Translate

28 Şubat 2013 Perşembe

CADI KAZANI VE ÖZGÜRLÜK


ARTHUR MİLLER (1915-2005) VE CADI KAZANI



1950’li yılların Amerika’sındaki Faşist senatör McCarthy’nin tetikçiliğinde, ülkedeki komünist, sosyalist ve hatta demokrat bütün aydınların/sanatçıların, düşüncelerinden dolayı yurt hainliğiyle suçlandığı, işsiz bırakıldığı, her türlü baskıya maruz kaldığı bir dönemi, l692’de Salem’de yaşanılan büyücü avı benzeştirmesiyle anlattığı Cadı Kazanı, yalnızca Amerika Birleşik Devletleri için değil, özgürlük düşüncesinin kısıtlamaya uğradığı/uğratıldığı her ülkede aynı uyarıcı etkiyi yaratmasını başaran bir metin olmuştur.

Bu başarıda kuşkusuz McCarthy’ci baskıcı dönemde kendisinin de büyük çapta zarar gördüğü, işsiz bırakıldığı ve oyunlarının uzun süre Amerika Birleşik Devletleri’nde sahnelenmediği gerçeğinin de payı büyüktür sanırım…Ancak kendi ülkesinde sahnelenmezken, ülkesi dışında hızla sahnelenmeye başlayan bir yazara dönüşmesi de işin olumlu yanıdır kuşkusuz…

Kuşkusuz bunda, sorgulanması sırasında asla ödün vermeyen yiğit duruşu büyük katkı sağlamıştır.

Ve daha çarpıcı bir gerçek de l953 yılında Cadı Kazanı ülke sınırları dışında bir başka ülkede sahnelenirken Miller’e pasaport verilmediği ve yurtdışına çıkışının engellendiği ayıbının bile yapıldığıdır bugün Dünyayı, özgürlük ve demokrasi götürme savıyla kana bulamakta olan ABD tarafından…

Tuncer Cücenoğlu, 2010

****


AKM VE CADI KAZANI

Arthur Miller'in eserini Sabahattin Eyüboğlu-Vedat Günyol tercüme etmiştir. İstanbul Kültür Sarayı (AKM) 27 Kasım 1970 de, sahnede bir dekorun projektörlerden tutuşması sonucu çıkan yangında büyük hasara uğramıştır !

O zamanlar görevli olan Alman teknik müdür Grohmann , bir sahne provası sırasında, yangın güvenlik önlemlerini almış, ancak çelik perdelerin kapalı olmasının prova çalışmalarında zorluk gerekçesi nedeniyle, perdeleri kaldırması istendiğinde, o da buna yangın tehlikesi nedeniyle karşı çıkınca, zorla mekanik sistemin anahtarlarlarının istenmesine sinirlenerek "Siz bu binayı yakarsınız bu gidişle" diyerek anahtarları isteyen kişiye fırlatmıştır. 27 Kasım 1970 de Devlet Tiyatroları'nın temsili akşamı, Arthur Miller'in Cadı Kazanı oyunu sırasında, sahne portalının yanındaki projektörlerin perdeleri tutuşturmasıyla başlayan yangın, yağmurlama sisteminin çalışmaması, sahnenin dört yanındaki çelik perdelerin kapanmaması yüzünden yangın tüm salon ve fuayeleri kül etmiştir.

Eğer yağmurlama sistemi çalışmasa bile, perdeler kapanmış olsaydı, yangın sadece sahneye hapsolacak başka yere sıçramayacaktı.

Bir sigara dumanından bile etkilenip devreye girebilen bir yağmurlama ve çelik perdenin çalıştırılmaması büyük bir sorumsuzluk örneği olarak tarihe geçmiştir. Üstelik o zaman Topkapı Sarayı'ndan özenle getirilip sergilenen Padişah 4. Murat'a ait eşyaların da yanması çok acıdır.

Bina, 8 yıl içinde yine mimar Tabanlıoğlu tarafından onarıldı ve 1978 yılında bu kez ''Atatürk Kültür Merkezi'' adıyla ikinci kez açılmıştı. Grohmann 1980'ler de ayrıldıktan gerekli özen ve usulüne uygun kullanım yapılmadığı için bakımsızlıktan harap hale gelmiştir.

İsmail Aksu (musiki dergisi)

Not: Tadilat sırasında Eylül 2012 de AKM tekrar yandı ! Bakalım söz verildiği gibi sonuçlanacak mı ? SB.



***


KOCAKARI YADA CADILIK, BÜYÜCÜLÜK


Sümerlerde Ninkursag hayat tanrıçasıydı. Asurlularda İştar hem ana tanrıça, hem de sağlık tanrıçasıydı. Mısırlıların ulu tanrıçası İsis aynı zamanda hekimdi. Hititlerin Kubaba (veya Kubebe)'sı, Friglerin Kibele'si, Efeslilerin Artemis'i, Yunanlıların Demeter'i hayat. bereket ve ölüm tanrıçalarıydı. Minoslular, Mikeneliler, Giritliler de iyileşmek için sağlık ve hayat tanrıçalarından medet umarlardı. Ölüm tanrıçası, aynı zamanda yeniden doğuş tanrıçasıydı. Asurluların ölüm tanrıçası Gula "ulu hekim" olarak da bilinirdi. İsis de ölüm sembolleri taşırdı. Varoluş çizgisinde hayat ve ölüm birbirinden ayrılmaz gerçeklerdi.

Antik kültürlerde iyi ilahlar sağlık bilgileriyle mücehhez ve sağlığı korumakla görevliyken, habis şeytanlar hastalık ve sağlıksız yaşamdan sorumluydular. Tarihte ilk olarak Sümerler hastalık şeytanlarını tanımlamışlardı. Bu tanımlama daha sonra Mezopotamya, Mısır, Yunan, Roma ve Kuzey kavimleri tarafından da benimsendi. Şeytanların gücünün hastalık yaptığı inancı hristiyan eksorsizm ayinlerinin de temelini teşkil eder. 

Sümer, Asur, Mısır ve eski Yunan'da M.Ö. 3000 yıllarına kadar tedavi uygulamaları hemen hemen tamamiyle rahibelerin elindeydi.  O dönemlerde rahibelik yani tanrıçaların hizmetkarlığı kadınlara mahsustu.  Tıbbi reçetelerde kullanılan bitkisel, hayvansal ve madensel maddeler hakkında da geniş bilgi sahibi olmaları gerekirdi. 

Sümer'de ülkenin ekonomik, politik, kültürel ve sosyal hayatı üzerinde etkisi olan çok çeşitli rahibeler mevcuttu. İşler tapınaklarda görülürdü. Dini liderlerle politik liderler arasındaki ilişki de güçlüydü. Ur'da tanrı Nanner'in hemen hemen bütün yüksek rahibeleri kraliyet ailesinin üyeleriydi. Asur ve Mısır'da da rahibeler kraliyet ailesinden veya asillerden geliyordu. Yüksek rahibeler ve hükümdar arasındaki ilişki öylesine yakındı ki eski kültürlerde kraliçelerin çoğu aynı zamanda tapınak hekimleriydi. Ur'da M.Ö.3000 yılında yaşamış kraliçe Şubad'ın mezarı açıldığında sadece gıda maddeleri değil, aynı zamanda ağrı kesici reçetelerle, bronz ve çakmak taşından yapılmış tıbbi aletler de bulunmuştu.
            
M.Ö.2300 yılında yaşamış Mentuhetep, M.Ö.1500 yılında yaşamış Hatşepsut ve M.Ö.100 yılında yaşamış Kleopatra gibi Mısır kraliçeleri'nin çoğu ünlü hekimlerdi. Mısırdaki mabet ve mezarların duvarlarındaki resimler sık sık kadınları rahibe/hekim rolünde gösterir. Ayrıca, Diodurus, Öripides, Pliny ve Herodot'un kitapları bu rolleri teyid eder. Zamanla, antik kültürlerde kadın şifacılar arasında bazı rol dağılımları meydana gelmeye başladı. Ebelik tamamen kadınlara ait bir fonksiyondu ancak bir rahibe tarafından uygulanması gerekmezdi. Rahibelerin sayısı azdı ve mevkileri yüksekti. Sayıları ancak tapınağa gelen hastaları tedavi etmeye yetiyordu. Ayrıca, doğum günlük, mekanik bir hadise, ebelik ise pratikle kolayca kazanılabilecek bir yetenekti. Bu sebeplerden ebelik tapınak dışına çıkarıldı. Bununla beraber, Sümerlerde ve Mısırlılarda ebeler eğitiliyorlardı. Ebeler pratik bilgiler edinmek yanında dua ve büyü de bilmek zorundaydılar. Zira, herşeye rağmen dini inkar edemezlerdi. Bu şekilde ebelik ile bir sağlık sorununun çözümü ilk defa rahibelerden başkasına geçmiş oldu. Zamanla ebe ve rahibe arasındaki rol ayrımı çok zayıflayacak ama ebeler rahibelere açıkça hasım olmayacaklardı. Bu rol ayrımı gelecek için önemli olacak bir başlangıçtı.
    
Rahibelerin tıp üzerindeki tekeli zamanla ortadan kalktı ve kadınlar tıbbın yetkili uygulayıcıları olmaktan çıkarılıp, tıbbı saptıran ve bilimsel olmayan uygulamalar yapan kişiler olarak tanınmaya başlandılar.
      
Kadınların statüsünün kısıtlanmasındaki ilk adım dini fonksiyonlarının ellerinden alınması olmuştur. Sonuçta dini fonksiyonları ile birlikte tıbbi fonksiyonları da elden gitmiştir. Bu değişimin ne zaman ve nasıl gerçekleştiğini tam olarak bilmek mümkün olmamakla birlikte M.Ö.2000 ila 3000 yıllarında yakın ve orta doğuya Hint-Avrupa kavimlerinden gelen istilalar sonucu olduğu söylenebilir. Hint-Avrupa kavimlerinin dinlerindeki güçlü erkek tanrı hakimiyeti, istila edilen orta doğu kavimlerindeki dişi tanrı'nın yerini almaya başladı. 

Asurlular ve Mısırlılarda yaradılış efsaneleri yeniden kaleme alındı ve erkek ilahlar dişilerle eşit pozisyonlara kavuşturuldu. Önceleri doğurmak için bir erkeğe ihtiyaç duymayan bakire ana tanrıçalar tanrılarla evlendirilmeye başlandı. Ana tanrıça Kibele'nin kocası Attis (diğer isimleri: Temmuz, Adon, Adonay, Adonis) Sakarya ırmağının kızı Nana'nın (ki bu Kibele'nin başka bir sıfatıydı)  ak bir badem içini bağrına basmasıyla doğmuştu, kışın ölür, ilkbaharda yeniden doğardı.(Not: Suriye'de her yıl kışa doğru Adon'u bir yaban domuzu öldürüyordu. Bundan dolayı Samilerde domuz eti'nin lanetlenip, yasaklandığı söylenir). 

Yani, zayıf bir kocalık rolü verilmişti. Matriyarkal toplumun Anadolu büyük tanrıçası Kibele'ye patriyarkal toplumun tanrılar tanrısı Zeus'u (veya Jupiter) Girit'te doğurmak şerefi verildi. Böylece Kibele tanrının anası oldu. Efsanelerin incelenmesinden anlaşılacağı gibi bu değişim büyük mücadelelere yol açtı. Yunan mitolojisinde, Miken devirlerinden beri tapınılan, doğumun ve ebeliğin koruyucusu, tanrıça Hera ile sonraları evlendirildiği (kardeşi) tanrı Zeus arasındaki mücadele, tanrıçanın gücünün azalıp yokolması ile sonuçlanır. Buna istilaların mı yoksa toplumlarda zaten varolan değişimlerin mi sebep olduğunu bilemiyoruz ancak, sonuç, yaradılış sürecinde ve toplumsal dünya görüşünde kadınlara verilen öncelikli rolün erkekler lehine sona ermesi olmuştur.

Mabetlerden çıkarılmakla kadınlar tıptan da çıkarılmış oldular. M.Ö.2900'lerde Mısır'da İmhotep adlı bir adam saray doktoru olarak atandı. Bu kişi saray doktoru olarak atanmış olduğu bilinen ilk erkektir. İmhotep bilimsel yöntemlere hakimiyeti ve bilgisi dolayısıyla kısa sürede ün kazandı, doktorların hamisi haline geldi ve tanrı Ptah'ın yanında ilah seviyesine yükseltildi. 

Sonraları Yunanlılar onu kendi şifa tanrıları Eskülap yaptılar. Adonis'in oğlu Bergama'lı Eskülap'ın iki kızı Hygea (Hijya) ve Panacea'nın isimleri bugün tıpta önemli anlamları haizdir. Hijyen, koruyucu hekimlik; panacea ise her derde deva anlamındadır. M.Ö.7. yüzyıldan itibaren Hygea, resimlerde, Eskülap'a hastaları sunan, onun tavsiyesiyle tedavi yapan, elinde nadiren bir yılanla ya da daha çok şifalı bitki dolu bir sepetle tasvir edilen masum ve güzel bir kadın olarak görünmeye başladı. Yani, kadın, hekimlikten hekim yardımcılığına ya da hemşireliğe geriledi.
            
Erkeklerin tıbba girişi ile Mısır tıbbında önemli değişiklikler meydana geldi. Tıp dinden bağımsız olarak gelişmeye başladı. Mistik özelliğini kaybetme sürecine girdi. Daha önemlisi rahibelerin iyileştirici ilahileri ve merhemlerinin yerini cerrahın bıçağı almaya başladı. Mısır tıbbında erkek hakimiyeti ile birlikte mumyalama sanatı da gelişip M.Ö.2300 yıllarında mükemmelleşti. Mısır mumyacıları daima erkekti ve bu uygulama onlara derin anatomi ve cerrahlık bilgisi kazandırdı. Gözlem ve bulgular hem mumyacılar hem de cerrahlar tarafından kaydedildi ve kullanıldı. Hastalık sebepleri  ilahi güçlerde değil insan vücudunda aranmaya başlandı.

 "Erkek tıbbı" bilgi ve yeni buluşlar, "kadın tıbbı" ise hurafe anlamı kazanmaya başladı.

Yunan toplumunda hipokratik düşüncenin gelişip yerleşmesiyle yeni tıpçılar tarafından kadın şifacılar'a karşı tepkiler yaygınlaşmaya başladı. Atina'lı ebe Agnodice M.Ö.4.yüzyılda erkek elbiseleri giyip hekimlik icra ettiği için halk mahkemesine çıkarılıp yargılandı, ancak kadınların baskısıyla ceza verilmedi. Bu kadın çok başarılı sezaryen ameliyatlar yapmakla ünlüydü.

Romalılarda da Yunanlılardaki gibi hipokratik okulların etkisiyle kadınlar tıptaki rollerini kaybetmeye başladılar. Ancak toplumun fakir kesimlerinde varlıklarını sürdürdüler. Roma'da ebeler Medica, Obstetrica veya Saga olarak anılıyordu.Pliny, saga olarak Elephantis, Salpe ve Sotira'dan bahseder. Bunlar sadece ebe değil aynı zamanda pekçok hastalığın tedavisinde geleneksel reçetelerle başarı sağlayan şifacılardı. M.S.1. yüzyılda yaşamış Africana adlı şifacı kadın sara ve kısırlığı tedavi etmesiyle ünlüydü. 

Augustus'un kızkardeşi ve Mark Antuan'ın karısı Octavia ile Messalina ev tababeti konusunda oldukça becerikliydiler. Halk arasında ne kadar ünlü olurlarsa olsunlar, kadın şifacılar devrin hipokratik hekimleri tarafından küçümseniyorlardı. Cato (M.S.150-230) onları düşükçüler diye sıfatlandırıyor, Tertullian (M.S.150-230) yöntemleriyle alay ediyor, Galen (M.S.129-201) ise geleneksel tıbbı kocakarı masalları  ve Mısırlı şarlatanlığı  diye nitelendiriyordu. Başka pekçok yazar onları ampirikçi, zehirci veya fahişe olarak isimlendiriyordu. Büyücü sıfatının da verilmesinden sonra sagalar idam edilmeye başlandılar. İlk hristiyanlar da büyücülükle itham edilip idam edildiler.


İlk hristiyan şehitlerinden Theodosia, Nicerata ve Thekla kadın şifacılardı.

İngiltere'de 13. yüzyılda açılışından itibaren Oxford ve Cambridge Üniversiteleri kadınları öğrenci olarak kabul etmedi. Buna rağmen, kadınlar sadece şifacı olarak değil cerrah olarak da tıp uygulamalarına devam ettiler. Cerrahların, tıpçı sayılmadıkları için, dahil olduğu Berberler Loncası'na kabul edildiler. 1389 yılında kurulan Cerrahlar Loncası da kadınları üyeliğe kabul etti. 1421'de Üniversiteler Parlamentoya başvurarak Tıp okulunda okumamış olanların doktorluk yapmasının ve kadınların tıp uygulamalarında bulunmalarının yasaklanmasını talep ettiler. Bu dilekleri 100 yıl sonra gerçekleşti. 1518'de Tıp Kolejine verilen imtiyaz beratında "Büyücülük, sihir ve biraz da ilaç kullanarak cüretkarca tedavi yapmaya çalışan ve Tanrı'nın hoşnutsuzluğuna sebep olmaktan başka bir şey yapmayan cahil kadınların" yetkisiz olduklarından bahsediliyordu. 1563 yılında çıkarılan bir yasa ile büyücülüğe ölüm cezası getirildi.

Eski Türk kavimlerinde inanılan din Şamanizm idi. İptidai şamanizmin temsilcileri kuzey ormanlarında yaşayan kavimlerden Uryankıt'lardı. Bu kavim Göktürk yazıtlarındaki Kurıkan'ların torunları ve bugünkü Urenha ve Yakut Türklerinin ataları sayılmaktadır. Cengiz hanın sol kol beylerinden biri olan Odaçı, Uryankıtlardandı. Odaçı adı Uygurca ve başka türk lehçelerinde eczacı anlamına gelen otacı ile aynı anlamdaydı. İptidai şamanizmde hekim veya eczacı ile şaman aynı şahıstı.

Altay şamanistlerine göre en büyük tanrı Ülgen'dir. Ülgenin 7 oğlu ve 9 kızı vardı. Kızları özel ad taşımaz, hepsine Akkızlar veya Kıyanlar denir. Bunlar şamanların ilham perileridir. Şamanist panteonunda Ülgen'in akkızlarından başka birkaç iyi dişi ruh vardır. Altaylarda Umay, Ana Maygıl, Ak Ene; Yakutlarda ise Ayısıtlar bunların belli başlılarıdır.

Bazı şamanistlere göre en kuvvetli şamanlar kadın şamanlardır. Eski devirlerde şamanlığın kadınlara mahsus bir sanat olduğunu gösteren emareler mevcuttur. Yakutlarda erkek şamanlar özel cübbeleri olmadığı zaman kadın entarisi ile ayin yaparlar. Özel şaman cübbesinin göğsünde kadın memelerini temsil eden yuvarlak madeni şeyler bulunur.

Büyücülükten yargılananların %85'i kadındı ve çoğu ilaçla değil büyü ile tedavi yapmakla suçlanıyordu. 

Binlerce kadının büyücülükle itham edilip öldürülmesine rağmen kocakarılar ve temsil ettikleri tıp sistemi orta çağları aşıp 18. yüzyılın ortalarına kadar gelebildi.

Prof.Dr.K.Hüsnü Can Başer
(A.Ü.Farmakognozi Anabilimdalı Başkanlığı Eczacılık Fakültesi Dekanlığı yapmıştır.)




***

YANİ TARİHTE CADILIK ANATANRIÇA İLE BAŞLAMIŞ OLDU.


Taş çağı devrinde erkekler avlanmaya giderken, kadınlar bitkiler toplardı. Bitkilerin hangisi zehirli hangisi kullanışlı, hangisi şifalı,vs... bu bilgilerin hepsi anneden kızlarına aktarılırdı. Kadınların bitkilerle transa geçtiği ( Apollo tapınaklarındaki rahibe/rahiplerin defne yaprakları çiğneyip transa geçtikleri gibi) bu yüzden de toplumun OTACISI, EBESİ, BÜYÜCÜSÜ, MEDYUMCUSU ve tabii ki CADISIYDI.

Ay Tanrısı Sümerlilerde NANNA dır , Asurlarda SIN . Ay tanrı/tanrıçaları Cadılık sembolü olarak kullanılmıştır. Cadılar ay ışığında ayinlerini yapar ,kurban verir ve dans ederlerdi. Bu gelenek Eleusis gizemlerinden geçmiştir. Kybele-Demeter-Hekate-İsis- İştar ,İnanna cadılık konsepti içindedir. Anaerkil bir çağdan Babaerkil bir çağa geçişte ve erkeklerin kadınlar üzerindeki mutlak hakimiyetini korumaktan geçer Cadılık ile suçlamalarda....

Cadıların kullandığı/cadılara karşı kullanılan tuz , kötü ruhları kovmak için Roma döneminde cenaze töreni sonrasında evlerde kullanılırdı. Bugün bile bazı yerlerde ,kötü olaylar takip etmesin diye omuz üzerinden tuz serpiştirilerek kovulduğu düşünülür.


Halkı sindirmeye çalışan bağnaz krallıklar,toprak sahipleri ve çıkarcı kişiler , toprağını, bilimi ve adaleti savunan insanları suçlayıp korkutmak için Cadılık suçlamalarını kullanmışlardır. Dini etkiden de yararlanılmış ve aykırıların toplumdan ayıklanması ,mal varlıklarına el konulması ile "düşman" elimine edilmiştir.




Avrupa'da binlerce insan cadılık ve benzeri suçlardan işkence görmüş ve diri diri yakılmıştır . 




Ortaçağ'dan önemli birkaç dava : 




İskoçya - Kuzey Berwick Cadı mahkemesi 1590 = 2000 kadar dava , 1560-1707 yıllarında 3000-4000 arası cadılık suçlaması ile ölüm...




İsveç - Torsaker Cadı mahkemesi 1675 = 6 erkek 65 kadın başaşağı yakılarak 71 kişi. 1975 de Özür Anıtı dikildi.





Amerika- Salem Cadı mahkemesi 1692-1693 arası , 19 kişi asıldı, biri preslenerek öldü, 50 kişi suçunu itiraf etti ve ölümden kurtuldu. 150 kişi hapse atıldı, 200 kişi suçlandı... Elizabeth Proctor çocuğunu hapishanede doğurdu,ölüme mahkum edilmişken serbest bırakıldı. Malını mülkünü kaybetti, çünkü o var olmayan kişiydi. Tekrar evlendi ve daha sonraki mahkemelerle çeyizini geri almayı başardı. (detay :)




Trier Cadı mahkemesi 1581-1593 = 1000 kişi olduğu söylentileri var , ama açıklanan rakam 368 kişi.




Fulda Cadı mahkemesi 1603-1606 = 250 kişi öldürüldü.




Würzburg Cadı mahkemesi 1626-1631 = Tüm bölgede 900 , şehrin farklı yerlerinde 219 , Würzburg'ta 157 kadın,erkek ve çocuk (9-10-12 yaşlarında) kazıkta yakıldı.




Bamber Cadı mahkemesi 1626-1631 = 300 ila 600 kişi 




Engizisyon mahkemelerinden sonra hiç kadın kalmamıştı bu da nüfus için tehlikeli bir durumdu. 




En meşhur "cadı" 8.Henry'nin ( evlenebilmek için Anglikan kilisesini kurduğu ) karısı Anne Boleyn'dir. Kanuni ile 3.Murad'ın çağdaşı ve "Altınçağ" filminde " "Türk Sultanı’yla mı evleneyim" sözünü edip küçümseyen I.Elizabeth'in de annesidir .




İngiltere'de 1735 Cadılık Yasası uyarınca , Cadılık ile suçlanıp 1944 yılında mahkum olan en son kişi Helen Duncan'dır. 



1945 te bir daha cadılık faaliyetleri yapmamak üzere serbest bırakıldı, lakin 1956 da tekrar yakalandı ve kalp krizinden evinde öldü. Cadılık Yasası 1951 de Churchill tarafından kaldırıldı. Bu yasaya göre Cadılık, büyücülük ve medyumculuk yapmak yasaktı.



The History Channel cadılar üzerine bu tarihi süreci anlatmaktadır.(Türkçe)









SALEM BELGESELİ



Ölümlerinden 250 yıl sonra itibarları iade edildi, lakin....


İngilizce olarak Salem 'deki trajediyi anlatan 

belgesel için tıklayın :  Salem Witch Trials



*******

FİLM


CADI KAZANI - Les sorcières de Salem ,1957



Yönetmen: Raymond Rouleau, Fransa ,Almanya
Oyuncular : Simone Signoret, Yves Montand, Mylène Demongeot, Jean Debucourt, Pierre Larquey

Senaryo : Arthur Miller'ın 1953 tarihli sahne eseri "The Crucible" ı uyarlayan Jean Paul Sartre.

Arthur Miller'ın 1952'de yazdığı bir oyundur. Oyun, ilk defa Broadway'de 22 Ocak 1953'te sahnelenmiştir. İlk eleştiriler olumlu olmasa da bir sonraki yıl başka bir prodüksyonla oyun klasikleşmiştir. Günüzümde Amerika'daki lise ve üniversitelerde, diğer ülkelerde de olduğu gibi okutulmaktadır.

Oyun, iki kere beyazperdeye aktarılmıştır. Miller'ın versiyonu, ona senaryo kategorisinde bir Akademi Ödülleri Adaylığı kazandırdı. Oyun aynı zamanda Robert Ward tarafından 1961'de operaya da uyarlanmış ve Pulitzer Ödülünü kazanmıştır.



İngilizce altyazı ile Fransızca izlemek için:











****



FİLM


CADI KAZANI - The Crucible , 1996


Yönetmen: Nicholas Hytner , ABD
Oyuncular: Daniel Day-Lewis , Winona Ryder, Joan Allen


Türkçe dublaj izlemek için tıklayın:
http://blog.muhabbetten.com/cadi-kazani-the-crucible-1996-turkce-dublaj-online-izle.html


****




Cadı Kazanı, benzer politikaları yaşayan tüm ülkeler ve toplumlar için geçerliliğini sürdürmektedir. Özellikle Türkiye’de son dönemde yaşanan olaylar da bu yargıyı kanıtlar niteliktedir !






İyi seyirler
SB.



***


ELİZABETH VE OSMANLI


Bakire Kraliçe’nin ’bekáretini’ Osmanlı Padişahı korudu!


 "Altın Çağ" filmindeki "Bakire Kraliçe" I. Elizabeth sadece bizde değil, İngiltere’de de gündemindeydi.


Bunun başlıca nedeni, İngiltere’de dinin ve milliyetçiliğin yükselişe geçmesi. Bu çevreler "kutsallık" mertebesine çıkardıkları "Bakire Kraliçe"yi özlemle anıyor. Ve dolayısıyla bu durum "Bakire Kraliçe" dönemine ilişkin tartışmaları da beraberinde getiriyor. Bizim açımızdan ilginç olan ise, bu tartışmaların merkezinde biz Türklerin olması.

"Bakire Kraliçe"yle ilgili tartışmalara geçmeden önce yazımıza bir tespitle başlayayım:

Deniyor ki, "Altın Çağ" filminde I. Elizabeth "Türk Sultanı’yla mı evleneyim" sözünü müstehzi bir ifadeyle söyledi! 

Sanıyorum kendisiyle alay ediyordu! Ya da filmi çekenlerle!

"Bakire Kraliçe" (1533-1603) 16. yüzyılda yaşadı.

Bu yüzyılda Osmanlı Devleti bir dünya imparatoruydu; Mısır, Tunus, Libya, Cezayir, Yemen, Hicaz, Suriye, Kıbrıs, Azerbaycan, Gürcistan, Kırım, Romanya, Macaristan, Bulgaristan, Yunanistan vs Osmanlı’nın hákimiyet alınıydı. Osmanlı kara ordusu Viyana kapılarında, donanması Fransa Nice kıyılarındaydı. Karadeniz ve Kızıldeniz tamamen Türk iç denizi, Akdeniz ise "Türk Gölü"ne dönüşmek üzereydi. 

Böyle bir imparatorluk karşısında, sosyal ve politik meselelerle uğraşan; İspanya’nın her an yutmaya hazır olduğu bir İngiltere Kraliçesi, Türk Padişah’ından alay eder gibi bahsedecek öyle mi? Hadi oradan!

Kraliçe I. Elizabeth biyografisine geçmeden önce dönem şartlarını bilmemiz gerekiyor. Bunun için ise bir aşk hikáyesi hakkında bilgi sahibi olmamız şart!

TENİ BEYAZ DİYE İDAM EDİLECEKTİ


I. Elizabeth’in babası VIII. Henry farklı bir kraldı. 1491’de dünyaya geldi. 11 yaşında, İspanya Kralı Ferdinand’ın dul kızı Catherine d’Aragon ile evlenmesine karar verildi.

18 yaşında hem kral oldu hem de dünya evine girdi. 25 yaşında Anne Boleyn adlı genç bir kıza aşık oldu.

Evlenmek istedi. Ama...
Ama İngiltere, Batı Avrupa ülkeleri gibi Katolik’ti.
Katoliklerde boşanma ancak Papa’nın izniyle olabiliyordu.

Henry, Papa'dan boşanmak için gereken izni alamadı. Katolik İspanya'nın kralı da bu boşanmaya karşı çıktı ve Kraliçe Catherine aracılığıyla İngiliz sarayındaki ağırlığını sürdürmek istedi. Papa'ya baskı yaptı. 

Diğer yanda Kral Henry de İspanya’nın, içişlerine müdahalesinden rahatsızdı.

Sonuçta: Bir yıl önce Martin Luther'in tüm kitaplarını yaktıran, Protestanları idam ettiren ve bu nedenle Papa tarafından "Dinin Savunucusu" unvanını alan Kral Henry, yeni bir kilise ve mezhep kurdu: Anglikanizm. 

Görünür neden aşk gözükse de, iki ülke arasındaki kıyasıya çekişme, İngiltere reformlarını ateşleyen fitil oldu. Böylece Avrupa’da doğmakta olan Rönesans İngiltere’ye geldi. 

Bu gelişmenin bir diğer boyutu ise, İngiltere’de burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasıydı; bu yeni üretim biçimi kendi değerlerini topluma kabul ettirmek istiyordu.

"Reformist" Kral Henry bu arada áşık olduğu Anne Boleyn ile gizlice evlendi. Aynı yıl, 7 Eylül 1533’te I. Elizabeth doğdu.

Ancak şansızdı: Teninin fazla beyaz olması nedeniyle hayalet olduğu söylenerek celláda teslim edildi. Elizabeth, annesi Boleyn sayesinde kurtarıldı.

Elizabeth kurtarıldı ama annesi üç yıl sonra, başka erkeklerle zina yaptığı gerekçesiyle kafası uçurularak idam edildi. 

Kral Henry on gün sonra Jane Seymour ile evlendi. Jane Seymour, bir yıl sonra Kral Henry’e en büyük armağanı verirken; Prens Edward’ı doğururken öldü.

Kral Henry 1543’te ölünce, Edward 9 yaşında, "VI. Edward" olarak tahta çıktı. VI. Edward 16 yaşında çocuksuz olarak ölünce, I. Elizabeth'in diğer üvey kardeşi (Kraliçe Catherine’in kızı) I. Mary, Kraliçe oldu. İlk kez İngiltere tahtında bir kadın oturdu.

I. Mary de çocuksuz öldü ve böylece I.Elizabeth 17 Kasım 1558 tarihinde 25 yaşındayken tahta çıktı.

Evet, bu bilgilerden sonra Kraliçe I. Elizabeth’in "müstehzi ifadeyle konuşması" meselesine gelebiliriz...

KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN



OSMANLI TARİHİNİ DEĞİŞTİRDİ


Önce bir olgu:

16. yüzyıl boyunca en güçlü Hıristiyan devleti İspanya idi.

Osmanlı ise yazdığım gibi bir dünya deviydi.

Bu iki süper güç yüzyıl boyunca birbirleriyle çatıştı. 

Osmanlı siyaseti gereği, Katolik İspanya’ya karşı, hep Protestan Hıristiyanların koruyucusu oldu.

İspanya tahtında Kral II. Felipe (1527-1598) vardı. Sadece İspanya’nın değil Sicilya, Napoli, Portekiz ve Hollanda’nın da hükümdarıydı. Venedik, Ceneviz, Malta kontrolü altındaydı.

I. Elizabeth’in üvey kız kardeşi Mary ile dört yıl evli kaldı.
Mary ölünce tahta geçen Kraliçe I. Elizabeth ile de evlenmek istedi. Olmadı.

İspanya, İngiltere üzerindeki nüfuzunun bitmesini, hele hele Protestanlığın gelişmesini istemiyordu. "Bakire Kraliçe"yi gözüne kestirdi!

I. Elizabeth’i zor günler bekliyordu. Kendisi ve ülkesi tehdit altındaydı. İmdadına Osmanlı yetişti.

Osmanlı, önce İngiliz ticaretini destekledi. 11 Eylül 1581 anlaşmasına göre, İngiliz gemileri Akdeniz’deki Türk limanlarına rahatça girip ticaret yapabilecekti.

İspanya Kralı II. Felipe, Osmanlı’yı karşısına almak istemedi; ince bir diplomasi yürütüp, "barış çubuğu" içmek istedi. 

Bu hal, Fransa ve İngiltere’yi korkuttu; biliyorlardı ki Osmanlı yanlarında olmazsa, İspanya onları yutardı.

Osmanlı, II. Felipe’e yüz vermedi. İngiltere’nin koruyuculuğuna devam etti. İlk İngiltere elçisi William Harborne, 26 Mart 1583’te İstanbul’a gelerek göreve başladı.

O tarihlerde Osmanlı tahtında Sultan III. Murad (1546-1595) vardı. Osmanlı, topraklarını genişletmeyi sürdürdü: Fas, Lehistan, Tebriz ve Şirvan gibi İran’ın bir bölümü vs.

SULTAN 3.MURAT

Kraliçe I. Elizabeth, Osmanlı yönetiminin gönlünü hoş etmek için, yalnız padişahı değil, padişahın annesi Valide Sultan Nurbanu’yu, eşi Safiye Sultan’ı, hocası Sadeddin Efendi’yi, vezirlere, Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa gibi komutanları hediyelere boğdu. 

Mektuplarında, "putperest" dediği Katoliklere karşı Türk yardımı istedi. Kendini İslam’a yakın göstermek için, Protestanlıkta da tıpkı Müslümanlıkta olduğu gibi resimlere ibadetin yasak olduğunu yazdı.

III. Murad yanıt mektubunda şöyle dedi:

"Siz dahi südde-i sa’adetime ita’at ve inkıyada sabit-kadem olup, ol caniblerde vakıf ve muttali olduğunuz ahbarı arz ve ila’m etmekden hali olmıyasız."


Kısaca, "siz büyük bir mutlulukla Osmanlı’ya bağlandınız, gerisini merak etmeyiniz" diyordu.


Osmanlı desteğini alan I.Elizabeth, 1588’de "İspanya Armadası" denilen deniz savaşında İspanya’yı yendi. Osmanlı donanması bu savaş sırasında İspanyol gemilerini Akdeniz’de oyaladı ve savaşın, dolayısıyla tarihin seyrini değiştirdi.

Bu savaş sonrasında İngiltere büyük bir güç olarak tarih sahnesine çıkarken, Protestanlık artık durdurulamaz oldu.

TARİH YENİDEN YAZILIYOR

Gelelim bugüne:

İngiltere’de tarih kitaplarının yeniden yazılması gündemde.

Eşitlik ve İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Trevor Philips, Türkler’in, İngiltere-İspanya Savaşı’nda Kraliçe I. Elizabeth’i kurtardığını, bunu tarih kitaplarına yazmak gerektiğini söyledi. 

İngiliz Daily Mail gazetesi, "Şimdi de azınlıkları mutlu etmek için mi tarih kitaplarımızı değiştireceğiz" başlığını attı. 

İngiliz milliyetçileri, "İngiltere tarihi şanlı zaferlerle doludur, kimsenin yardımına ihtiyacımız yok" diye tepki gösterdi. 


Yani mesele döndü dolaştı yine bizim başımıza "patladı!"


Londra Üniversitesi’nden Jerry Brotton, Kraliçe’nin, Osmanlılardan yardım istediği mektubu, 2004 yılında ortaya çıkardı. Ancak bu belgeye karşı çıkanlar da oldu. Dr. Simon Adams, "Mektup 1585’te yazılmış. Yani savaştan tam üç yıl önce" diyordu.

Tartışmalar hala sürüyor...

Sonuç olarak, kim ne derse desin, hangi filmi nasıl çekerse çeksin; 

I. Elizabeth bekasını, yani kalıcı olmasını ve ölümsüzlüğünü Osmanlı Padişahına borçluydu!

’Bakire Kraliçe’ istese Osmanlı Padişahı’yla evlenebilir miydi?

I. Elizabeth 17 Kasım 1558 tarihinde iktidar koltuğuna oturduğunda, Osmanlı Sarayı’nın tahtında Kanuni Sultan Süleyman vardı. Aralarında 39 yıl gibi büyük bir yaş farkı vardı.

Üstelik Sultan Süleyman, baş kadını Hürrem Sultan’a hala áşıktı.
Ayrıca iki eşi daha vardı; Mahidevran Kadın ve Gülfem Hatun.

Kraliçe Elizabeth’in kafasındaki "Doğu" ve "Türk" imajı nasıldı, bilmiyoruz. Ama Harem öyle uzaktan görüldüğü gibi Batı masallarına pek benzemiyordu.

Sultan Süleyman’ın eşleri arasında özellikle Hürrem Sultan ile Mahidevran Kadın arasında sürekli saç saça kavga vardı. İki sultanı, ancak Padişah’ın annesi Valide Hafsa Sultan araya girip durdurabiliyordu. 

Kayınvalide Hafsa Sultan Saray’a cariye olarak alınmış ve Yavuz Sultan Selim’in karısı olmuştu. İddiaya göre Leh Yahudi’siydi.

Diğer sultanlar gibi, Hürrem Sultan da bu topraklara yabancıydı.

Batı tarihçilerine göre Hürrem Sultan’ın gerçek adı: Roxelana, Roza, Rossa, Rosanne, Ruziac veya La Rossa idi.

İtalyan ve Fransız olduğu iddia edilmekle birlikte, kökeni kesin olarak bilinmiyordu. Rus Papaz Rogatino’nun kızı olduğu da, Kırım Hanı Mengli Giray’ın kızı olduğu da söyleniyordu. Kimilerine göre ise Hazar Yahudi’siydi. (Hazar Yahudileri Türk boyudur- SB)


HÜRREM
Dünyayı titreten Sultan Süleyman, Hürrem Sultan’ın bir sözünü iki etmiyordu.

Bir hükümdarla köle kökenli bir kadın arasındaki bu tutkuyu yadırgayan halk, Hürrem Sultan’ın padişaha büyü yaptırdığına inanıyordu.

Kim ne yaparsa yapsın, ne derse desin sonunda Hürrem Sultan amacına ulaştı: Sarayın tek hákimi oldu. Böylece Osmanlı tarihindeki "kadınlar saltanatı" Hürrem Sultan ile başladı.

Kraliçe I. Elizabeth, Sultan Süleyman’ı eş olarak seçmemekle kendisine ve ülkesine iyilik yapmıştı. Yoksa Hürrem Sultan’dan çekeceği vardı!


NURBANU SULTAN

Kraliçe I. Elizabeth’in koca adayları arasında, Kanuni Sultan Süleyman’dan sonra tahta geçen II. Selim (1524-1574) de vardı.

Kraliçe I. Elizabeth, Hürrem Sultan gibi bir kayınvalide ister miydi, bilinmez! Ama II. Selim’in eşi Nurbanu Sultan da çok dişliydi.

Nurbanu Sultan kimi tarihçilere göre İtalyan/Venedikli, kimilerine göre ise Yahudi’ydi!

Ahmet Refik gibi tarihçiler, Nurbanu Sultanı Yahudileri devlet işlerine karıştırmakla suçladılar hep. Yahudi iş kadını Ester Kira’yla olan ticari ilişkileri bu iddiayı güçlendiriyordu.

Nurbanu Sultan, tıpkı kendisini yetiştiren kayınvalidesi Hürrem Sultan gibi devlet işleriyle yakından ilgilendi. 

Kraliçe I. Elizabeth, II. Selim’e eş olabilir miydi? Sanmam. Padişah eşi ve kızlarından çok çekmişti ve kraliçeyi görecek gözü yoktu. 

Peki, Kraliçe I. Elizabeth tahtın bundan sonraki hákimi III. Murad’la evlenebilir miydi?

Bunun yanıtı için sadece bir örnek olay yazalım:

Nurbanu Sultan kocası II. Selim vefat edince, ölüm haberini kimselere haber vermedi. Kocasının cesedini, oğlu III. Murad Manisa’dan İstanbul’a gelip tahta oturana kadar sarayın buzhanesinde sakladı. 


SAFİYE SULTAN

Kraliçe I. Elizabeth kuşkusuz Nurbanu Sultan gibi sert bir kayınvalide istemezdi.

Ama III. Murad’ın eşi Safiye Sultan da Valide Sultan’ı aratmayacak bir kişilikteydi. Safiye Sultan’ın biyografisi hakkında türlü iddialar var:

Adriyatik denizinden bir gemiyle geçerken korsanlara esir düşmüş, önce Ferhad Paşa’ya sonra güzel ve zeki oluşu nedeniyle Osmanlı Sarayı’na satılmıştı. III. Murad Safiye Sultan’ı çok sevdi. Ama...

Bu durum annesi Nurbanu ile aralarının açılmasına neden oldu.

Nurbanu Sultan, gelini Safiye Sultan’ı gözden düşürmek için oğluna dünyalar güzeli cariyeler sundu. Ne yapsa ne etse III. Murad’ı Safiye Sultan’dan vazgeçiremedi.

Nurbanu Sultan ölünce, Safiye Sultan Osmanlı Sarayı’nın tek hákimi oldu. Rahmetli kayınvalidesi Nurbanu Sultan’ın Yahudi Ester Kira’yla yürüttüğü ilişkileri bile devam ettirdi! Kraliçe I. Elizabeth’le iyi ilişkiler kurdu. 


HANDAN SULTAN

16. yüzyıl artık geride kalıyordu. 

Kraliçe I. Elizabeth hala bekárdı. Ama artık yaşlanmıştı. Safiye Sultan’ın oğlu III. Mehmed tahta çıktığında 29 yaşındaydı. Kraliçe ise 58 yaşında. Bu evlilik gerçekleşebilir miydi?

Sultan III. Mehmed’in gözü Handan Sultan’dan başkasını görmüyordu. Dolayısıyla bu evliliğin gerçekleşmesine de olanak yoktu.

Kraliçe I. Elizabeth ile Sultan III. Mehmed aynı yıl 1603’te vefat ettiler.


Şaka bir yana, gelelim sorumuza:

Hani filmde Kraliçe soruyor ya, "Türk Sultanı’yla mı evleneyim" diye?

Öncelikle belirtelim: "Seçen" Kraliçe değil, Osmanlı Padişah’ı olurdu. 


Ve "veraset" meselesi yüzünden "Bakire Kraliçe"nin de pek şansı yoktu.



Yazmadan edemeyeceğim: 


İngiltere feodalizmi tasfiye edip "kapitalizmin" çarklarını döndürüp toplumu harekete geçirirken, Osmanlı siyasi açıdan dünya devi olmasına rağmen, ticari hayatındaki dinsel gelenekçilik yüzünden hem ticari hem de kültürel anlamda gericileşme sürecine girdi.


Bugün durum ortada; İngiltere nerede biz neredeyiz? Onlar Kraliçe I. Elizabeth için film üzerine film çekiyor.


Biz her şeyi sineye çekiyoruz!


Soner Yalçın, Hürriyet 2007

***


ELİZABETH

Yönetmen : Shekhar Kapur , 1998 İngiltere
Oyuncular: Cate Blanchett,Geoffrey Rush, Vincent Cassel

Katolik kraliçe Mary ölür ve tahta pek istenmese de protestan olan ve öldürmeye kıyamadığı kardeşi Elizabeth geçer. Elizabeth in önünde uzun ve bolca dikenli bir yol vardır. etrafında hem destekçileri hem de her fırsatta katolik egemenliği geri getirmeye çalışan insanlar vardır. bunun yanında evlenmesi ve kendisinden sonra tahta geçmesi gereken bir vasil bırakmak zorundadır. Tüm bu zorlukların arasında Elizabeth in İngiltereyi nasıl yöneteceği ise tam bir muammadır.

Sadece Cadıları değil, Kilise karşıtlarını da yaktılar....

Sonrasında ise ...  bir Protestan Tahta geçer ...





ELİZABETH : ALTIN ÇAĞ / Elizabeth: The Golden Age


Yönetmen: Shekbar Kapur , 2007 Fransa ,İngiltere
Oyuncular: Cate Blachett, Clive Owen, Abbie Cornish

Kraliçe Elizabeth'in kuzeni olan İskoçya Kraliçesi Mary Stuart, İngiliz tahtını ele geçirmek için İspanya Kralı Philip ile çeşitli komplo planları yapmaktadır. Elizabeth'in sadık ve güvenilir danışmanı Sir Francis Walsingham, kraliçeyi komplo ve tuzaklardan koruyabilmek için vargücüyle çaba gösterir. İmparatorluğunu korumak için savaşa hazırlanmakta olan Elizabeth, macerapest ruhlu yakışıklı denizci Raleigh'e karşı hissettiği beklenmedik duygular ile kraliyet sarayındaki görevleri arasındaki hassas dengeyi tutturmak zorundadır.




***


Osmanlı yardım etmeseydi , bugün dünya hangi eksende dönecekti acaba ?

Şimdi ise bulunduğumuz konuma bak ! 
Yardım eli uzatmış eli ısırıyorlar....


Dönecek , dönecek ,dönecek ....




İyi Seyirler

SB.


***


25 Şubat 2013 Pazartesi

OSCAR ... ABD ... İRAN ... KIZILDERİLİLER


ARGO EN İYİ FİLM !

Yönetmen: Ben Affleck , 2012 ABD
Oyuncular: Ben Affleck, John Goodman, Bryan Cranston

1979'da İran'da rehin alınan 6 ABD'li diplomatın, CIA tarafından kurtarılması anlatılmaktadır.

Hikayede, Tahran’da altı Amerikan elçilik personelinin kaçırılması ve aylarca alıkonulması üzerine patlak veren İran Rehine Krizi ile CIA’in rehieleri kurtarma operasyonu konu alınmıştır. Yapılan açıklamalarda CIA, sahte bir Hollywood yapım şirketi kurarak rehineleri kurtarmaya çalışacağı anlatılmaktadır. (Ben Affleck' in bu proje için Türkiye'de -Kapalıçarşı mekan araştırması yaptığı öğrenildi. Filmin bir kısmı Türkiye'de çekildi)

FRAGMANI : 



İRAN :

İran devriminin henüz başında ABD ile ilişkileri kökten etkileyecek bir olay yaşandı. Üniversite öğrencileri 4 Kasım 1979'da iç çatışmaların, istikrarsızlığın kaynağı olarak gördükleri ABD'nin büyükelçiliğini bastılar.

Baskın 3 saatte tamamlandı. Ancak tam 444 gün boyunca 52 çalışan rehin alındı. Sadece zenciler ve kadın görevliler serbest bırakıldı.

Üniversite öğrencilerinin baskınından sonra ABD ile tüm diplomatik ilişkiler kesildi. Bugün İran'da 4 Kasım günü 'Emperyalizmle mücadele ve gençlik günü' olarak kutlanıyor. Hem de yüz binlerin katıldığı mitinglerle...

Baskından sonra ele geçirilen belgelerde ABD'nin, Şah dahil, birçok önemli ismi dinlediği ortaya çıktı.

Toplantılardan sonra yok edilmek istenen belgeleri öğrenciler sabırla birleştirdiler. Kurtarılan belgeler 81 cilt halinde yayınlandı. 41. cilt Türkiye ile ilgili belgelerden oluşuyor. (BASIN 15.02.2013)


ABD elçilik binasının tam ortasına yerleştirilen bu pano mazlum bölge halklarını ABD emperyalizmine karşı mücadeleye çağırıyor adeta... Türk bayrağı en öne yerleştirilmiş. İran bayrağının yanı sıra Filistin, Suriye, Lübnan gibi ülkelerin bayrakları var. Büyük Ortadoğu Projesinin hedefindeki ülkeleri bir yumruk gibi birleşmeye davet ediyor.

ARGO'YA VERİLEN "OSCAR" İLE 

ABD HEDEFİNİ GÖSTERMİŞTİR. İNTİKAM !



27 Şubat tarihli makale : 
"Oscar ödülleri töreninde göz ardı edilen skandal " (okumak için tıklayın)


***


85. Oscar Ödülleri sahiplerini buldu. Argo, En İyi Film seçilirken En İyi Yönetmen ödülünü Ang Lee kazandı.


İŞTE ÖDÜL ALANLAR:

En iyi film ödülünü yönetmenliğini Ben Afleck'in yaptığı "Argo" filmi kazandı. 7 dalda aday olan film, 3 Oscar ödülü aldı.

En iyi erkek oyuncu ödülünü 'Lincoln' filmindeki performansıyla Daniel Day Lewis aldı. Bu kategoride üç kez Oscar alan ilk oyuncu oldu.

En iyi kadın oyuncu ödülü 'Umut Işığım' filmindeki oyunculuğuyla Jennifer Lawrence'un oldu. Lawrence iki kez aday gösterildi, ilk kez Oscar ödülü aldı. 

En iyi yönetmen : Life of Pi ile Ang Lee (Ang Lee 5 kez aday oldu Oscar'a, ikinci kez ödül aldı)

En iyi senaryo : Django Unchaıned ile Quentin Tarantino

En iyi yardımcı kadın oyuncu : Anne Hathaway 

En iyi yardımcı erkek oyuncu : Christoph Waltz

En iyi kurgu: Argo ile William Goldenberg

En iyi orjinal müzik Life of Pi ile Mychael Danna

En iyi orjinal şarkı Skyfall şarkısı ile Adele

En iyi uyarlama senaryo Argo ile Chris Terrio

En iyi sanat yönetmeni : Lıncoln ile Rick Carter

En iyi kısa animasyon : Paperman

En iyi animasyon : Brave

En iyi görüntü efekti : Life of Pi

En iyi görüntü yönetimi : Life of Pi

En iyi kostüm tasarım : Anna Karenina ile Jacqueline Durran

En iyi makyaj ve saç tasarım: Les Miserables (Sefiller) filmi ile Lisa Westcott ve Julie Dartnell

En iyi kısa film :Curfew ile Shawn Christensen

En iyi kısa belgesel film: Inocente ile Sean Fine ve Andrea Nix Fine

En iyi belgesel film : Searching for Sugar Man ile Malik Bendjelloul ve Simon Chinn

Yabancı dilde en iyi film : Amour ile Michael Haneke

En iyi ses miksaj : Les Misérables (Sefiller) ile Andy Nelson, Mark Paterson, Simon Hayes

En iyi ses kurgusu : Zero Dark Thirty ile Paul N.J. Ottosson ve Skyfall ile Per Hallberg ve Karen Baker Landers










MARLON BRANDO 
1973 OSCAR ÖDÜLÜNÜ RED ETMİŞTİ. (izlemek için tıklayın)


***

VE KIZILDERİLİLER....


ABD'deki Kızılderililere -özgürlük değil- sadece insanca yaşama hakkı istediği için 1977'de tutuklanan ve hâlâ hapiste tutulan Kızılderili Lider Leonard Peltier...(Diğer suçlamalar ise sadece gerçekliği örtmek içindi)

Peltier’in tutuklanma ve yargılanma sürecinden itibaren yaşanan insan hakları ihlalleri ve adaletsizlikleri milyonlarca insan öğrendi ve birçok kişi, insan hakları örgütlerinin de çabası sonucu sanatçıyı destekledi. 

Anishinabe-Lakota kabilesinden olan ve Kızılderili halklarının geçmişini ve bugününü tuale yansıtanlar arasında Rahibe Theresa, Desmond Tutu, Dalai Lama, Uluslararası Af Örgütü, Avrupa Parlamentosu, İtalyan ve Belçika parlamentoları, ABD Kongresi’nin 50 üyesi, aktör Robert Redford ve Marlon Brando, Amerika Yerlileri Ulusal Kongresi gibi kurum ve kişiler de bulunuyor. 

Leonard Peltier Kuzey Dakota’daki Grand Forks’ta doğmuş. 13 kardeşi var. Henüz 8 yaşındayken ailesinin yanından alınarak yerliler için kurulan bir okula götürülmüş. Bu, Peltier’in ABD yönetiminin yerli politikaları ile ilk tanışması aynı zamanda. İlerleyen yıllarda babasının yaşadığı Turtle Dağı Reservasyonu’na dönmüş. Bu o dönemde pilot uygulamalar yapılmak üzere kurulan ilk üç rezervasyondan biri. Ancak bu izolas- yon ve yok etme politikalarına karşı yükselen tepkiler, yerlilerin kentlere göç etmesiyle sona ermiş. 

Rezervasyonda geçirdiği günlerde Peltier, yerlilerin Yerli İşleri Bürosu’na yönelik protestolarının örgütlenmesinde etkili olmuş. Bu yıllar yerlilerin açlığa mahkûm edildiği ve ırkçı saldırıların yoğunlaştığı yıllar. 

1965’te Leonard Peltier Seattle’a taşınmış. Ortağı olduğu otomobil tamircisinde yerlilerle çalışmış. 

Bu dönemde cezaevinden yeni çıkan dolayısıyla toplum yaşamından dışarı itilen yerlilerin ev ve iş bulmalarına yardımcı olan kuruluşlarda çalışmış. 1960’lı yılların sonlarında ve 1970’lerin başlarında marangozluk gibi işler yapan Leonard Peltier, aktif olarak yerli haklarını savunmaya devam etmiş. Amerika Yerli Haraketi’ne katılmış ve özellikle alkol bağımlılığı, barınma ve iş konularında faaliyetlerde bulunmuş. Leonard Peltier, ilk kez 1972 yılında Yerli İşleri Bürosu’nun işgali eyleminin ardından mahkeme önüne çıkarılmış. 

1975 yılında faaliyetlerini Pine Ridge’de sürdürmeye başlamış. Buradaki rezervasyonun yerli yöneticisi ile dillerini, topraklarını ve kültürlerini korumak isteyen yerliler arasında büyük bir mücadele yaşanmış. GOONS adı verilen silahlı ‘bekçilerin’ başında Dick Wilson isimli bir ırkçı bulunurmuş. Pine Ridge’de üç yıl içerisinde yerli hareketi üyesi 60 kişi öldürülmüş ve 300 kişi dayak ve kötü muameleye maruz kalmış Pine Ridge’in kişi başına düşen FBI ajanı sayısının en yüksek olduğu bölge olduğu söyleniyor. Cinayetlerin ve diğer saldırıların hiçbiri araştırılmamış. Aksine FBI ajanlarının yerlilere yönelik saldırıları gerçekleştiren faşistlerin silahlanmasına yardımcı oldukları biliniyor. 

Leonard Peltier’in de bölgeye gitmesinin nedeni, zor durumdaki halkına yardım etmektir. 

26 Haziran 1975 yerlilerle ajanlar arasında çıkan bir tartışmanın sonunda iki ajan ve bir yerli yaşamını yitirir. Aslında her şey, silahlı ajanların bir çift eski ayakkabı çalan bir yerli çocuğu bulmak gerekçesiyle arama yapmak istemeleriyle başlar. Leonard Peltier’in de aralarında bulunduğu üç kişi mahkemeye çıkarılır. Ölen yerli hakkında ise hiçbir zaman soruşturma başlatılmaz. Mahkeme, diğer iki kişi hakkında nefsi müdafaa kararı verir. Kanada’ya giden Leonard Peltier ise daha sonra farklı bir mahkeme tarafından başka bir yerde yargılanır ve yasadışı yollardan Kanada’ya kaçmakla suçlanır. Alelacele sonlandırılan mahkeme sonunda birinci derece cinayetten suçlu bulunur ve iki kez ömür boyu hapis cezasına mahkûm edilir. 

Adalet tersine işlemektedir. Hükümet Peltier’in suçlu olduğu kanıtlanamadığını kabul eder ancak,(FBI ajanları suçluyu görmediklerini söylerler) beyaz ve zengin Amerikalılar için işleyen kanunların aksine, Peltier’in kendisinin masum olduğunu kanıtlaması gerekmektedir! 

Cezaevi yıllarında ne Peltier inançlarından vazgeçer, ne de Amerikan hükümetinin intikam duygusu söner. Yerli hakları mücadelesini desteklemeyi sürdüren Peltier’in uzun yıllar çektiği çene rahatsızlığından ötürü tedavi görmesi yıllarca engellenir. Sonunda, 1999 da 5 saatlik bir ameliyat geçirir, ancak bu oldukça geç kalmış bir müdahaledir. Çünkü Peltier’in çenesini oynatması her geçen gün zorlaşmaktadır. Amerika'nın Mandelası lakabı takılan Peltier 6 kez Nobel'e aday gösterilmiştir.

Biyografisini Hapishane Yazıları: Yaşamım Benim Güneş Dansımdır isim altında yayımlayan Peltier’in şiirleri de bulunuyor. Ayakta kalmaya devam eden Leonard Peltier'in kitabından bir kesit.



Beni dinleyin!

Dinleyin!
Ben Kızılderili'nin sesiyim.
Çığlıklarımı rüzgarda duyun.
Çığlıklarımı sessizlikte duyun.
Ben Kızılderili'nin sesiyim.
Beni dinleyin!


Atalarımız adına konuşuyorum.

Onlar huzursuz mezarlarından sana sesleniyorlar.
Ben daha doğmamış çocuklar için konuşuyorum.
Onlar edinilmemiş sessizliklerinden sana sesleniyorlar.


Ben Kızılderili'nin sesiyim.

Beni dinleyin!
Ben milyonların sesiyim.
Duyun bizi!
Kartallarımızın çığlıkları susturulamayacak!


Biz size seslenen, kendi öz bilinciniziz.

Biz siziz, içinizde duyamadığınız!


Duyulamayan sesimin duyulmasını sağlayın.

Kalbimden konuşmama izin verin ki, sözlerim duyulsun,
Milyonlara rüzgarla duyurulsun,
Duyarlı olan herkese,
Dinleyecek olan tüm kulaklara,
Ve benimkiyle aynı anda çarpan,
Tüm kalplere!


Kulağınızı toprağa koyun,

Ve kalbimin çarptığını duyun.
Rüzgarı dinleyin,
Ve sesimi duyun.


Biz dünyanın sesiyiz,

Geleceğin sesiyiz,
Gizemli olan, sırların sesiyiz!


Duyun bizi...!



ABD'de de 200 küsur yıl önce kabul edilmesinden beri, Anayasa’da sadece 17 değişiklik yapılmıştır.


Bir politik analistin de dediği gibi Amerika “ilk küresel ulustur”. 

300 milyonluk nüfusu neredeyse dünyadaki bütün ulusları ve etnik grupları temsil etmektedir. 


Her birine Özgürlük istiyoruz !!!



Ki onlar farklı ırktan geliyor. 

Ama bize dayattıkları "etnik ayrım" TEK IRK'A dayanıyor !




As the eagle was killed by the arrow winged with his own feather, so the hand of the world is wounded by its own skill.



SB.



***