Translate

15 Şubat 2015 Pazar

TÜRK TARİHİ VE AÇIK MEKTUP






Müəllimim türkoloji müəmmalara açar saldı. Prof.Qəzənfər Kazımovun prof.Ahmet Bican Ercilasuna açıq məktubu.
PROF.DR. AHMET BİCAN ERCİLASUN’A 
AÇIK MEKTUP (aktaran Minexanım Nuriyeva-Tekleli/Türkolog,Azerbaycan)

Saygıdeğer Ahmet bey!

Sizlerle arkadaşımız, değerli тürkolog Ramiz Asker’in doktora tezi savunmasında görüşmüştük. Görüşmemizden sonra eve geldiğimde, kitaplarımın arasında sizin “Türk dili tarihi” kitabınızı aradım. Bu kitabı Türk Dil Kurumunun 5. kongresi nedeniyle Ankara’da bulunurken almıştım. Zaman zaman kitabın sayfalarını bir kaç kez çevirsem de, bir türlü vakit bulup da tam okuma fırsatı bulamamıştım. Fakat görüşmemizden sonra hoş sohbetlerinizden etkilenerek bu kitabı dikkatle, yeni başdan okumaya karar verdim.

İlk olarak onu söylemeliyim ki, kitaba çok büyük emek ve gayret harcanmış. Kendinizin de söylediğiniz gibi, bu eser yalnız Türkiye Türkçesinin dil tarihi değil, aynı zamanda Türküstan, Anadolu, Azerbaycan ve tüm Avrasya ülkelerinde yaşayan Türk halklarının dillerinin tarihidir. Çoksaylı Türk halklarının dil tarihini kapsayan böyle bir çalışma için büyük gayretle Avrupa, Rusya ve tüm Türkoloji alanında mevcut araştırmaları, sayısız Türk metinleri okumuş, incelemiş bulunuyorsunuz. Rusça’dan Çin ve Japon dillerine kadar çok çeşitli dillerdeki bilimsel kaynaklardan yararlandığınız görülmektedir. Bununla da, zamanında A.Caferoğlu’nun cesaretle ilk adım attığı bir alana sizde girmiş, bu bilim dalını daha da zenginleştirmiş, sırayı genişletmiş bulunuyorsunuz. 

Birçok araştırmacılardan farklı olarak oldukça doğru bir fikir söylüyorsunuz ki, “tarihsiz Türk dili tarihi düşünülemez.” Bu gerçekten de öyle. Tarihi öğrenmeden hiçbir halkın dil tarihi konusunda doğru, gerçek fikir söylemek imkansız. Bu açıdan baktığımızda, tarihi, özellikle, araştırma konusu olan tüm Türk halklarının (ister büyük, ister küçük) tarihini öğrenmekte ne kadar gayret sarf ettiğinizi her okur anlayabilir. Hem de öyle böyle tarihi değil, “daha çok karanlık dönemleri ve kökenleri aydınlatmayı gerektiren tarihi. Dahası Türk halkları tarihinin hâlâ tam gün yüzüne çıkmadığı da her kese belli. Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türk halklarının tarihi ise günümüze kadar doğru şekilde değil de, sap-tırılarak öğrenilmektedir. Bu konuda Türk halklarının içlerindeki bir sıra “kendi” araştırmacılarının da negatif etkisi ve rolü de az değildir. 

Türk dillerinin ortak ve benzerliğini değil de, farklılığını yansıtan özelliklerinin araştırılmasına daha çok önem vermeniz de takdire değer. Çünkü, günümüzde hala Türk halklarının tarihini inkar edenler, onların ve dillerinin çok yakın zamanlarda geliştiğini ve dillerinin yalnız lehçe ve ağızlardan ibaret olduğunu iddia edenler de mevcut.

Çok haklı olarak XIII yüzyıldan önceki zamanın dil manzarası ile ilgili araştırmaların oldukça az olduğunu vurgulamaktasınız. Zaten bu yüzden de çokları Türk halklarının büyük bir kısmının dillerinin aniden bu yüzyıldan sonra meydana çıktığını düşünmekteler. Bu yüzden sizin daha ileri zamana, önceki tarihlere yer vermeniz çok güzel. Doğru, sizde bu bakımdan Köprülü’nün de emeği az değil. Ama onun Türkiye’de yaptığını Azerbaycan’da Prof. Dr. Y.Yusifov, Prof. Dr. T.Hacıyev, Prof. Dr. G.Geybullayev gerçekleştirmişler. Onlar da daha derinlere giderek çok değerli bilgi ve belgelere ulaşmış, böylece ister halk, isterse de dil tarihi ile ilgili belli düşünceleri oldukça zenginleştirmişler.

Kitabınız bilimsel esaslara dayanan çok değerli bir eser. Hiçbir abartıya yol vermeden yalnız sözkonusu eserin Türkiye’de değil, diğer Türk halklarında da bu eğitim ve öğrenimde en yararlı öğretim kitaplarından biri olacağını söyleye biliriz.
Ahmet bey, halkın ve dilin tarihini yazan insanda vatanseverlik, kendi halkının tarihine sevgi gibi duygular olmalı. Fakat “en fazla objektif olunması gereken alanda da duygular daima işe karışabilir.”- dediğinizde de çok haklısınız. Bizce karışmalıdır da. Kendi halkının tarihine düşmanca bakmaktansa, o tarihi tahriflere yol versek bile sevgi ile araştırmak daha güzel. Ben sizde genel Türk tarihine böyle sevgiyi gördüm. 

Mütevazı bir tavırla, “bu kitabı esas itibariyle bir müracaat eseri olarak hazırlamakla beraber bazı sorunları tartışmayı ve kendi görüşlerimi ortaya koymayı da gerek bildim... Eğer bazı görüş ve yaklaşım-larım tartışmalara yol açabilirse bunun, bilim dalımıza bir kazanç getireceğini düşünüyorum.” - diye samimi itirafta bulunuyorsunuz.

Bu sözlerinizi esas alarak, sizinle “tartışmak” değil de, (tartışmag-bizim dilde bir az kaba bir tâbir) düşünce munazarası yapmak, bir fikir alış verişinde bulunmak istiyorum.

Ama önce sizin yazması ne kadar zor olduğunu bildiğim geniş ve kapsamlı eseriniz konusunda Azerbaycan okurlarını bilgilendirmek isterim.

488 sayfalık bu kitap (Prof.Dr. A.B. Ercilasun. Türk dili tarihi. Başlangıçtan XX yüzyıla. Akçağ. Ankara 2004.) on beş bölümden oluşan, “Bilgeye... Gün ışığı niyetine...” gibi güzel sözlerle başlayan değerli bir eser. Kitaba yazılan “Söz başı”nın da oldukça samimi duygularla kaleme alındığı belli. 32 sayfalık “Giriş”de “Türk dilinin dünya dilleri arasındakı yeri” konusu genişçe işlenmiş. Altay dil teorisi, Nostratik teori ve Avrasyatik teorisine yer ayırdığınız bu bölüm Türk dillerinin sınıflandırılması konusunu da içermektedir. 

Tırnakta verdiğimiz konu ismindeki “Türk dili” kelimesi tartışmaya açık bir mesele. Bu yerde “Türk dili” denildiğinde, Türk dillerinin hepsini bir dil gibi kabul edilmemesi gerek-tiğini, genel olarak Türk dilleri ailesinden bahs edildiğini her okur anlayabilir. Yani, bizce, burada “Türk dili” adı altında esasında “Türk dilleri ailesi” göz önünde bulunmaktadır. Burada Altay teorisi - Türk, Moğol, Tungus, Kore, Japon dillerinin aynı bir kökenden olması ve bu dillerin akrabalılığı konusunda verdiğiniz bilgiler oldukça değerli. Girişte aynı zamanda teorinin sonralar Ural-Altay teorisi gibi genişlemesi, onun bir teori olarak meydana çıkması, gelişimi, Johann Philipp Tabbert fon Strahlenberg, Rasmus Rask, A.Miller, W.Schott, Gustaf John Ramstedt, Aleksanteri Castrén, Nicolas Poppe, B.Vladimirtsov ve diğerlerinin bu süreçteki rolü ve onların bu konudakı fikirleri de güzel bir şekilde özetlenmiş. 

Dahası Türkiye’de Altayistik üzerine kapsamlı ve başarılı çalışmalar yaptığını söylediğiniz Ahmet Temir, Talat Tekin, Osman Nedim Tuna, Tuncer Gülensoy gibi bilim adamlarının isimlerini saymış, Sergei Starostin, Anna Dybo ve Oleg Mudrak’ın ise bu dalda en son araştırmaları yaptığını hatırlatmışsınız. Sözkonusu bölümde Strahlenberg, Vladimirtsov, Poppe, Miller gibi araştırmacıların “Ana Altayca” teorilerini şema halinde sunmanız da konu ile ilgili hassasiyetinizi yansıtmaktadır. Bu şemalar içinde yalnız Street’in şeması “Ana kuzey Asya dili” ismini taşımasıyla farklılık ifade etmektedir.

Strahlenberg Ana Altayca’nı “Moğol-Türk” şeklinde iki gruba ayırmış. Hatta, “Türk-Moğol” dememiş, Balkanlardan Mancur topraklarına kadar yayılan Türkleri ikinci, Moğollarıysa ön planda vermiş. Vladimirtsov’un şeması da Strahlenberg ile aynı. Poppe de ana Altayca’nı 2 grup halinde sınıflandırmaktadır: Çuvaş – Türk – Moğol – Mancur – Tungus birliği ve Ana Kore.
Poppe’ye göre birinci daldan Çuvaş –Türk grubu gelişmiş, ondan ise Ana Türkçe, Ana Türkçeden ise Türk lehçeleri ayrılmış. Buradan elde ettiğimiz sonuca göre, güney-batı grubu Türk dilleri Çuvaş-Türk birliğinden yaranmış, dahası Türkler Anadolu’ya ve Kafkasya’ya Kuzeyden gelmişler.

Ana Altayca’yı Ana Batı Altayca ve Ana Doğu Altayca’ya ayıran Miller ise Ana Batı Altayca’dan eski Türkçe ve eski Bulgarca’nın yarandığı kanaatindedir. 

Street’in sınıflandırmasıysa biraz farklı. “Ana Kuzey Asya dili” ismini koyduğu aileni 2 gruba ayıran Street birinci grubu “Ana Altayca” gibi vermiş. Kore, Japon ve Aynu dillerini içeren ikinci grubun ise ismi yoktur. Ana Altayca’nı Miller gibi Ana Batı Altayca ve Ana doğu Altayca gibi gruplara bölen Street’in fikrince, ana Batı Altayca’dan ana Türkçe, ondan da Türk lehçeleri gelişmiş.

Böylece, tüm bu mantıksız bölgülerin hepsinin esası Altay teorisine dayanmaktadır. Bu o demek ki, Türklerin ilk beşiği Altay’dır. Türkler orada doğmuş, çoğalmış ve o topraklardan tüm dünyaya yayılmışlar. 

Bu konuda nasıl derler, kuyuya ilk taş atan Strahlenberg olmuş. Ünlü yazarlarımızdan olan A.Hakverdiyev’in diliyle söylesek, “o yerlerde avare dolaşan” bu İsveç asıllı esir subay ilk kez o topraklardaki yazılı balballara- taş yazıtlara rastlamış, onları kağıta aktarmış, sonra da bilim dünyasında yeni bir başlangıcın esasını koymuş. XIX yüzyılın sonlarında V.Tomsen tarafından bu yazıtların okunması Türk halkları ve Türk dilleri tarihi için çok büyük bir buluştu. 

Daha sonra da V.V. Radlov’un metinleri çözmesi Türk kültürü tarihini en azından 5-6 yüzyıl eskiye götürdü. Orhun-Yenisey yazıtları gibi bilinen bu anıtlar tarihçi, dilbilimci, etnografi ve arkeoloji uzmanlarının Orhun-Yenisey nehirleri kıyısında bulunan söz konusu toprakların ve genel olarak Altayların Türk’ün beşiği olduğu kanaatine varmasına neden oldu. Bu kez de uzmanlar Türklerin bir mucize gibi bu yerlerde yaranmış olduğunu ve dünyaya buradan yayıldığını ileri sürdü. 

Fakat, insanlık tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Dünya dillerinin oluşum tarihini de dikkate alırsak, 1500 yıllık yolun bir şimşek çakmasından farksız olduğunu, dahası bu kadar büyük bir arazide yaşamış halkların aniden oluşmasının da imkansız olduğunu düşünememişler.

Girişde, nostratik teori ve onun oluşumunda Pedersen ve İlliç-Svitıç’ın rolü konusunda detaylı bilgi bulabiliriz. Dünya dillerinin sınıflandırılmasını, özellikle, Merritt Ruhlen’in ilgili şemasını ince ayrıntılarıyla özetlemeniz çok güzel. Bu yerde en kayda değer an ise bu bilgilerde çoğunlukla ilk kaynaktan yararlanmanızdır. 

Kitapta “Türklerin ana yurdu ve en eski komşuları” adlandırdığınız birinci bölümü bir sayfadan da az. Fakat bizi ilgilendiren en önemli konu da burada açıklanmıştı. Yazıyorsunuz ki, “Türklerin ataları, m.ö. 2000-1000 yılları arasında Ural dağları ile Sayan, Altay ve Tanrı dağları arasında yaşıyorlardı. Hazar denizinin kuzey doğusundan başlayıp Aral ve Balkaş göllerini de içine alarak Tanrı, Altay ve Sayan dağlarına dek uzanan bu coğrafya Avrasya’nın orta bölgesi idi. Doğu’da Moğol, Tungus ve Korelilerin ataları bulunuyordu. Batı’da ise Kuzey bölgelerinde Fin ve Macarların ataları; güney bölgelerinde Ari kavimler vardı. Avrasya’nın güneyinde, doğudan batıya doğru Çinliler ile Hint-İran kavimlerinin ataları yaşıyordu. Moğol, Fin-Ugor, Hint-Avrupa ve Çin dilleriyle Türkçede görülen bazı ortaklıklar, alış verişler işte bu uzak geçmişteki komşuluğun izleridir.”(s.33)

Ahmet bey, biliyorsunuz mu, en büyük hata nedir? Ister tarihçi, ister dilbilimci olsun, uzmanlar tarafından halkların tarihi, tarihin bize belli devirlerinde bile bir bütün halinde değil, kareler, parçalar şeklinde öğrenilmektedir. 1000-2000 yıllık tarih söz konusu olsa bile. İşte tüm yanlışlar buradan kaynaklanmaktadır. Peki, ama, Türkler Sayan ve Altay’a nereden gitmişler, nasıl orada toplanmışlar?

Bu soruya yalnız insanlık tarihini bir bütün olarak ele alırsak cevap bulabiliriz. Girişte siz de monogenez teorisinden söz açmışsınız. Ama, maalesef sizin bu konuyla ilgili fikriniz o kadar açık şekilde anlaşılmıyor. Ben ise bu teorinin taraftarlarındanım. Size vermiş olduğum “Azerbaycan dilinin tarihi” isimli kitabımda da bu konuya bir bölüm ayırmıştım. Basında da tek ulu dil konusunda çok yazdığım için fazla ayrıntıya girmek istemiyorum. Ana fikir o ki, Yer yüzünde varolmuş ulu dil m.ö.12. binyılda protodillere parçalanmış, 12-6.binyıllarda ise bu protodillerden dil aileleri (Hint-Avrupa, Hami- Sami, Türk dilleri ve s.) oluşmuştur. Sonuç olarak artık m.ö. 6. binyılda Batı ve Doğu Türk dilleri ayrı ayrılıkta farklılık kazanmaktaydı. 

Burada ikinci bir önemli konu daha var: Bu ulu dil nerede oluşmuş, gelişmiş ve parçalanmıştır?

Dünya biliminin bu konudaki kanaati ise böyle değerlendirilebilir: Yer yüzündeki Ulu dil Afrika’nın kuzeyi, Asya’nın batısı, Avrupa’nın güney doğusunu içine alan bir arazide yaranmıştır. Dilin bölünmesi de bu topraklarda, yani Ön Asya ve Akdeniz sınırları içerisinde gerçekleşmiştir. Orta taş çağında (Mezolitik devir.X-VIII binyıllar) doğuya, batıya, kuzeye, güneye doğru olan ilk göçler bu topraklardan başlamıştır. M.ö.3-1. binyılların dil verilerinin- yer, insan ve kavim adlarının araştırılması köklü ve ana kavimlerin daima doğdukları topraklarda kaldığını, yeni doğulanların, toprakları az olanların taşınmaya mecbur olduğunu açığa çıkarmıştır.(bak:1) 

Ben mümkün olursa, size bir harita yollayacağım. Ruslar onu okulda tarih dersi sırasında kullanmaktadırlar. Haritadan görünen o ki, 8000 yıl önce (yani, m.ö. 6. binyılda) Altay’da hiçbir insanoğlu yaşamamıştır. Bu çağda insanın yaşadığı yerler olarak Anadolu’nun güneyi, Mezopotomya toprakları, İran yaylası adlandırdığımız topraklar ve Türkmenistan bozkırlarının batısı gösterilmektedir. 

Bugün Türk yurdu gibi sunulan yerlerdeyse yerleşim çok sonralar- 5000 yıl önce başlamıştır. Avrupa bilimadamlarının sözkonusu teorisinde Türklerin yerleşim yeri olarak Sayan-Altay’ın gösterilmesi kasıtlıdır ve eski Azerbaycan ve Anadolu topraklarına Türklerin sonradan gelme olduğunu kanıtlamak amacını taşımaktadır. Bu tarihi doğru bilmemekten doğan bir konu. Altay Türk’ün beşiği değil. Türk’ün beşiği Anadolu’nun güneyi, Azerbaycan ve özellikle, Mezopotomya topraklarıdır. Bizde artık Altay’ın isminin Türkler tarafından Azerbaycan’dan götürüldüğü, m.ö. Azerbaycan Aratta devletinin isminden doğduğu kanıtlanmıştır. Y.B.Yusifov Azerbaycan Aratta devletinden (m.ö.28.yüzyıl) bahs ederken bu kelimenin nasıl Alatey şeklini aldığını açıklamıştır: “Alatey’i Türk dille-rinde kullanılan Alatay, Altay, Alatey ve Alatau “dağ, sıra dağlar” bildiren kelimelerin ilk şekli gibi kabul edebiliriz. Bu kelimelerin ProtoTürk (Erken Türk) diline ait olması şüphesizdir.(2,78,115;3,167)

Sizin verdiğiniz sınıflandırmaya göre milattan 2000 yıl önce ne Anadolu’da , ne de Azerbaycan topraklarında Türk gözükmektedir. 

Geçmiş SSCB’de Doğu’yu güzel bilen üç bilimadamından (İ.M.Dyakonov, V.A.Belyavski, Y.B.Yusifov) biri olan Y.Yusifov m.ö.28. yüzyılda Azerbaycan Aratta devletini kuranların Türkler olduğunu kanıtlamıştır. Bilimadamı üniversiteler için ders kitabı olarak yazdığı bu eserde birkaç delil ve olgular sunduktan sonra şöyle bir yorum yapıyor: “ Bu kanıtlar m.ö. III-II binyıllarda Azerbaycan topraklarında Türk etnosları (halkları) yaşadığını ve o çağın politik olaylarında katılımcı olduklarını göstermektedir. Böylelikle, ProtoTürkler Azerbaycan’ın en eski sahiplerinden biri olmuş ve onlar daha birbirinden sesbilimsel bakımından farklılık kazanmamış genel Türk dilinde konuşmuşlar. Fakat artık bu çağda batı ve doğu Türk dillerini nitelendiren bir sıra sesbilimsel değişimler oluşmuştu. Diye biliriz ki, ProtoTürkler bu çağda yalnız Azerbaycan’da değil, aynı zamanda Anadolu yarımadası ve Orta Asya’da yaşamış ve tedricen kuzeye doğru hareket etmişler." (2,78) (Bu kitap iyi bir kitap, onunla tanışmanızı isterim.) 

Eski Azerbaycan kavimleri Gutiler, Lulular, Kassitler, Turukkiler, Sular Türk kavimleriydi.(Yine orada s.77-86) Daha m.ö. 6. binyılın ortalarında Azerbaycan topraklarından Mezopotomya’ya inen Sümerleri, tipolojik bakımdan eklemeli dilli Elamları, Hurrileri söylemedim. Onların da tartışmalı olduğunu söylerler.

Zamanında “Kitabı Dede-Korkut”u Homeros’un meşhur “İlyada” ve “Odysseia” destanları ile karşılaştırmalı şeklinde araştırmıştık. Bu zaman elde ettiğimiz sonuç oldukça ilginçtir: 

Bu eser (“Korkut ata destanları”) Yunanların komşusu olan Türkler tarafından yaratılmış ve tarihi bakımdan oldukça eskilere dayanmaktadır.- azından Homerosla, onun anlattığı devirle yaşıttır. Her iki eser arasında sayısız ortak özelliklere, benzer olgulara rastlanmaktadır. Sayan-Altay topraklarındaki Türkler böyle bir destan yazamazlardı. Bu destan Selçuk Türklerine de ait değil. Destanın tarihi 1500 değil, en azından 3500 yıla dayanıyor. Onun sonrakı gelişim evrelerini söylemiyoruz daha.( bak:7,321-362) 

Truva savaşının (m.ö.1250 yılı) kahramanları-Priamos’un nesli, Hector, Alneas kimlerdi? 

O savaş Helen-Türk savaşıydı. İşte o Priamos’un yeğeni Aeneas ve adamları Truva düştükten sonra denize açılarak İtalya topraklarına gelmiş, önce Latin devleti, sonralarsa Roma’yı kurmuşlar. O topraklardaki Etrüsklerin-Tursakaların Türk olduğunu sizlerden Adile Ayda uzunsüreli araştırmalar sonucunda güzel bir şekilde kanıtlamıştı. Hint- Avrupalıların “İran’a ulaşması” 1500 değil, m.ö. 800 yıl olarak kabul edimektedir.- m.ö. 8. yüzyıla ait edilen bu tarihi E.A.Grantovski her ne kadar çalışsa da, m.ö. 9. yüzyıla bağlayamadı. 

Tüm bunlar Türk tarihine yeniden bakılması gerektiğini göstermektedir. Orhon-Yenisey toprakları bir mezarlıktır. Bu yerlerde Türkler yaşamış, artmış, büyümüş, vefat etmişler. Fakat orada doğmamışlar. Oraya Batı’dan gelmişler. 

Azerbaycanla Anadolu’nun kaderinde büyük farklılıklar mevcuttur. Bir çok tarihi bilmeyenler bir yana, kendi dilbilim ve tarih uzmanlarımızın bazıları da XI yüzyılda Selçukların gelmesiyle Azerbaycan ve Anadolu topraklarının Türkleştiği kanaatindedirler. Böyle bir fikir bilgisizlik ve cahillik örneğidir. Urmiya gölü havzası topraklar, kuzeyli-güneyli Azerbaycan (Irak’ta Kerkük-Erbil toprakları da) eski Türk yurdudur. Hiçbir zaman, hiçbir tarihi olay bu yerlerden Türkleri uzak tutamaz. 
Bugün nasılsa beş bin yıl öncede aynı şekilde olmuştur. (küçük değişimler ve göçler fonunda) Fakat, Anadolu topraklarında ise durum ve tarihi “kader” başka türlüdür. Anadolu da eski Türk yurdudur. Fakat zaman zaman Bizanslar çoğunluk oluşturmaktadır. Anadolu Selçuklular zamanında, özellikle, Ertuğrul oğlu Osman’ın zamanında yeniden asıl Türk yurduna dönüştü. Sizde bir “Kuruluş” dizisi var-18 bölümlük. Ben onu 1991 yılında sanatoryumda olarken seyretmiştim. 

Padişah Osman ölüm yatağındayken, oğlu yanına gelir ve onun dileğini sorar. Padişah Osman Bursa’da toprağa verilmesini ister. Bir süre sonra savaş başlar ve oğlu Bursa’nın alındığı haberi ile geri döner. İşte, Anadolu böyle adım adım alındı ve tarihi Türk yurdu yeniden kuruldu. Bunun için de ustamız A.Demirçizade Azerbaycan Oğuzlarının Selçuk Oğuzları olmadığını, “Kitabi-Dede-Korkut”un da Selçuk Oğuzlarının değil de, yerli eski Azerbaycan Oğuzlarının eseri olduğunu defalarca hatırlatır dururdu. Dahası, o, Azerbaycan dilinin Selçukların dili norm halini almadığı XIV yüzyıla kadar onlara hizmet ettiğini de eklerdi. Bizim bazı bilimadamlarıysa XVIII yüzyıla kadar Azerbaycan ve genellikle, Türk dillerinin olmadığını ve dil gibi farklılık kazanmadığını ispat etmeğe çalışıyorlar. 

Ahmet bey, görüyor musunuz işimiz ne kadar zor ? 

Kitabınızın ikinci bölümü “Sümerce-Türkçe ilişkisi” adını taşımaktadır. Osman Nedim Tuna’ya dayanarak Sümer ve Türk dillerine ait çok sayıda ortak kelimeleri örnek olarak sıralamışsınız. 

Verdiğiniz bilgiye göre, Tuna Sümer yazıtlarında Türk dillerine ait 168 kelimeyi tespit etmiş. Bizde de bu konu ile ilgili böyle yazılar yazılmaktadır. O da bilinen bir fikir ki, böyle kelimelerin olması ya köken bağlılığından, ya da ilişki sonucunda bir dilin diğerinden kelime almasından doğan bir olaydır. 

Sizin yazınızdan da anlaşılan o ki, Tuna Sümer dilindeki böyle kelimeleri yabancı-alınma gibi kabul ediyor. Bu alanın ilk araştırmacısı gibi Oljas Süleymenov da, bizim dilbilimciler de aynı fikri paylaşmaktadırlar. Zaten araştırmanın başarısı da Sümer dilinde Türk sözlerinin varlığının ispat edilmesindedir. Sözkonusu deliller de Sümerlerle aynı zamanda bir Türk halkının varlığını gösteren en iyi örnek. 

Böylece Türklerin tarihi en azından 550 yıl daha eskilere varmaktadır. Bu bile kendi kendiliyinde Türklerin Sayan-Altay topraklarına Ön Asya’dan gittiğini göstermektedir. Fakat ben bu ilişkiye de karşıyım.

Ben de Sümer dilinin yalnız sözvarlığını değil, aynı zamanda sesbilimini, biçimbilimini ve sözdizimini de belgeler, olgular esasında incelemiş bulunuyorum. Bu konu ile ilgili araştırma yapanlardan biri olan İ.M.Dyakonov Sümer dilinde önek olduğunu belirtir. Ben de sözkonusu ekleri inceledim. Aslında onların hiçbiri önek değil, birer çekim eki ve ya bağlaçtır. 
Örneğin, Dyakonov fiilden önce “ne” önekinin kullanıldığını ve olumsuzluk bildirdiğini yazar. Bu bizim dilimizde şimdi de kullandığımız “ne” bağlacıdır: Ne görür, ne duyar.(bak: 3,112-126) Bunun nesi önek? 

İsterseniz, önek olduğunu da farzedelim. Ama diller kök dilden ayrıldığında kök dilin tüm özelliklerini hemen ani olarak kaybetmez. Bizim tipoloji bakımdan farklı diller gibi bildiyimiz dil ailelerinde de o kadar ortak özelliklere rastlayabiliriz. 
Örneğin, bizim dilimizde tamlayan tamlanandan önce kullanıldığı halde, Fars dilinde tam tersi yapılır: perişan zülf - zülfi-perişan. Ama bizde tamlayanın tamlanandan sonra kullanıldığını iddia edemeyiz. Şah İsmayıl- İsmayıl şah, Hanım Emine- Emine hanım, Doktor Hamit-Hamit doktor. Bu örnekleri istediğimiz kadar artırabiliriz. 

O önekleri Hint-Avrupalılar Sümer dilinin Türk dili olmadığını kanıtlamak için uydurmuşlar. 5000 yıldan artık bir zaman geçti. Fakat, Sümer dilindeki tüm çekim ekleri küçük sesbilimsel farklılıklarla modern Türk dillerinde kalmış bulunmaktadır. 

“Gim” (kimi/gibi) sontakısı- hiç sontakıyı da başka bir dilden almak mümkün mü? Onun günümüzde kullanılan “Gimi” şekli de her şeyi açıklar. Fakat bu halk kimlerinse ataları olmalı. Günümüzde kimlerse o halkın evlatları olmalı. 

Hint-Avrupalılar onların kendilerinin ataları olmadığını itiraf ediyorlar. Bizlerse bu kadar Sümer –Türk benzerliği, yakınlığı olmasına rağmen gerçekleri kabullenmekten korkuyoruz. 

Kendileri Sümerlerin m.ö.6. binyılın ortalarında Azerbaycan’dan-Zagros topraklarından Mezopotomya’ya indiklerini yazıyor. Sonralar da Akkadlarla karşı karşıya geldikleri için bir çoğu yeniden kendi yurtlarına dönmüş. Yakın zamanlarda bizde bu konuda doktora tez hazırlayan Rahman Purekber Hayavi de tezinde güney Azerbaycan arazisinde Sümerlere ait çok sayda anıtlar, özellikler olduğunu kanıtlar.

Avrupalı bilginler anlamak istemiyorlar ki, Türkler dünyanın ilk ve eski halklarından olmasaydılar Yer yüzünün ekvator boyu en güzel topraklarına sahip olamazlardı. 

Etrüsklerin de Türk olduğunu görmek istemezler. Zaten Moğolların, Japonların, Korelilerin Türklerden tecrit edildiğini de tartışmalı şekilde itiraf ediyorlar. 

Kitabınızın “Eski kültürler ve Türkler” bölümünde eski Doğu medeniyetlerinin oluşumunda Türklerin rolünü araştırmışsınız. “Bozkır kültürü” konusunda, dahası, hayvanların, özellikle atların ilk defa ehlîleştirilmesinde, demirin işlenmesinde bozkır Türklerinin (Terekemelerin) rolünü geniş incelemiş bulunmanız dikkat çekici. 

O.Menghin’in fikirlerine dayanarak yazıyorsunuz: “Menghin de “atı ehlîleştirilmesi ve umumiyetle hayvan yetiştirmek gibi medeniyet tarihindeki çok mühim bir safhanın Türklerin ataları ile yakından ilgili” olduğunu belirtir. Ona göre “Türk kültürünün dünya tarihinde iki bakımdan kesin tesiri olmuştur. Bunlardan biri, hayvan besleyiciliği geliştirmek ve yaymak suretiyle ekonomik; öteki, yüksek teşkilâtçılık yolu ile sosyaldir.”

Bunlar değerli sözler. Demek ki, Batı’nın kendisi de insanlığın hem ekonomik, hem de sosyal gelişiminde en önemli rolü Türklerin üstlenmiş olduğunu onaylıyor. 

Onlar zaten her zaman böyle: önce mecburen hakikati, gerçeği itiraf eder, sonra da oyunbazlık yapmaya başlarlar. Zaten Sümerlerin de Türk olduğunu ilk önce onlar itiraf etmişler.

Sakalarla ilgili verdiyiniz bilgi de (IV bölüm) tarihi gerçeklere uygun 7 çeşitli çevirmenle konuşan Sakalar çeşitli kavimlerden oluşurmuş. Bazıları, özellikle çar İskitleri (Bak:5) ismini taşıyanlar, Azerbaycan topraklarında çarlık kuran (m.ö.653-625) Türklerden oluşmuş. 

Burada en dikkat çeken ise “Firdevsi “Şahname”sinde “Med ve Perslerle Sakaların mücadilelerini İranlılarla Turanlıların mücadelesi olarak anlatılır” kelimeleridir. Buradan anlaşılan o ki, Medlerle (Midiyalılar) Persler birleşmiş (ve ya belki de bir halk olmuş) ve Sakalara karşı mücadele etmişler. Midiya (Medeya/Medya) devleti ile ilgili Asur kaynaklarında m.ö.834 yılında bilgi verilmektedir. 

Farslar ise İran yaylasına 8. yüzyılın ortalarında gelmişler. Medeya/Medya aslında ilk kurulduğunda bir Fars devleti değildi. 
Bizim dilbilim ve tarih uzmanları Medeya/Medyalıların Türk olmaları konusunda hemfikir. (akademik “Tarih” birer istisna) 
Farslar 550 yılında ihanet yolu ile Medeya’da hakimiyeti (Harpak’ın ihaneti) ele geçirmişler. Meşhur “Astiages efsanesi” de bununla ilgilidir. Doğru, Saka liderleri Kiaksar tarafından aldatılarak öldürtülmüş. Fakat, Bu Sakaların ve Medeyalıların ayrı dillerde konuştuğu anlamına gelmez. Nasıl olsa, onlar akraba kavimlerdi ve birlikte güç kazanarak Azerbaycan’da Medeya-Saka devleti kurmuşlar. Onun için de bu süreçte Turan adı altında Medeya-Saka hakimiyeti bir bütün gibi kabul edilmektedir. M.ö.550 yılında Medeya düşer ve Fars Ahamenişler devletine birleşir. (2, 122)

Sakalar aslında güney Kafkasya ve Anadolu’da tam olarak sonradan gelme sayılmazlar. Herodot onların bir kısmının Kimmerleri kovalama sırasında bu yerlere geldiyini yazmaktadır. Fakat, Sakalar Ön Asya'nın, Azerbaycan'ın ve Batı Anadolu'nun en eski kavimleridir. 

Sizin tâbirinizle desek, onların ataları Kassitler olmuşlar. Azerbaycanda Kassit medeniyetinin çok eskilere dayanan (bazılarına göre, hatta 10000 yıllık) tarihi vardır. Sakalar Kassitlerin (Kasların) sonrakı nesilleridir. Kas ve Sak kelimeleri de yalnız ses yer değişimi ile seçilmektedir. Sizin topraklardakı Truva’nın karşısından geçen büyük nehrin zamanında 2 ismi olmuştur: denize kavuşan yerde Ksanf, başladığı yerde Skamandr.

Bu kelimelerde Kas (KSanf) ve Sak (Skamandır) kelimelerini bulmak mümkün Hоmeros’un destanında Skamandr bozkırı, Skamandr vadisi, Skamandr kahini gibi ifadeler Sakalara ait. Homeros yazıyor:

Hefestle de düşman oldu bol dalgalı derin bir nehir.
Ki, Tanrılar Ksanf diyor ona, insan-Skamandr(6,300)

Bu Homeros`un m.ö.1250 yılı olaylarını anlatırken çok eskilere dayanan Ksanf kelimesinin anlamını bilmediğini gösteriyor. Işte bu nedenle onu Tanrılara, Skamandr`ı ise onunla aynı çağda yaşayan Saka`ların ismile bağlı olduğu için insanlara bağlıyor. (Konu ile ilgili Homeros`un destanları ve “Kitabı-Dede-Korkut” makalemize bakabilirsiniz. 7, 321-352) 

Bu aynı zamanda Saka`nın Yaka (kıyı, kenar) kelimesinin İran dillerinden alınan şekli almadığını göstermektedir. Farslar kelimeyi olduğu gibi de kullanabilirlerdi.

Bu yerde Massagetlerin Hazar`ın doğusunda aranması (tarih kitaplarında böyle fikirler mevcut) doğru değil. Massagetler-baş Sakalar ve onların lideri Tomiris Azerbaycan Sakalarındandır. Size göre ise Alp er Tunga Saka hükümdarı Midias`dır.

Bizim kaynaklarımızda ise Alp er Tunga `nın son Medya kralı Astiages olması ile ilgili önemli fikir hakim. (Bak: 8) Alp er Tunga`nın şerefine ağıtlar XI yüzyılda yazıya alınsa da, aslında 1500-2000 yıl daha önce söylendiği, eski dil olguları olduğu kabul edilmektedir.(9, 172)

Hunların tarihine de eserinizde geniş yer ayırmışsınız. M.ö.1700 yılından belli olan Hunların tarihini ilginç belge ve delillerle izlemişsiniz. Hunlarla Çinlilerin uzun süreli mücadeleleri de kitapta güzelce yansıtılmış. Hunların kökeni konusunda üç fikre yer vermiş bulunmanız eserin geniş araştırmaların sonucu olduğunu göstermektedir. 

Çoğu uzmanlar onları Türk-Moğol kökenli sayıyor, bazıları ise daha ileri giderek onların ne Türk, ne de Moğol kökenli olduklarını iddia ediyorlar. Sonuncu oldukça anlamsız bir fikir bizce. Çoğunluk onların Türk olmasını iddia etse de, biz A.Gaben gibi Hunların Türk ve Moğollardan ibaret olduğu kanaatindeyiz. 

Bu arada sözkonusu bölümde Asya Türklerinin yadigarı Oğuz Kağan destanı ve Mete`nin (Mao Tu`nun) devlet politikası konusunda yazdıklarınız da ilgi ile okunmaktadır. 

Sonrakı bölümlerde Türklerin Türküstan, Afganistan ve Hindistan topraklarına yayılması, Avrupa Hunları ve Atilla`nın faaliyeti konusu ele alınmış.

Kitabınızın büyük bir bölümünü (s.79-197) Göktürk Kağanlığının/Hakanlığının tarihi ve dili konusuna ayırmışsınız. Türklerin bu büyük tarihi konusunda çok güzel ve kapsamlı bilgi vermeniz de dikkat çekici. Kağanlar, anıtlar ve onların dili konusunda bir kitap kadar bilgi almak mümkün. Ben de tüm bunları açıklamaya, incelemeye kalkışsam kitabın büyük bir bölümünü buraya yazmam gerekecek. Fakat bu yerde beni ilgilendiren önemli bir konuyu sizinle paylaşmak isterim.

Bizlerde bu devrin Türk tarihi konusunda Lev Gumilev`in “Eski Türkler” kitabı oldukça meşhur. Lev Gumilev Kağanlık devrinin tarihini ayrı ayrı evrelerle genişçe incelemişti. Fakat eserinde dil konuları, metin incelemesi ve açıklamasına sizin kitabınızdakı gibi geniş yer vermemiş, tarihi-toplusal tarihi araştırmıştı. L.Gumilev Çin kaynaklarını da kullanmış, dişi kurt efsanesini Aşinalılarla ilişkilendirmişti.

Siz de bu efsanenin tarihinin milattan önceye gittiğini, fakat bazı tarihçilerinin 500 evlik Aşina ailesine bağlandığını söylüyorsunuz.

Çin`in kuzeyinde yerleşen Şensi vilayetinin batısındakı Hesi`de yerleşen Aşina ailesi Taba`ların (Çinlilerin) işgalleri sırasında оnların idaresi altına girmemiş, Altaylara göç etmişler. Orada ise Juan-juanlar`a sığınmış ve demir üretimi ile uğraşmışlar. Siz de böyle yazıyorsunuz, biz de böyle biliyoruz. Çünkü, bunlar tarihi gerçeklerin ta kendisi. Sonrası da zaten belli: Aşina yeniden kuvvetlenmiş, Bumın ve İstemi devrinde Juan-juanların hakimiyetine son koymuştur. Zaman geçtikçe de büyüyerek imparatorluk şeklini aldılar. Bunlar herkese belli. 

Beni en çok ilgilendiren sizin kelimelere verdiğiniz açıklamalar oldu: “Göktürk anıtlarında Bumın olarak geçen kurucu kağanın adı Çin kaynaklarında Tumen şeklindedir. Bu büyük ihtimalle Türkçe Tuman (duman) kelimesidir. Tuman Kağan`ın oğlu Mukan/Muhan ise Türkçe Buka+n (Boğa) olmalıdır.(8) Burada benim dikkatimi çeken Mukan kelimesinin Bukan (Boğa) gibi açıklanmasıdır.

Biz bu kelimeyi - Mukan/Muhan (Gumilev`de Muğan) kelimesini sıradan bir kelime-isim gibi değil de, çok önemli ve gerekli bir tarihi olayın izi gibi kabul ediyoruz. “Aşina ve Azerbaycan” adlı makalemizde (7;295-313) bu konuyu daha da geniş bir şekilde incelemiş bulunuyoruz. 

Araştırmalar sonunda 500 evlik Aşina ailesinin bağlı olduğu kavimin zamanında (m.ö.birinci binyılın sonlarında, ya da m.s. ilk yüzyıllarda) Azerbaycan`dan Hesi`ye gittiği anlaşılıyor. Bunlar Hesi`de de, Altay`da da “mülteci”, “göçebe” gibi yaşamışlar. Altay`da “Türk denizinde bir damla” sayılan bu kavim gittikçe artmış ve güç toplamıştır. Bunlar da herkese açık. Onların Hazar`ın batısından-Azerbaycan topraklarından göçtüğünü kanıtlayan bir çok ciddi kanıtlar var. Bu kanıtları kısaca anlatmak isterim. (sözkonusu makalede geniş açıklama verilmişti)

Sizin de söylediğiniz gibi (s.770 m.s. 48 yılında Asya Hunları Batı ve Doğu Hunlar olmakla 2 gruba bölünmüşler. Gumilev ise 2 efsanede de Aşina ailesinin Hesi`den göçmesi ile ilgili hiçbir işaret olmadığını söylüyor. Bunun için de bunun Aşinalılar tarafından Altay`a muhaceret ettikten sonra yarandığını ihtimal ediyor. Fakat bu oldukça esassız bir fikir. Çünkü bu efsane daha eski tarihleri andırmaktadır. (Siz de daha eski olduğunu not etmişsiniz.) 

Zaten birinci efsanenin ilk cümlelerinden birine de onların (Aşinalıların) köken itibarile nereli oldukları konusunda oldukça açık bir fikir sezilmektedir. Efsanede onlar “Batı ülkesinden batıda yerleşmiş Hunlar evinin nesli” gibi nitelendirilmiş. Buradakı “Batı ülkesi” ifadesi Batı Hunları anlamını taşımaktadır. “Batı ülkesinin batısı” ise Hazar`dan batıya doğru olan toprakları kapsar. Demek ki, köken Azerbaycan topraklarına dayanıyor.(1)

Çinlilerin gücü ile Aşinalıların bırakıp gittiği Hesi`nin o Hun hakimi Muğan han ismini taşıyor. Gumilev de “Aşina Hun knyazı Muğan`ın hakimiyetine bağlı idi.”- diye yazıyor. Aşina`yı da kapsayan bu knyazlığın hakimleri “Muğan” unvanı taşırlardı. Bu knyazlıktan ayrıldıktan sonra da Aşina hakimleri de aynı unvanı almışlar. Demek ki, knyaz Muğan`ın hakimiyeti altında birleşen kavimler akraba kavimlerdir. Eğer Aşina kavimi sözkonusu knyazlıkta diğer kavimlerle raslantı sonucunda birleşmişse, Aşina hakimleri Muğan/Mukan unvanını taşıyamazdı. Ya da tam tersi Hesi`nin Hun hakiminin bu unvanı almaması gerekirdi.

Aşinalılar bu unvanı aralıksız olarak kabul etmişler. 552 yılında Bumın Kağan öldükten sonra yerine oğlu Kara Issık han/ Kara Kağan geçti. O da çabuk vefat etti. Tahta Kara Kağan`ın kardeşi (Bumın`ın küçük oğlu) Guşu çıktı. Guşu Mukan han ünvanını kabul etti. Gumilev eserinde bu hükümdardan bahs ederken, “Bu hanın aşağıdakı isimleri bellidir: yabani (vahşi) hayvan ismi-Tszuşu (yani, Guşu/Kuşu-Guş), nesil ismi - Sıgın (yani, torun, kardeş oğlu/ yeğen), lâkabı-Yandı (yani, galip), ün-vanı- Muyuy, yani Mukan/Muğan. Biz bilimsel kaynaklarda daha çok kullanılan sonuncu ismi tercih ediyoruz.”(10, 38)- diye açıklama vermektedir.

Aşinalıların eskiden bağlı oldukları knyazlık hakimleri de, Aşina hükümdarları da bu unvanı taşımışlar. Muğan/Mukan kelimesi nasıl ve nerede meydana çıkmış? Bu konuda da düşünmek gerek.(2)

Yukarıdaki yazıda L.Gumilev yandı kelimesinin anlamını “galip” gibi vermiş. Doğru değil. Bu kelimenin Ön Asya`da büyük tarihi vardır. Bu kelime m.ö. III binyılda Sumerlerin kullandığı ensi (kahin-hükümdar) ve bu kelimenin bir sesbilimsel şekli gibi Mannalıların kullandığı yanzı ile aynı kökdendir.(11,72-76;2,61) 

Örneğin, Manna`dakı bir il hakiminin ismi de Yanzı-Buriaş olmuş. (m.ö.843) Z~d geçiti ile Aşinalılarda bu kelime yandı şeklini almış ve hakim, hükümdar anlamını taşımaktadır.

Aşina hükümdarlarının isimlerinde Baga kelimesine de rastlıyoruz: İligyuylu Şe Mokhe Şabolo-İl Külüg-şad Baga İşbara ismini Gumilev “Ülkenin şerefli şadı, ilahi küdretli hanı” şeklinde açıklamıştı.

Bag - eski Azerbaycan kavimlerinin dilinde çok kullanılan Tanrı ismidir. Gumilev de “ilahi kudretli” derken anlamı doğru kavramış. Çünkü sözkonusu ifade Baga kelimesinin açıklamasıdır. Mada`nın –Medeya`nın batısında olan Musasir hakimlerinden Bagmaştu, Bagbartu isimlerini hatırlayalım.(3, 266) Azerbaycan`da Bağastan isimli tarihi vilayet olmuştur ve Makedonyalı İskender`in de oraya gittiği malumdur.(4)

Aşinalılar irken kelimesini kullanmışlar. Bu kelime “erkeklerin toplantısı” anlamını taşıyan eski ali şuranın ismidir. Sümerce`deki aynı anlama gelen ugken kelimesindendir. (ugu/ug- nesil, aile anlamındadır, ken-gen ise geneşmek (bir konu hakkında birinin düşüncesini öğrenmek için onunla konuşmak) kelimesi ile ilgilidir.) (5)

Orhun yazıtlarında sema inancı-Tengri esasdır. Tengri ismi Ön Asya`da en az m.ö.2000 yıl önceden biliniyor. M.ö. 1700 yılına ait 2 Sümer elegiyasında dingir kelimesi bir kaç defa kullanılmış: 98.dingir-kur-ke, sud(=KAXSU)-de mu-ra [ ah(?)-(7)]-Bogi zagrobnogo mira budet[proiznosit(7)] molitvı za tebe [Kramer 18,G.Kaz.Dil.t.446] (6)

Gumilev yerli Türklerle sonradan gelenleri –Aşinalıları giyimine göre de ayırmıştı. Yazar mezarüstü anıtları - balbalları inceleyerek aşağıdaki sonuca varmış: 

“Burada en önemli etnografik nitelik- baş giyimi yansıtılmıştı. Bozkırlarda yaşayanlar sivri uçlu, Altaylılar ise yassı, yuvarlak başlık kullanıyor.”(10;307). 

Bozkırlarda yaşayan Aşinalılar-göçebelerdir. Tarihçi dürüstçe yaptığı incelemeler sonucunda bulmuş ki, “bizim öğrendiğimiz 486 balbaldan 329`u sivri uçlu, 157`i yassıbaşlı.

” M.ö.I binyılın başlangıcında (VII Yüzyıl) Azerbaycan topraklarındaki göçebe Sakaların bir kısmı sivri uçlu Sakalar diye biliniyor: Minge-çevir`de bulunan yüzük mühürlerin üzerindeki tasvirler de toprak mezarlarda uyuyanların Saka-İskit olduğunu kanıtlıyor. Yüzük-mühürlerin birinde sivri uçlu başlık giyen ve üzerinde geleneksel Saka giyimi olan Saka-Tigrahauda (tigrah-dik, sivri olan-G.K.) tasvir edilmişti.”(12,213-214.) Bu delil de göçebelerin Orta Asya`ya en azından m.ö. I binyılın sonlarında gittiğini onaylıyor.(7)

Kısaca anlattığımız bu faktörlere dayanarak Aşinalıların Ön Asya migrantları olduğunu söyleyebiliriz. Bu aynı zamanda Orta Asya`daki tüm Türklerin Ön Asya migrantları olduğunu da göstermektedir. Aşinalıların Muğan/Mukan unvanı da onların hangi topraklardan göçüp gittiklerini açıklayan bir kanıt. Muğan - güneyli-kuzeyli Azerbaycan`nın büyük bir parçasıdır. Bu yerin migrantları da yeni topraklarda kendi yurtlarını unutmamış, ismini korumuşlar. Bunun için de bu kelimeyi Boğa şeklinde açıklamaya gerek yok. Muğan/Mukan Azerbaycan`ın en eski ve en kudretli kavmi olan Mağların yurdudur. Aşinalıların Muğan/Mukan unvanı tesadüf değil.

Burada bu konu ile ilgili çok önemli bir diğer delil daha: Turukki kelimesi.

Azerbaycan Topraklarında ismi ilk defa m.ö. 24. yüzyılda Asur kaynaklarında geçen güçlü Turukki kavmi yaşamıştır. 

Turukkiler (çift k seslerinden biri Asur elementi sayılmaktadır.) çok cesur bir kavim olmuşlar. Hatta uzun süre Asur devletini bile korku altında bırakmışlar. Bu kelime Sumer-Akkad yazılarında da defalarca hatırlanmış. Tarihçiler Turukki kelimesinde Türk kelimesinin ilk şeklini görüyorlar: “Turukki adı “Türk” isminin ilk şekli olmuş.” Ve ya “Bununla ilgili (Altay kelimesinin açıklaması ile-G.K.) 

Turukku, yahut Turuk isminin kökeni belli oluyor. Sözkonusu isim “Türk” kavim isminin ilk şekli olmuştur. Genelde “Türk” isminin eski şeklini “Turuk, Turuku” gibi kabullenmiş bulunmaktadır. Ilk Orta çağ yabancı dilli kaynaklarında “Türk” ismi ile beraber “Turukka” (Hint kaynakları), “Ttrruki”( Hoten metinleri), drug/drugu (Tibet kaynakları) varyantları kullanılmış. M.ö. 2.binyılda Akkad çivi yazılarında sözkonusu halk isminin ilk “Turukki/Turuki şekli korunmuş-tu.”(2,78,115) 

Demek ki, “göçebeler” Hesi`ye, sonra da Altay`a Türk ismini Azerbaycan`dan götürmüşler.(8)

Tüm diğer Türk halklarından farklı olarak yalnız Azerbaycan insanı geçen binyıllar sürecinde “Türk” ismini korumayı başarmış, Azerbaycan dili “Türk dili” gibi bilinmiştir. Hatta, Orta Asya`ya göç eden, orada büyük devlet kurarak onu “Türk” adı ile tanıtan halklar da bu adı koruyamamış. 

Fakat, Azerbaycan insanı XX yüzyılın başlangıcında Atatürk`ün Türk Cumhuriyeti kurarak Osmanlı dilini Türk dili ilan edene kadar “Türk” ismini yaşatmayı becermiş.

Göktürklerin hakimiyeti, Doğu Göktürklerde 52 (630-682), Batı Göktürklerde 31 yıllık (659-690) tutsaklık (fetret) zamanı, bağımsızlık yılları, II hakimiyet dönemi (tarih, yazıtlar, anıtlar ve dil konuları) ve onlardan kalan anıtlar - Uygur, Yenisey yazıtları, Moğolistan, Kırgızistan, Dağlık Altay, Türküstan, Kuzey Kafkasya, Kırım, Balkan, Macaristan`da bulunan yazıtlar... 
Tüm bunları incelemek için o kadar büyük sabır sahibi olmak gerekir ki... Göktürk yazıtlarının bulunması, çözülmesi, okunması, araştırılması tarihi gibi geniş kapsamlı kaynakların bulunduğu alanda çalışmak da oldukça zor. Göktürk yazısı ve alfabesinin kökeni, Göktürkçe`nin sesbilimsel, grammatikal özellikleri, yapım ekleri, kelime öbekleri ve onlarla ilgili kategoriler (çekim, nitelik, iyelik, zaman ve s.) dahası, söz varlığını oluşturan kelimeler ve onların anlamları gibi dilbilimsel nitelikli bilgileri genişçe araştırmak yıllarca yorulmak ve sabır sarfetmek isteyen bir şey. Bu oldukça zahmetli bir iş, Ahmet bey! Ama tüm bunlar kitabı sizin ömür kitabınıza dönüştürmüş.

Ogur ve Bulgar Türkleri ve onların dil özellikleri konusunda da çok ilgi çeken bilgilere yer vermişsiniz. Bu konuda bizim kaynaklarda bilgiler yok denecek kadar az. Tuna (Don), ve İdil (Volga) Türklerinden kalan metinler hakkında da kitabınızdan iyi bilgi alabildim.

Eserinizin önemli bir bölümündeyse “Uygur Türkleri” konusuna değinmişsiniz. Uygur Türklerinin tarihi Orhun-Uygur Hakanlığı (Kağanlığı), Kansu Uygur devleti, Uygur metinleri (Maniheyist, Budist, Hristiyan ve Müslüman metinleri) ve onların dil özellikleri,”Falname”(fal kitabı), Budist nazım ve mensur eserleri, Uygur metinlerinin bulunması ve incelenmesi tarihi, Uygur Türkçesinin dil özellikleri- ses yapısı, kelime üretimi, söz varlığı... tek kelimeyle Uygurlarla ilgili her şeyi mercek altına almanız dikkate değer. 

Karahanlılar devri “Kutadgu bilig”, “Divanü-luğat-it-Türk”, “Atabetül-hakaik”, Kuran`ın çevirileri, “Divani-hikmet”, Karahaniler devri edebiyatının bulunması ve basım tarihi, Karahanlı Türk-çesinin ses, kelime, biçimbilimsel özellikleri konusunda yazdıklarınız da (s.289-358) bir ömrün meyvasıdır. Bunları içeren 11. ve 12. bölümler ve “Kuzey-doğu ve Batı Türkçelerini hazırlayan tarihi zemin”ile ilgili ayırdığınız özel bölüm de çok değerli bilgi kaynağıdır.

Kitabın 14. bölümünde Kuzey-doğu, yani, Harezm-Kıpçak Türkçesini ve bu Türkçeye ait eserleri incelemişsiniz. Burada “Mukaddimetü`l-Edeb” konusunda yazdığınız bilgiler bende büyük merak uyandırdı. Zemahşari`ye ait edilen bu eser bilindiği gibi Arapçayı öğrenmek için yazılmış bir kitaptır. Eserin Harezmşahlardan Sultan Atsız`a ithaf edildiyini ve 1128-1144 yılları arasında yazıldığını hatırlatarak yazıyorsunuz ki, “Mukaddimetü`l- edeb” aslında Arapçayı öğretmek üzere yazılmış kelime ve kısa cümlelerden ibaret bir eserdir. 

Arapça kelime ve ifadelerin altında Harezm Türkçesi, Farsça, Harezmce (bir İran dili), Moğolca, Çağatayca, Osmanlıca gibi dillerde anlamları yazılmıştır.”(s.373). Ha-rezmce, Farsça, Moğolca, yine bir İran lehçesi ile Çağataycayı anladık. XII yüzyılın I yarısında Оsmanlıca anlam meselesi garip biraz. Bir de, Osmanlıca ile Harezm dilleri arasındakı bu kadar büyük Azerbaycan gözükmüyor. En kötüsüyse, bizim bilim araştırmacılarımız bu eseri incelememişler. 

Azerbaycan dili XIV yüzyılın ortalarına kadar etraf bölgelerde hakim olmasına rağmen, Zemahşari`nin Azerbaycan`dan geçip de Arap kelimelerinin Osmanlıca karşılığını vermesi benim için karanlık kaldı. Bu eser dikkatle öğrenilmeli.

Eserinizin bu yerinde “Codex Cumanicus” da dahil olmakla yirmiye yakın kaynak ve o kaynakların dil özellikleri konusunda bilgi almak mümkün. Çağatayca`nın dil özelliklerinin açıklanması eserinizde geniş yer almaktadır.

Kitabınızın son-15. bölümünde Batı Türkçesine yer ayırmışsınız. Bölümün ilk cümlesinde yazıyorsunuz: “Batı Türkçesi 11. yüzyıl ile 21. yüzyıl arasında kuzey ve güney Azerbaycan, kuzey Irak ve kuzey Suriye, Anadolu, Kıbrıs, Ege adaları, Balkanlar, Kırım Hanlığı ve kuzey Afrika`da kullanılan dildir.(s.433) 

Devamında ise “Önceleri konuşma dili olarak kullanılan Oğuz ağzı XIII yüzyılda Azerbaycan ve Anadolu`da yazı dili haline gelmiştir. Batı Türkçesi yazı dili 13. yüzyıldan 15.yüzyıl sonlarına dek Azerbaycan, Anadolu, Irak, Suriye ve Balkanlarda tek yazı dili olarak kullanıldı. Bu döneme araştırmacılar çeşitli adlar vermektedirler... Biz... Eski Oğuz Türkçesi terimini teklif ediyoruz. Oğuz Türkçesinin yazı dili olmadan önceki dönemine de Ana Oğuz Türkçesi demek yerinde olacaktır.”(s.433),– diye anlatıyorsunuz. 

“Eski Oğuz Türkçesi, Azerbaycan ve Anadolu`nun (14.yüzyılın ortalarından aynı zamanda Balkanların) ortak yazı dili idi. Ancak 13, 14 ve nispeten 15. yüzyıllardaki Batı Türk yazı dili oturmuş bir yazı dili değildi...Eski Oğuz Türkçesini Azerbaycan yazı diliyle Osmanlı yazı dilinin ortak ortak atası kabul ediyoruz.”(s.434) “Eski Oğuz Türkçesi 16. yüzyıl başında Safevi Dev-letinin kuruluşuyla Azerbaycan ve Osmanlı yazı dilleri ayrıldı. Batı Türkçesi, aralarındaki çok küçük farklılıklarla 16. yüzyıldan bugüne iki yazı dili hâlinde ulaştı.”(s.434)

Böylelikle, sonuç olarak söylüyorsunuz ki, Batı Türkçesi 11-12. yüzyıllar arasında Azerbaycan`da (güneyli-kuzeyli), Irak`ta, Suriye`de, Anadolu`da, Kıbris`ta, Kırım`da Balkanlar`da, Ege adalarında ve Kuzey Afrika`da kullanılan dildir. (bir az sonra da listeye doğru olarak Gagavuzları da eklemişsiniz.) Bu arazilerin hiçbirini bir birinden ayırmıyorsunuz. 

Demek ki, bunların hepsinde Türk`ün meydana çıkması XI yüzyılda Selçukların bu yerlere doğru hareket etmesile bağlıdır. Bundan- bu devirden önce bu topraklarda Türk anlamı yokmuş. Bazı bilginler de böyle düşünmüş. Diyorsunuz ki, XV yüzyılın sonlarına kadar bunların hepsi neredeyse aynı dilde konuşmuşlar. Hepsinin dilini de genel olarak Eski Oğuz Türkçesi adlandırmak mümkün,- diye devam ediyorsunuz. Eski Oğuz Türkçesinden önceki devri Ana Oğuz Türkçesi devri (11-12. yüzyıllar) gibi kabul ediyorsunuz. 

Osmanlı ve Azerbaycan dilleri arasındakı fark ise Sefeviler devrinden başlanmıştır. Ama 14. yüzyıldakı Gazi Burhaneddin dili ile Erzurumlu Dariri`nin dilinde Azerbaycan ve Osmanlı dilinin başlangıcına ait elementler olduğunu itiraf ediyorsunuz. Ve nihayet Eski Oğuz dilini “Azerbaycan yazı dili ile Osmanlı yazı dilinin ortak atası” sayıyorsunuz. 

Ahmet bey! Bizim tarihçi ve dilbilimcilerimizin büyük bir kısmı da daima böyle düşünmüş ve böyle yazmışlar. Fakat şimdi bu gibi fikirler artık bizde eskilmiş, tarihe karışmış bulunuyor. 

Önceden söylediğim gibi Azerbaycan Türkçesi ile Anadolu Türkçesinin tarihi kaderi tamamile farklı. Azerbaycan çok eskiden Türk ülkesidir. Anadolu da çok eski zamanlarda Türk yurdu olmuş. Fakat Azerbaycan`da olduğu gibi Türkleri sonuna kadar koruyup sahiplenememiş. 

Gerçekten de, Anadolu Selçuklar tarafından Türkleşdirilmiş. Azerbaycan`da ise Selçukların öyle bir önemli rolü olmamıştır. İstiyorsanız, bizim asıl tarihçilerimizden bir-iki örnek vereyim. 

Azerbaycan Ulusal Bilimler Akademisinin aday üyesi Mahmut İsmayılov yazıyor: “V yüzyılın sonları ,VI yüzyılın başlangıcında Azerbaycan`ın neredeyse her yerinde dilleri bizim Azerbaycan dilinin köküne dayanan soylar yaşıyorlardı... Verdiğimiz çoksaylı belge ve fikirler ilk Orta Çağ`da İslam dininin bu yerlerde yaygınlaşmasından önce, dahası, belki de çok daha önceler Azerbaycan arazisi nüfusunun büyük çoğunluğunun Türk dilli olduğunu gösteriyor.”(13,95-96) 

Diğer araştırmacı – eski Sümer –Türk adlarını büyük bir hazine gibi işleyen ve gün yüzüne çıkaran tarihçi, Prof. Dr. G.Geybullayev de aynı fikri paylaşmaktadır.: “Oğuzların kaynaklarda verilen 24 kavminden bazılarının (Avşar/Afşar, Bayandur, Beydili/Begdili, Kayı, Bayat, Eymur, Çepni, Halaç ve b.) adlarını yansıtan yer adlarına Azerbaycan`ın her iki tarafında da rastlayabiliriz. Fakat onlar (Selçuk Oğuzları - G.K.) geldiğinde Azerbaycan halkı ve onun Türk dili zaten mevcuttu. Selçuk Oğuzları Azerbaycan halkının etnokökeninde önemli rol oynamamışlar. Bu rol onlardan önceki yerel Türk halklarına(etnos) ait.” (1,205)

Selçukların Azerbaycan`ı Türkleştirmesi fikri bizde artık kendi önemini tamamen kaybetmiş bulunuyor. Fakat Sümer-Türk paralelliği ile ilgili tartışma hâlâ devam etmektedir. Y.B.Yusifov m.ö.28. yüzyılın Aratta Azerbaycan devletinin ve Manna kurucularının Türk olduğunu ortaya koymasıyla m.ö. Azerbaycan nüfusunun Türk kavimlerinden oluştuğu konusundaki tartışmalara son verildi. 

Fakat, demin söylediğim gibi, Sümer-Türk paralelliği tartışmalı olarak kalmaktadır. Yazıyorsunuz ki, “Batı Türkçesi yazı dili 13. yüzyıldan 15. yüzyıl sonlarına dek Azerbaycan, Anadolu, Irak, Suriye ve Balkanlarda tek yazı dili olarak kullanıldı.” (s.433) 

Bu, Batı Türk dili değil, Azerbaycan dilidir ve Osmanlı dili tam oluşana kadar onlara da hizmet etmiştir. Çünkü, Selçuklar geldiğinde Azerbaycan Türk dili artık mevcuttu. “Dede Korkut” Azerbaycan dilinin 6.-8. yüzyıllara ait sözlü edebiyat örneği sayılmaktadır. Bu yerde sizin de bazen “Dede Korkut”un dilini sonrakı yüzyıllara bağladığınızı hatırlatmak isterim. 

Fakat artık bizim bazı bilimadamlarımız - T.Hacıyev, Ş.Cemşidov birbirilerinden habersiz “Dede Korkut”un 16. yüzyıl nüshasının 11. yüzyıl elyazmasından yazıldığını kanıtlamışlar. Ömrünü dil tarihine adamış Büyük hocamız A.Demirçizade de bu konu ile ilgili yorum yapmış bulunuyor: 

“Vahit Azerbaycan dili bu kavim dillerinin bir kaçının, özellikle, Oğuz, Kıpçak kavim dillerinin temelinde yaklaşık VII-X yüzyıllarda oluşmuş bir dildir.”14,15) Devamında bilgin açıklıyor ki, “Türk dilleri ailesinin temel kaynakları ise m.ö. ve miladın ilk bin yıllık döneminde Hazar denizinin doğusunda, kuzeyinde, batısında, güneyinde, genellikle, Kafkasya`da yurt salmış Sak-Skif (Saka-İskit), Gas- Gassit-Gaspi-Hazar, Sabir-Suvar, Hun-Gunn, Türk-Törek, Guz-Oğuz, Gıpçag-Gıfçag (Kıpçak) adları ile bilinen kavim ve kabile dilleri olmuş-tur.” (14,48) 

“Azerbaycan tarihinde son zamanlar yapılan araştırmalar sonucunda m.ö. Azerbaycan arazisinde Medeya kavimleri- Bus, Paratak, Strukhat, Arizant, Budi, Mağ ve Azerbaycan`ın kuzeyinde Alban ve ya Ağvan arazisinde 26 çeşitli dilde konuşan kavimlerle beraber Gas, Gassit, Hazar, Sak (Saka), Skif (İskit) isimli kavimlerin yaşadığı belli olmuştur. Miladın başlangıcında ise Hun, Sabir-Suvar, Oğuz, Gıpçag adlı kavimler bu arazilerde yerleşmişler. Bunların hepsi de bilim dünyasında bilindiği gibi, Türkdilli kavimlerdir.”(14,49) 

A.Demirçizade devam ederek “Oğuz, Gıpçag kavimlerinin Kafkaslara ve İran`a toplu şekilde gelmeleri ve bu topraklarda yüzyıllar boyunca yaşayan Türkdilli kavimlerle kaynayıp karışmaları V-VI yüzyıllarda vahit Azerbaycan dilinin gelişimini hızlandırdı ve dahası süreci tamamlamış oldu.”(14,49-50)- diye olayı özetliyor. 

XI-XII yüzyılları göz önünde bulunduran müellif yazıyor: “Bu çağda hatta Derbent-Tehran-Bağdat ve Doğu Anadolu dairesinde genel olarak kullanılan dil, neredeyse vahit Azerbaycan dili idi.” (14,73) “Böylece, Azerbaycan yazı dilinin sözlü-konuşma kolu yazılı dilden önce, yaklaşık VIII-X yüzyıllarda gelişmişti.”(14,75) 

Profesör, Hasanoğlu`nun (XIII yüzyıl) meşhur gazelini inceleyerek, “... böyle akıcı, irtibatlı ve uyumlu bir şiir dilini ilk yazı dili örneği saymak doğru değil, dahası imkansız”(14,88) olduğu sonucuna varıyor. “Azerbaycan yazı dilinin (edebi dil) yazılı kolu bir bütün halinde tam gelişmemiş olsaydı, çevreye böyle hızla nüfuz edemez, Hasanoğlu`nun şiirine de nazire yazılamazdı. 
Dahası tüm Azerbaycan`a, Anadolu ve Mısır`a kadar topraklarda Hasanoğlu şiiri böyle geniş etki gücüne sahip olmazdı. Fakat Azerbaycan yazı dili XIII yüzyılın sonlarında ve XIV yüzyılda Doğu Anadolu`da yaşamış bir çok şair tarafından şiir dili gibi kullanılmış bulunuyor. Dahası bu dilde yazıya alınan sözkonusu şiirler Osmanlı Türk yazı dili için ilk örnekleri teşkil etmektedir.(14, 88-89) 

Köprülüzade de “aslında Selçuk-Osmanlı lehçesinin eski ve ilk şekli ile Azerbaycan lehçesi arasında hiçbir fark yok.” - diyerek, bu fikri destekler. “Dikkatle incelendiğinde bu dilin sözkonusu zamanda Anadolu`da kullanılan ve Türk ismi ile bilinen Azerbaycan dili olduğu apaçık görünmektedir.”(14,89) 

Fakat tüm bunları bazı insanlara anlatmak kolay değil. Kör tuttuğunu bırakmadığı gibi, onlar da Azerbaycan ve Osmanlı dilinin daha dün ayrılmaya, farklılık kazanmaya başladığını iddia ediyorlar. Fakat neden XIII yüzyıl şairlerinden Hasanoğlu`ya Osmanlı şairi, Yunus Emre`ye Azerbaycan şairi diyemediğimizi açıklayamıyorlar.

Tüm bu anlatılanlardan sonra Azerbaycan yazı dilinin kurucularının Selçuk Oğuzları olmadığını ve “Kitabı-Dede-Korkut”u Selçukluların getirmediğini yeniden söylemeye gerek duymuyoruz. Bunlar Azerbaycan`ın yerli Oğuzlarına aittir ve bu Azerbaycan dili ile Osmanlı dili XVI yüzyıldan değil, ta başından farklı dillerdir. 

Bu bakımdan sizin söylediğiniz “Eski Oğuz Türkçesinin kullanıldığı coğrafi alan sadece Anadolu değildir. Kuzey ve Güney Azerbaycan ile Irak ve Suriye de eski Oğuz Türkçesinin kullanıldığı alanlardır” - fikri bizim dilin tarihini tahrif etmektedir. 
Böyle düşünüldüğünde dilimizin objektif tarihi 1000 yıllarla geri atılmış bulunuyor. Bu ulusal yazı dili için Nesimi dilinden de yüce yazı dili düşünülemez.

Evet, değerli Ahmet bey, işte durum böyle. Siz elinizdeki delillere, bilgi ve belgelere dayanarak çok büyük bir kitap yazmışsınız. Bu eser gerçekten de Türkoloji için büyük ve çok değerli bir eser. Fakat Azerbaycan-Türkiye ilişkilerinin uzun süre kapalı ve zayıf olması nedeniyle Azerbaycan dilinin tarihi konusunda gerçekleri yansıtan eserlere ulaşamadığınız belli. 
Bulabildikleriniz ise Azerbaycan halkının ve dilinin tarihi konusunda zararlı ve muhafazakar fikir sahiplerinin yazılarıdır. Bizde artık bu tez tamamen iflas etmiş durumdadır. Hiç kimse kendi halkının gerçek tarihini basitleştirmek, 1000 yıl geriye götürmek istemez. Eski çağın (m.ö. ve m.s. binyıllın) yadigârı (mirası) olan yer ve şahıs adları, etnonimler Azerbaycan topraklarında çok eski zamanlardan Türk`ün üstün varlığının açık kanıtıdır. 

Yalnız onu göz önünde bulundurmak yeter ki, Orta Asya`da m.s. I binyıldan izlenilen Türk etnonimlerinin, halk, kavim adlarının hepsi m.ö. 3.-1. binyıllarda Azerbaycan`da mevcut olmuştur. Bu bilgiler G.Geybullayev ve Y.Yusifov tarafından esaslı şekilde araştırılmış ve gün yüzüne çıkarılmış bulunuyor.

Ben de anlatılan konuları biraz geniş yorumlamaya çalıştım. İtiraf etmek isterim ki, tüm bu inceleme zamanı sizin dil ve tarih uzmanlarınızla beraber, kendi bilimadamlarımızın da halkımızın geçmişini yeniden hatırlamalarının gerekli olduğuna bir daha inandım. Büyük imparatorluklar kuran halkın tarihi de, dili de, edebiyatı da, devleti de eski ve büyük olur her zaman. Bunların doğru öğrenilmesinin, dürüstçe araştırılmasının hiç kimseye zararı yok.

Saygılarımla
Prof.Dr. Gazanfer Kazımov
Тürk diline çevireni: Hasanlı Şebnem Rasim kızı


ƏDƏBİYYAT
1. Q.A.Qeybullayev. Azərbaycan тürklərinin тəşəkkülü тariхindən. Azərbaycan Dövləт Nəşriyyaтı, Bakı, 1994.
2.Azərbaycan тariхi, 1-ci cild (Z.M.Bünyadоv və Y.B.Ysifоvun redakтəsi ilə). Ali məkтəblər üçün dərslik, Azərbaycan Dövləт Nəşriyyaтı, Bakı, 1994.
3.Q.Kazımоv. Azərbaycan dilinin тariхi (ən qədim dövrlərdən XIII əsrə qədər). Bakı, «Тəhsil» nəşriyyaтı, 2003.
4.Q.Kazımоv. Seçilmiş əsərləri, VI cild, Bakı, «Nurlan», 2009.
5.Zaur Qasanоv. Üarskie skifı, Liberтu, New York? 2002.
6.Hоmer. «Iliada», «Оdisseya» (Тərcümə edənlər: Mikayıl Rzaquluzadə, Ələkbər Ziyaтay), Bakı, «Yazıçı», 1986.
7.Q.Kazımоv. Seçilmiş əsərləri, I cild, Bakı, «Nurlan», 2008.
8.H.Israfilоv. Alp Ər Тоnqa (Asтiaq, Əfrasiyab…) тariхdə və bədii ədəbiyyaтda, Bakı, 2007.
9.E.Əlibəyzadə. Azərbaycan dilinin тariхi. 1-ci cild, Azərbaycan Тərcümə Mərkəzi, Bakı, 2007.
10.L.Qumilyоv. Qədim тürklər, Bakı, Эənclik, 1993.
11.Y.B.Yusifоv. Qədim Şərq тariхi, Bakı Universiтeтi Nəşriyyaтı, 1993.
12.Azərbaycan тariхi, 1-ci cild, Bakı, «Elm», 1998.
13.Mahmud Ismayıl. Azərbaycan тariхi, Bakı, 1997.
14.Ə.Dəmirçizadə. Azərbaycan ədəbi dili тariхi, Bakı, «Maarif», 1979.




___________________













"While considering all the cultural components it becomes obvious that the Turks have been existing on earth for 15 thousand years with magnificent culture." 
Prof.Necati Demir

















Anadolu’da Koç Heykelli Mezar Taşları









Koç - Koyun Heykelli Mezar Taşları 

Koç koyun-heykelleri ile balbalların kadim Türklere ait bir gelenek olduğunu Altaylar'daki koç-koyun ve balbal heykelleri konusundaki çalışmalarıyla tanınan Borisenko ve Khudhakov, tarafından "Sibirya Sempozyumu'"nda "Sibirya'da Eski Eserler" adlı bildiride şöyle ifade edilmiştir.:

"İnsan ve hayvanların (koç, koyun, aslan, at) taştan yontulmuş heykelleri eski Türklerin ana eserlerindendir. Bunun gibi anıtlar ilk defa 1722'de D.G.Messerschmidt ve F.I.Strahlenberg tarafından Minusinsk bölgesinde bulunmuştur. Ayrıca Strahlenberg bunların Minusinsk Tatarların kültü olduğunu ifade eder. Çin kaynakları da koç, koyun, at ve insan heykellerini MÖ.1000 ila MS.1000 yılları arasında tarihlendirerek bu eserlerin eski Türklere ait olduğunu belirtirler."


Dr. Mustafa Aksoy








Anadolu’da Koç Heykelli Mezar Taşlarının Tarihi

Koç heykelli mezar taşları, Anadolu’da ilk defa 7. yüzyılda görülmeye başlanmıştır. 7. yüzyılda Ermeni tarihçi Moisey Kagankatvasî ** (** ek bilgi Tarihçi (Azerbaycan) Elesger Siyabov Bey'den geldi. "Moisey Kagankatvatsi ermeni deyildi, Azerbaycanin guzey kisminin böyük bir erazisini ehate eden bir cografiyada uzun yillar var olmus ve kökenin esasen hristiyan türklerin olusturdugu Alban ve ya Agvan devletinin tarihini yazmis orta cag tarihcisi idi, sadece onun yazdigi Alban tarihi eseri orijinali kayb olmus bizim günümüze o eserin ermeni diline tercüme olunmus varianti gelib catmisdir." ) tarafından yazılan “Ağvan Tarihi” adlı kaynakta Doğu Anadolu ve Azerbaycan arazisinde yurt tutmuş topluluklar şu şekilde anlatılmaktadır:

“Bu topluluklar uzun saçlı, mahir ok atan kimseler olup, taştan koç, at vb. heykeller yontmakta usta idiler. En büyük ilahlarına Han Tanrı derler” Görüldüğü üzere yukarıda sayılan bütün hususiyetler, Türklere âit olan özelliklerdir. Söz konusu kaynakta sözü edilen Türk boyu, tarafımızdan yapılan araştırmada Sabir Türkleri olarak tahmin edilmiştir. Bu topluluğu Hazar Türklerinden görenler de vardır. Bu mezar taşlarının 7. yüzyılda yani daha İslâmiyet’in bölgede yayılmadığı dönemlerden itibaren üretilmeye başladığı düşünülürse bunların bir kısmının üzerinde Hıristiyanlığı sembolize edilen işaretlerin bulunması son derece doğal karşılanmalıdır.

Sabir Türklerinden sonra bölgede yerleşen ve koç heykelli mezar taşı yontan bir diğer Türk boyu Arap tarihçilerinin Kıpçak dediği Kuman Türkleri olmuştur. Kıpçaklar Anadolu’ya 3 göçle yerleşmişlerdir. Birincisinde 10. yüzyılda Bizans devleti tarafından Arap akınlarına karşı sınır boylarına yerleştirildiler. İkincisi 1118-1195 yılları arasında oldu. Ortodoks mezhebini benimseyen Kuman Türkleri, önce Gürcistan’da yoğunlaştılar, ardından Kür ve Çoruh boylarına ve Çıldır gölü çevresine yerleştiler. Buradan da daha güneye Doğu Anadolu’nun kuzeyi ile Karadeniz’in güneydoğu kıyılarına indikleri anlaşılmaktadır. Çünkü bölgede hâlâ koç heykelli mezar taşlarına “Kıpçak mezarı” ya da “Kuman mezarı” denilmektedir. Üçüncü Kıpçak göçü ise 1239-1240 yılları arasında Trabzon’a oldu. Trabzon krallarının en seçkin birliklerini savaşçı Kıpçak Türkleri teşkil ediyordu.

Kıpçaklardan sonra Oğuz Türkleri, Anadolu’ya adeta akın etmeye başladılar. Bilhassa Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da hâkimiyet kuran Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmen devletlerinin etkisi büyük oldu. Bugün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Akkoyunlu Devleti’nin mührü açık şekilde görülmektedir. Bölgedeki birçok tarihî eser Akkoyunlu döneminden kalmadır. Bölgede bulunan koç heykelli mezar taşlarının Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmen devletlerinden kaldığına dair genel bir kanı da bulunmaktadır.

Yapılan araştırmalarda Anadolu’muzun birçok yerinde koç heykelli mezar taşlarına rastlanmıştır. Şimdiye kadar yapılan araştırmalar sonucunda Tunceli, Erzincan, Erzurum, Sivas, Bingöl, Diyarbakır, Malatya, Muş, Erciş (Van), Bitlis, Ağrı, Kars, Iğdır, Reşadiye (Tokat), Akşehir (Konya), Afyonkarahisar, Artvin, Rize, Yüksekova (Hakkâri) ve Bayburt illerinde koç heykelli mezar taşları tespit edilmiştir. Ancak koç heykelli mezar taşları, genel olarak Iğdır-Erzincan ile Van-Rize arasında yoğunlaşmakta, en çok bulunduğu yer ise Tunceli olarak karşımıza çıkmaktadır…..

Toplumların geçiş dönemleri doğum, evlilik ve ölüm olmak üzere 3 başlık altında incelenmektedir. Bütün toplumların kültürel yaşamında geçiş dönemleri, renkli törenlere sahne olmakta, her toplulukta değişik maddî kültür unsurları üretilmektedir.

Zazaca konuşan Alevîlerde de, bu geçiş dönemleri ile ilgili birçok tören ve maddî kültür unsurları bulunmaktadır. Bu yazıda başta Tunceli olmak üzere Erzincan, Erzurum, Muş ve Bingöl illerinde yaşayan ve Zazaca konuşan Alevî topluluklarında görülen koç, koyun, dağ keçisi ve at heykelli mezar taşları incelenmiştir.




Ali Rıza ÖZDEMİR
Zazaca Konuşan Alevîlerde Koç Heykelli Mezar Taşları makalesinden 










Tepenin çevresinde dolaşarak Köşker köyü önünden, Varto düzüne akan bu taşkın dereye "Köşker nehri, Köşker deresi "derler. Bu nehrin Köşker baba tepesiyle Köşker köyü arasında bulunan deresi kenarında , yalçın kayalıklarda ve nehir ağzında yapılmış pek eski mağaralar vardır. Bu mağaraların pek eski devirlere ait olduğu tahmin edilmektedir. Köşker köyünün vaktiyle eski bir medeniyet kurağı olduğu ve sonradan bu köyün Köşker baba tarafından tekrar şenlendirildiği ve adını bu köye taktığı, ölürken sevdiği Köşker tepesine kaldırıldığı sanılmaktadır.

İslamiyetten sonra Köşker ve civarındaki köylere yerleşen halkın Ak veyahut Karakoyunlulara mensup oymaklar olduğunu , Köşker babanın bunlara hükümdarlık ettiğini , bu köylerin bugünkü durumundan anlıyoruz. Çünkü bu dağ eteğinde olan Köşkar , Keçan - Kaçan, Kişmir, Kestemert, Tapak, Karaş, Sıkran köylerinin eski mezarlarında büyük bir sanatla yapılmış koç heykelleri vardır.

Gerek tarih ve gerekse Varto toprağı üzerinde yaptığımız incelemelerde : Köşkar baba ve Varto için ortaya atılan rivayetlerin doğru olduğunu ve bu bölgenin tarihin çeşitli devirlerinde boğazına kadar Türk aşiret ve boylarıyla dolduğunu katiyetle söyleyebiliriz.

Evvela halkın son çağlara kadar Köşkar baba'ya fazla saygı göstermesi , onu yedi kere ziyarete gidenlerin Hacca gitmiş gibi sayılması ve ziyaret törelerinde yapılan şenliklerin hepsi ; eski Türklerin örf ve adetleridir. Köşker baba ve çevresindeki yerler halis Türk adını taşıyor. Türkler pek eskiden atalarına tapmış ve hükümdarlarına büyük bir saygı göstermişlerdir. 

Bingöl dağlarının eteklerinde kurulan bütün köylerin mezarlarında eskiden yapılmış koç heykelleri vardır. Bu heykellerin Varto, Hınıs, Karlıova ve Şuşar bölgelerinde yerleşen Ak ve Karakoyunlu oymaklarına ait olduğu sanılmaktadır. Varto ilçesinde bu heykeller, en fazla Aleviliği kabul eden halkın köylerinde ve Bingöllerin yamacında olan Kuzik, Caneseran, Şaman, Siğiran, Rakasan, Köşkar, Keçan, Gülükler köylerinde gözlere çarpar. Bu koç heykellerinin göğüs ve yanlarında at, kılıç, kargı resimleri , kabartma şeklinde yapılmıştır.

Üstükran bucağında muallim vekili iken ilçeye yazdığım, 1.1.1934 gün 5 sayılı raporla bu heykeller hakkında bilgi vermiştim. Ertesi yıl bucağa gelen bir kamyonla Hormek oymağının atalarına ait olan bu heykellerden yedi tanesi Diyarbakır müzesine götürüldü. At, kılıç, kargı kabartmalı olan bu heykellerden birisi Hormekli Hasan Han oğlu Mehmed'in idi.

Bugün altıay tamamen metrelerce kar altında bembeyaz görünen ve dokuz ay misafir kabul etmiyen, Bingöl dağlarının 3654 rakımlı uçlarındaki kalenin civarında ve bu dağların 2000-3000 rakımları arasından geçen pek eski caddenin kenarlarında, uzun çayır ve Şevti mıntıkalarında Kırk-pınarlar bölgesinde ve Eski Han civarında, binlerce Türk mezarı gözlere çarpmaktadır.

Eski Han adını taşıyan yerde pek büyük ve yıkık bir şehir harabesi mevcuttur. Her yanı enkaz altında kalan bu eski şehir harabesinin yukarı kısmında binlerce mezar ve harabenin içinde, geniş çevirmlere, su yolları, oyulmuş taşlar, aşınmış yazılı kemerler vardır.

Bu harabenin yarım saat uzağında bir sıra Bizans mezarları vardır. Bu şehir harabesinin bugünkü durumuna bakıldıkça: Türk ataların eski devirlerde bu şehri yaptıklarını ve burada yüzyıllarca barınarak Türk sanat ve medeniyetini buraya işlediklerini ve ancak bu şehrin Bizans veyahu ermenilerle yapılan savaşların birisinde yıkıldığını ve bu Türklerin şehir haricinde düşman ordusunu karşılayarak, burada savaştıklarını tahmin ediyoruz. Çünkü ecnebilere ait olduğu anlaşılan mezarların şehirden uzak ve savaş yerinde, Türklere ait olan mezarlar da şehrin arkasındadır. O çağda Türkler İslamiyeti kabul etmiş olmalıdırlar ki, mezarlar İslam adeti ile kaldırılmıştır.

...Son zamana kadar Varto ve Hınıs İlçelerinin bütün köyleri , Köşker babayı bir mabet ve şehit olarak tanımışlardı. Bu halk yaz aylarında atalardan süregelen örf ve adetlere göre güzel giyinerek , kuşanarak , gelin alayları halinde bu makberi ziyarete gelir,delikanlı , kız, gelin , erkek kafileler dere geçidinde atları bırakır , yaya olarak Köşker baba tepesine çıkar, bu makberi ziyaret ederek beraber getirdikleri , helva , söğüş, kapama va peyniri birbirine ikram ve lokma sunarlardı. Ziyaretçiler önce şehidin başında bir fasıl ibadet ettikten sonra , saatlerce buradan Bingöl dağlarının yemyeşil göğsünü , Köşker nehrinin delice akışını, Varto ovasında sararan ekin başaklarını ve karşıda Şerafettin dağlarının çimenli eteklerini temaşaya dalar , burada aldıkları yurdun saf havası ve çiçeklerin kokusu ile hür birer melek kisvesine bürünürlerdi.

Köşker babayı ziyarete giderken her aile toplu gider ve en çok genç gelinler ve kızlarla delikanlıları beraber götürmek , gayet temiz giyinmek şarttı. Köşker babanın bu cihetleri vasiyet ettiğine ve hatta hiç kimsenin makber başında neşesiz olmasına razı olamayacağına itikat edilirdi. Bu şartla altında giden ziyaretçiler, edep,erkana son derece riayet eder, ilk önce yüreklerinde saklı olan dileklerini makberin taşını öperek şehide söyler ve biraz ibadetten sonra ziyafetlere , daha sonra neşeli konuşmalara dalardı. Burada terbiyeye aykırı gitmek veya genç bir geline kötü gözle bakmak günah ve yasaktı. Fakat bazı kız ve delikanlılar, şehidin başında tanışır ve sonradan evlenir , bu muratlarının Köşker babadan hasıl olduğuna itikat ederlerdi. Ziyaretçiler aşağı düzlükte at koştururken araziden davul gümbürtüsü gibi bir ses gelirdi. Onlar şehidin gaipten saz çaldığına inanırlardı. (Bu gümbürtünün Gömgüm adıyla ilgisi olsa gerekir.)....




Doğu İlleri ve Varto Tarihi
M.Şerif Fırat





Afyon Taşkoç





























Doğu İlleri, Hamidiye Alayları, Türklerin Kürtleştirilmesi




DOĞU İLLERİ VE VARTO TARİHİ


İstibdat Devrinde Doğu İlleri - Hamidiye Alayları ve Aşiret Kavgaları

Sultan Hamit, Tanzimat Türklerine ve hatta Güya Avrupa devletlerine karşı saltanatını korkudan çıkarmak için 1307-1891 tarihinde doğu illerimizde 36 atlı Hamidiye Alayını teşkil etmiş , bu teşkilata : tarhimizin yukarı kısımlarında açıkladığımız gibi, Yavuz Sultan Selim tarafından Anadolu'dan doğu illerimize kaldırılan ve sonradan Kormanço şubesi adını alan yakın çağ Türk aşiretlerini dahil etmişti.

Sultan Hamit istibdadını yürütmek için artık temeli olarak bu aşiretlerle Kürt ve doğu illerine- de Kürdistan ve kendisine de Kürtlerin babası demekteydi. Vatanına ve milliyetine hiyanet eden bu padişah, doğu illerimizin Kürdistan ve buradaki aşiretlerin de Kürt olmadığını biliyordu. Onun şahsi saltanatı uğrunda söylediği bu sözler, o gün doğu illerinin Türklüğünü yoketmeğe kafi gelmiş, özbeöz Türk soyundan olan doğu halkını , Yavuz'dan sonra bir kere daha felakete sürüklemişti.

Yavuz Sultan Selim devrinden önce yazılmış tarihlerin gerçekte Kürt olarak tesbit ettiği bir millet ve doğu illerimizin coğrafi durumunda yazılmış bir Kürdistan adı yoktu. Sultan Hamit bunu biliyordu.

Fakat o, Tanzimat Türklerine karşı saltanat ve istibdanı ayakta tutabilmek için, coğrafi ve idari durumdan, istibdada elverişli olan doğu illerimizi o günkü, aşiretlerin her üç şubesinin nüfusça en kalabalığı, zengini ve azılısı bulunan Kormanço şubesindeki aşiretleri Hamidiye teşkilatına alarak, bunları Türklük ve gençlik cereyanlarına karşı bir kalkan gibi kullanmak istemişti.

Dördüncü Ordu Müşirliğine tayin kılınan Çerkes Mehmet Zeki Paşa, Erzincan'a gelmiş, doğu illerimizdeki Kormanço şubesine dahil aşiretler arasında Hamidiye teşkilatını kurmak üzere Mirliva Mahmut Paşaya Van, Malazgirt, Hınıs ve Varto'ya göndermişti.

Kormanço şubesi, Mil ve Silif adlı iki partiye ayrılmıştı. Bu partilerin her birine bir aşiret mirlivalığı ile beher alay komutanına birer kaymakam rütbesi verilmişti.

syf 95









Padişah Yavuz çağından başlıyarak Sultan Hamit devrinde tam kökleşen kara siyasetin milli birliği sarsan, milli duyguları din ve hilafete feda eden kötü bir rejimin sonuçlarıydı. 

Yavuz , Şiiliği ve Şah İsmail'i durdurmak için doğu illerimizdeki "Kurt-baba" dağlı Türklere Kürt ve doğu illerine "Kürdistan" adlarını takmış, bunları takviye etmek için Anadolu'dan birçok Türk aşiretlerini kaldırıp doğu illerine göndermişti. 

Sultan Hamit saltanat ve istibdadını yürütmek için bu yakın çağ Türk aşiretlerine "Kormanco" adını takarak onlardan 36 derebeylik ve Hamidiye alayını kurmuş, kendilerine ; "siz benim evlatlarımız ve Kürtlerimsiniz" diye yabancı fikirlere sürüklemişti.

Doğu aşiretleri arasında kökleşen bu yanlış duygular, Birinci Cihan Savaşının sonralarına kadar süregelmiş ve milli mücadele devrinde Kürt taali cemiyeti ile hempalarının işlerine yaramış, bunlar bu aslı astarı olmayan bu adlar üzerinde halkı kandırıp isyana sevk etmişlerdi.

Asılarca bu türlü zehirli fikirler altında inleyen birçok aşiretler Türklüklerini kaybederek çeşit inanlar altında çeşit bölümlere ayrılarak kendilerini Kürt, Seyyit, Abbasi, Halidi, Emevi silsilere kadar götürmüşlerdi. Bu yanlış fikirler ve en çok dini taassup en son onları milli hükümete karşı isyana sürüklemişti. Biz isyan hadisesini anlatırken bu konuya bir kolaylık olsun diye doğu illerimizde bu aşiretlerin ayrıldığı şubeleri ve bağlı oldukları şeyhleri ve irtica harekatında oynadığı rolleri açıklamayı faydalı bulduk.

Kitabımın birinci bölümünde anlattığım gibi, doğu illerimizde yaşayan bu dağlı Türk aşiretleri üç şubeye ayrılmıştı. Baba-kürdiler, Kormançolar, Zazalar.

Bunlardan Hitit-Halti, Lohordo, dağlı Türklerden olan (Kurt-baba) baba-kürdiler; Van ilinin güney bölümündeki kabileler, Şernak, Hakkari, Şemdinan, Pervarı, Gavaş, Cizre, Buhtan aşiretleri, Hizanlı Selahattin ve aşireti, Garzan'da ; Reşkotan, Pencinaran, Bişiri'de; Reman, Midyat'ta; Ara-boyan aşiretleri, Sason, Kabali ve Bitlis'in, Atmanan, Azan aşiretleri, Motikinin ; Sarmi, Musi, Halinan, Bektiran kabileleri, Muş ilinin güney dağlarında oturan Huytu, Beleki, Bildiri , Şigo , Hiyan aşiretleridir. (1)

Bu şubeye bağlı aşiretler tamamen Şafii mezhep, Nakşi ve Kadiri tarikatlı idiler. Bunların en sayılı tekiyeleri ; Hizan'da ; Seyit Ali, Bitlis'te; Küfrevi ve Kadiri ve Norşenli Hazret tekiyeleriydi. Bu tekiyelerden başka her kabilenin birer şeyhi ve birçok hocaları vardı.

Miladın onaltıncı yüzyılında Yavuz sultan Selim'in iç Anadolu'dan doğu illerimize kaldırdığı yakın çağ Türk aşiretlerinden olan Kormançolar : Mil ve Zil adlı iki partiye ayrılmış, bunlardan Mil partisi ; Viranşehirli İbrahim Paşa oğulları ve Milan aşireti, Karakeçi kabilesi, Suruç'ta ; Berazan aşrieti, Varto, Bulanık, Karlıova ilçelerideki  Cibran aşiretleri Malazgirt'ten Hasanan aşireti Hınıs, Karayazı, Tatos ilçelerindeki Zirkan, Seyhan, Karabaş kabileri, Eleşkirt'te ; Sıpkan aşireti, Muş'ta; Seydan kabilesi ve Muş ovası halkıdır.

Zil partisine bağlı aşiretler : Ağrıda; Zilan, Celali aşiretleri, Van, Erçiş, Muradiye, Patnos'da Haydaran, Ademan, Takoriyan, Mişkan, aşiretleriydi. (2)

Kormanci şubesine bağlı bütün kabileler Şafii ve Nakşidirler. Birkaç boyları da Kadiri idi. Bunların en meşhur şeyh ve tekiyeleri ; Asi Şeyh Said'in ecdadı olan Palu'lu Şeyh Ali tekiyesi ve Hınıs'ta Şeyh Sait, Solhan'ın Melekan köyü Şeyh Abdullah ve Eleşkirt'te Şeyh Şirin tekiyeleriydi. Bu tekiyelerden başka birçok şeyh ve hocalar vardı.

İran'dan gelen Part Türklerinden olup Kadisiye savaşından sonra doğu illerimize gelen dağlı Türklerden Dümbüli-Zazalar: Diyarbakır, Siverek, Elazığ, Ergani , Maden, il ve ilçelerinin bazı kesimlerindeki kabileler ile Hazzo ve Farkın beyleri, Palo halkı, Gökdere, Musyan, Okçiyan, Azan, Halilan Kabileleri, Çapakçur ve Garip beyleri, Mistan, Botan kabileleri, Hini, Genç ve Darahini beyleri ve Zaza kabileleri, ile Solhan ilçesinde oturan Solhan, Zikti, Ömeran aşiretleri ve Motki Zazalardır.

Zaza şubesinin en büyük tekiyeleri : Palulu şeyh Ali tekiyesi imiş, bütün Zazalara ve Kormanço şubesine Şafiilik ve Nakşiliği aşılayan bu Şeyh Ali'nin ahfadından olan asi Şeyh Sait, Kormanço şubesinin topluluğunu idare etmek maksadiyle Palo'dan gelerek Hınıs'ta ikinci bir tekiye kurmuştur. Zazaların diğer tekiyeleri, Melekanlı Şeyh Abdullah ve Gökdereli Şeyh Şerif, Sİlvanlı Şeyh Şemsettin ve Çapakçur'un Çan şeyhleri tekiyeleriydi.

Küçük kabileler halinde yaşayan ve aşiret sistemine tam girmeyen Zazalar , kenidlerini Kürt değil en çok Halidi, Abbasi, Emevi ve Arap sanmış, doğu illerine Şafiilik ve Nakşiliği aşılayan şeylerin Zaza olmasından ötürü , kendilerini Kormanço ve Babakürdi şubelerinden daha kutsal bilmiş ve bu dini gayretle dinin, şeriatın ve hilafetin fedaaileri kesilmiş ve yalnız bu dini taassup yüzünden Cumhuriyete karşı isyan etmişlerdi.

Kürt taali cemiyetinin icra kuvveti olan Cibranlı Halit ve yusuf Ziya siyasi maksatlarını gizleyerek dini kisveye bürünüp zehirli fikirlerini bu yoldan Şeyh Sait'le Kormançi ve Zaza şubelerinin şeyh ve hocalarına aşılamışlardı. İş dine ve maneviyata intikal ettiği için dinin en büyük hamisi sayılan ve Cibranlı Halid'in eniştesi ve şey olan Şeyh Sait, emirel-mücahidin adı altında isyanın başına geçerek manevi nüfuzunu kullanmıştı.

syf 124-125



(1) Bu şubeye bağlı aşiretler Şeyh Sait isyanına karışmamış, birkaç ay sonra Batman isyanını hazırlamışlardı.

(2) Bu parti aşiretleri Şeyh Sait isyanında hükümete taraf olmuş ve sonradan Ağrı-Zilan isyanını ve son irtica hareketini meydana getirmişlerdi.









M.Şerif FIRAT
kitaptaki Ermeni zulmü






______________________