Translate

28 Mart 2014 Cuma

MİDAS, MUŞKİLER , HİTİTLER , KAŞKALAR


Batılılar Frig Başlığı diyor, lakin bu tiplerin hepsi de İskit Türk başlığıdır.



"Bu neticede Kaškaların Hitit Devleti’nin son bulmasıyla birlikte Muški yerleşim alanları olan Orta Anadolu’ya kadar yayıldıkları düşünülebilir. Ayrıca Mita ismi Hitit Devleti’nin çökmesinin ardından birkaç yüzyıl sonra bölgede merkezi bir devlet kurmayı başarmış Friglerin mitolojik kralı Midas’ı da akla getirmektedir. .."



Hitit-Kaška İlişkilerinde Yanıtı Aranan Bazı Sorular
Serkan Demirel
Öğretim Görevlisi, Karadeniz Teknik Üniversitesi
Akademik Bakış, Cilt 6 Sayı 12, Yaz 2013



....


Muşkilər İskit kavmi idi. Yunanlar onlara Mosx, ya da Mossinyok derlərdi. ismilərinin də ağac evlərdə və ormanlarda yaşadıqlarından dolayı aldıqlarını söylərldi. Akkad yazılarında bu Muşkiler Meşex, ya da Meşequkimi keçər. 

Akkadcada bol Türkcə kəlmələr vardır və ağac anlamında meşek, arman sözləri vardır.

Yəni anladığımız bu Muşki/Mosx/Mossinyok/Meşequ boylarının adı bizim meşe sözündəndir. Kəndiləri Türk və Ural kavimlərinin karışımı idi. 

Daha sonra onları kral İskitlər (Han Oğuzlar) Asurlarla bitməyən savaşlardan dolayı yanlarına alıb Anadolu-Trakya-Balkan və Kavkaz-Doğu Avropa yolları ilə köç etdilər. 

Şu an Rusiyada yaşayan Meşer Tatarları (Ağaçerilər) və Ural boyu olan Mokşalar (Mordvinlərin önəmli kolu) kəndi adlarında o ismin hatırasını daşıyırlar. İlk əvvəllər Mosok şəklində olan Moskva toponimi də o ismin hatıranısını yaşadır.


Elşad Alili.-Tarihçi-Bakü


___


Midas - Müşkili Mita
Yayınevi: Arkeoloji Sanat Yayınları


Günümüzden yaklaşık iki bin yedi yüz elli yıl öncesiydi...

Likya'nın başkenti Patara’yı geride bırakıp, daha refah bir yaşam sürmek için, Gordion'a doğru yollara düşen bir orman işçisi, oğlu ve karısıyla birlikte atıldığı bu maceranın sonunun sürprizlerle dolu olacağını nereden bilebilirdi. İki denk eşya ile kaderlerini de yüklediği arabasıyla girdiği kent kapısında, “Kral” olarak karşılanan ormancı,yönlendirildiği Frig Sarayı’na giderken, teşekkür için tanrılara armağan ettiği arabasının okuna attığı kördüğümle belki de alın yazılarını da düğümlüyordu.

Kader, onları kral, kraliçe, prens yaptı. Ama ne yazık ki, ne şans getirdi, ne de mutluluk...İşte, yüzü aşkın bilimsel kaynağın, onlarca bilim insanının, bu konuda çekilmiş belgesellerin ve yaşamım boyunca edindiğim arkeolojik bilgilerin katkılarıyla kaleme aldığım, MİDAS “Muşkili Mita”,onların acılarla dolu yaşam öykülerini dillendiriyor. 

Özellikle de, hâlâ sürmekte olan ve asla bitmeyecek öyküyü; Eşekkulaklarıyla ünlü Frig Kralı Midas’ın,acılarla dolu yaşam öyküsünü...


Korkmaz Göçmen





(Not:Kitabı henüz okumadım, içeriğini bilmiyorum.SB)

TÜRKLER VE BALKANLAR






...Şehirlerde ve köylerde , Türklerle uzun yüzyıllar beraber yaşama, Osmanlı devletinin kanun ve altyapı kurumlarının etkisi, ve nihayet Osmanlı yüksek kültürünün bir prestij-kültür olarak takildi, Balkan yerli halkı arasında kültürleşmenin başlıca yollarını oluşturmuştur.

W.Hasluck, Hıristiyan ve İslam halk inanışları ve adetlerinin her iki toplum üyelerince ne kadar geniş ölçüde paylaşıldığını göstermiştir. Bunda, Bektaşilik gibi halk dini tarikatlarının eklektizmi önemli rol oynamıştır.

Öbür yandan, Rumeli Türkleri, Balkan yerli halklarından tarım, günlük hayat ve sanatlarda birçok kültür unsurları almışlar, böylece zamanla Rumeli'li ile Anadolu'lu arasında bir kere kültür farklılığı ortaya çıkmıştır.

Fakat Balkanlar'da ve Avrupa'da bilmezlikten gelinen başka bir gerçek, 19. ve 20. yüzyılda Rus istilaları ve yeni milli Balkan devletlerinin baskı ve hatta etnik arındırma hareketleriyle Müslümanların ortadan kaldırılması girişimleridir.

Bunun sonucu yüzbinlerce Müslüman ya soykırımına kurban gitmiş, yahut Türkiye'ye muhacir olarak kaçmak zorunda kalmıştır.

Yaklaşık ikiyüz yıldır süregelen ve son korkunç tekrarına, Bulgaristan ve Bosna da tanık olduğumuz dramın belgelerini Bilal Şimşir yayınlamış bulunmaktadır.

Balkanlar'da beşyüz yıldır yurd tutmuş Türklerin, ve Müslümanların soykırımı karşısında, Batı Hıristiyan dünyasının tasvib derecesine varan kayıtsızlığı insanlık tarihi için bir lekedir.

"Çadırları ile geldiler, çadırlarını toplayıp gidiyorlar" lafı 21. yüzyılda bir Avrupalı devlet adamının ağzından çıkmıştır.*

(* 1911 tarihli ency.Britannica: The five centuries of Turkish rule (1396-1878) form a dark epoch in Bulgarian history. The invaders carried fire and sword through the lands, towns, villages and monasteries were sacked and destroyed and whole districts were converted into desolate wastes."

Anadili Slavca, Arnavutça, Yunanca olan türkçe konuşmayan toplulukların İslamlaşmış yerli Hıristiyan halktan oldukları genellikle ileri sürülür. Fakat bugün bu insanları Müslüman diye cezalandırmak, Ortaçağlardaki Haçlı soykırımlarını hatırlatan çağdışı bir davranıştır.

1870'de Bosna-Hersek'te çoğunluk olan Osmanlılar böyle bir şey yapmamışlardır.

Osmanlı dönemind İslamiyeti kitle halinde kabul eden yerli halk, en çok Balkanlar'ın batı kısmında, Arnavutluk, Kosova ve Bosna'da bulunur. Rodop dağlık bölgesinde Pomaklar da bu grup içindedir.
Buna karşı, Balkanların doğu bölümündeki Müslümanların ana dili Türkçedir. Onlar Anadolu'lu Türklerdir.


Prof.Dr.Halil İnalcık
detaylı pdf



//






Soykırım iddiaları ve Bulgaristan Türkleri





Karlovo Belediye Meclisi, 110 yıl önce İlinden-Preobrajenie Ayaklanması sırasında ve 1913 yılında Edirne ve Batı Trakya’da, Türklerin soykırım yaptığı iddiasıyla bir deklarasyon kabul etmiştir. Deklarasyonda, yaşananların boyutu, yöntemi ve sistemli olması dikkate alındığında soykırım suçunun özelliklerini taşıdığı belirtilmektedir.

Tarihte 130 yıl öncesinden bu yana neler yaşanmış ve Karlovo Meclisi bu iddianın tarihin hangi doğrultularına dayanarak soykırım yapıldığı iddiasıyla kınama bildirisi kabul ettiğine bir bakalım.

- Nisan 1876′da patlak veren Bulgar İsyanının başlangıcında yüzlerce Türk öldürüldü. Bazı kaynaklarda ölen Müslüman sayısını bin olarak tahmin edilmektedir. Amerikalı tarihçi Stanford J. Shaw, Bulgaristan’da 4 bin Hıristiyan sivilin öldüğünü, ölen Müslüman sayısının ise bundan daha fazla olduğunu belirtmiş.

İngiliz yazar Lord Kinross’a göre, “Onlar vahşice Müslüman Türklerine saldırdı ve katletmeye başladılar.”

Dennis P. Hupchick’e göre, “Kötü silahlandırılan dağınık isyancılar, yeni yazılan yurtsever şarkılarını söylemekten ve çoğunluğu barışçı olan Müslüman komşularını kesmekten başka fazla bir şey yapmadılar.”

Stanford J. Shaw’a göre “İsyanlar yayıldı, yüzlerce Müslüman’a yönelik katliam başladı ve Balkan limanlarının yakınlarındaki Osmanlı’nın başlıca kalelerini ele geçirdiler.


- Ocak 1878′de Rus kuvvetleri ve Bulgar gönüllüleri güneye indikçe, oradaki halka karşı zulümler yapmaya başladılar. Kozluca köyünde on sekiz Türk öldürülmüş ve cesetleri yakılmıştır. Kazanlık kasabasında da Müslümanlar öldürülmüştür. İngiliz raporlarına göre Kazanlık yakınlarındaki Muflis köyünde, Rus ve Bulgarlardan oluşan bir grup tarafından 127 kişi öldürülmek üzere kaçırıldı. 
20′den fazla kişi kaçsa da kalanlar öldürüldü. Osmanlı kaynakları ise öldürülenlerin sayısını yaklaşık 400 olarak vermektedir. Şipka yakınlarındaki Keçidere köyünde de 11 kişi öldürülmüştür.

- 1912′de Makedonya’da Balkan Savaşı’ndan önce Kosova, Selanik, Manastır gibi üç ana vilayetin bulunduğu Makedonya Bölgesini ele geçirmek için Sırp, Bulgar ve Rumların Osmanlıya karşı kanlı çatışma ortamının yaşandığı bölgede yaklaşık bir buçuk milyon (1,5 milyon) Türk ve Müslüman ortadan kaldırılıyor. 500 bin- 600 bin ölü, 900 bin- 1 milyon muhacir. 1912 savaşıyla birlikte orada Türk ve Müslüman neredeyse kalmıyor.

***

Yukarıda belirtilenler 130 yıl öncesi savaşlarda yaşananlardır. Karlovo Meclisinin kabul ettiği kınama bildirisindeki yazılanlarla yukarıdaki belirtilen tarihteki yaşananların örtüşmediği apaçık ortada.

Tabi ki savaşlarda her iki taraf da büyük kayıplar vermiştir. Ama buna tek taraflı bakılırsa ve buna soykırım denilirse hele ki günümüzde Avrupa Birliği üyesi olan Bulgaristan tarafından bir deklarasyonla soykırım kabul ettirilme çabasında bulunabiliniyorsa, o zaman aşağıda belirttiğim tarihlerde yaşananlar da soykırım olarak kabul edilmesi gerekiyor.

***

- Osmanlı, Balkan savaşını kaybettikten sonra, Kırcaali’deki Müfrezesi, güneye doğru çekilmiştir. Kırcaali 21 Ekim 1912 y. Bulgaristan’a dahil olunmuş. Ancak, Savaşın bitmesinden sonra masum yerli Türk halkına karşı, Bulgar ordusu ve çetecilerin silah kaldırması, köylerin yağmalanması akıl almaz bir durumdur. 

Kırcaali ili Ardino /Eğridere/ belediyesinin Brezen /Halaçdere/ köyünde de bu tür olaylar olmuş. Askere karşı ellerinde beyaz, teslim bayrağı ile kuşağında tütün tabakası ve çakmaktan başka hiç bir şeyi olmayan köylüler şehit edilmişler, saklananlar bulunup, kaçanlar tutulup kurşuna dizilmiştir.

- Ancak bu kadar çok geriye dönmemize gerek yok, sadece 30 yıl geriye dönersek o zamanki 1984-1989 yıllarında Bulgaristan devleti tarafından yürütülen asimilasyon politikaları sırasında yaşananlar da Türklere yönelik soykırımın acı gerçeğidir.

- 24 Aralık 1984 yılında komünist totaliter rejimin başlattığı Bulgarlaştırma sürecine karşı ilk büyük direniş yürüyüşün yapıldığı Sütkesiği (Mleçino) meydanında yüzlerce kişi dövüldü ve Belene kamplarına gönderildi.

- 26 Aralık 1984 tarihinde Kirkovo Belediyesi’nde Kayaloba, Yurtçular ve civar köylerden yaklaşık 10 bin Türk kadın, erkek ve çocuk, asimilasyon politikasını protesto etmek amacıyla Mogilyane köyüne toplanır. Milisler, toplananları dağıtmak için müdahale edince halkın tepkisiyle karşılaşır. Bu sırada milislerin ateş açması sonucu üç kişi hayatını kaybeder. Hayatını kaybedenler arasında Kitna köyünden Musa Yakup ve Kayaloba köyünden Ayşe Hasan ile Türkan bebek de vardır. Köylülerin evlerine dönme esnasında yollarda bir katliam daha yaşanır ve sayısı bilinmeyen birçok Türk de buralarda vurulur. Zorluk çıkaran ve karşı gelenler ise Belene kampına sürgün edilir.

- 27 Aralık 1984 tarihinde yöre halkı yoğun olarak Momçilgrad (Mestanlı)Rodop kasabasında protesto yürüyüşleri düzenlemişti. Fakat devletin askeri ve milis kuvvetleri sokağa dökülmüş kalabalığı gaddarca sopa ve silah gücüyle per perişan edip Mestanlı sokaklarını kana boyamışlardır. Bazılarını hiçbir hüküm vermeden sokakta kelepçeleyip ölüm kamplarına ve hapislere tıkmışlardır.

- Mayıs 1989 yılında sınır kapıların açılmasıyla Türk ve Müslümanlar yerini yurdunu bırakarak büyük göçe zorlanır ve birikimlerini bir çırpıda bırakarak, bayrak ve vatan aşkı için yerinden yurdundan bir battaniye ile ayrılır. O yıllarda yüzbinlerce Türk’ün isimleri zorla değiştirilmesi, göçe zorlanılması, toplama kamplarına gönderilmesi ve buna benzer birçok akıl dışı şeyler yaşanmıştır.

Savaşlarda soykırım olmaz, yakın geçmişimizde savaş yokken Bulgaristan Türklerine yapılanlar soykırımdır ancak.

Bir konuya dikkat çekmek istiyorum. Karlovo Meclisi bu deklarasyonu sunmasının sebebi, son zamanlarda büyük protestolara neden olan Kurşumlu Camisi’nin Başmüftülüğe iade edilmesi olabilir. Aşırı milliyetçi sloganların atıldığı gösteride konuşma yapan Karlovo Belediye Meclis Başkanı Stoyo Karagensi, “Zamanında kılıç ve kanla alınanlar kimseye iade edilemez” demişti.


Avrupalı Karlovo Belediye Meclis Başkanı Stoyo Karagensi kılıç kalkan döneminden bahsediyordu. Onun düşüncesiyle biz de düşünüp tarihe bakarsak, kimin elinden ne alınmış anlarız: 

“Karlovo şehri 14. yüzyılda Osmanlı paşalarından Karlı Ali Bey tarafından kurulmuş ve Karlı ova adı verilmiştir. Şehir Osmanlıların imar ve iskan çalışmaları ekonomik ve kültürel alanda gelişmiştir. Şehrin adı 1953-1962 yılları arasında Levskigrad adını taşımış, ancak daha sonra ise tekrar Karlovo adını almıştır.”



Sebahat AHMET
25 ŞUBAT 2014
BALKAN TÜRKLERİ DAYANIŞMA DERNEĞİ








//TARİHİN BAŞLANGICINDAN BERİ
//TÜRK MİLLETİ KADAR ACI ÇEKMİŞ BAŞKA BİR MİLLET YOKTUR !
//HATIRLA VE HATIRLAT!


//TÜRK SOYKIRIMI





BULGARİSTAN TÜRKLERİ





1877-1878 Harbinde, Rus işgalinde Karlovo Kilisesi Papazı, 
Türk çocuklarını keser, kanlarını testilere doldurur ve 
bu kanla Kilise Avlusundaki Gül Fidanını sular.


“Papazın vahşeti:

NİCE SENELERDİR NAN Ü NİMETİ İLE BESLENDİKLERİ EFENDİLERİNİ YAKTILAR, ÖLDÜRDÜLER! VELİNİMETLERİ KOMŞULARINA ETMEDİKLERİ KALMADI. ZİKREDİLEN KIZANLIK VE ZAĞRA FACİALARI DİĞERLERİNE BİR NÜMÛNE SAYILMALIDIR. HELE KARLOVADA BİR BULGAR PAPAZININ ÂYİN YAPILAN GÜNDE, BİR DEMET GÜL ÇIKARARAK, CEMAATE HİTABEN:

“BU GÜLLER MÜSLÜMAN ÇOCULARININ KANLARIYLA SULANMIŞ KİLİSE BAHÇESİNDEKİ BİR GÜLÜN KIRMIZI ÇİÇEĞİDİR!” DİYE, TAKDİSE DAVET ETMESİ, KIYAMETE KADAR UNUTULMAZ BİR VAHŞET-İ PÜR-MEL’ANETTİR.

SÜLEYMAN PAŞA HENÜZ BALKANDA İKEN, BU PAPAZIN MEL’ANETİ HABER ALINARAK, FİLİBEDEKİ DİVANI HARPTE SORGUYA ÇEKİLİP, TAHKİKAT YAPILARAK, CEZASI VERİLDİ”.


Zağra Müftüsü'nün hatıraları. 
Tarihçe-i vak’a-i zağra. Syf.179-180



“Bu kitap, Türklerin vatan edebiyâtında en samîmî, yüksek bir şâheserdir...”

Bu sözler, meşhur edip ve şâirimiz Yahya Kemal Beyatlı’ya aittir...



Bu kitap “93 Harbi” diye anılan 1877-78 Moskof Harbi’nde Rumeli’deki Müslüman kardeşlerimizin başına gelenleri bizzat yaşamış olan Zağra Müftüsü Hüseyin Râci Efendi’nin, hemen o günlerde kaleme aldığı hâtıralarıdır... Bu kitap, yıkılan büyük devletimiz Osmanlı’nın son asrında, düşman hücumlarının vahşet ve dehşetinin bir zaptı; mâsum müslüman halkın çektiği ıstırapların acıklı bir destanıdır... Evet, bu kitap, ecdâdımızdan bizlere bir mektup, bir şikâyet, bir tezallüm, bir vasiyettir.


BİRKAÇ SÖZ

Bu kitap, yıkılan kutsal imparatorlugumuzdaki müslüman halkın ızdırap destanıdır. 93 Harbi sırasında, Rumeli müslümanlarının ugradığı zulümleri, düştüğü perişanlığı ve çektiği acıları dile getirir.

Hatıraların sahibi olan zat, bu hadiselerin içinde bizzat yaşamış, yurdunu işgal eden düşmanın elinde esir kalmış, kurtulmuş, büyük ve müthiş «Rumeli muhâcereti» ile istanbul'a göçmüştür.

Kültürümüze yeniden kazandırmaya çalıştığımız bu eser, millî acı ve millî kinin bu kin düşman kadar, hâin aydınlara karşıdır da eşsiz bir âbidesidir. Onun hitabının, yeni nesillere birşeyler anlatabileceği, ne güzel ümid...

Elli yıldır sulh uykusuna yatan «milleti merhûmeyi, cedlerinin bu kanlı macerası, biraz uyandirabilse... Eski mübarek topraklarin —hattâ— hayâlini görebilen birkaç kişi çıkarabilse... Hiç olmazsa, bu yerlerin eski sahiplerinin torunlarına dedesi'nin geldigi yeri, oğluna öğretmek borcunu hatırlatabilse...

Kitabın baştarafına koydugum «Giriş» kismında, eserin tarihî ve coğrâfî bakımlardan da anlaşılıp takip olunabilmesi için, anlatılan hazin vakaların sebebi, 93 Harbi'ne dair, hatırlatıcı bilgileri derledim. Sonuna ise, yine aynı düşünce ile ordumuzun harp yıllarındaki kuruluşuna dair lülzumlu birkaç not ve haddim olmayarak çizmeye çalıştığım bir Rumeli haritasi ekledim.

Eserin diline ancak gerektiği kadar müdâhale ederek, sadeleştirdim. Cümle kuruluşuna ve ûslubuna dokunmadım. Birinci kitaba fasıl ve arabaşlıkları koydum. Manzum olan üçüncü kitabı aynen derc edip, sonuna, açıklamasını ekledim. İlk iki kitapta, metin arasında rastlanan ayetlerin ve sonlardaki arapça bitiş dualarınin yerine meallerini koydum; arapça ve farsça birkaç beyit ve ibareyi ise almadım. Bunların dışında eserin metninde bir ilave, değişiklik veya çıkarma yapmadım. Dipnotlardan yıldızla işaretli olanlar, eserin yazarı ile naşir olan oğluna aittir.

Kitapta geçen bazı yer isimlerinin doğru okunması ve haritadaki mevkilerini bulmak güç oldu. Bu iş için, İ. Halil Sedes'in eserine ekli olan harp haritaları ile eskilerden, 1324'te Mekteb-i Fünün-u Harbiyye-i Şahane matbaasında tab' olunmuş «Avrupayi Osmani Haritası»nı ve 1330'da Şems Matbaasında basılmış «Balkanlıların Hudut Haritasını, yenilerden ise, Harita Umum Müdürlüğünün 1956 basımlı «Türkiye» ve komşuları haritasını esas aldım. Mehazlardaki okunuş farklari elde olmayarak esere de aksetti.

Bana Türkiye Haritası'nı lütf eden, iyi insan, haritacı yarbay M. Orhan Bayrak Bey ile eski haritaları temin eden aziz dost, sahhaf İsmail Özdoğan Bey'e teşekkür borçluyum.

Samimiyetimden başka bir değeri olmayan bu çalışmamın, 93 Harbi'nde Lofça'nın Düzdağ yaylasından Bursa'ya göçen muhterem ecdadım ile milletimin bütün mazlum ve Şehitlerinin ruhlarına rahmet vesilesi olmasını Rabb'imden dilerim.

M. ERTUĞRUL DÜZDAĞ

....


Tarihçe-i Vak'a-i Zağra

93 Harbi, Osmanlı İmparatorluğu için büyük bir felaket olmuştur. Bu harbin neticesinde İmpartorluk, çok ağır şartları kabul etmek zorunda kalmış, Rumeli'nin büyük bir kısmı elimizden çıkmıştır. Bu Yüzden Rumeli'nden İstanbul'a akın akın göçler yaşanmıştır. Bütün bu olaylara bizzat tanıklık etmiş bir müftünün hatıraları, günümüz insanlarına da ışık tutacak bilgi ve tecrübeleri içermektedir.

Bu Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi'dir ve eseri de Tarihçe-i Vak'a-i Zağra adını taşımaktadır.

Hemen belirtelim ki Hüseyin Raci Efendi hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. Kitabı yeni harflerle basıma hazırlayan Ertuğrul Düzdağ da bundan şikayetçidir. Bunun başlıca sebebi, yzarın başka eserinin olup olmadığının bilinmemesidir.

Tarihçe-i Vak'a-i Zağra'dan ilkin Recaizade Mahmut Ekrem, Talim-i Edebiyatı'nda bahsetmiş, onu Yahya Kemal izlemiştir. Eser 1877 'de Rusların, o zaman Tuna vilayetimiz olan Bulgaristan'a saldırıp, Zağra'ya kadar ilerleyerek yaptıklarını anlatır. Özellikle yerli Bulgarların nasıl zalim ve acımasız davrandıklarını gözler önüne serer.

Yard.Doç.Dr.Mustafa ÖZCAN - PDF






...Ve Yıllar Sonra yine....

Bulgaristan'daki Türk toplumu, yaklaşık 30 sene önce asimilasyon ile karşı karşıyaydılar. 

Belene kampı :

Tuna Nehri üzerinde kurulu olan, 1949 yılından itibaren suçluların kapatıldığı Belene Kampı 1984'ten itibaren "Uyanış Süreci" olarak adlandırılan Bulgarlaştırma politikası nedeniyle Türklerin korkulu rüyası oldu.

Türkçe konuşanlar, isimlerinin Bulgarca'ya çevrilmesine karşı çıkanlar, Türk radyosu dinleyenler ya da sadece "casusluk yapma eğilimi var" diye suçlananlar hiçbir savunma alınmadan Belene kampına gönderiliyordu.

"Türkçe söylemek yasak, Türkçe yürümek yaya
Türkçe işitmek yasak, Türkçe bakmak dünyaya
Türkçe sevinmeyecek, Türkçe gülmeyeceksin
Alnından akan teri Türkçe silmeyeceksin.
Türkçe bağlamak yasak ayakkabı bağını
Türkçe ayırmak yasak, solunu ve sağını
Sofrada ekmeğini Türkçe dilmeyeceksin,
Türkçe yaşamayacak, Türkçe ölmeyeceksin."

Ömer Osman Erendoruk - Belene Kampı'na gönderilen Türk şair


Toplam 85 bin dönümlük adada kurulan kampta baskılara karşı çıkan Türklerin yaşadıkları işkence Ankara'nın gündemindeydi. Türkiye ilk notasını 20 Nisan 1989'da verdi. Çağdışı baskılara son verilmesi, parçalanmış ailelerin birleştirilmesiyle ilgili mantıklı bir göç anlaşmasının imzalanması, ilk aşamada 3410 soydaşlık bir grubun Türkiye'ye gönderilmesi istendi.

Bayram şekerine yasak

Bulgaristan'ın notaya yanıt vermemesi üzerine ikincisi 10 Mayıs'ta gönderildi. Sofya ise bu çıkışlara insan hakları ve demokrasi savunucusu Türkleri sınırdışı ederek yanıt veriyordu. Baskılar o kadar artıyordu ki Bulgaristan yönetimi 16 Mayıs'ta bayram şekerine bile yasak getiriyordu.

21 Mayıs'ta ilk direniş başladı. Razgrad, Kırcaali ve Hasköy'de binlerce Türk yürüyüş düzenledi. Eylem kanlı bastırıldı, göstericilere açılan ateş sonucu resmi rakamlara göre üç Türk ölüyor, 30'u aşkın kişi yaralanıyordu. 29 Mayıs'taki yürüyüşeyse özel eğitilmiş köpeklerle saldırılıyordu.

"Türk yok, Hıristiyan olmayan Bulgarlar var"

Özal'ın çağrıları ardından Bulgar hükümeti 10 Haziran'da adım attı. "Bulgaristan'da Türk yoktur, Hristiyan olmayan Bulgarlar vardır" diyen Dışişleri Bakanı Peter Mladenov vizelerin serbest bırakıldığını açıklıyor, isteyene Türkiye'ye gitmesi için izin verileceğini duyuruyordu.

"Tedbir almazsak Bulgaristan Kıbrıs'a dönüşecek"

Bu Sofya yönetiminin planının önemli bir adımıydı. 23 Haziran 1989'da SSCB lideri Mihail Gorbaçov ile görüşen Bulgaristan lideri Todor Jivkov inkar politikasını Kıbrıs örneği vererek açıklıyordu:

"Ülkemizde 800 - 850 bin Müslüman var. Eğer bir tedbir almazsak 20 yıl sonra Bulgaristan ikinci bir Kıbrıs'a dönüşecek. Bizim hesaplarımıza göre, 500 bin kişiyi göç ettirmemiz gerek. Kesin görüşümüz şu: Biz bunları asla Türk olarak kabul etmeyeceğiz"
"Bir milyon soydaş gelse alırız"

Kamuoyunda "Utanç Treni" olarak adlandırılan tren ile Edirne Kapıkule Gümrüğü'ne toplam 300 bin Türk geldi. Özal "Bir milyon soydaş gelse gene alırız" dese de sayı artınca Ankara durmak zorunda kaldı. Yeniden vize dönemi başlatıldı. Sadece Bulgaristan'daki Türkler değil, onların hikayeleri de Türkiye'ye ulaşıyordu. Dillerinde hep aynı acı ve korku vardı: Belene…
"Her gün domuz eti yahnisi veriliyordu"

Virane yatakhanelerde saman yataklarda yıllarını geçiren Türkler'e ahır görünümündeki yemekhanelerde yiyemeyecekleri bilindiğinden "domuz yahnisi" servis ediliyordu. Onlardan biri yaşadıklarını Türkiye'ye gelince medya ile paylaşan Gültekin Kahraman'dı…

"Bizden aylık elektrik, kira, su, gardiyan koruma parası ve yemek için 127 leva ücret alınıyordu. Kampta 500 tane öğretmen, 50 tane doktor, 80 tane mühendis, 40 üniversiteli vardı. Sabah saat 05:00'te kalkıp devlete ait arazilerde kazma kürek sallıyorduk. Kazdığımız her yerden insan cesetleri fışkırıyordu. Her gün domuz eti yahnisi veriliyordu. Çaresiz kuru ekmeğe talim ediyorduk. Köpekli gardiyanlar günde 27 kez yoklama yapıyordu. Bazılarını disipline gönderip vücudu morarana kadar dövdükten sonra hücrelere kapıyorlardı. Saman yığınlarında yatıp kışı sobasız geçiriyorduk. Bir odada 30 kişi yatıyorduk. Kamptaki arkadaşlarımızdan 40 kişi zulme dayanamayıp çıldırdı."

Ancak bazıları için Türkiye'ye geliş bile kurtuluş olmuyordu. Yaşadıkları travmalar peşlerini bırakmıyor sonu intiharla sonuçlanıyordu, Halil Özdemir gibi. Eşi ve annesi ölümünün ardında yaşadığı işkencelerin olduğuna inanıyordu:

"Halil Bulgaristan'da isim değiştirilmesi olayına başından beri karşı çıkmıştı. Bulgarlar da ona çeşitli işkenceler yaptıktan sonra 7 ay Belene kampına götürdüler. Halil, daha sonra akıl hastası oldu. Bulgaristan'da da defalarca intihara kalkıştı. Türkiye'ye geldikten sonra çeşitli doktorlara gitti ama bir türlü Belene kampında gördüğü eziyeti, işkenceyi unutamadı."

1989'de Jivkov hükümeti Sovyet bloğunun çöküşe geçişiyle düşerken kamp 1990 yılının başında kapandı. Ancak yaraları asla tamamen sarılamadı. 2012 yılında Bulgaristan hükümetinin o dönem yaşananlar için özür dilemesine rağmen…

Basın 2001

Bulgaristan'da 1,5milyon Türk yaşıyor...ama çoğu Bulgar ismiyle !


//


Yirminci Asırda Balkanlar’da Türkler’in Uğradığı 
Sürgün ve Soykırımlar

Türk tarihi, âdeta bir göçler tarihidir. Yaşanan çok sayıda savaşın önemli sebeplerinden veya sonuçlarından biri de bu göç sürekli yer değiştiren, farklı dil, din ve kültürlerin coğrafyasına giren Türkler, ister istemez, gittikleri coğrafyadaki insanlarla bir hâkimiyet mücadelesine girişmiş; savaşmışlardır. Türkler, asıl büyük kıyım ve kırımları göçler sırasında yaşamışlardır. Her göç, Türkler için bir trajedi olmuştur.

Tarih boyunca yaşanan bütün göçleri ve bu göçlerde karşılaşılan kıyım ve kırımları anlatmak bir kitabın hacmine sığmaz. Onun için biz daha çok 20. yüzyılda Türklerin uğradıkları göçlerin, sürgünlerin, kıyım ve kırımların bir bölümünü, özetlemeye çalışacağız.

16. yüzyılın ortalarında (1552), şehirdeki bütün erkeklerin, Korkunç İvan‘ın emriyle kılıçtan geçirildiği, sağ kalan kadınların ve kızların esir edilip 150 bin Rus askeri arasında dağıtıldığı Kazan Hanlığının Ruslar tarafından yıkılması ve 17. yüzyılın sonlarında Osmanlı Devleti’nin Viyana önlerinde mağlup edilmesiyle (1683) başlayan yenilgiler ve geri çekilme süreci, içinde çok acı olayları barındıran felaketler zincirine dönüşmüştür.

Türk’ün “Kara” Asrı

18. yüzyılın ortalarından itibaren hızlanarak gelişen tarihi olaylar 20. yüzyılı Türkler için “kara” bir yüzyıl haline dönüştürmüştür. Nitekim 20. yüzyılın en mağdur, en mazlum ve en çok kırım ve kıyıma uğrayan milleti Türkler olmuştur.

20. asır, insanlık tarihinin en önemli yüzyıllarından biridir. Bilim ve teknoloji bu yüzyılda zirveye çıkmıştır. Dünya ideolojik kutuplara bölünmüş, büyük savaşlar ve mücadeleler yaşanmış; insanlığın yaşadığı derin acılardan sonra, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü genellikle bütün dünya tarafından benimsenen ortak değerler haline getirilmiştir. Bu gelişmeleri fırsat bilen birçok millet, tarihle hesaplaşmış; evrensel hukuktan ve milletler arası kurumlardan yararlanarak kayıplarını telafi etmeye çalışmıştır. 20. yüzyılın en çok kaybeden milleti olan Türkler ise, kaybetmeye devam etmişlerdir. 

Onun için 5 Ekim 1938 tarihinde kurşuna dizilerek öldürülen ünlü Özbek şairi A.Çolpan:

Bu imiş; bilgi- fen, hüner asrı
Bu imiş; yükselen beşer asrı
Hadisat öyle gösterdi ki; bu asır
Yalnız; şer ve şer ve şer asrı


Göç, bazen istenerek başvurulan umuda yolculuğun adı, kimi zaman da mecburi bir yer değiştirme, bir sürgündür insanlık için. Kıtlık, salgın hastalık, kuraklık gibi tabii afetler sebebiyle meydana gelen göçler, asıl itibariyle bir umuda, hayale, hayata yolculuktur. Ancak, insanlara, yaşadıkları coğrafyada hayat hakkı verilmemesi dolayısıyla meydana gelen mecburi göçlerde, genellikle acı, ezilmişlik, vahşet, katliam ve ayaklar altına alınan insanlık onuru vardır. Bu tür göçler, aslında birer sürgündür. Başka bir deyişle, bu tür göçler, vahşetten, zulümden, ölümden kaçıştır.

Osmanlı’da Adâlet ve Şefkat

“Îla-yı Kelimetullah” ve “Nizâm-ı Âlem” ülküsüyle coşan Osmanlı orduları, İslam adaleti, İslam hoşgörüsüyle fetihler yapmış ve üç kıtaya yayılan geniş bir coğrafyayı Osmanlı Devleti’ne bağlamış idiler. Türklerin adaletini ve hoşgörüsünü tanıyan yerli halklardan birçoğu, savaşmadan Osmanlı’ya tabi olmayı kabul etmiş ve Türklerin adaletine sığınarak dillerini, dinlerini, kültürlerini korumuş, yaşatmışlardır. Türkler tarafından fethedilen geniş coğrafyada, yüzyıllar boyu, Türkler ile diğer milletlerle birlikte, barış ve adalet içinde kardeşçe yaşamışlardır.

Osmanlı Devleti fethettiği toprakları her bakımdan imar etmiş; yollar, köprüler, camiler, hanlar, hamamlar yapmış ve o bölgelere önemli sayıda Türk nüfusu aktararak tam anlamıyla vatanlaştırmıştır. Yüzyıllarca dünyanın tek süper gücü olan Osmanlı Devleti, gerilemeye ve toprak kaybetmeye başlayınca, Türkler önemli ölçüde göç olgusuyla karşı karşıya kalmışlardır.

Osmanlı’dan Sonra Zulüm ve İşkence

Osmanlı ordularının çekildiği coğrafyalardaki Türkler, yıllarca birlikte yaşadıkları ve hep şefkatle  davrandıkları yerli komşuları tarafından, amansız ve acımasız bir baskı ve kırıma maruz bırakılmışlardır. İşte  içinde büyük trajedileri, soykırımları barındıran bu göçlerin önemli bir bölümü Balkanlarda yaşanmıştır.

İkinci Viyana kuşatması da başarısızlıkla sonuçlanınca, Osmanlı ordusu tarihinde ilk defa geri çekilmiştir. Bu çekilmeyle birlikte Avusturyalılar, İstanbul’dan, çok önce, 1389 tarihinde Türkler tarafından fethedilen Üsküp’e kadar gelerek şehri yakmış ve birçok insanı kılıçtan geçirerek öldürmüşlerdir. 

1687′dekı bu olay sırasında, Üsküp’te yaşama imkanı bulamayan Türkler, göçmek ya da kaçmak zorunda kalmış ve İstanbul’a gelerek Unkapanı civarında bir mahalle kurmuşlardır. Bu olay ve 1687 tarihi, Rumeli’den Anadolu’ya doğru yapılan göçlerin başlangıcını oluşturmuştur.

1687 tarihinde Üsküp’ten İstanbul’a yapılan göçten sonra, yaşadıkları yerlerde rahatsız edilen, baskıya uğrayan Türk toplulukları, çeşitli zamanlarda Anadolu’ya göçmeye devam etmişlerdir. Daha sonra yapılan göçlerden, 1774 tarihinde Balkanlar üzerinden gerçekleşen Kırım Türklerinin göçü, 1806 yılında Sırp ve Karadağ işyardan, 1829 tarihinde Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması ve özellikle, 1877/78 Osmanlı Rus savaşı İle 1912 Balkan savaşı sonrasında meydana, gelen göçler önemlidir.

Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması ile birlikte çeşitli bölgelerde yaşayan Türklere büyük baskılar uygulanmış ve göçe zorlanmışlardır. Özellikle Mora yarımadasında yaşayan Türkler büyük zulüm görmüş; kaçma fırsatı bulamayan 20,000 Türk hunharca katledilmiştir.

Rusların Yeşilköy yakınlarına kadar geldikleri 1877/78 Osmanlı-Rus savaşı sonrasında Romanya, Sırbistan ve Karadağ bağımsızlarını ilan etmişler, Bulgaristan ise özerk bir Prenslik haline getirilmiştir. Bu savaş sırasında ve sonrasında bir buçuk milyon İnsan göç etmek zorunda kalmıştır. Hiçbir can güvenliği olmadan yollara çıkan bu insanlar, göç yolunda saldırılara uğramış; işkenceye, tecavüze ve her türlü insanlık dışı uygulamaya maruz kalmış, büyük bir kısmı yollarda öldürülmüştür.

Bu göçler sırasında yaşananlar tam anlamıyla bir felakettir. Soykırımdan kurtulanların bir bölümü de açlık, hastalık ve sefaletten ölmüştür. Sağ olarak güvenli bölgelere ulaşabilenler, buralara yerleştirilmiş, Anadolu’ya gelenler ise Osmaniye, Reşadiye, İhsaniye gibi adlarla kurulan yeni yerlere yerleştirilmişlerdir.

1877/78 Osmanlı-Rus savaşından sonraki en büyük göç dalgası, 1912 Balkan savaşı sırasında yaşanmıştır. Dört küçük Balkan devletçiği, Osmanlı’nın orduyu terhis etmesini fırsat bilerek hücuma geçmiş ve Osmanlı’yı mağlup etmiştir. Türkler ancak İşkodra, Yanya ve Edirne’de direnebilmişlerdir. 

Savaş sırasında sivil Müslüman halk katliama uğramış, kaçabilenler canlarını kurtarmış ve İstanbul’a, Anadolu’ya yönelen yeni bir göç dalgası oluşmuştur. Balkan savaşlarından sonra Osmanlı Devleti, Avrupa’daki topraklarının % 83′ünü, Avrupa’daki nüfusunun ise % 69′unu kaybetmiştir.

Çok Hazin Manzaralar

Bütün bu savaşlar ve göçler sırasında her biri ayrı bir trajedi olan binlerce olay yaşanmıştır. Örnek olması bakımından bir Alman demiryolu memurunun 1878 savaşı hatıralarında yer alan bir notunu burada vermek istiyorum. 

Alman memur hatıralarında ,” Yolda dört yüz cesede rastladım. Üst üste yığılmışlardı ve hepsi çıplaktı. Kadın, erkek, çocuk hepsi önce karda, soğukta çıplak bırakılmış, sonra öldürülmüşlerdi. Bunların içinden iki yaşında bir çocuğu ben kurtardım” demektedir.

“Rumeli’den Türk Göçleri” adlı eserde, Bilal Şimşir 1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra başlayan ve 1912 Balkan savaşları sonrasında devam eden göçleri, Türk, Rus, Fransız, Bulgar ve İngiliz arşiv belgeleriyle ortaya koymaktadır.

Bu eserde yer alan yüzlerce belgede, göçün, açlığın, etnik arındırmanın, soykırımın ve korumasız kalan sivil insanların çaresizliğinin, insanlık ayıbı olan örneklerini görmek mümkündür. 

Örneğin bu belgelerden biri, Petersburg’da İngiliz Büyükelçisi Loftus tarafından Rus Dış İşleri Bakanı Gortchakow‘a verilen notadır. Bu notada:

“Rus ilerlemesi karşısında Rumeli Türk halkının panik halinde toplu olarak göçtüğü ve bu göç sırasında 100.000 kişinin açlıktan ve soğuktan öldüğü belirtilerek, halkın telaş ve korkusunun giderilmesi için, Rusların bir bildiri yayınlaması gerektiği“ belirtilmektedir.
Göçler Devam Ediyor…

Balkanlarda yaşanan katliamlarda Rus desteğindeki Bulgar birlikleri önemli rol oynamışlardır. Sadece Harmanlı katliamında 20.000 kişi katledilmiştir. Balkan savaşı sırasında meydana gelen göçte, yaklaşık olarak 600.000 Müslüman katledilmiştir. 

Bu 600.000 kişinin 200.000′inin Bulgar çeteleri tarafından katledildiği tahmin edilmektedir. 1821′deki Yunan ayaklanması ve bu ayaklanmaya ile birlikte başlatılan “etnik temizlik”, daha sonra uygulanan sürgün ve soykırımın başarılı bir örneğini oluşturmuştur!

Bütün bu coğrafyadaki nüfus hareketleri, aslında nasıl bir göçün, sürgün ve katliamın yaşandığını açıkça göstermektedir, örneğin, Girit’te 1821′de 160.000 Müslüman, 129.000 Hıristiyan yaşarken, 1911′de Müslüman nüfus 28. 000, Hıristiyan nüfus ise 307.000 olmuştur. J. McCharty de 1829 ile 1923 yılları arasında Balkanlarda 5.000.000 sivil nüfusun eridiğini, yok olduğunu belirtmektedir. Eriyen ve yok olan bu sivil nüfusun tamamına yakını Müslümanlardan oluşmaktadır.

Balkanlardan Anadolu’ya yapılan göçler Cumhuriyet  döneminde de devam etti, Bu göçlerin bir bölümü “mübadele” yoluyla gerçekleşti. 1923 mübadelesinde Yunanistan’dan yaklaşık olarak 500.000 insan Türkiye’ye geldi. Yunanistan’da baskı ve zulüm gördükleri için, 1952-1969 yılları arasında mübadele anlaşmaları dışında 25.000 kişi daha Türkiye’ye göçmek, kaçmak zorunda kaldı.

Cumhuriyet döneminde Balkanlardan Türkiye’ye yapılan göçlerin en büyüğü Bulgaristan’dan oldu. 1925-1949 yıllan arasında 220.000, 1950-52 yıllan arasında 155.000, 1968-79 yılları arasında 115.000,1989 yılında ise yaklaşık olarak 230.000 kişi Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı.

Türkiye, bu son göçle, 2. Dünya Savaşından sonra Avrupa’da görülen en büyük göç hareketiyle karşı karşıya kaldı. Dönemin Bulgar yöneticileri, Türklerin en temel insani haklarını ellerinden aldılar. İsimlerini değiştirdiler, dillerini yasakladılar, mezarlıklarına müdahale ettiler, tarîhi ve mimarî eserlerini yıktılar, dinî ve millî kimliklerini yok etmek için büyük baskılar, sindirme ve asimilasyon politikalar uyguladılar.

Dünyanın gözü önünde gerçekleştirilen bu maddi ve manevi soykırıma maalesef bütün dünya seyirci kaldı. Belene kampından dünya basınına yansıyan görüntüler ise, insanın tüylerini ürperten bir vahşet ve insanlık ayıbı olarak tarihde ki yerini aldı. 

Bu soykırımdan kaçanlarla birlikte, Cumhuriyet döneminde Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan insan sayısı yaklaşık olarak 800.000′e ulaştı. Bu rakam, Türkiye’nin Cumhuriyet döneminde aldığı göçlerin yaklaşık olarak % 48′ini oluşturmaktadır. 

Ayrıca Cumhuriyet döneminde Yugoslavya’dan 305.000, Romanya’dan 120.000 kişi Türkiye’ye göçtü.

Son Soykırım: Bosna! (*)

1992 yılında bağımsızlığını ilan eden Sırplar, Bosna-Hersek ve diğer yerlerde büyük bir soykırım gerçekleştirdiler. Avrupa’nın ortasında gerçekleştirilen bu soykırımın görüntüleri bütün dünya gazetelerinde ve televizyonlarında yayınlandı. Âdeta canlı, yayınlarda soykırımlar yapılmaktaydı. Ancak öldürülenler Müslümanlar, olunca bütün dünya, Sırplar amaçlarına ulaşıncaya kadar seyretti. Bu vahşetten kaçabilen 20.000 insan Türkiye’ye getirildi. Bir bölümü Kırklareli’ndeki göçmen kamplarına, bir bölümü de İstanbul’un çeşitli semtlerinde oturan akrabalarının yanına yerleştirildi.

Göçler büyük acılarla doludur. Bütün zorlukların , acı ve trajedilerle dolu hikâyelerine rağmen, şunu da belirtmek gerekir ki, göçlerin Anadolu’nun Türkleşmesinde büyük rolü olmuştur. Önce 13. yüzyılda Moğollardan kaçarak gelenler, daha sonra da 19 ve 20. yüzyılarında ki göçlerle gelenler Anadolu’nun Türkleşmesine önemli katkılarda bulunmuşlardır.


Prof. Dr. Ahmet Buran
Kurşunlanan Türkoloji
PDF


(* Son soykırım Türkmenlere yapılandır.2014)






//TARİHİN BAŞLANGICINDAN BERİ
//TÜRK MİLLETİ KADAR ACI ÇEKMİŞ BAŞKA 
BİR MİLLET YOKTUR !
//HATIRLA VE HATIRLAT!



//TÜRK SOYKIRIMI






AHISKA TÜRKLERİ




Ahıska Türklerinin yurtlarına dönüşü 
Ermeni diasporasını rahatsız etti.


Ahıska Türkleri Türkiye'nin de girişimleriyle vatanlarına dönmeye başladı. Ancak Ermeni diasporası bundan rahatsız. Yıllarca zulme uğramış Ahıskalılar yapılan haksızlıklara karşı seslerini duyurmaya çalışıyor.

1944 yılında Diktatör Stalin emir vermiş Gürcistan topraklarında yaşayan Ahıska Türkleri iki saat içinde trenlere bindirilerek sürgüne gönderilmişti. Kimileri zorlu yolculuk şartlarına dayanamamış binlercesi yollarda can vermişti.

Yıllarca ana vatanlarından uzak gurbet hayatı yaşadılar, eziyetlere ve işkencelere maruz kaldılar.

Dönüşle ilgili bilgi veren Ahıskaların Haklarını Koruma Merkezi Başkanı Paşa Alihan, "Bizim amacımız sadece gerçekleri dünyaya yansıtmak. 69 sene önce Ahıska'dan sürülen bir Türk toplumuyuz. 69 sendir de on tane devlete dağılmış bir şekilde yaşamaktayız" dedi.

Türkiye'nin de girişimleriyle Gürcistan parlamentosu 2007 yılında aldığı kararla Ahıska Türklerinin ülkeye dönüşünü kabul etti.


DİASPORANIN YALANINA GÜRCÜLER BİLE ŞAŞIYOR

Gürcistan'ın Ahıskalılara vatandaşlık hakkının verilmeye başladığını söylemesi, yalan yanlış söylemleriyle bilinen Ermeni diasporasını rahatsız etti.

Paşa Alihan, bu konuda, "Onlar Ahıska Türkleri'nin dönüşünün bölgede büyük bir tahrik yaratacağını bütün dünyaya yaydılar. Burada dört madde öne sürdüler. Ahıska Türkleri Ahıska'ya geri dönse Türkiye ile birleşme talep edecekler. Gürcü uzmanlar bile hayret içinde kaldılar" diye konuştu.

Şimdiye kadar yurtlarına dönmek isteyen 700 kişiye tüm hakları verildi. Ahıska Türkleri hak arayışlarını her platformda dile getirmeye devam ediyorlar.

basın ,2013



ve diğer Ermenistan haberleri:

....


AHISKA TÜRKLERİ –I–

Kafkasya Türkleri denilince akla ilk gelen coğrafi sınırlar bellidir ve bu topraklarda yaşayan halklar, Türk boyları az çok bilinir.

Bu boylardan özellikle 'Ahıska' adı çok sık bahsedilmez. Oysa önemli Türk soyu ve budunlarındandırlar. 

Asil S.TUNCER




















Ahıska Türkleri, 1991'den bu yana, kısmen iyi şartlarda yaşıyorlar. Fakat onların hedefi ata yurtları olan 
Ahıska'ya dönmek veya Türkiye'ye tamamen yerleşmek. 
1918'de, oturdukları toprakları kaybettiğimiz için onlara sahip çıkamamıştık. 1944'te Rusya ile ilişkilerimizin bozulmaması 
için iltica taleplerini reddettik. 
Onları, Fergana cehenneminden de kurtaramadık.



________





KIRIM HANLIĞI - HALİL İNALCIK





KIRIM HANLIĞI
Prof. Dr. Halil İNALCIK

Kırım Hanlığı, Kırım Altın-Ordu imparatorluğu içinde mümtaz bir bölge teşkil etmekte idi. XIII. asır sonlarına doğru Nogay, Altın-Ordu hanına karşı Karadeniz şimalindeki stepler ile Kırım'ı müstakilen elinde tutuyor ve Balkanlar ile Bizans üzerinde siyasî üstünlüğünü ve himayesini kurmağa çalışıyordu. 

Nogay'ın bertaraf edilmesinden sonra da (1300), Kırım geniş salahiyetli valiler idaresinde mümtaz durumunu muhafaza etti (bk. îbn Battüta, Seyyahatname, tür. yer.). Kırım'da oturan beyler yarımada dışındaki steplerde dolaşan kalabalık muharip kabîlelere dayanmakta idiler ve Cenevizliler ile ihtilafları eksik olmuyordu.

XIV. asrın ikinci yarısında Altın - Ordu'da hüküm süren taht kavgaları sırasında, Kırım rakip beylerin ve hanların sığındıkları başlıca bir bölge halini aldı. 1380'de Mamay, Toktamış Han'a yenilince, Kırım'a kaçtı. Aynı suretle İdikü (Edike) Toktamış'a karşı mücadelesinde Kırım'ı üs olarak kullanıyordu. 

Bu suretle Kırım parçalanmakta olan Altın - Ordu hanlığı içinde müstakil bir siyasî varlığa namzet görünüyordu. Cengiz Han soyundan prensler, bu bölgeye dayanarak, hanlıklarını ilan etmekte ve sonra Volga üzerinde merkezi ele geçirmeğe çalışmakta idiler. 

Toktamış Han bunlardan biridir. 1394/1385e doğru, Toktamış gibi, Cuci'nin küçük oğlu Tokay Timur soyundan olan Baş-Timur Kırım'da sikkeye kendi adını da koyarak, hakimiyet iddiasında bulundu. Kırım onun atalarının yurtluğu idi [bk. mad. GÎRAY, s. 784]. Onun oğulları rakiplere (Ulug Muhammed ve Edike) karşı mücadelelerden sonra nihayet Kırım'da ayrı bir hanlık kurmağa muvaffak oldular.

Kırım hanlığının hakikî kurucusu Hacı Giray [b. bk.] sayılır ve adını taşıyan en eski para 845 (1441/1442) tarihini taşımaktadır. XV. asır başlarında Altın-Ordu'da şiddetlenen iç rekabet ve savaşlar sebebi ile bir çok kabileler orta Asya'ya yahut garba Kırım'a ve Karadeniz şimalindeki steplere kaçmakta idi. Belli  başlı kabile beyleri, bu arada Şırın beyi gelip Hacı Giray'a iltihak ettiler. O daima daha çok miktarda kabileyi Volga havzasından kendi tarafına çekmek için çalıştı. Yarım asır sonra dahi Şırın beyi Eminek Mirza bir mektubunda «hep beyliğimiz dahi bu il ile durur» diyordu (bk. A. N. Kurat, Yarlık ve bitikler, vesika XI)

Hacı Giray Altın-Ordu hanına karşı Moskova ile dostluk ve ittifak münasebetleri kurarak, durumunu kuvvetlendirdi. İstanbul'un zaptından sonra boğazlara ve Karadeniz'e hakim olan Osmanlılar ile Cenevizlilere karşı ittifak etti ve 1454 yazında müşterek Osmanlı - Kırım kuvvetleri, ilk defa olarak, Kefe'yi muhasara ettiler. Kefe Cenevizlileri Osmanlı sultanına ve Kırım hanına yıllık vergi vermeğe razı oldular (bk. Kırım'ın osmanlı tabiliğine girmesi ve ahidname meselesi. Belleten, sayı 30, s. 197 v.d.)

Hacı Giray, Altın-Ordu hanlarının meşru varisi sıfatı ile, Kefe'yi yarlıklarında kendi ülkeleri arasında saymaktadır. Bundan başka Hacı Giray bir tarhanlık yarlığında (A. N. Kurat, vesika VI), Kırım'dan maada, Taman, Kabartay (Kabada) ve Kıpçak bölgelerini de hakimiyet sahası içinde göstermektedir.

Altın - Ordu gibi Kırım hanlığının da büyük zaafı irsî kabile beylerinin devletin hakikî hakim ve sahibi olmalarından doğmuştur. Kabile reisleri yahut han ailesi içinde rekabetler, bu kabilelerin birbirlerine karşı guruplanarak, kolayca bir iç harbe sürüklenmesini intaç etmekte idi. Hacı Giray Han'ın ölümünde (1466) oğulları arasında taht kavgası uzun bir kargaşalık devresi açtı. Yenilen rakip yarımada dışındaki steplere kaçarak yahut Kefe'ye sığınarak, mücadeleye devam etmekte idi. Kefe Cenevizlileri kendi durumlarını kuvvetlendirmek için, kah bunun ve kah ötekinin tarafını tutarak, bu mücadelelerde mühim rol oynamakta idiler. 

Esas mücadele Nurdevlet ile Mengli Giray arasında idi. Mengli Giray mağlup olarak, Kefe'ye sığındı. Orada Kefe tudunu olan Şırın kabîlesi beyinin ve Cenevizlilerin yardımı ile 1468'de Kırım tahtını tekrar ele geçirdi. Şimdi Cenevizliler Mengli Giray'ın Osmanlılara karşı sağlam bir müttefik olduğuna inanıyorlardı. 25 teşrin I. 1469'da Mengli Giray Fatih Sultan Mehmed'e «karındaşım» hitabı ile yazdığı bir mektupta Yakub Bey'in donanma ile gelip. Kırım sahillerinde iki şehri yakıp yağma etmesinden şikayet etti. 

1475'e doğru Kefe tudunu ve Sırın beyi Eminek, Osmanlılar ile anlaştığı ithamı altında Cenevizlilerin İsrarları ile, mevkiinden uzaklaştırıldığı zaman beyleri ve kabilelerim etrafında toplayarak, isyan etti. Mengli Giray'ı kaçmağa mecbur etti. Mengli Giray Cenevizlilere sığındı ise de, onlar Nurdevlet ile anlaşarak, kendisini mevkuf tuttular. Nurdevlet han ile de bozuşan Eminek cenevizlilere karşı Osmanlı padişahına müracaat etti. 

Fatih Sultan Mehmed, bunu fırsat bilerek, Gedik Ahmed Paşa [b. bk.]'yı kuvvetli bir donanma ile acele Kırım'a gönderdi (1475). Kefe ile Kırım sahillerinde cenevizlilere ait bütün limanları zaptettirdi. Gedik Ahmed Paşa tarafından hapisten çıkarılan Mengli Giray ceneviz dostu olan Nurdevlet'in elinden hanlığı almağa muvaffak oldu ve Ahmed Paşa ile bir anlaşma yaptı ve Osmanlı sultanının tâbîliğini kabul etti. Bir buçuk ay sonra padişaha yazdığı ,bir mektupta tâbiietini te'yit etti (A. Kurat, vesika VII)

Umumiyetle iddia edildiği şekilde bir tâbiiyet vesikası (bk. Kırım'ın tabiiği, s. 225) mevcut olmamakla beraber, Ahmed Paşa ile imzalanan anlaşmada han padişahın dostuna dost, düşmanına düşman olmağı ve onun hâmiliğini kabul etmiştir. 

1476' da Altın-Ordu hanı Seyyid Ahmed Kırım'ı istila etti. Mengli Giray Kırker (Çufut-Kale)'e sığındı. Altın-Ordu hanı, Osmanlı padişahının tehdidi üzerine, Canibek adında bir valisini bırakarak, memleketine döndü ise de, bu sefer Nurdevlet Osmanlı himayesinde olarak Kırım hanlığını ele geçirmeğe muvaffak oldu. Mengli Giray İstanbul'a getirilerek, mevkuf tutuldu. 

Bir müddet sonra Kırım kabile aristokrasisinin başı Eminek, Nurdevlet Han'a karşı kargaşalıklar çıkarıp, padişahtan Mengli Giray'ın gönderilmesini istedi (Eminek Mirza'dan Fatih Mehmed'e bitik, nşr. A. Kurat, vesika IX) ve 1478'de Mengli Giray İstanbul'dan gönderilen ilk han sıfatı ile. Kırım tahtını tekrar işgal etti. Osmanlı vekayinamelerinde Mengli Giray'ın 1475'te tahta gelişine ait hadiseler ile 1478'deki hadiseler birbirine karıştırılmıştır (bk. Kırım'ın tabîliği, s. 217-221)

Mengli Girayın bu üçüncü saltanatı (1478-1514) esnasında Kırım hanlığı sağlam bir şekilde teessüs etmiştir. Osmanlı himayesi hanlıkta otorite birliğini sağlamış, son Altın - Ordu hanlarının birleştirme teşebbüslerine, sonra Moskova'nın genişleme siyasetine karşı hanlığın varlığını garanti altına almış, hanlık da ilk defa 1484'te Bayezid II.'in Akkerman seferine iştirak ederek, Osmanlılar ile garpta işbirliği siyasetine bağlanmıştır. Nihayet Yavuz Selim'in kayın pederi olan Mengli Giray yaptığı askerî yardım ile onun osmanlı tahtına geçmesine yardım etmiştir.

1502'de Mengli Giray, Saray şehrini tahrip ederek, Altın-Ordu hanlığına son darbeyi vurduktan sonra, Moskova ile ittifak siyaseti sona erdi. Altın - Ordu'nun sukutu ile meydana çıkan bu iki devlet Altın - Ordu sahasına hakim olmak için mücadeleye giriştiler. Kırım hanlığı Moskova'ya karşı Yagellonlar ile sıkı ittifak siyasetini kabul etti (1511). 

Hanlık Cengiz Han oğullarının beyaz Rusya ve Ukrayna'da tarihî haklarından Yagellonlar lehine vazgeçiyor, fakat merkezi ele geçirmek istiyordu. Mehmed Giray I. (1514-1523) babasının son yıllarında kalgay [b. bk] sıfatı ile, sonra han olarak, Moskof beyliğine karşı şiddetli akınlara başladı. Yagellonlar ile ittifakı yeniledi (1520 muahede metni, bk. Feyhan- V. Zernov, 3 v.d.). Kardeşi Sahib Giray Kazan tahtına geçti (1521). Oka nehri üzerinde Belski'nin ordusunu bozguna uğratarak, Moskova önüne kadar geldi ve şehrin etrafını ateşe verdi. Ertesi sene Astırhan'ı zaptetti. Moskof beyi yıllık bir vergi (tıyış) vermeği kabul etti.

Mehmed Giray, hanlığı en satvetli noktasına eriştirdiği bir anda Astırhan seferinden dönerken, Nogaylar tarafından bir baskında katledildi ve eseri de yıkıldı. Bundan sonra Kırım hanlığı moskof devleti ile Volga havzasında Altın-Ordu mirası üzerinde şiddetli bir mücadeleye girişti. Bu mücadeleyi iki devreye ayırmak lazımdır: birincisi 1534'te eski Kazan ham Sahih ,Giray (1532 -1551) 'in padişahın yardımı ile Kırım tahtında yerleşmesine, ikincisi moskof çarı İvan IV.'ın Volga havzasını hakimiyeti altına almasına (1552-1556) kadar gelir. 

Birinci devrede Kırım'da kabileler rakip hanlar etrafında Osmanlı hakimiyetine karşı bir takım iç harplere ve Kazan ile Astırhan'da moskof nüfuzunun yerleşmesine sebep oldu lar. 1532'de moskof beyi. Sata Giray'ı Kazan'dan attırarak, kendi adamı Can Ali' han yapmağa muvaffak oldu. Bu esnada Mehmed Giray I.'ın oğlu Gazi Giray  sonra kardeşi İslam Giray, «Cengiz Han yasasına» göre, kabilelerin seçtikleri han lar sıfatı ile tahta çıktılar, İslam Giray padişahın gönderdiği hanlara. 

Saadet Giray ve sonra Sahib Giraya karşı şiddetli mücadelelere girdi, İslam Giray rakibine karşı tutunamadığı zaman, kabileler ile Or-Kapı (Perekop) berzahı dışında steplere çekiliyor ve taarruzlarını devam ettiriyordu. O nihayet, bağımsız han sıfatı ile, 1532'de hanlık tahtım ele geçirmeğe muvaffak oldu. Fakat sonunda İstanbul ile uzlaşmak zorunda kaldı. Sonra tekrar isyan edince, Sahih Giray, Kıpçak bozkırında Nogay beyi Bakî Bey vasıtası ile, onu bertaraf etmeğe muvaffak oldu. İki yıl süren bu mücadeleden sonra Sahib Giray Kırım tahtında mevkiini sağlamlaştırdı. (1534). Onun ile beraber Kırım hanlığı üzerinde Osmanlı metbüluğu ve nüfuzu hakikî bir şekilde yerleşti.

İkinci devre Sahib Giray Han'ın Moskova'ya karşı şiddetli taarruzları ile ken dini gösterir. Onun sayesinde Osmanlılar da moskof tehlikesini görmeğe ve hanı kuvvetle desteklemeğe başlamışlardır. 

Sahib Giray Kazan'da tekrar Safa Giray hanlığa getirdi ve 1549'da Osmanlı toplarının yardımı ile Astırhan'ı zapta muvaffak oldu. Onun bu kudret derecesine eriştikten sonra Osmanlılardan Közleve iskelesini istemesi ve sadrazam Rüstem Paşa ile üstünlük münakaşası endişeler uyandırdı. İstanbul'dan gönderilen Devlet Giray Han onu katlettirdi (1551). Ertesi sene ruslar Kazan'ı ve 4 yıl sonra da Astırhan'ı zapta muvaffak oldular ve şarkî Avrupa'da üstünlüklerini kurdular. 

Sahih Giray devrinde hanlığın nüfuzu bir sıra seferler ile Kafkasya'da çerkesler üzerinde kuvvetlendirildi ve Kıpçak boz - kırında Yusuf Mirza idaresindeki Kiçi - Nogay kabileleri Kırım haninin ve padişahın tabîliğini kabul ettiler. Sahib Giray atalarının siyayetine devam ile bir çok kabileleri Kırım yarımadasına getirerek, yerleştirdi. 

Orak, Kasay, ür-Mehmed (Or-Mem-bet) ve Tokuz (?) kabîlelerinin bir kısmı garba Karadeniz şimalindeki steplere,. Besarabya (Bucak)'ya nakledilmiştir. Umumiyetle Nogay kabîlelerinin zayıflaması stepleri Rus Kazaklarına serbest bırakmış ve aynı devirde kırımlılar tarafından sıkıştırılan mühim mıkdarda Çerkes gurupları bu kazaklara iltihak etmiştir. 

Daha 1559 da, Rus Kazakları ile Çerkesler Azak kalesini muhasara etmişlerdir. Devlet Giray Han (1551 - 1577)'dan XVII. asır başlarında Karadeniz sahillerine mütemadi rus akınları başlayıncaya kadar kırımlıların moskoflan Volga havzasından geri atmak için mücadele ettiklerini görüyoruz. 

Bu devirde Karadeniz ve Kafkaslar için Rus tehlikesine karşı Osmanlıların işbirliği dikkate değer. 

Devlet Giray Han 1565 kışında Osmanlı topçuları ile takviye olunmuş ordusu ile Rusya üzerine neticesiz bir sefer yaptı. Osmanlı divanı 1563'ten beri şimalde Astırhan'a bir sefer yapmağı ciddî olarak müzakereye başlamış idi. Yalnız Kırımlılar değil, Kıpçak bozkırındaki Nogayların bir kısmı (Kiçi-Nigaylar), orta Asya Türkleri Hvarizm hanı şimdi «halife-i rüy-i zemin» olan padişahı Rus Kazak ilerleyişlerine karşı yardıma çağırmakta idiler (vesikalar için bk. Belleten, sayı 46, s. 368 ve 399-402)

Osmanlılar bir ordu göndererek, Don-Volga arasında bir kanal açmak ve Astırhan'ı zaptetmek suretiyle iki taraftan kazanacaklarını düşündüler. Böylece evvela moskofları şimalî Kafkasya ve aşağı Volga havzasından geri atmak ve Kıpçak bozkırında ve Kırım üzerinde Osmanlı nufüzünü takviye etmek imkanı hasıl olacak, diğer taraftan Maveray-i Kafkas ve İran'daki fütuhat için ordu sevkiyatına daha elverişli bir yol açılmış bulunacaktı. 

1569'da, Kefe beylerbeyi Kasım Paşa'nın idaresinde, 15.000 kişilik bir Osmanlı ordusu Devlet Giray Han'ın ordusu ile birlikte, Don nehri ile Volga'nın en ziyade yaklaştığı bölgede Altın-Ordu hanlarının harabe halindeki eski payitahtı civarına geldi. Kanalın kazılması tamamlanamadı. Ordu cenuba Astırhan'a giderek, moskof askerleri tarafından müdafaa edilen kaleyi muhasara etti. Kış yaklaşınca evvela hanın askeri, sonra Osmanlı ordusu çözülerek büyük zayiat ile Azak'a geldiler. 

Kırım hanı Astırhan ve Kıpçak bozkırında hanlık yerine Osmanlı hakimiyetinin yerleşmesini istemiyordu ve Osmanlı planını sonuna kadar desteklemedi (bk. Belleten, sayı 46, s. 381-384)

Divanda Sokullu'ya muhalif olan yeni padişahın adamları da bunu neticesiz bir macera olarak tasvir ettiler. Ertesi sene çar İvan'ın elçisi Novosiltsev Osmanlılar ile sulhu sağladı. Padişah namesinde Kırım'da ve Çerkesler üzerinde hakimiyetini te'yit ediyor, Kabartay'da inşa edilmiş Rus kalelerinin yıkılmasını ve Astırhan'dan geçen ticaret yolunun serbestliğini istiyordu. 

1571'de Devlet Giray Han'ın Rusya'ya seferinde Kırım kuvvetleri Moskova'ya kadar ilerileyerek, şehrin etrafını bir defa daha yaktılar. Devlet Giray bu büyük muvaffakiyet üzerine «taht-algan» unvanını aldı. Padişah kendisini «islamın himayesinde büyük yararlık gösterdiği için» hususî şekilde tebrik etti (padişahın namesi için bk. Feridun Bey, II, 480)

Fakat Kırım hanı esas maksadına. Kazan ve Astırhanın Ruslar tarafından boşaltılmasına muvaffak olamadı. 1592'de Osmanlı padişahı çardan resmen Kazan ve Astırhan'ın iadesini istemekle beraber, artık bu mücadele Kırım için kaybedilmiş sayılabilir. 1583'te Terek üzerinde moskof kuvvetleri Dağıstan'dan Kırım'a gitmekte olan Osmanlı ordusuna taciz hücumları yaptılar. 

Şimdi gerek Kırım hanlığı ve gerek Osmanlı devleti için yeni bir devre başlamıştır. Bu devirde esas mesele moskof imparatorluğunun Kafkasya ve Karadeniz'e doğru genişlemesini durdurmak idi. Zayıflamış olan hanlık Rusya'ya karşı ancak Osmanlı himayesi sayesinde varlığını koruyabildi ve akınlarına devam etti. Diğer taraftan Kırımlılar yalnız şimalde değil, İran ve Macaristan cephelerinde Osmanlılar ile gittikçe daha sıkı iş  birliğinde bulundular. Macaristan'a ilk defa 1543'te, Kalgay Emin Giray kumandasında, bir Kırım ordusu gitmiştir.

Osmanlıların İran ve Avusturya ile uzun savaşlara giriştiği 1578 1606 yılları arasında Kırım kuvvetlerine ihtiyacı ziyadesi ile arttı. Kırım'ın Rus Kazaklarının hücumlarına açık kalmasına bakılmaksızın, hanların her yıl ısrar ve tehditler ile sefere çağırılması (İran seferine ilk defa 1578'de kalgay Adil Giray, ertesi sene Mehmed Giray II. iştirak ettiler), Osmanlı serdarlarının hanlara kendi maiyetlerinde bir kumandan muamelesi yapmak istemeleri Kırım'da ciddî muhalefetlere sebep oluyordu. 

Bizzat Osmanlı imparatorluğu bu devirde zayıfladığı için, Kırımlılar bu muhalefeti açık bir isyana kadar götürdüler. Mehmed Giray II. sadece isyan yoluna sapmakla kalmadı, aynı zamanda Kefe üzerinde hak iddia etti ve şehri kuşattı. Fakat İstanbul'dan gönderilen yeni han İslam Giray tarafından katlettirildi (1584). 

Maktul hanın oğlu Saadet, Giray, Kıpçak boz-kırından Nogaylar ile gelerek, İslam Giray'ı kaçırdı ve Kefe önünde Osmanlı kuvvetleri ile çarpıştı. Nogaylar ve Don kazakları ile birlikte yaptığı ikinci teşebbüste de muvaffak olamadı. Kardeşi Murad Giray Moskova'ya giderek, Kırım'ı istial tehdidinde bulundu. Bu Osmanlıları çok endişelendirdi (vesika, Belleten, sayı 46, levha LXV)

İslam Giray II. nihayet, müessir osmanlı yardımı ile, tahtında yerleşebilmiştir. O, ilk defa olarak, hutbede padişahın adını da okutmağa başlamıştır (fakat para daima Giraylar adına basılmıştır), İstanbul Bora Gazi Giray [b. bk.] şahsında sadık bir müttefik buldu. O yalnız Macaristan'da Habsburglara karşı imparatorluğu müdafaa etmekle kalmadı, İstanbul kendisinden Anadolu'da Cela'ilere karşı da yardım istedi. Onun zamanında Kırım'da Osmanlı nüfuzu her sahada kuvvetlenmiştir.

Osmanlı imparatorluğunun iç kargaşalıklardan kurtulamadığı XVII. asrın ilk yarısında, her tarafta olduğu gibi, Kırım'da da İstanbul'un nüfuz ve otoritesi ciddî bir imtihan geçirmiştir. Canbek Giray padişaha mutî bir han olarak 1610 ve 1635 arasında üç defa hanlığa getirildi ve daima Mehmed Giray ve Şahin Giray'ın taarruzlarına uğradı. 

Bu ikisi Kıpçak bozkırındaki Nogayların ve rus kazaklarının işbirliği ile hanlığı zorla ele geçirdikten sonra, babaları rakip han Saadet Giray ve dedeleri asî han Mehmed Giray II. gibi, bağımsız harekete kalkışmışlar, imparatorluğun düşmanı Şah Abbas ile dostça münasebetlere girişmişler, 1610'da Osmanlı kuvvetlerini ve İstanbul'un gönderdiği hanı mağlup ederek, Kefe'yi zapta muvaffak olmuşlardır. 

Bu kargaşalık esnasında şimalde Rus Kazakları kuvvetlenerek, Osmanlı ve Kırım topraklarına cür'etli taarruzlara başladılar. 1614'te Sinop'u yaktılar, 1612'de Ahyolı'yı ve 1625'te İstanbul boğazında Yeniköyü yağmaladılar. Nihayet 1637'de Azak kalesini [b. bk.] zapta, Osmanlı ve Kırım kuvvetlerinin taarruzlarına rağmen, 5 sene ellerinde tutmağa muvaffak oldular. XVII. asır boyunca Rus kazakları meselesi yalnız Kırım için değil, Osmanlı imparatorluğu için de belli başlı bir mesele halini almıştır.

İslam Giray III. devri (1644-1654). Kırım hanlığının Osmanlılar ile sıkı işbirliği halinde şimaldeki düşmanlarına karşı harekete geçtiği bir devirdir. O 1644-1647 yıllarında Rusya'ya ve kazaklarına karşı dört büyük sefer yaptı. Zaporog kazaklarını Lehistan'dan ayırarak, kendi tarafına çekmesi en büyük muvaffakiyeti teşkil etmiştir, Hmelnitskiy onun, daha sonra Osmanlı padişahının metbüluğunu tanıdı. Bu sayede o 1648 -1653 yılları arasında Lehistan'a çok muvaffakiyetli seferler yaptı. Bu memlekete karşı İsveç ile Sisayî münasebetler kurdu. Fakat o Lehistan ile sulh imzalayınca, Kazaklar Rusya'ya yanaştılar (1654).

Köprülüler idaresinde kalkınan Osmanlı imparatorluğu Lehistan'dan Podolya'yı aldıktan sonra, Kazaklar üzerinde hakimiyetini kurarak, Ukrayna'ya yayılmak temayülünü gösterdi. Bu teşebbüs 1678'de Ruslar ile Osmanlılar arasında ilk büyük muharebeye sebep oldu. 

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa kumandasında büyük bir ordu Kırım hanı Murad Giray (1678 - 1683)'ın ordusu ile Ukrayna'da Çigrin kalesini, çetin bir savaştan sonra, zapt ve tahrip etti. Kazaklar da Osmanlı himayesi altına alındı. Fakat bu çok sürmedi. Viyana bozgunu ile başlayan büyük ric'at esnasında şimaldeki bütün kazançlar kaybedildi. 

Ruslar Avrupa'da kurulan mukaddes ittifaka katılarak (1684), Kırım'a ve Azak kalesine taarruzlara başladılar. Moskof çarları bu ana kadar Osmanlı imparatorluğuna taarruzdan çekinirlerdi. Fakat bu tarihten itibaren çarların Kırım ve Karadeniz, Kafkasya ve Balkanlara doğrudan  doğruya taarruzları ve istilaları başlamıştır; Kırım hanlığının Rusya imparatorluğuna iltihakı ile neticelenen bu devre girmeden önce 1683 -1699 harp yıllarında hanlığın Hacı Selim Giray idaresinde (1671-1704 arasında dört defa han) Osmanlılar ile hayatî mahiyette işbirliğine temas etmek gerektir (bu devir için bk. H. İnalcık, Dil tarih coğrafya fakültesi habilitasyon tezi)

Bu harpte rusların Kırım'ı istila teşebbüslerine karşı kırımlıların muvaffakiyetli müdafaası ve Besarabya'da leh kuvvetlerinin taarruzlarını bertaraf etmeleri ilk felaketli harp yıllarında Osmanlıları büyük bir endişeden kurtardı. Bundan başka Kırım kuvvetlerinin 1688'de Sırbistan'da Kaçanik boğazında Habsburg ordusunu püskürtmesi harbin gidişinde bir dönüm noktası teşkil etti ve Osmanlılar düşmanı Balkanlardan geri sürmek için fırsat buldular. 

Hacı Selim Giray harbin sonuna kadar sık sık değişen sadrazamlar ve padişahlar karşısında uzun zaman mevkiini muhafaza ederek, İstanbul'da devlet işlerinde üstün bir nüfuz kazandı, hatta bir defa padişah sadrazamını seçerken, onun re'yini aldı. Selim Giray bu sayede harbin sevk ve idaresinde birlik ve devamlılık sağladı ve şüphesiz imparatorluğun daha büyük felaketlerden korunmasında amil oldu. 

Bununla beraber Rus çarı 1696' da Azak kalesini zapt ve İstanbul muahedesi ile (1700) burayı elinde muhafazaya muvaffak olmuş idi. Yeni han Devlet Giray II., yeni kaleler ve Azak'ta bir donanma yaptıran Petro'nun hummalı hazırlıklarını bildirerek, İstanbul'u harekete geçirmeğe çalışıyor ve yeni bir harp ile Rus tehdidine son verebileceğini düşünüyordu. 1702'de azledildikten sonra 1708'de tekrar hanlığa getirilince, bu maksadında muvaffak oldu. İsveç kıralı Karl XII. ile birleşerek, Babıali'yi çara karşı harp açmağa ikna etti. Fakat Prut'ta (1711) çarın ezilmesi fırsatım kaçırdığı iddiası ile, Baltacı Mehmed Paşa aleyhinde bulundu (bk. Akdes Nimet Kurat, Prut seferi, Ankara, 1954).

Rus kuvvetleri ilk defa 1736'da Münnich kumandasında Kırım yarımadasını istilaya muvaffak oldu. Bahçesaray zaptedilerek yakıldı; 2.000 ev ile hanların sarayı kül oldu. Bu arada Selim Giray'ın kurduğu zengin kütüphane mahvoldu. 

Kalgayların merkezi Akmescid aynı akıbete uğradı. Ruslar Lasey idaresinde 1737 ve 1738 yıllarında da gelerek, tahribata devam ettiler. Belgrad muahedesi ile (1739) ruslar Prut'ta geri verdikleri Azak kalesini tekrar ele geçirdiler. Şimdi Kırım yeni istilalara açık bulunuyordu. Arslan Giray Han (1748-1756) yarımadayı müdafaa eden istihkamları takviyeye itina etti. 1760'ta Rus Kazakları taarruz ettiler. Kabartay'da yeni Rus kalelerinin inşası hanlığı bu taraftan da tehdit etmekte idi. Rusların Lehistan'da yerleşmesi ve Kırım hanına ait Balta şehrine sığınmış olan leh konfedere'lerini takip ile bu şehri zapt ve tahrip etmeleri, nihayet Osmanlı padişahı tarafından harp ilanına sebep oldu.

1768 -1774 harbi Kırım için felaket ile neticelenmiştir. 1769 yılı başında Kırım Giray Han'ın Besarabya'dan Rus topraklarına muvaffakiyetli bir akınından sonra, Rus orduları 1770'te Bucak'ı, 1771'de prens Dolgorukiy idaresinde Kırım yarımadasını istila ettiler. 

Kırım hanı Selim Giray III. güçlükle kurtulup, İstanbul'a geldi. Bu harp esnasında Kırımlılar ile Osmanlılar arasında anlaşmazlıklar ve idaresizlikler hakkında Osmanlı seraskerinin katibi Necati Efendi'nin hatıraları dikkate değer tafsilat ihtiva etmektedir (Tarih vesikaları, cild III, sayı 13-15)

Bu ümitsiz durumda hanlığı Osmanlılardan tamamiyle bağımsız bir hale getirmek isteyen mirzalar kuvvetli bir durum kazandılar. 1772'de Rus işgali altında toplanan kurultayda, Osmanlıların tayin ettiği Maksud Giray'ı tanımadılar ve Sahip Giray'ı Kırım'ın müstakil hanı seçtiler. Moskova'ya mirzalardan mürekkep bir hey'et hareket etti. Küçük Kaynarca muahedesinin (21 temmuz 1774) 3. maddesi ile «Kırım, Bucak, Kuban, Yedisan, Camboyluk ve Yediçkul (Yedicek) tatar ulusları... serbest ve tam manası ile müstakil tanınacaklar, kendi rıza ve muvafakatleri ile Cengiz soyundan seçilerek hanların hükmü altında olacaklar ve han her hangi bir yabancı devleti nazar-ı itibara almadan, onları kendi kadîm kanun ve adetlerine göre idare edecek, bu sebep ile ne Rusya ve ne de Babıali hiç bir suretle mezkur hanın intihabına ve tahta çıkışına karışmayacaklar... 

Kendi kendilerini idare eden ve Allahtan başka kimseye tabî olmayan bütün diğer devletlere yapılan aynı muameleyi yapacaklar; fakat Tatarlar müslüman olduklarından ve sultan da islamın halifesi sayıldığından, bu uluslar kendisine şeriatın emrettiği şekilde muamele edecekler, bununla beraber bu, onların yukarıda te'yit olunmuş siyasî ve mülkî hürriyetlerini tehlikeye düşürmiyecek mahiyette olacaktır». 

Padişahı müslüman Kırımlıların halifesi tanıyan bu madde tenakuz ihtiva ediyordu, bu suretle ilerideki güçlüklerin menbaı oldu. Kırım yarımadası ile Bug ırmağından Kuban ırmağına kadar Türklerin oturdukları bölgeler müstakil Kırım haninin idaresinde bağımsız ilan edilmekle beraber, muahedenin diğer maddeleri ile Rusya mühim sevkülceyş noktalarını, Azak denizi ağzının iki tarafında Yeni-Kale ve Kerç, Dnepr ağızında Kılburnu kalesi ve etrafındaki hali araziyi, büyük ve küçük Kabartayları imparatorluğuna ilhak ediyordu. 

Bu şartlar altında hanlığın bağımsız bir varlığa sahip olması imkanı yok idi ve bu ileride yapılacak ilhakı kolaylaştırmak için, bir siyaset hîlesinden başka bir şey değil idi. Moskova'ya giden bağımsızlık taraftarı mirzalar bütün türk ve moğul kabilelerini temsil etmekte idiler (bk. Osman Akçoraklı, Kırım' da tatar damgaları, Bahçesaray, 1926).

Yarımada, şimaldeki berzah yani Or-Kapı (Perekop) üzerinde Baron de Tott'un dahi hayranlığını çeken, eski devirlerden kalma sağlam bir istihkam ile Kıpçak bozkırından ayrılıyordu. Or-Kapı'nın muhafazası Or beyine havale edilmiş idi. Kırım hanlarına tabî Kıpçak bölgesinin sınırları başlangıçta şimalde Belgorod'a kadar uzanmakta idi. 

Fakat Kıpçak sahası Karadeniz şimalinde Prut ırmağından Azak'a kadar bütün step bölgesini içine almakta idi. Mengli Giray I. 1484'te, Bayezid II. Akkerman seferine geldiği zaman, Kavşan kasabasını ve havalisini alarak Besarabya'da hakimiyetini genişletmiştir. Kıpçak sahasında Nogaylar [b. bk.] oturmakta idiler. 

Bunlar 1767'ye doğru, Baron de Tott geldiği zaman hala büyük kısmı itibarı ile göçebe hayatım muhafaza etmekle beraber Bucak'ta, Akkerman dolaylarında şehir ve köylere yerleşmişlerdi ve steplerdeki göçebeler de bu zengin topraklarda mühim miktarda hububat ziraati ile meşgul olmakta ve mahsulü Kırım'a ve İstanbul'a sevketmekte idiler. XVIII. asır boyunca İstanbul'da bir çok defa kıtlık tehlikesi bu bölgeden yapılan hububat sevkiyatı ile önlenmiştir.

XVIII. asırda Kıpçak Nogayları, Dnester ile Prut ırmakları arasında Bucak (Besarabya) türkleri, Dnester ve Bug arasında Yedisan türkleri, Bug ve Kırım arasında Camboyluk'lar olarak, üç büyük guruba ayrılmışlardır.

Kırım hanları için başlangıçtan itibaren Kıpçak boz  kırlarındaki Nogayları kontrol altına almak hayatî bir ehemmiyet taşıyordu. 1523'te Mehmed Giray I. Han'ı katleden Nogaylar Sahih Giray I. zamanında yarımadayı istila ile tehdit ettiler. 

Bu han ancak 1546'dan itibaren Nogay «kırgını» denilen bir sıra kanlı seferler neticesinde bunlara hanlık hakmiyetini tanıtabildi (Sahih Giray tarihi). Bu devirde Kiçi-Nogay kabîlelerinden bir kısmının Kırım ile Akkerman arasındaki sahaya göçürüldüğü yukarıda söylenmişti. XVIII. asır başlarında Kalmuk tazyiki altında ulu - Nogay kabîlelerinden bazılarının, Yedisan, Yembulad ve Yediceklerin de Kuban havzasından Karadeniz şimalinde adları ile gösterilen bölgelere göç ettiklerini görmekteyiz.

Nogayların hana tabiiyetleri gevşek olup, hanlık müddeîleri ile yahut Ruslar ve Kazaklar ile birleşerek. Kırım için ekseriya çok tehlikeli durumlar yaratmışlar ve bir çok defalar yarım  adayı çiğnemişlerdir. Kırım hanları bunları, daha iyi itaat altında bulundurmak için, zaman  zaman yarım  ada şimalindeki steplere getirip, yerleştirmek istemişlerdir. 

Bunlardan Mansuroğulları hanlık içerisinde çok mühim roller oynamışlardır. Mansur - oğullarından Kantimur 1620'den itibaren Osmanlılar nezdinde kazandığı nüfuzdan istifade ederek, hanlar karşısında müstakil ve mütehakkimane hareketlere başlamış idi. 

1621'de Hotin seferinde temayüz etmiş ve Osmanlı devleti kendisini Özü beyi yapmış idi. Asî Şahin Giray'a ve Mehmed Giray'a karşı mücadeleleri ile nufüzunu daha kuvvetlendirdi. Onun tahakkümüne tahammül edemeyen yeni han İnayet Giray, üzerine hücum etti. Orada Kantimur'a Silistre valiliği tevcih olundu, înayet Giray tekrar üzerine yürüyüp, kabîlesini yağma etti ise de, bu hareketi azline sebep oldu (1637). Çok geçmeden înayet Giray da Kantimur da Murad IV.'ın emri ile idam olundular.


HALİL İNALCIK
Millî Eğitim Bakanlığı,İslam Ansiklopedisi
1954, 64.Sayı


KIRIM HANLIĞI'NIN OSMANLI TABİLİĞİNE GİRMESİ
Halil İNALCIK





“Haytarma” soykırıma dokunuyor!
Kırım-Tatar Sürgününü Konu Alan İlk Film

“Film insanlık tarihinin kara lekesi olan 18 Mayıs 1944 tarihinde Kırım Tatarlarına yapılan sürgün ve soykırımı anlatıyor. 
İkinci dünya savaşında 2 defa kahraman 
madalyasıyla ödüllendirilen efsanevi pilot Ahmethan Sultan 
köyüne gider, tüm halkının Stalin tarafından 
sürgüne gönderilişine çaresizce şahit olur. 
Kırım Tatar halkının %46’sı bu sürgünde yok oldu, 
sürgünü yaşamış insanlar, 
kendi trajedilerini tüm dünyaya anlatmak için filmde rol aldı.”



Haytarma (2013)
Yönetmen :Akhtem Seitablayev
Senaryo : Nikolay Rybalka

Aleksey Gorbunov, Usnije Khalilova, Adrey Mostrenko gibi oyuncuların yanı sıra 
Rus ve Ukraynalı oyuncularla birlikte 
Kırım sürgününü yaşamış bir çok kişi de rol aldı. 









//TARİHİN BAŞLANGICINDAN BERİ
//TÜRK MİLLETİ KADAR ACI ÇEKMİŞ BAŞKA 
BİR MİLLET YOKTUR !
//HATIRLA VE HATIRLAT!



____________//TÜRK SOYKIRIMI