetikliyor. Doğa, kaya resimlerini insan düşüncesini tetikliyor. Böylece bunların ilk başlangıç sürecinde inanç olmuş oluyor sonra İnanç ve entelektüel düşünce birlikte filizleniyor. Bunu çok açık bir şekilde görüyoruz. Çünkü dinsel törenlerini çizmeye başlıyor. 

Mesela, kaya resimlerinin en çarpıcıları içinde cinsellik resimleri vardır. Ama cinselliğe bugünkü bakış açısıyla bakmamız mümkün değildir. O resimleri bugünden yorumlarsak adeta pornografik resimler gibi gelebilir. Ama o gün itibariyle insanın yaşamında çoğalmak birinci şarttır. İnsanoğlunun çok önemli iki duygusu vardır. Birinci duygusu, şartlar ne olursa olsun hayatta kalmaktır. İkinci duygusu ise çoğalmak, üremek, neslini devam ettirmektir. Mesela törensel cinsellik resimleri görüyoruz. Bunu adeta kutsuyor, çoğalmayı kutsuyor. Çoğaldıkça doğaya ve çevresine hakim olabileceğine inanıyor. İnanç ve çoğalmak bir arada gidiyor bu dönemlerde. 

Henüz daha bireysel mülkiyet dönemi bile başlamamıştır. Ortak mülkiyet dönemini yaşıyor. Ortak mülkiyet dönemindeki entelektüel arayışları kaya resimlerinde görüyoruz. Bunu daha sonraki süreçlerde de görüyoruz.

Şunun altını çizersek: inanç ve entelektüel düşünce birbirlerini tetiklemiştir. İnsan düşünmeye, öğrenmeye ve düşündüklerini aktarmaya başlamıştır. 

- Arkeoloji adına en büyük kanıt olarak kabul edebileceğimiz bu resimler Orta Asya devletleri arasındaki münasebetleri aydınlatması açısından nasıl bir öneme haizdir?

Servet Somuncuoğlu: Bir dip kültürdeki beraberliği ortaya koyar. Yani, Tarihin eski devirlerinde adı, “Ahmet” dir, “Mehmet” dir ya da başka bir şeydir. Bugün Batılılar kesinlikle Türk demiyorlar. 

Ne diyorlar?

Saka, İskit, Tagar, Taştık, Andronova, Afenasyova vs… diyorlar ama asla Türk demiyorlar. Burada temel bir kültür kodu vardır. Bu temel kültür kodunu bugün biz Türk olarak tanımlanan kültür çevresi içinde görüyoruz. Yani, Orta Asya’daki bu kaya resimlerinin arkeolojik alanlardaki kültürün takipçisi Türk kültür çevresi içinde yaşayanlar Türklerdir. O nedenle bugün bizim hepsine birden Türk dememiz lazımdır. Onlara Türk dediğimizde ve temel kültürde bunu açtığımızda üst kimlik olarak siz Türk’ü koyduğunuzda alt kimlikte: Kazak, Kırgız, Altay, Hakas, vs… bunlar olabilir. Yani bu çeşitliliktir. Çeşitlilik de şuradan kaynaklanır: Yaşama üslubunu, coğrafyanın imkan ve ihtiyaçları belirlemektedir. Coğrafyanın size imkan verdiği kadar ihtiyaç isteği uyanır içinizde. Coğrafyanın imkanı arttıkça sizin ihtiyaçlarınız, isteğiniz de artar ve artık sıkışma söz konusu olmaya başlar. Şöyle bir kavramlaştırma ortaya koyabiliriz. 

Tarihsel süreç: sıkışma, kırılma ve sıçramadan oluşur.

Sıkışma dönemleri nedir?
Nüfus yoğunluğudur, ekonomik zorluklardır, kuraklıktır.
Kırılma dönemleri nedir?
Devletlerin yıkıldığı, büyük savaşların olduğu dönemlerdir.
Sıçrama dönemleri nedir?
Yükselmenin, genişlemenin, büyümenin başladığı dönemlerdir. 

Zaman, bir çarkı feleğin dönmesi gibi devam eder. Yani, kırılma dönemi yaşandıysa arkasından sıçrama dönemi yaşanır ya da yok oluş söz konusudur. Arada bir sıkışma dönemi yaşanır. Şimdi bizim buradan baktığımızda; Macaristan’dan Kuzey Kore’ye, Baykal Gölü’nün çok üstlerine kadar hatta daha ötelere kadar temelde Türk kültür kodlarını görüyoruz arkeolojik alanlarda. Bu kültür kodlarını görmemiz de tarihe başka bir bakış açısı getirecektir. 

Bu bakış açısı nedir?

Önce bunlara Türk diyelim. Ondan sonra tasnif edelim. Mesela Yunan medeniyetinin içinde bir çok uygarlıklar var, küçük küçük site devletlerinden oluşuyor. Ama en başa “Yunan Medeniyeti” ibaresi konur. Yine aynı şekilde Hint Medeniyeti içinde yüzlerce unsur var ama “Hint Medeniyeti” deniliyor. 

Eski çağlara göre 5 büyük medeniyet sayılır: Çin, Mısır, Yunan, Hint, Mezopotamya. Tabii bir altıncı medeniyet vardır. O da Türk medeniyetidir. Bu gerçek artık bilimsel olarak kabul edilmek zorundadır. Türk medeniyeti vardır; kendine has bir yaşam üslubu vardır, doğaya, çevreye, insana bakış açısı vardır. Toplumsal hiyerarşisini oluşturmuştur, devlet sistemini oluşturmuştur siz bunu yok sayamazsınız. 

Kısacası, arkeolojik alanların bu tarihin temel noktalarından çözümlenmesiyle gelecekte oluşmasını düşlediğimiz Türk Birliğinin temelleri burada atılabilir.







- Kaya resimleri üzerindeki stilize edilmiş şekillerin “Ortak Kültür Birliğimiz” in inşasındaki katkısı ne olacaktır?

Servet Somuncuoğlu: Şöyle demek lazım; zaten inşa vardır o nedenle bir şeyi yeniden inşa etmeyeceğiz. Bu ortaklık zaten vardır. 

Nereye kadar vardır?

İşte ben Altay Dağlarındaki insana “say” diyorum. Başlıyor saymaya: “bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on” diyor. Hatta bazen o beşe kadar sayıyor ben “altı, yedi, sekiz diye devam edince şaşırıp kalıyor. Ve “Baş” diyorum, “baş” diyor “diş” diyorum “diş” diyor. Yani, bu temel var bizim artık bunu anlatmamız göstermemiz gerekiyor. 

Bizim bu gün yaşadığımız dünyada bir propagandalar savaşı yaşanıyor. Yani devletler artık yaptıkları işe 10 lira harcarsa bunun propagandasına 100 lira harcıyor. Bizim en temel eksikliğimiz budur. Bütün Türk soylu devletler eliyle bizzat yürütülmelidir bu propaganda. Eğer yapmazsanız Emperyalist devletlerin esiri olursunuz. 

Kaya resimleri üzerindeki resimlerin anlatılması, gösterilmesi tarihin çok büyük bir sorunsalını çözecektir. 

5 bin yıl önceki 10 bin yıl önceki resim ne işe yarar?

Tarih doğrudan doğruya gelecek demektir. Biz 5 bin yıl önceki 10 bin yıl önceki resmi yorumlarken geleceğimizi yorumluyoruz.

Kaya resimleri, Avrasya coğrafyasında bizim tapu senetlerimizdir. Bu tapu senetlerimiz, tarih öncesi dönemde Kore’den Macaristan ovalarına kadar uzanmaktadır. 

Hakkari- Gevaruk yaylasındaki 2900 rakımda bulunan kaya resimlerini, biz yapmadık. Bunlar M.Ö. 5000’de yapılmış Orta Asya’daki aynı kültür kodlarını taşıyor. 

Bizim bugün yaşadığımız bir “boy kavgası” vardır. Türkler arasındaki itici güçte budur. Tarihteki, Osmanlı haricinde hiçbir Türk devleti başka bir devlet, ulus tarafından yıkılmamıştır. Bir boyun hakimiyetini başka bir boy sona erdirmiştir. Bu bizim aynı zamanda hem avantajımız hem de dezavantajımızdır. 
Kendi kendimizle uğraşırız ama bu aynı zamanda ne sağlar? 

Hareket sağlar, dinamizm sağlar, sürekli kendini yenilemeyi sağlar. Kendini yenileme kudretine sahip olamayan yok olup gider. Yerine daha taze bir güç gelir. 

Bugün modern şirketlerin yönetim modelleri diye anlatılan şeyi aslında Türkler çok önceden çözmüş. Aynı şekilde bugün devasa şirketleri küçük küçük şirketlere bölüp hareket kabiliyetini arttırıyorlar. Ve aynı grup altında şirket rekabeti arttırıyorlar. 

İşte, Türk tarihin geçmiş dönemlerindeki boylar arasındaki rekabet, Türk tarihinin çok gizil bir gücüdür ve çok önemli bir gücüdür. 

- Kaya resimleri üzerindeki stilize edilmiş şekillerle, sizce Türk hayatının tüm yönlerini kavramak mümkün müdür?

Servet Somuncuoğlu: İnsan netice de yaşadığı hayatı aktarıyor: Avcılığını, şölenini, törenini, vs… yani, yaşadığını ve kısmen hayal ettiğini anlatıyor. 

Tarih öncesi dönemlerdeki Türk kültür ve medeniyetinin nasıl olduğunu resimlerde açık bir şekilde görüyoruz. Tamgalı Say’da, Güneş başlıklı din adamı var, dinsel törenler var, çizilmiş ellerini açmış bir Şamanı görüyorsunuz.
Kısaca söylemek gerekiyorsa, kaya resimlerinde, eski Türk hayatının tüm yönlerini görmek mümkün. Tabii yazıya geçişe kadar olan süreçte. 

-: Kaya resimleri üzerinde bir tarihlendirme yapabiliyor muyuz? Nasıl yapabiliyoruz?

Servet Somuncuoğlu: Tek alanda tarih tespit etmeniz mümkün değil. Yani, tek alanda yapacağınız tarih tespiti çok afaki kalabilir. Çok alan gördüğünüz zaman mukayese giriyorsunuz. Burada iki asıl süreç var:

1.En eski dönem: Doğada gördüğünü birebir resmettiği, düşündüklerini henüz daha stilize etmediği süreç. 

2.Yakın dönem: Figürlerin küçülmesiyle damgaların oluştuğu süreç. Bu süreç ortak mülkiyetin sona ermesi, bireysel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla başlıyor. 

Hayvancılık ekonomisine dayalı bir yaşam tarzı var. Sürülerin birbirine karışması ve bunların ayrılması söz konusu oluyor. Bu aşamada ortak akıl dediğimiz sağduyu, damgayı buluyor. İşte bu damgayı da kaya resimlerinden alıyorlar. 

Sonuç olarak, tarihlemeyi bu şekilde yapıyorsunuz. Ama burada teknik bir tayin söz konusu değil. Kayaya karbon testi yapılamıyor, sadece küf analizleri testi yapılmaya çalışılıyor ama onlarında çok doğru sonuçlar verdiğini düşünmüyorum. Çünkü, kaya resimleri hep yüksek rakımlarda; Kırgızistan Saymalı Taş 3600’de, Hakkari Gevaruk 2900’de. Buralarda eskime düşük rakımlardaki gibi olmuyor oksijenle temas kesildiğinde eskime biter. Dolayısıyla net bir tarihlendirme yapmak çok zordur. Bu bölgelerde yapacağınız tek şey, alanları mukayese etmektir, resimleri birbiriyle mukayese ederek sonuca gitmektir. 

Saymalı Taş’ta hem büyük figürler görüyorsunuz. Bunlar: insan insan ilişkileri, insan tabiat ilişkileri, insan inanç ilişkileri, resimlerin soyutlanması, stilize olması, karmaşık panolar, vs… Mesela, 3 metrekarelik bir pano üzerinde 100 civarında resim görüyorsunuz. İnsan artık burada kompozisyon oluşturmaya başlıyor. Mesela, bugünden baktığımızda İstanbul şehri bir kompozisyondur. Tabii, kompozisyon fikrine ulaşmak önemli bir süreçtir. Bunları birbiriyle mukayese ederek bir tarihlendirme yapabiliyorsunuz. Bizim gördüğümüz tarihlendirmelerde, Rusya’da Lena kaya resimleri için M.Ö. 14000 ve 12000’e tarihlenmektedir diyor. Peki, orada öyle bir süreç var mı? 

Bence var. Çünkü, At, at kadar çizilmiş, insan, insan kadar çizilmiş birebir boyutlarda gittikçe küçülen bir boyuta doğru geçiyorsunuz. 

-: Bir anlamda tasnifleme metodu uygulanıyor diyebilir miyiz?

Servet Somuncuoğlu: Tabiî ki. Tasnif, tahlil ve karşılatırma yöntemi. Sosyal bilimlerin kimyası da budur, yani en temel yaklaşım yöntemi saydığım bu üçlü süreçtir. 

- Kaya resimleri üzerindeki çizimler için aynı zamanda Türk entelektüel zekasının bir ifadesidir diyebilir miyiz?

Servet Somuncuoğlu: Bir çok yerde biz yazıyla tanıştık. Entelektüelliğin insan gelişim süreci açısından baktığımızda, yazı, insan için bir zirvedir. Bir harfin arkasında belki yüz binlerce kaya resmi, ikon, damga çizimi vardır. 

Bütün kaya resmi alanlarında Türkçe dışında hiç bir yazıyla karşılaşmadık. Yaklaşık 100 ayrı kaya resmi alanının 60 veya daha fazlasında bizim Orhun Abidelerini yazdığımız yazı vardı. Bu yazının da oluşum süreci var tabii.

Peki bunu nereye kadar götürebiliriz?

İyimser, akılcı ve afaki olmayan bir şekilde bakarak, M.Ö. 5000 – 6000’lere götürmek mümkün. 

Ortak mülkiyetten bireysel mülkiyete geçişte damgaların oluşmasıyla ses değerleri, harfler oluşuyor. Bu çok önemli bir süreç. Damganın ne zaman oluştuğu sorusu hala meçhul sayılır. 

Anadolu’daki yapılan çalışmalarda M.Ö 10000 ‘de falan bireysel mülkiyete geçildiği söyleniyor. Demek ki, günümüzden 12000 yıl öncesini düşünmek zorundayız. Kaya resimlerinde, ortak mülkiyetten bireysel mülkiyete ya da boy mülkiyetine geçilmesi, kritik nokta… Orada damgalar oluşuyor. Bu damgaların oluşması belki MÖ 10 bin ile MÖ 5 bin arasında, 5000 yıllık bir periyotta devam ediyor.

Damgalar, aynı zamanda ses değerleridir. İşte budur Türk entelektüel zekasının tanımlanması. Çünkü, o damgalar, Altay Dağlarında 10000 yıl önce oluşmaya başlıyor ve o damga bugün Anadolu’da karşımıza çıkıyor. 

Bakın, Dağ keçisini, kuşu, geyiği dünyanın her yerinde herkes çizebilir. Yaşam kaynaklarına saygı duyulur. Mesela, Türklerde su kirletilmez. Biz de hala Anadolu’nun birçok yerinde hala geyik kutsal sayılır. Bu nedir?

Geçmiş dönemde onunla beslenmiş ama ihtiyacı yoktur artık geyikle beslenmeye ama onun için o kutsallığı izafe etmiştir. Nasıl ki, bugün İslam dininin kutsalları var. İşte, hurma. Bir totem tarzı değildir ama bir kutsallığı vardır. Hoş mistik duygular uyandırır içimizde. İşte, o dönem için de böyle düşünmek lazımdır. Yaşam kaynaklarını çizebilir herkes ama aynı damgayı çizemez, esas kilit noktalardan biri de budur. Aynı dağ keçisi çizimine dünyanın çok farklı coğrafyalarında rastlayabilirsiniz ama aynı damgaya rastlayamazsınız. 

Sonuç olarak o damga, Türk entelektüel zekasının bir ifadesidir. 

Nereden kaynaklanmıştır?

Coğrafyadan kaynaklanmıştır, yaşam tarzından kaynaklanmıştır, Türklerin hayvancılığa dayalı ekonomisinden, kutsal törenlerinden kaynaklanmıştır. 

Şimdi, Nil vadisinde tarım yapan toplumun damgaya ihtiyacı yoktur. Toprak işlediği için onun orada ölçüm, ağırlık kavramına ihtiyacı vardır. Dolayısıyla başka toplumlarda damga olayına rastlamıyoruz. Zaten diğer toplumlara damga bizden geçmiştir. 

Kısacası, kaya resimlerinin bulunduğu alanlarında Hint- Aryan’dır iddialarını çürütecek binlerce görüntü var elimizde. Bunlar Avrasya coğrafyasındaki alanlar, Türk’tür ya da Türklerin kültür ihracatıdır. Yani, çok büyük bir siyasi teşekkülden bahsedebiliriz. Coğrafya olarak bugünkü Kore’den başlayıp Karpatlara kadar gelen bir hakimiyet alanından bahsedebiliriz. Tabii ki bu kadar büyük bir devlet ya da büyük bir coğrafyaya siyasi teşekküllünün kurgusunu, kültürünü ihraç edecektir. 

Orhun yazıtları taşlar üzerindeki yazıların ön sözü değil son sözüdür

- Medeniyetimizi “yersiz yurtsuz” göçebe yaşam tarzına indirgemeye çalışanlara, bu çalışmalarınız nasıl bir cevap vermiştir?

Servet Somuncuoğlu: Herşeyden önce Türkler göçebe bir millet değildir. göç eden bir millettir. Bu göçün temel dinamiğini de şöyle kurgulamak lazım: Türklerin göçebeliği dolma- taşmadır. 

Altay Dağlarındaki Türk hayatı 1000-1500 arasındaki platolarda yaşanıyor. Bu platoların etrafı 3000- 3500 rakımdaki dağlarla çevrilidir. Burada doğal kaleler de diyebiliriz. Doğal olarak buradaki yaşam tarzıyla Nil kıyısındaki yaşam tarzı farklıdır. Nil kıyısındaki insan bir kere doğal tehditlere açıktır. 

Neye açıktır?
Vebaya açıktır, sıtmaya açıktır, vs…

O nedenle burada çok fazla üremesi mümkün değildir. Ama Altay Dağlarında mikrobik tehdit altında değilsin, ayrıca vahşi hayvanların da tehdidi altında değilsin. Nüfusun artması çok hızlı oluyor, sürekli taşıyor, sürekli doluyor. Bir yaşam alanı dolduğunda göçler olmaya başlıyor bu göçler de bir domino taşı etkisiyle sürekli tetikliyor yandaki çanağa taşıyor yandaki çanak yandaki çanağa ve Türk tarihinde göç oluşuyor. Yani, Türklerde göç kendi medeniyet kurgusunun bir ürünüdür.

- Türklerde göç meselesini de bir anlamda ihtiyaçlardan doğan icatlar şeklinde yorumlayabilir miyiz?

Servet Somuncuoğlu: Tabi. Mesela, göç edebilmek için tekerleği bulmuştur ve tekerleğin icadı Dünya tarihinde müthiş bir şeydir. İşte göç edebilmek için o tekerleği buluyor ve biz kaya resmi alanlarında araba çizimlerine rastlıyoruz. 
Sıkışma dediğimiz olay gerçekleştiğinde; otlaklar yetmiyor, insan sayısı artıyor, hayvan sayısı artıyor.

Neticede, diyelim ki, 500 km’lik bir çanak düşünün bir plato düşünün. Örneğin, Erzurum ovası gibi. Buranın bir yaşam kapasitesi vardır. Bu kapasite dolduğunda mecburen ya taşacak ya da otlak savaşları olacaktır. Savaşlarda çok fazladır. Prof. Dr. Ahmet Taşağıl Hocanın “Çin Kaynaklarına Göre Eski Türk Boyları” kitabına baktığınızda da boylar arasındaki çatışmaları çok net olarak görürsünüz. Yani, göç etmeyen kendi kendisiyle çatışmıştır. 

Göçleri bir de şöyle bir tarafı vardır: Göçler, yatay ve dikey olarak gelişmiştir. Yani tek yönlü bir göç yoktur. Doğuya, batıya, kuzeye, güneye dört bir tarafa devam etmiştir. Göçlerde, geriye dönüşler, tekrar tekrar gidişler de olmuştur. Yani kültür sürekli harmanlanmıştır. Bunu çok net görülmüştür. Bir de Türkler, Altay Dağları’na hep özlem duymuştur. Bu özlemi de ifade etmiştir. Mesela, Moğollar bizim kültürel kardeşimizdir. Cengiz Han’ın batıya gönderdiği oğullarında biri, Cengiz Han’la müthiş tartışmalar yaşamıştır. Babasına diyor ki, “Sen beni buralarda bırakamazsın, ben öldüğümde Altay Dağlarına gömülmek istiyorum.” Yani, dağlara gömülmek istiyor, Anıt mezarlar alanlarına. 
Anıt mezar alanlarına gelince de şunu görüyoruz: Mesela, Hakasya’da 300 dönümlük 500 dönümlük mezarlıklar var aynı şekilde Tuva’da, Erzin’de yüzlerce Anıt mezar var. Bu mezarlar tabii halktan kimselere yapılmıyor. Toplumsal saygınlık kazanmış şahsiyetlere, devlet adamlarına, komutanlara yapılıyor. Oysa, bugün Türkler için yapılan “göçebe” yaklaşımına göre, öleni öldüğü yere gömüp gitme gibi bir tanımlama var. Maksatlı ve küçük gören bir yaklaşım bu. Ben fotoğraf çalışması yaptığım bölgelerden geçerken yüzlerce binlerce mezara rastladım. Göçebenin hiç bu kadar çok mezarı, anıt mezarları olur mu? İşte bu anıt mezar alanlarına dikilen mezar taşlarında damgalar var. Bu damgalar bir müddet sonra yazıya dönüşecektir. Daha sonra müzeler de gördük. İşte, bu bir süreçtir, sürekliliktir. 

Sonuç itibariyle, Türkler, göçebe değil göç eden bir millettir. Coğrafi şartlar ve koşullar sonucu göç etmiştir. Eğer Türkler göçebe bir millet olsaydı bugün biz Asya’da Türkçeyi de bulamazdık, Türk kültür kodlarını da bulamazdık. 


- Prof. A. Toynbee’ye göre tarih merakı sadece “entelektüel bir araştırma olmayıp” insanlarda daha başka duygularda uyandırır; bunlardan biri de “huşu duygusudur.” Siz de Tanrı Dağlarına ulaştığınızda nasıl bir duygu içindeydiniz?

Servet Somuncuoğlu: O huşu duygusu şöyle oldu ben de: Saymalı Taş’a ilk çıktığımda namaz kıldım. Orada inanç ve Allah’ı hissediyorsunuz. Orada içinizde bir ibadet etme duygusu yaşanıyor. Bu, mistik tarafıydı. Diğer bir duygu ise, dağların heybeti karşısında siz hiçbir şey değilsiniz. Doğa karşısında o kadar küçüksün ki. Bunlara rağmen Allah sana yaşama şansı verdiği için yine şükran duyuyorsun. Bir de, tabii Tarihe dokunuyorsunuz bunun ayrıca heyecanını yaşıyorsunuz.

- Sonuçta Mete Han’ın geçtiği yollardan geçme .şansına sahip insanlardan biri olmuş oluyorsunuz. Bu özel durum, mutlaka sizde büyük heyecan yaratmış olmalı. 

Servet Somuncuoğlu: Moğolistan Bayan Ülgey’de, yanımdaki Kazak rehber dedi ki, “Cengiz Han burada Kerayitleri ve Merkitleri yendi.” Bu beni çok heyecanlandırdı. Sanki tarihe dokunuyor, her şeyi yeni baştan yaşıyorsunuz. Ben Moğolları, belli bir dönemden sonra Türk tarihi içinde değerlendirmek gerektiğine inanıyorum. Moğolistan’da Mandıl Hayrhan dağlarında, “Üç Tepsi Dağı” demek, 2300 rakımdaki dağın zirvesi tepsi gibi dümdüz. İşte orada, dağın üzerindesiniz ve masmavi gökyüzünün içinde bembeyaz bulutlar üzerinizden akıp gidiyor. Orada da içinizden ibadet duygusu geçiyor. 

Benim, bugünkü bilincimin “bilinçaltı” oralarda yaşıyor. Yani, bir Türk olarak bilinçaltım orada. Yani, binlerce yıl önce yaşamış Atalarımın bilinci bugün benim bilinçaltımı oluşturuyor. Bir de bu duyguyu ve çözümlemeyi çok net yaşıyorsunuz. 

- Eski tecrübelerin bugüne ve geleceğe ışık tuttuğunu; yeni gelişmelere istikamet verdiğini göz önünde bulundurduğumuzda sizce çalışmalarınız çağdaş değerlerin yorumlanmasında ne tür katkılar sağlayacaktır?

Servet Somuncuoğlu: Bir kere Türk sanatı açısından bu alanların çok büyük katkısı olacaktır. Bizim görüp yaşadıklarımızı, Ressamlarımıza, Tiyatrocularımıza anlatmamız onlarda müthiş bir esin kaynağı yaratacaktır. 

Bir de şu var. milletleri var eden: milli güven duygusudur. Biri çıkıyor, “Türkiye’nin Etnik Yapısı” diye bir kitap yazıyor, sizi yüzlerce millete bölüyor. Böylece sizin milli güven duygunuzu yok ediyor. O zaman çalışmalarımızla bu gibi adamlara çok net cevaplar vermiş olacağız. 

Türklerin Anadolu’ya gelişi konusunda da bu çalışmalarımız, genel yargıları silecektir. Şu gerçektir: Anadolu’ya, 1071 öncesinde Kumanlar, Kıpçaklar, Hunlar gibi bütün Türk boyları dönem dönem gelmiştir. Bence, Oğuz Türkleri 1071’e geldiğinde Anadolu’nun yarısı Türkçe konuşuyordu. 

Anadolu Türk Tarihini Müslüman Türk tarihi olarak yorumladığınızda 1071’dir ama Türk tarihi olarak yorumladığınız da ise bu tarihi çok eskilere götürmek zorundayız. Tarihsel gerçeklik ve bilim de bunu istiyor bizden. Anadolu Türk Tarihi yeniden yazılmalıdır. 

“Atlas” dergisinin 2009 Nisan sayısında yayınlanan bir konum var. Ankara Güdül’de Salihlerobası Köyü’nde M.S. 5.yy’a tarihlenebilecek Kurgan Anıt Türk mezarı bulduk. 






Sonuç olarak kaya resimleri çalışmaları, modern değerlerin yorumlanmasında, geleceğin kurgulanması ve güven duygusunun tazelenmesi konusunda çok büyük önem taşır. 

Tarih kitaplarımızı açtığımızda, ilk Orhun yazıtlarını görürüz. Halbuki, Orhun yazıtları taşlar üzerindeki yazıların ön sözü değil son sözüdür. Ama yıllarca bize önsöz gibi takdim edilmiştir.

- Muhakkak ki, çalışmalarınızın Tarihsel, arkeolojik, sosyolojik olarak çok boyutlu incelenmesi ve disiplinli bir çalışmayla sistematik olarak ortaya konması gerekiyor. Şu an için bu doğrultuda atılmış adımlar var mı? 

Servet Somuncuoğlu: Biz bunun için de gerekli ilk adımları attık. “Sibirya’dan Anadolu’ya Taştaki Türkler” kitabımızda bu alanlardan çekilmiş 1470 resim bulunuyor. Bu 1470 fotoğrafı bilim adamlarının emrine verdik. Bütün bilim adamları çalışmaların da bu fotoğrafları kaynak göstererek kullanabilirler dedik. Burada kendi adımıza, gerekli adımımızı atmış olduk. Ama tabii bir sonraki adım nedir? (kendi sitesi için tıklayın)

Kurumsal çalışmalardır. Biz sadece bunun ilk adımını atmış olduk. Tek koşulumuz bu resimlerin bir reklam filminde kullanılmamasıydı. Ama bir bilim adamı oradan istediği kadar fotoğrafı alıp makalesinde ve kitaplarında kullanabilme serbestliği tanıdık. Şunu da ekleyeyim, benim elimdeki bütün fotoğrafları isteyen her bilim adamına hiçbir ücret talep etmeden veriyorum. Bugün bunun maddi karşılığı çok yüksek bir meblağdır. Ama biz çalışmayı başından beri “sivil insiyatif” olarak yürüttük. O yüzden ben bu fotoğraflara benim malım olarak bakmadım. “Kız kulesinin” fotoğrafını çekerim size vermem. Ama kaya resimleri için böyle bir şey benim için söz konusu bile olamaz. 

Kaya resimleri artık bu millete mal olmuştur ve bu milletin malıdır. 

Kaya resimleri çok kişi tarafından anlatılacaktır, çizilecektir, yazılacaktır ki değer bulsun, tarihin gerçekleri ortaya çıksın. 






- Bundan sonraki süreçte Türklerin tarih boyunca kullandığı bütün göç yollarını takip etmeyi düşünüyor musunuz?

Servet Somuncuoğlu: Tarih içinde Türklerin göç yollarını biz kısmen takip ettik. Bu süreç nasıl devam edecek? Biz Orta Asya’da çalıştık süreçte hangi ülkeler var? Özbekistan, Türkmenistan, Afganistan, Tacikistan var. Sonra İran, Irak, Suriye, Filistin coğrafyasında çalışılacağız. Daha sonra Doğu Avrupa’ya döneceğiz yani Bulgaristan, Romanya Makedonya, Bosna- Hersek, Kosova, Macaristan, Ukrayna’dan dönüp Kırım’a kadar çıkan saha çalışması olacak. En sonunda Kafkasları çalışarak Türk tarihinin antik dönem görsel belgelerini ortaya koymayı hedefliyoruz. Bu da tahminen beş yıllık bir döneme yayılacaktır…




Peçenek ve Bulgar Kabartmaları Bahaddin Ögel, 
Türk Mitolojisi




Taştaki Türkler - Servet Somuncuoğlu



                              












ANADOLU EN AZ 10 BİN YILDIR TÜRKLERİN VATANI, 
  GÖZ ARDI EDİLEMEYEN GERÇEK

SB.







29 Aralık 2012 Cumartesi

Atatürk Milliyetçiliği Anayasal Vatandaşlıktır – Anıl Çeçen


"Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk Milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir."

Mustafa Kemal Atatürk


Atatürk Milliyetçiliği Anayasal Vatandaşlıktır – Anıl Çeçen

Türkiye Cumhuriyeti anayasası ,anayasanın giriş bölümünde belirtildiği üzere Atatürk milliyetçiliğine bağlı bir devlettir .Devletin kurucusu olan Atatürk’ün ortaya koymuş olduğu devlet modeline uygun olarak hazırlanmış olan Türk anayasasında Atatürk milliyetçiliği kurulmuş olan milli devletin modeli olarak ,anayasa metni içerisinde yer almakta ve bu yönü ile de belirleyici olmaktadır . 

Bu yüzden , Atatürk sonrasında yapılmış olan anayasalarda belirleyici bir ilke olarak yer almış ve kurucu iradenin ortaya koymuş olduğu devlet modelinin sürekliliğini sağlamıştır . Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu olarak geliştirdiği devlet modeli ,bir anlamda bu ilkeye dayanarak var olmuş ve günümüze kadar gelmiştir . Dünyanın hiçbir ülkesinin anayasasında böyle bir düzenleme yer almamış ,sadece dünyanın merkezi coğrafyasında kurulmuş olan ulus devletin içinde bulunduğu bölgenin özel koşulları nedeniyle diğer devletlerden ayrılan farklı konumunun belirlenmesinde bu ilkeden yararlanılmıştır . 

Yalnızca bu ilke nedeniyle , Türkiye cumhuriyeti ulus devleti diğer milli devletlerden farklı bir yapılanmaya sahip olmuş ve Atatürk milliyetçiliğinin bölge koşullarına gerçekçi bir yaklaşım olması nedeniyle , Türk devleti her türlü saldırı ve olumsuz gelişmelere rağmen bugüne kadar ayakta kalarak varlığını koruyabilmiştir .

Türk devletinin dayanmış olduğu Türk milletinin milliyetçiliğine değil de ,devletin kurucusu olan Atatürk’ün adı ile anılan farklı bir milliyetçiliğe dayalı olarak anayasada ele alınması , bölge koşulları ile beraber aynı zamanda devletin sınırları içerisinde yaşamını sürdüren bütün vatandaşları kucaklamak üzere geliştirilmiş ,daha modern bir modelin yasallaştırılmaya çalışmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır .

Dünyanın bütün milli devletleri devletin tabanını oluşturan ulusal yapıların resmi adı ile anılan bir milliyetçilik anlayışına dayanırken ,Türk devletinin anayasasında Türk milliyetçiliğinin değil de Atatürk milliyetçiliğinin esas alınması üzerinde düşünülmesi gerekmektedir . Sadece Atatürk milliyetçiliği ilkesine dayanarak Türkiye Cumhuriyeti anayasasını ideolojik anayasa olarak suçlamak da doğru bir yaklaşım olarak görünmemektedir .Her devlet dayandığı toplumun ve ülkenin özel koşullarının ürünü olarak tarih sahnesine çıkarken ,birbirinden farklı bir seyir izleyerek oluşumunu tamamlayabilmektedir . 

Türkiye Cumhuriyeti de ,dünyanın merkezi imparatorluğu olan Osmanlı devletinin çöküşü sonrasında ortada kalan çok kültürlü heterojen Osmanlı ahalisinin bir ulusal kurtuluş savaşı vererek uluslaşması üzerine gündeme gelen milli devlet kurma girişiminin sonucunda tarih sahnesine çıkmıştır . Bu gerçek iyi bilinirse o zaman kuruluş süreci sonrasında gündeme gelen Atatürk’ün devlet modelinin arkasında yatan siyasal ve toplumsal nedenler bilimsel açıdan daha iyi anlaşılabilecektir . İmparatorluk ahalisinin büyük çoğunluğunun Türkmen asıllı boy ve kavimlerin içinden gelen Türk asıllı bir nüfusa dayanması nedeniyle , Osmanlı sonrasında gündeme gelen milli devlet oluşturma aşamasında Türklük milli devletin adını oluşturmuştur . 

Ne var ki , eski Osmanlı ahalisinin farklı kökenlerden gelmesi dikkate alınarak , milli devlet Türkiye Cumhuriyeti olarak oluşturulurken katı bir Türk milliyetçiliği benimsenmemiş aksine ,Türk kökenli olmayan diğer Osmanlı topluluklarını da aynı devletin çatısı altında ve Misakı Milli sınırları içerisinde bir bütün olarak koruyabilmek açısından , Atatürk’ün geliştirmiş olduğu kucaklayıcı milliyetçilik anlayışı var olan özel koşullara uygun düşen bir gerçekçi yaklaşım olarak benimsenmiştir .

1937 tarihli anayasa değişikliği sırasında Anayasaya Atatürk’ün belirlemiş olduğu ilkeler aynı zamanda devletin de dayandığı temel prensipler olarak alınırken , milliyetçilik ilkesi de anayasal bir kural olma düzeyine gelmiştir . I961 anayasasında ise milliyetçilik anlayışının daha farklı olarak milli devlet kavramı ile anayasaya yansıtıldığı görülmektedir . Milliyetçilik bir Atatürk ilkesi olarak anayasada yer aldıktan sonra kurulmuş olan Türk devletinin diğer milli devletlere benzer bir gelişme süreci içine girmiş olduğu görülmektedir . I961 anayasasının başlangıç kısmında Türk milliyetçiliği ayrıntılı bir biçimde açıklanarak , faşizm ve nazizim gibi aşırı ideolojilere yol açan katı bir milliyetçilikten uzak kalınmaya çalışılmıştır . 

1982 anayasası ise ,doğrudan doğruya ikinci maddesinde devletin Atatürk milliyetçiliğine bağlı yapısını açıklayarak ,milletin ismine dayalı bir milliyetçilikten uzaklaşarak devlet kurucusunun adına dayanan bir milliyetçilik anlayışını gündeme getirmiştir . Türk milli devletine karşı olan emperyalist çevrelerin Türklük düşmanlığı yaparak devletin çökertilmesine giden yolu açmalarını önlemek üzere , Türk milliyetçiliğinin ötesine gidilerek Atatürk milliyetçiliği bir anayasal ilkeye çevrilmiştir . Yanlış anlamaların ve istismarların önlenmesi doğrultusunda ,daha çağdaş,akılcı ,ilerici,demokratik,toplayıcı,birleştirici ,insani ve barışçı bir yaklaşım olarak Atatürk milliyetçiliği bir anayasa ilkesi haline getirilmiştir . 

Her türlü ırkçılığa,şovenizme ,saldırganlığa ve aşırı milliyetçiliğe karşı bir gelişmiş çizgide Atatürk milliyetçiliği Türkiye Cumhuriyeti anayasasına girmiştir . Kurucu önder Atatürk’e göre ,Türk toplumunun bağımsız kimliğinin oluşturulması ve korunması için milli bir yaklaşımın geliştirilmesi zorunlu olmuş ve bu doğrultuda milli devlet kurulmuştur . Barışı esas ilke olarak benimseyen Atatürk , Türk milliyetçiliğini ırkçı,saldırgan ya da emperyal bir çizgide değil ama , diğer milletler ve ülkeler ile yakınlaşmak ve işbirliği ile dostlukları geliştirerek dünya barışına katkıda bulunabilmeyi hedeflemiştir .

Türk devletinin insan unsurunun adı konulurken ,çağdaş ulus devletlerde görülen bir milli devlet ve hukuk düzeni kurulmaya çalışılmıştır . Atatürk devleti kurarken ,Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir ,diyerek manevi değil ama maddi bir millet anlayışını benimsemiş ve bu doğrultuda Misakı Milli sınırları içerisinde yaşamını sürdürmekte olan eski Osmanlı ahalisini Türkiye halkı olarak kabül etmiş ve milli devleti kurarken , bu Türkiye halkına Türk milleti olarak isimlendirme yapmıştır . Çok uluslu bir imparatorluk arazinin tam ortasında tek ulusa dayanan bir ulus devlet oluştururken Türkler kadar Türk asıllı olmayan kişi ve toplulukları da dikkate almış ve bunları , bir milletçi yaklaşımla değil halkçı bir bakışla ele almış , Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna giden yolda Misakı Milli sınırları içerisinde işgalci düşman ordularına karşı Kuvay-ı Milliye savaşına katılan ve daha sonraki aşamada da temsilcileri aracılığı ile devletin kuruluşuna ortak olan her kesimi eşit bir çizgide düşünerek, milli devletin tabanını oluşturan Türk milletini ırkçı değil ama halkçı bir yaklaşım ile tanımlamıştır . 

Devletin tabanında var olan Türk milleti tarih öncesinden gelen manevi ya da kültürel bağlar ile değil ama aynı vatan topraklarında ve ortak sınırlar içinde yaşamını sürdüren bütün insanları ve toplulukları bütünsellik içerisinde ele alarak , hiçbir kesimi ya da insanı dışlamadan kucaklayıcı bir politika ile Türkiye halkı tanımını Türk milleti açıklamasının ana özü olarak dile getirmiştir .Eski Osmanlı ahalisi , gene yaşadığı bölgede varlığını özgürce sürdürmüş , ama yeni devletin kuruluşundan sonra Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı statüsünü ve bu statüden kaynaklanan tüm hakları diğer vatandaşlar ile birlikte eşit olarak kazanmıştır . Cumhuriyet devletinin uyruğu altına girmekle Türk vatandaşlığı statüsü kazanılmış ,Türk kökenli olsun ya da olmasın bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları anayasal düzen içinde eşit Türk vatandaşları olarak kabul edilmişlerdir . 

Tüm ulus devletlerde olduğu gibi yeni Türk devleti de ulusal vatandaşlık esası üzerine kurulduğu için ,Atatürk tarafından geliştirilen bu yöntem ile , tek ve büyük bir ulus devletin dünyanın merkezi coğrafyasında kurulabilmesi gerçekleştirilmiştir .

Soğuk savaşın son döneminde , Türkiye’nin doğu bölgelerinde bölücü bir etnik terör hareketi gündeme gelince , bunun üzerine Atatürk’ün milli devleti ulusal bir refleks ile kendini korumaya yönelerek ,devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü biçiminde yeni bir milli ilkeyi benimseyerek anayasaya koymak zorunda kalmıştır .Diğer ulus devletler gibi üniter bir siyasal modele sahip olan Türkiye Cumhuriyeti , Misakı Milli sınırları içerisinde tek bir devlet olduğunu yasal bir zemine oturtabilmek için , devletin dayandığı ülke ya da millet tabanlarının bölünemeyeceğini böylece yeni anayasal düzenleme ile açıkça ortaya koymuştur . 

Türkiye’nin tam ortasında yer aldığı eski Osmanlı hinterlandını ele geçirmeye yönelik bütün emperyal projeler Türkiye’yi bölmeyi ya da başka yönlere çekerek Atatürk’ün devlet modelini tasfiye etmeyi planladığından ,sadece Atatürk milliyetçiliği ilkesinin ülkenin birliği ve bütünlüğünü korumada yetersiz kaldığı görülerek ,daha güçlü ve etkin bir biçimde devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü kuralı yeni bir anayasal ilke haline getirilmiştir . Ayrılıkçı akımların dış desteklerle güçlenmesi , zamanla terör ve benzeri sıcak çatışma girişimlerine kalkışması dikkate alınarak böylesine bir yola gidilmiş , küreselleşme döneminde dünya ülkelerine yeni yapılanmalar dayatılırken ,Türkiye’nin içinde bulunduğu merkezi alana yönelik hegemonya projeleri terör,isyan,ayaklanma ve sıcak çatışmalar yolu ile devreye sokularak farklı devlet yapılanmaları gündeme getirilmek istenmiştir . 

Bu gibi dış senaryolar ,ülke içinde yaşamını sürdüren farklı etnik kökene dayanan toplulukları ulus devletlere karşı ayaklanmaya doğru yönlendirirken , Türkiye’de benzeri gelişmeler ile son çeyrek yüzyıllık zaman dilimi içinde fazlasıyla karşı karşıya kalmıştır . Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içinde farklı ulus devlet oluşturmak isteyen emperyal devletler etnik köken ayrılıklarını yeniden canlandırırken , diğer ulus devletlerde görülen ulusal refleksler doğrultusunda yerleşik kamu düzenini koruma yaklaşımı öne çıkmıştır .

Küreselleşme dönemine girilmesiyle beraber geçmişten gelen alışılmış tutum ve yaklaşımların dışına çıkan yepyeni bazı öneriler ve girişimler gündeme getilmiş ve bu yüzden de ulus devletler çok ciddi sorunlarla karşılaşarak daha fazla dağılma ya da parçalanma riski ile karşılaşmışlardır . Küreselleşme akımının zamanla süper emperyalizme dönüşmesiyle beraber bütün ulus devletler hedef haline gelmiş ve bunun sonucunda da zayıf ulus devletlerin parçalanarak ortadan kalkma aşamasına doğru sürüklendikleri görülmüştür . 

Özellikle , ulus devletlerin sınırları içerisinde yaşayan farklı etnik ,dinsel ya da kültürel kökenden gelen grupların yerel yönetimler düzeyinde başkentten ayrı bir bölgesel yönetim oluşturmaya doğru yönlendirilmişlerdir . Çeşitli bölgelerde yaşamlarını sürdüren farklı kökenden gelen grupların kendi küçük devletlerini oluşturmaya doğru yönlendirilmeleri ,ulus devletlerden kopma ve yeni küçük devletler yaratma gibi sonuçlara neden olmuş ve böylece ulus devletler dönemine son verilmek istenmiştir . Bir çok açıdan çeşitli handikapları öne çıkaran bu gibi girişimler ulus devletleri bir iç hesaplaşmaya doğru sürüklerken ,bazı büyük ve güçlü ulus devletler küresel emperyalizmin dayattığı dağılma senaryolarına karşı yeni çıkış yolları aramaya başlamışlar ,bazıları merkezi yapıları güçlendirerek parçalanmayı önlemeğe çalışırken , diğer yandan Avrupa üzerinden bazı bilim adamlarının öncülüğünde geliştirilen anayasal vatandaşlık konusu tartışılmaya başlanmıştır . Özellikle milliyetçiliğin vatanseverlik çizgisinde anlaşıldığı bazı büyük Avrupa ülkelerinde bu doğrultuda bir anayasal yurtseverlik görüşü geliştirilmeye çalışılmış ve bu çizgide , kültürel haklar üzerinden gündeme getirilen sosyal ayrışma ya da siyasal ayrılmaların önü kesilmek istenmiştir . Anayasal yurtseverlik tartışmaları sonrasında bir de anayasal vatandaşlık konusu öne çıkmış ve yeni dönemde farklı etnik ya da dinsel grupların ulus devletlerden ayrılmalarını önleyebilme doğrultusunda anayasal vatandaşlık kavramı geliştirilmeye çalışılmıştır .

Normal koşullarda ulus devletlerde ulusal vatandaşlıklar geçerli olmuştur . Küreselleşme sürecinin dayattığı yeni koşullarda kültürel haklar üzerinden alt kimlikler hortlatılınca ,bu kez bir üst kimlik olarak geliştirilmiş olan ulusal kimlikler tartışılmaya başlanmış ve alt kimliklerin güçlendirilmesiyle beraber alt kimlikli vatandaşlar ulus devlet vatandaşlığından uzaklaştırılarak kendi alt kimliklerinin ulusal devletlerini kurmaya doğru yönlendirilmişlerdir . Alt kimlikler güçlendirilirken , üst kimlikler yıpratılmış , ulus devlet vatandaşlarının etnik,dinsel ya da kültürel anlamdaki alt kimliklerinin esas kimlikleri haline getirilmeleriyle daha küçük ulus devletçikler yaratılmasına çalışılmıştır . Bu aşamada artık eski ulusal kimliklerin yavaş yavaş terk edildiği ve yerine alt kimlikli yeni vatandaşların ortaya çıkmaya başladığı görülmüştür . 

İşte bu tür gelişmelerin ulusal toplumları çözmesini önlemek isteyen ve alt kimlikli yurttaşların yeni dönemde de vatandaşı olduğu devletlerin çatısı altında yaşama şansını sürdürebilmesini isteyen bazı kesimler anayasal vatandaşlık ilkesini öne çıkarmışlardır . Bu ilkeye göre , herkes sınırları içinde yaşadığı her ülkede o ülke devletinin eşit koşullarda vatandaşı olma hakkına sahiptir . Her devletin sınırları içinde yaşayan insanlar prensip olarak o devletin vatandaşı sayılmaktadır .Ulus devletler de de bu durum aynen uygulanmaktadır . 

Ne var ki , eskiden beri ulus devlet vatandaşı olarak o ulusun parçası olan etnik ve dinsel toplulukların artık kendi yönetimlerini kurmaları doğrultusunda küresel destekler gündeme geldiği aşamada artık alt kimlikli toplulukların içinde yaşadıkları ülkede var olan ulusun üyesi ya da vatandaşı olmaktan vazgeçmeye başladıkları ve o ulus devletten kaparak kendi küçük ulusal yapılanmalarını oluşturmak istedikleri gündeme gelmiştir . Avrupa Birliği süreci içinde ulusal azınlıkları koruma sözleşmesinin imzalanması , büyük ulus devletlerin güçlerini kırmak doğrultusunda küçük ulus devletlerin kültürel haklar üzerinden küresel sermayenin destekleri ile kurulmaya çalışıldığı görülmektedir . Ulusal azınlıklar kültürel haklara sahip olduktan sonra siyasal bağımsızlığa yönelerek kendi küçük ulus devletlerini oluşturmaya yöneldikleri anlaşılmaktadır . 

Böylece küresel sermaye büyük ulus devletlerin direnişini kırarak , küçük ulus devletleri kurmayı düşündükleri dünya devletinin eyaletleri haline dönüştürmeye çalışmaktadırlar . Büyük ulus devletler ,ulusal kimliğin ve vatandaşlığın reddi ile dağılmaya doğru iteklenirken ,alt kimlikli topluluklar da azınlık hakları üzerinden yeni küçük ulusal yapılanmalar olarak devreye sokulmaya çalışılmaktadır .

Küreselleşme aşamasında gündeme getirilen anayasal vatandaşlık kurumunun , alt kimliğe yönelmiş olan topluluk ve grupların ulus devletlerden kopmasını önleyebilecek bir çözüm olduğu öne sürülmüştür . Bu ilkeye göre , bir devletin çatısı altında yaşayan herkes eşit olarak sınırları içinde yaşadığı devletin vatandaşı olmağa hakkı vardır . Bu eşitlik doğrultusunda tüm alt kimlikler hiçbir ayrımcılık yapılmadan eşit vatandaşlık statüsüne sahip olabilmektedirler . Böylesine bir sonucun sağlanabilmesi için , ulus devletler ile vatandaşları arasında sürüp gitmekte olan ulusal vatandaşlığın kaldırılması ve yerine anayasal vatandaşlığın getirilmesi gerekmektedir . Ulusal vatandaşlığın kaldırılmasıyla beraber ulus devlet uygulaması da son bulacağı için , bütün ulus devletler artık hiçbir ulusal kimlik ile tanımlanmayan siyasal organizasyonlara dönüşeceklerdir . 

Devletlerin ulusal kimliğine son verilecek ama bu merkezi devlet yapılanmaları yerel devletler kurulana kadar sürdürülecektir . Ulus devletlerden eyalet devletlere geçilirken merkezi devletin devam ettiği sürece vatandaşlıklar da devam edecek ama sadece anayasal ve yasal anlamda bir statü sağlayacaklardır . Alt kimliklerle oluşturulacak küçük devletçikler ya da eyaletler kurulana kadar insanların devletleri ile olan vatandaşlık ilişkileri artık ulusal olarak değil ama anayasa üzerinden hukuksal olarak devam edebilecektir . Anayasaya dayanan merkezi devletler yerel küçük devletlerin ve küresel pazarların oluşumu sürecinde sadece düzenleyici devletler olarak etkilerini sürdürecekler ,alt kimlikli vatandaşların yerel devleti kurulana kadar vatandaşlık ilişkisini sadece hukuki olarak anayasa üzerinden koruyabileceklerdir . Ulus devletlerde ulusal vatandaşlıktan anayasal vatandaşlığa geçilmesiyle beraber , alt kimlikli toplumların hemen kopmaları önlenebilecek , ulus devletlerden eyalet devletlerine geçiş sürecinde anayasal vatandaşlık düzenleyici devlet ile vatandaşları arasındaki hukuksal bağı oluşturacaktır .

Anayasal vatandaşlık kurumu ulusal vatandaşlık ile karşılaştırıldığında , herhangi bir kimlik içermeyen ve sadece ülke vatandaşlarını devlet düzeninin getirmiş olduğu hak ve özgürlüklerden yararlanmalarını sağlayacak yasal bir statüdür .Ulus devlette tüm vatandaşlar ulus devletin eşit üyeleri olarak görülürken ,ulusallığı ortadan kaldırılmış devlet yapıları içinde vatandaşlar alt kimliklerinin getirmiş olduğu her türlü farklılığı yaşayabileceklerdir . Anayasanın vatandaşlara tanıdığı haklar eşit olarak herkese verilirken , alt kimlikler yüzünden gündeme gelen etnik ya da dinsel ayrılıklar ile kültürel farklılıklar toplum içerisindeki birlik ve bütünlüğü ortadan kaldıracak ve birbirinden ayrı toplulukların kendi özel kökenlerinin getirmiş olduğu birbirinden çok farklı yaşam biçim ve düzenlerine yönelerek büyük ulus toplumdan giderek kopma sürecine gireceklerdir .

Böylece geleceğin küçük devletçikleri ya da eyaletlerinin oluşum süreci anayasal vatandaşlık statüsü çerçevesinde desteklenecektir . Anayasal vatandaşlık ulus devlet vatandaşlığının kaldırıldığı aşamada var olan devlet yapılarında önemli bir boşluğu dolduracak ,ulusal vatandaşlığın getirmiş olduğu birlik ve bütünlüğü ortadan kaldırarak geleceğin küresel imparatorluğu yolunda gündeme gelecek ulus devletlerin parçalanması oluşumuna yardımcı olacaktır . Anayasal vatandaşlık aracılığı ile merkezi devlete bağlılığını sürdüren topluluklar, gelecekte en kısa zamanda kendi yerel devletlerini oluşturmak durumunda kalacakları için ulus devletlerin dağılmasına yardımcı olarak kopma noktasına geleceklerdir . Ulus devletlerden eyalet devletlere geçiş aşamasında anayasal vatandaşlık bir geçiş dönemi statüsü olarak özel bir misyonu yerine getirecektir . 

Küresel emperyalizmin son hedefi bir dünya imparatorluğu olduğu için ulus devletlere karşı yürütülen savaşta ulus devletten eyaletlere geçişte anayasal vatandaşlığın bir ara dönem uygulaması olarak dikkate alındığı açıktır .

Anayasal vatandaşlık ulus devletlerin kalıcı yapılanması içinde ele alındığında ,var olan siyasal yapılanmanın çöküşünün önlenebilmesi açısından bir çözüm önerisi olarak da düşünüldüğü anlaşılmaktadır . Anayasalardaki ulusal vatandaşlık ile ilgili maddelerin kaldırılması yerine anayasal vatandaşlık ile ilgili düzenlemelerin konulmasıyla beraber var olan devletler ulusallıklarını kaybedecekler , bu yüzden de devletlerin dayanmış olduğu toplumlar ulus olmanın ötesinde bir nüfus ya da halk topluluğu olarak görülebilecektir . Devletlerin ulusallıklarını yitirmesi ve daha sonraki aşamada devletin insan unsurunu oluşturan toplumların da ulus olmanın gerisine düşerek yeniden bir halk topluluğu konumuna sürüklenmesiyle beraber dünya da var olan devletler üzerinden kurulmuş olan bütün siyasal yapıları ve ilişkileri değiştirerek bir kaotik ortama doğru tüm insanlığı sürükleyebilecektir . 

Anayasal vatandaşlık sadece kimliksiz devletler ile alt kimlikli grupları bir arada tutabilecek ama , aynı zamanda ulusların dağılmasına ve devletlerin dayanmış olduğu ulusal toplum yapılanmalarının da çöküşüne giden yolları açabilecektir . Küreselci düşünürler ve hukuk adamları anayasal vatandaşlık uygulamasını bir yeni düzenleme olarak gündeme getirirlerken ya da savunurlarken ,küresel şirketler ile ulus devletler çekişmesi sürecinde küreselleşmeden yana tavır koyarak ulus devletleri karşılarına almaktadırlar . Avrupa gibi uygarlığın beşiği olan bir kıtada anayasal vatandaşlık tartışmalarının çok gelişmesine rağmen ,büyük ulus devletler hala eski yapılarını koruyarak ulusal vatandaşlığa dayalı anayasalarını korumaktadırlar . 

Üç yüz yıllık ulus devletler dönemi kalıcı etkiler yarattığı için , Avrupa devletlerinin halkları sahip oldukları ulusal kültürün sonucu olan ulusal kimliklerinden vazgeçmemişler ama anayasal vatandaşlık konusunu da küreselleşme sürecinde insan hakları üzerinden tartışmayı sürdürmüşlerdir .

Avrupa kıtasının yanı başında ,ulus devletler çağı devam ederken ,çağdaş bir ulus devlet kurmuş olan Atatürk , Avrupa’nın beş yüz yıllık geçmişini dikkate alarak hareket etmiş ve ilk kez bir Müslüman toplum içinde bir ulus devlet kurarken , ulus devletlerin laik,üniter,merkezi , çağdaş ,cumhuriyetçi ve halkçı yönlerini birlikte ele alarak Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur . Batı dünyası ,İslam dünyası ve Sovyet dünyası arasında merkezi bir devlet kurarken , her üç sistemden yararlanan Atatürk , bir merkezi devlette olması gereken sentezci bir yaklaşım ile hareket etmiş ve kurduğu milli devleti halkçı bir yapı üzerine oturtmaya çalışmıştır . 

1921 yılında ilk Türk anayasası çıkartılırken , TBMM’ye verdiği anayasa önerisinin adını “Halkçılık bildirisi “ olarak kaleme almış ,böylece , imparatorluk sonrasında bir ulus devlet kurarken ,katı bir milliyetçi bir yaklaşım ile değil ama halkçılığı esas alan bir ulusalcılık ile hareket etmiştir . Ulusal kurtuluş savaşı sırasında bütün ülke batılı emperyal ülkelerin işgalci birliklerinin baskısı altında iken ,halkın temsilcilerini seçimler ile belirleyen kurucu kadronun önderi olarak Mustafa Kemal halkçı bir anayasa önererek , kurduğu ulus devleti halkçılık esasına oturtuyordu . 

Milli devlet kurulurken , milliyetçilik ana ilke olarak benimsenmesine rağmen aynı doğrultuda halkçılığın da kabul edilmesi , halkçılık esasına dayanan bir milli devlet olarak Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğunu gösteriyordu . İlk anayasa tasarısının başlığının milliyetçilik değil de halkçılık olarak belirlenmesi bu durumun en açık göstergesidir . Halkın kendi kendini temsilcileri aracılığı ile yönetmesi esasına dayanan ilk anayasada Türklük ya da Türkçülük adına özel bir düzenleme yapılmıyor , sadece Anadolu ve Rumeli halkının çağdaş bir cumhuriyet rejimine kavuşabilmesi doğrultusunda halkçı bir milli devlet oluşturuluyordu .

TÜRKİYE Cumhuriyeti anayasasının başlangıç kısmında yer alan Atatürk milliyetçiliğine dayalı bir devlet anlayışının gerisinde ,hem tarihten hem de ülke koşullarından gelen bir bilgi birikiminin bulunduğu ve herkesin eşit vatandaşlar olarak yer aldığı yeni bir yapılanmaya gidildiği görülmektedir .Halkçı milli devletin anayasasında da ulus devlet vatandaşlığı ilke olarak benimseniyor ama gayri Müslimlerin azınlık hakları da uluslar arası antlaşmalar doğrultusunda kabul ediliyordu . Bazı gayrimüslim kesimler çağdaş bir cumhuriyet rejimi ilan edilince ,azınlık haklarından vazgeçerek Türkiye Cumhuriyetinin eşit vatandaşı olmayı benimsiyorlardı .

Onların bu tutumu da Kemalist rejimin katı bir milliyetçi değiş ama halkçı bir ulusalcılığı bilinçli olarak izlediğini ortaya koyuyordu . Atatürk halkçı bir ulusalcılık ile , milli devletin vatandaşlarını tıpkı anayasal vatandaşlık da olduğu gibi eşit bir statüye kavuşturarak hiçbir ulusalcı ayırım yapmıyordu . Müslüman kitleler devletin eşit vatandaşları olarak benimsenirken , batı ülkelerinde olduğu gibi farklı dinsel grupların azınlık hakları bulunduğu da ilke olarak olumlu karşılanıyordu . 

Küresel çağın anayasal vatandaşlık uygulamasına , Atatürk yüz yıl önce yönelerek geleceği gören ilerici bir yaklaşım sergiliyor ve halkçılık ilkesini anayasal bir kural haline getirerek halkçı bir ulusalcılık ile ,Türk kökenli olmayan ya da Türklüğü benimsemeyen çeşitli kesimlerden gelen insanları da yeni kurulan devletin çatısı altında bir araya getirmeye çaba sarf ediyordu . Halkçı bir anayasa ile başlayan Atatürk kurduğu milli devleti halkçılık temeline oturtma çabası içerisinde yeni adımlar atıyor , ulusal sınırlar içerisinde yaşamakta olan hiçbir kesimi ya da topluluğu dışlamadan hareket ediyor , onların hepsini genç cumhuriyetin kolları ile kucaklamaya çalışıyordu .Eski Osmanlı ahalisi Türk ulusuna dönüşürken , bu halkın hiçbir kemsi ya da ferdi dışlanmıyor ve halkçılık temeline dayandırılan yeni ulus devletin çatısı altında halkçı bir ulusalcılık anlayışı çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına alınıyordu . 

Burada görünüşte bir ulus devlet ya da ulusal vatandaşlık var gibi görülmesine rağmen aslında uygulanan politikanın halkçı bir ulusalcılık olması nedeniyle gerçekte anayasal vatandaşlık benzeri bir uygulamaya gidilerek o zamana göre son derece ileri bir anlayış sergileniyordu . Zoraki bir ulusçuluk değil ama anayasal çerçevede bir ulus devlet vatandaşlığı ,alt kimlikli kesimlerin yararlanmaları için sunuluyordu .

İmparatorluktan ulus devlete geçilirken ,son derece yararlı çalışmalar yapan ve Osmanlı döneminden kalan dağınık halk kitlelerini yeni bir ulus devlet çatısı altında eşit vatandaşlar olarak düzene koyan Türk Ocakları örgütlenmesi , devletin kuruluş yıllarında eski Osmanlı ahalisinin çağdaş bir ulusa dönüştürülmesinde çok yararlı olmuştur . 

Ne var ki ,cumhuriyetin ilanından sonra batılı gizli servislerin kışkırtmalarıyla doğu Anadolu’da birbiri ardı sıra isyanlar ortaya çıkınca ,devletin kurucusu olarak Atatürk Türk Ocakları’nı Halkevlerine dönüştürerek , ikinci bir halkçılık açılımı yapmaya çalışmıştır . Böylece ülkenin doğusunda ve batısında ABD başkanının ilan ettiği üzere farklı din ve etnik kökenden gelen topluluklara ayrı devletler kurdurulmaya çalışılmasının önüne geçilmeğe çalışılmıştır . Devletin isminde Türk adı bulunmasına rağmen , yaygın kültür örgütü olan Türk Ocakları kapatılarak içe dönük katı bir milliyetçilik yapılmasının önüne geçilmiş ve , ilk anayasanın meclise sunuluşu sırasında öne çıkan halkçı yaklaşım , Türk Ocakları yerine kurulan yeni kitlesel kültür kurumunun adının Halkevleri olarak belirlenmesiyle ikinci kez öne çıkarılmıştır . 

Böylece ülkenin dört bir yanında açılan beş binden fazla Halkevi ve Halk odasının çatısı altında bütün Rumeli ve Anadolu insanı bir araya getirilmeye çalışılmıştır . Atatürk’ün deyimiyle , Halkevleri aracılığı ile bütün vatandaşlara kucak açılmasıyla ülkede çok önemli sosyal ve kültürel bir devrim yapılmıştır . Böylece alt kimlikli grup ya da toplulukların , batılı emperyalistlerin kışkırtmalarıyla ülkeden kopmalarını önleyecek bir yeni denge mekanizması oluşturulmaya çalışılmıştır . 

Halkevleri aracılığı ile her kökenden gelen insanlar eşit bir çizgide bir araya getirilmeye çalışılmış , ulus devletin ulusal vatandaşlığına karşı alt kimliklerin çıkartılmasına karşı , ulusal kimlik ya da milliyetçi bir tutumun ötesinde halkçı bir yaklaşım aracılığı ile toplumsal bir barış ve uzlaşma dönemine geçilmek istenmiştir . Atatürk’ün milliyetçiliğinin diğer milliyetçi akımlardan ayrılmasının temel nedeni halkçılığa dayanması ve bu ilkeyi devletin ana esası düzeyine getirmesidir . Halkevleri bu amaçla kurulmuş ve kısa zamanda Türkiye insanını orta çağ uykusundan uyandırarak , genç cumhuriyetin çağdaş toplumu haline getirebilmiştir .


Küresel emperyalizmin desteklediği Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail projeleri doğrultusunda bütün Osmanlı hinterlandında küçük eyaletlerden oluşan bir bölgesel federasyon istendiği için ,Türkiye’nin de ulus devlet olmaktan çıkması doğrultusunda ulusal vatandaşlığın kaldırılması ve yerine anayasal vatandaşlığın getirilmesi istenmektedir . Türkiye bu sorun ile daha kuruluş aşamasında karşı karşıya geldiği için , Atatürk bu sorunu halkçılık esasına dayanan bir ulusalcılık uygulaması ile aşmaya çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur . Bu yüzden , Türkiye Cumhuriyeti anayasasında Türk milliyetçiliği değil ama Atatürk milliyetçiliği ilkesi Atatürk’ün devlet modelinin temel bir ilkesi olarak yer almaktadır . 

Bu açıdan Atatürk milliyetçiliği için bir anlamda anayasal vatandaşlık doğrultusunda bir tanım yapılabilir ,çünkü bugün gündeme getirilen anayasal vatandaşlık sorunu yüz yıl önce Türk devletinin kuruluşunu tehdit eden alt kimlikler sorununun aşılabilmesi için önerilmektedir . Halkçılık esasını benimsemiş,devlet yapısını halkçı bir temele oturtmuş olan Atatürk Cumhuriyetinde bütün alt kimlikli gruplar ve vatandaşlar halkçı bir ulusalcı devlet modeli içinde yaşamlarını uyum içinde sürdürebilmişlerdir . 

Batı emperyalizminin Siyonizm ile işbirliği yaparak merkezi alana müdahale etmesi aşamasında yeniden hortlatılan alt kimlikler yolu ile ulusal vatandaşlıktan vazgeçilmesi devlet yapısını çökertecek , anayasal vatandaşlığın bu aşamada yeni vatandaşlık türü olarak öne çıkarılmasıyla da Sevr haritası doğrultusunda Balkanizasyonu Türkiye üzerinden Orta Doğu’ya taşıyacak,bölgedeki on ulus devleti otuz eyalet devletine dönüştürerek emperyalizmin önünü açacaktır . 

Kanada,Amerika,Avustralya,Güney Afrika gibi Britanya imparatorluğu çatısı altında göçmen kabul eden büyük göçmen devletlerinde görülen çok kültürlü yapı doğrultusunda önerilen anayasal vatandaşlık ,Avrupa’nın ulus devletlerinde tam olarak uygulanamamıştır.Türkiye’de bir ulus devlet olarak , ulusal bütünlüğünü sarsabilecek böyle bir dönüşüme hazır değildir .

Bu çerçevede , Atatürk milliyetçiliği devletin halkçı yapısı doğrultusunda devreye sokularak bugünün gereksinimleri dün olduğu gibi yeniden karşılanabilmelidir . Atatürk milliyetçiliğini anayasal vatandaşlık gerektiren durumlar için daha gelişmiş bir çizgide yeniden düzenleyerek ,Türkiye bazı sıkıntılarını aşabilecektir . 

Geçmişin deneyimleri bu konuda bugünün yönetimlerine ışık tutmakta ve ders vermektedir . Atatürk milliyetçiliğinin halkçılık özüne dayalı ulusalcı yapısı , ulusal vatandaşlığın yarattığı sorunların aşılmasında destek sağlayarak ,Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı dönemeci aşmasına yardımcı olabilecek ve anayasal vatandaşlığa geçilmesine gerek bırakmayacaktır .

Prof.Dr. Anıl Çeçen
04.12.2012
hakimiyetimilliye.org


***