Translate

3 Ocak 2013 Perşembe

TÜRKİYE VE TÜRKMENLER




Irak Türkmenleri tarih boyunca Türkiye ile aynı kaderi paylaşmışlardır. Birinci Dünya Savaşından sonra Türkiye’den koparılan Türkmenler, Irak’ta sürekli baskı ve gözetim altında tutulmuşlardır.

Her zaman devlete saygılı olan ve hiçbir zaman yönetime karşı isyan gibi yasa dışı yollara başvurmayan Türkmenler, istek ve beklentilerini Irak hükümetinden hep açık ve şeffaf biçimde, medenî ve demokratik hak olarak talep etmişlerdir.
Buna rağmen Türkmen toplumuna reva görülen baskı ve zulümler, ne yazık ki hiçbir dönemde eksilmemiştir.

Irak yönetimleri hemen hemen her devirde Türkmenleri potansiyel bir tehlike görmüşlerdir. Galiba bunun başlıca sebebi, Türkmenlerin günümüze kadar Türkiye’ye karşı besledikleri sevgi ve bağlılıktır. Oysa Türkmenlerin Türkiye’ye karşı besledikleri sevgi ve bağlılığın temelinde hiçbir zaman siyasî ve ayrılıkçı bir tema olmamıştır. Türkmenler kök ve kültür bakımından, kendilerini Türk dünyasının bir parçası kabul etmişlerdir.

Nasıl ki bir Lübnanlı, bir Iraklı veya Ürdünlü bir Arap, kendisini Arap dünyasının bir parçası sayıyorsa ve bu düşünce bir ihanet veya bir suç kabul edilmiyorsa, Türkmenlerin de duygu ve düşünceleri bir ihanet gibi algılanmamalıdır.

Kraliyet ve cumhuriyet dönemi Irak’ında Türkmen toplumunun yaşadığı sıkıntılar ve maruz kaldığı baskılar, ne yazık ki zaman zaman soykırımlara varan büyük facialara dönüşmüştür. 

Bunların içinde en büyüğü ve unutulmaz olanı 14 Temmuz 1959 Kerkük Katliamı’dır. Bu katliam yönetimin bilgisi dışında cereyan etmediği gibi, komünist mihraklarının öncülüğünde Kürt militanlarının katılımıyla ortaya konmuş unutulmaz vahşet sahneleri ile doludur.

Irak’ın en uygar ve en barışçı toplumu olan Türkmenler, Saddam yönetiminde büyük zulümlere maruz kalmışlar, yerlerinden, köylerinde, ev ve arazilerinden atılmışlardır. Türkmen liderlerinin, Türkmen aydınlarının, öğretmen ve üniversite öğrencilerinin yüzlercesi, ömürlerinin baharında idam sehpalarında suçsuz yere sallandırılmışlardır.

2003 Nisanında Irak’a gelmesi planlanan bahar, kısa sürede kara kışa dönmüş, ABD işgali ile başlayan süreç, Irak halkını giderek sıkıntıya, üzüntüye ve bunalıma sürüklemiştir. 

Ülkede başlayan otorite boşluğu, yerini teröre, suikastlara, soygun, işgal ve her türlü yasa dışı eylemlere bırakmıştır. Ülkede otoriteyi sağlayacak ulusal güvenlik güçleri olmadığı için de halk, kendi kendini korumaya ve kollamaya gayret etmek zorunda kalmıştır. Partiler, sendikalar, dernekler ve daha birçok siyasî örgüt ve sivil toplum kuruluşları da, kendi milis güçleri veya bazı güvenlik şirketlerine ödedikleri para karşılığında özel koruma elemanları ile önlemlerini alıyorlar. Şehirlerde görev yapan polis güçleri, etnik ve mezhep ayrımcılığı yüzünden, görevlerini sağlıklı biçimde yürütmekte zorluk çekiyorlar.

Bütün bunlara karşılık, siyasî kutuplaşma etnik ve mezhep ayrımcılığına dayandığı için, partiler arasında uzlaşma sağlanması, hayalden ibaret kalmıştır.

Etnik ve mezhep kamplaşması yüzünden şehirlerde hayat çekilmez hâle gelmiştir. Bağdat, Kerkük ve Musul gibi Irak’ın en sıcak şehirlerinde mahalleler etnik ve mezhep çatışmaları yüzünden birbirinden kopmuştur.

Çağdaş demokrasilerde siyasal örgütler, parti ve sivil toplum örgütleri ideolojik temellere göre yapılanmaya giderler. Irak’ta ise hem de anayasanın izin vermesi ile etnik ve mezhep esasına göre kurulan siyasî partiler, halkı da paramparça hale getirmiştir. Bundan dolayı Irak’ta halk arasında Irak vatandaşlığı kimliği silinmiş, halkın vatan ve bayrak sevgisi tarihe karışmıştır. 

Kuzeydeki federal hükümet, merkezî hükümeti temsil eden Bağdat’a tabi bir yönetim olmaktan çıkmış, bunun tersine Bağdat Erbil’den yönetilir hale gelmiştir.

Demokratik seçim sonuçlarına göre kazanan çoğunluğu, kaybeden azınlık yönetmektedir. Parlamentoda fazla sandalye sahibi olan koalisyonların eli kolu bağlanmakta, az sayıda üyeye sahip olan siyasî partiler her istediğini yapabilmektedir.

Sünnî ve Şiî diye bölünen Araplar, birbirilerine karşı düşmanca tavır takınarak kuzeydeki federal yönetimlere taviz vermektedirler. Bu yüzden ülkeyi yönetmesi gereken 2 büyük koalisyon aciz durumda kalmıştır.

Bu garip manzara karşısında iyice bunalan Türkmen siyasetçileri ise, kiminle işbirliği yapacakları konusunda şaşkına dönmüşlerdir. Yıllarca zulüm gördükleri Baas Partisinin artığı olan siyasetçilerle koalisyon yapmak zorunda kalan Türkmenler, en büyük engelleri yine bu kesimden görmektedirler.

Yıllarca Saddam zulmü ile inleyen, evleri ve arazileri ellerinden alınanların hakkı, koalisyon dostları tarafından engellenerek geri verilmemektedir.

Açıkçası kimin gücü kime yeterse, onu kullanmaktan geri kalmamaktadır.

Irak üzerinde oynanan garip bir siyaset satrancı daha var. O da istenen bir şey demokratik açıdan mümkün değilse, onu uzlaşı kültürü, yani uzlaşma yolu ile elde etmektir. Özellikle demokratik açıdan kuzey yönetiminin eli zayıfladığı zaman, hemen ortaya uzlaşma kültürü telkinleri devreye girmektedir.

Irak’taki siyaseti ve siyasî gündemi sadece Barzani veya Talabani etkilemektedir. Diğer siyasî aktörler ise yok sayılmaktadır. Bu telkin ve yaklaşım Türkiye’nin Irak üzerindeki politikasını da yönlendirmektedir.

Oysa Türkiye diğer siyasî aktörleri de göz ardı etmemelidir. Türk siyaseti sadece kuzeydeki aktörlerle değil, diğer aktörler ile de diyalog içinde olmalıdır. Sürekli kuzey merkezli politika üretmek ve o gündeme takılı kalmak, Ankara’yı hem yanıltmakta, hem de giderek yalnızlığa itmektedir.

Nitekim Maliki-Barzani çekişmesi yüzünden Türkiye, Şii karşıtı blokta yer almış, İran ve Suriye düşman tarafında kalmıştır. Bu siyasetin uzantısı Türkmen siyasetinin alanını daraltmış ve Türkiye Türkmenleri Şii karşıtı konuma sevk etmeğe çalışmıştır.

Bu bakımdan Türkiye, ülkede sahipsiz kalan Türkmenleri daha da sıkıntılı bir pozisyona sokmuştur. Unutulmamalıdır ki Türkmen toplumunun yarısına yakını da Şii’dir. Her zaman da Türkmen Sünniler ve Şiiler bir arada kardeşçe yaşamışlardır. Türkmenleri tamamen Şii bloğa itmek aslında doğru bir politika değildir. İşin doğrusu dengeli siyaset yolu ile her tarafla iyi diyalog içinde hareket edebilmektir. Kürtler bir zamanlar Maliki ile işbirliği yaparak, kazanımlar elde etmişlerdi. Maliki’nin iktidarı bırakmamasının arkasında Kürtlerin aldığı destek yatmaktadır. Barzani Sünni Araplarla dost olsaydı, şimdi Maliki’nin elde ettiği gücü önleyebilirdi.

Ama Maliki Hükümetinden epey avantajlar elde etmiştir. Şimdi ise Barzanî Maliki ile ihtilafa düşmüştür. Yarın öbür gün bu pozisyon tekrar geri dönebilir. Siyasette olmaz diye bir şey yoktur. Türkmenleri sürekli olarak Sünni Arapların uydusu yapmak, son gelişmelerin ışığında yanlış bir siyaset olarak görülmüştür. Telafer’in il olmasını engelleyen ve Türkmen arazilerini geri vermeyen Sünni müttefikler, Türkmenleri mücadelelerinde yalnız bırakmışlardır. Saddam da Telafer’in il olmasını istememiş, Telafer dosyası önüne geldiği zaman Saddam “İkinci bir Kerkük istemiyorum” notunu yazmıştır.

Kürtlerle Türkmenler dost ve kardeş olmalıdır (!). Çünkü bir arada yaşamak zorundadırlar (!). Siyasette sürekli düşmanlık olmaz. 

Eyvallah, doğru, güzel ve medeni bir düşünce… Peki, bu hangi dostluğa dayanacaktır? Türkmenler, tarihlerinin en acı ve en unutulmaz vahşetini 14 Temmuz 1959’da yaşadılar. Bu vahşeti yapanların kim olduğunu toplum unutmuş değildir. Arkadan hançerlenen bir toplum, hançerleyen toplumla ne karşılığında dost olabilir? 

Sabıkalı olan bu toplum şimdi uygar ve efendi bir toplum oldu ise, bu vahşetten dolayı gelip Türkmenlerden özür dilemelidir. Özellikle bu vahşetin baş aktörü Barzani ailesinin şimdiki başı bunu çok iyi bilir. Çünkü kuzeyde Kürdistan Parlamentosunun açılışında Barzani öldürdükleri 25 bin peşmergeden dolayı mecliste özür dilemişti.

Bunlar geride kaldı, unutalım artık deniliyorsa, peki unutalım… 

Ancak 2003’ten beri Türkmenlerin Kerkük’te ve Türkmeneli’nin diğer bölgelerinde çektikleri eziyet, gasp, işgal ve şiddet neden bir türlü son bulmuyor? 

Türkmenlerle dost olmak isteyen bir toplum, dostluğunu ve samimiyetini göstermelidir. Türkmenler, karşılarında hâlâ dostluğuna güvenilmeyen bir siyasî örgüt gördükçe, bu duaya âmin diyebilir mi?

Türkiye, Türkmen siyasetçilerini de yeterince anlamalı ve Türkmen kamuoyunun hassasiyetine anlayış ile yaklaşmalıdır. Türkiye, Osman döneminde sahip olduğu geniş bir coğrafyada, en büyük İslam ümmeti ile birlikte Müslüman olmayan topluluklara da asude ve huzur dolu hayat sunabilmiş deneyimli bir devletin varisidir. 

Büyük bir devlet olan ve tarihî derinliğe sahip bulunan Türkiye’ye
de yakışan budur.

Prof.SUPHİ SAATÇİ / 2012


KAYNAK: KARDAŞLIK DERGİSİ e-dergi:





***