Translate

30 Ağustos 2014 Cumartesi

30 AĞUSTOS - ÇİFTE ZAFER











30 Ağustos Zaferi 
Gerçekte  Çifte Zaferdir


Kimi zaman kişiler, nedendir bilinmez, bir duraksama geçirirler. İnsanın kimi zaman tıkandığı anlar olur. Duraksar. Bir belirsizlik çöker. Umutla umutsuzluk arasında bir noktadır bu... 

Seksenbeş yıl önce 1922 yılı Ağustos ayına gelindiğinde Türkiye böylesi bir durumla karşı karşıyaydı:

“Bu işin sonu ne olacak?” ya da

“Ne olacaksa olsun!”

“Fırtına öncesi sessizlik” denilen bir durumdu. 

“Hani nerede ordumuz, niye bir an önce taarruz etmiyoruz?”,

“Ordumuz durduğu yerde çürütülüyor, daha neyi bekliyoruz?” diyenler yanında 

“Bir sonuca ulaşmak için mutlaka savaş şart mıdır? Politik bir çözümle bu iş halledilemez mi? Bu halimizle taarruza kalkışmak kan dökmekten öte bir fayda sağlamaz. Çünkü Yunanlar’ı yensek bile İngilizler yine bizim önümüze dikilir. Duruma bakılırsa bir taarruzda başarı şansımız hiç de fazla değildir” diyenler de vardı.

1921 yılı Ağustos ayında durum daha da kötüydü. Kimileri Ankara’dan ailelerini iç bölgelere gönderirken, meclisin ve hükümetin Kayseri’ye, Sivas’a ya da Malatya’ya taşınması dile getiriliyordu. 

Erzurum Milletvekili Durak Bey, “Arkadaşlar nereye gidiyorsunuz? Cephe neredeyse meclis de onun arkasında toplantıya devam etmelidir. Düşman bizi burada kendisini yenmek için önlemler düşünürken bulmalıdır. Yerimiz cephedir. Geriye bir tek adım atamayız” derken oluşan sessizliği TBMM’nin renkli bir siması bozdu. 

O güne değin ağzını açmamış olan ak sakalı göbeğinde Dersim Milletvekili Diyap Ağa’nın sesi yankılanıyordu:

“Efendiler, biz buraya kaçmaya mı geldik, yoksa düşmanla kavga edip ölmeye mi? Kaderde ölmek varsa kaçmakla bundan kurtulamayız. Eğer ölürsek burası ikinci bir kabe olur.”

“Bir gün yine giyeriz” diyerek 8 Temmuz 1919 günü çıkardığı üniformasını yine giyen Mustafa Kemal düşüncelerini 5 Ağustos 1921 günü orduya ve ulusa bildirisiyle açıkladı:

“Büyük savaştan çıktığımız en zayıf zamanımızda bütün yurdu çiğnemek ve bütün halkı yok etmek için üzerimize saldıran düşmanlara karşı ulusça birleştik. Bana bu (başkomutanlık) görevi vermiş olan meclisin ve o mecliste temsil edilen ulusun kesin iradesi hareket tarzımın akışını oluşturacaktır. Hiçbir neden ve biçimle değiştirilmesine olanak bulunmayan bu kesin irade kesinlikle düşman ordusunu yok etmek ve bütün Yunanistan silahlı kuvvetlerinden oluşan bu orduyu anayurdumuzun kutsal ocağında boğarak kurtuluşa ve bağımsızlığa kavuşmaktır. Ülkenin ve ulusun maddi ve manevi tüm kuvvetlerini bu sonucun alınması amacına yöneltmek için hiçbir önlem ve girişimden kaçınılmayacak, ne yer ve zaman ile ne de vatan kavramı karşısında ayrıntıdan ibaret kalan diğer düşüncelere bağlı kanılmayarak düşman ordusunun yok edilmesinden ibaret bu tek amaç uğrunda gereken herşey yapılacaktır.”

Ardından “Ulusal Vergi Buyruğu” yayımlandı:

“Her evden bir kat çamaşır, bir çift çorap ve çarık” istendi. 

Ayrıca parası sonradan ödenmek üzere tüccar ve halkın elinde bulunan giyim kuşam, yiyecek (yüzde 40), araba, yük ve koşum hayvanları (yüzde 20), silah ve cephane, benzin, kamyon lastiği, yapıştırıcı, kablo, pil ve tel toplandı. 

Ustalar, sanatkârlar saptanıp askerlik şubelerine bildirildi. Bu toplama ve alım işleri sırasında kötü işlemleri görülenler ve alınanı kendi malıymış gibi kullanmaya kalkanların “Vatan Hainliği” suçuyla cezalandırılacağı duyuruldu.

Çanakkale’de “Size ölmeyi emrediyorum” buyruğu verdiği ordusuna Mustafa Kemal, 23 Ağustos 1921 günü bu kez şöyle sesleniyordu:

“(Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır.) Savunma çizgisi yoktur, savunma alanı vardır. O alan bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük büyük, her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük büyük her birlik ilk durabildiği noktada tekrar düşmana karşı cephe kurup savaşı sürdürür. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler ona uymaz. Bulunduğu mevzide sonuna dek dayanmak ve direnmekle yükümlüdür.”

Sakarya zaferinin bedeli ağırdı. 

25 bin asker, 350 subay yitirilmişti. 800 yaralı subay vardı. 

Erlere günler boyunca birer avuç buğday dağıtılmıştı. Askere buğdaydan başka dağıtılacak yiyecek kalmadığını öğrenen Mustafa Kemal ve karargâhtakiler önlerine getirilen tavuğu yemeden aç yatmışlardı.

TBMM mutfağına da onbir gün boyunca et girmedi. 

Sonuç tüm bu çekilen sıkıntıya ve bedele değerdi. Yunan ilerleyişi durdurulmuş, vatanın işgalden kurtarılması,  bağımsızlığa kavuşma düşüncesi düş olmaktan çıkmıştı.

TBMM’de ise açık açık dile getirilmese de en iyi niyetliler bile ordunun taarruz edemeyecek durumda olduğu düşüncesine kapılmıştı. Muhalefet bunu ustaca işliyordu. İsmet İnönü de ayırdındaydı. O günleri şöyle anlatmaktadır İsmet Paşa:

“Daha önceki bunalımlı evrelerde olduğu gibi Sakarya’dan sonra da kötümser bir hava esmeye başladı. Zaten siyasi fitne ve siyasi çekişme hiçbir an durmamıştır. Her büyük savaştan, her büyük askeri bunalımdan az bir süre sonra ümit devri geçer geçmez, yeniden ümitsizlik egemen olur. Bu ümitsizlik havası içeriden dışarıdan her araç ile tahrik edilir. Şimdi yine böyle bir ümitsiz atmosferin içine düştük.”

Hazırlık uzuyor, zaman geçiyordu. Mustafa Kemal çırpınıp duruyordu.

Muhalefetin 2. Grup milletvekillerinin tutum, tavrı ve söyledikleri Mustafa Kemal’i TBMM Hükümeti başkanlığından ve başkomutanlıktan istifa etme eşiğine getirdi. Mustafa Kemal’in rahatsız olup katılmadığı bir oturumda ipler koptu. 

Gizli oturum yerine açık oturumda hem Mustafa Kemal’in hasta olduğu açığa vuruldu hem de ona, orduya ve arkadaşlarına ağır dille suçlamalar yöneltildi. Mustafa Kemal’in başkomutanlık yetki süresini uzatma önerisi reddedildi. Ordu başkomutansız kalmıştı. 

Hükümet görevden, Fevzi Çakmak Genelkurmay başkanlığından çekilmeye kalkıştı. “Muhalifler sizin başkomutanlıkta kalmanızı istemiyorlar” diyerek gelişmeleri aktardıkları Mustafa Kemal hasta yatağında meclis tutanaklarını inceledi, arkadaşlarına “24 saat sabredip bekleyin!” dedi.

Mustafa Kemal TBMM’de milletvekillerine seslendi:

“Benim rahatsızlığımı buradan ilana gerek var mı? Belki düşman benim rahatsızlığımı işitir ve üç beş gün sonra saldırıya geçer. Benim hastalığımı düfşmanın işitmesi doğru mudur?”

Mustafa Kemal, muhaliflerinin bir başka savına da şöyle karşılık verdi:

“Yasanın ülkede angaryayı yasakladığından söz ediyorlar. Doğrudur; fakat tehlike, gereksinim bize herşeyi meşru göstermektedir. Eğer ordumuzun gereksinimleri ulusa angarya yaptırmayı da gerektirecek olursa bunu da yapacağız ve en doğru yasa bu olacaktır. Şu ya da bu diye oy vermek, göstermek gerekir. Bu nedenle oy göstermemek yüzünden hükümet hareketsiz bir hale gelmiştir.

Bütün bu açıklamalardan sonra son söz olmak üzere şunu söylemek istiyorum ki, hükümet yönetilemez, ordu sevk edilemezse hareketsizliğe mahkum olur. Çocuk oyuncağı yapacak zamanda değiliz. Bu nedenle bu keşmekeşe, bu anarşiye hemen bir son vermek gerekir. Böyle yürüyemeyiz, böyle yürünmez, ulus böyle yürümek için sizi buraya göndermemiştir, ulus buna razı değildir.

Bu son vatan parçasını kurtarırken olsun, hırslarımızdan, hislerimizden vazgeçerek, herşeyi etraflıca düşünelim. Kurtuluş için... İstiklal için... Eninde ve sonunda düşmanla bütün varlığımızla vuruşarak, onu mağlup etmekten başka karar ve çare yoktur ve olamaz.”

“Dostları onunla beraber oldukları, düşmanları da ona karşı oldukları için” bütün meclisin desteğiyle Mustafa Kemal’e yetki yeniden verildi. Üstelik bu kez süre yoktu. 

Mustafa Kemal karşıtları şöyle düşünüyordu:

“Ordu iyice yenildi ve yoruldu. Bundan sonra bir daha belini doğrultamaz. Mustafa Kemal bu yenik ordunun başında yenik bir komutan olarak tüm saygınlığını yitirir.”

1922 Ağustos ayında elde edilen zafer dış güçler karşısında olduğu denli, içte de Mustafa Kemal karşıtları karşısında yürütülen bir savaşımın sonucudur.

30 Ağustos’ta işgal ordusunu dağıtan Mustafa Kemal, düşmanı dört bir yana dağıtabilmek için önce, kendi kurduğu TBMM’deki kendi milletinin vekillerini bir noktada toplamak zorunda kalıyordu.

30 Ağustos Zaferi bu nedenle, yalnızca cephede işgalci düşmana karşı kazanılmış bir zafer olmasının çok ötesinde, içeride, TBMM’deki kimi milletvekillerine karşı da kazanılmış bir zaferin simgesidir.





Yaşar Öztürk 
Bütün Dünya
















AVRUPA KONSEYİ ONUNCU YIL BASKISI 1949-1959 /STRASBURG
TÜRKÇE OLARAK

MEĞER 1949'DA TÜRKİYE AVRUPA KONSEYİ'NİN ÜYESİYMİŞ....

DERLER Kİ, MENDERES BAŞVURDU 1959'DA AVRUPA'YA GİRMEK İÇİN...

ŞİMDİ O BAŞVURU, O SÜRECİN BİR AŞAMASI

iNÖNÜ DÖNEMİNDE VE HENÜZ CUMHURİYET HALK PARTİSİ İKTİDARINDA, TÜRKİYE AVRUPA KONSEYİNE DAVET EDİLMİŞ.

GELİN BU KONSEYE ÜYE OLUN...

BİZİMKİLERDE DÜŞÜNMÜŞLER VE KARARIMIZ BU KONSEYE GİRMEKTİR DEMİŞLER...

ALKIŞLANARAK TÜRKİYE BU KONSEYE ÜYE OLARAK GİRMİŞ...

OSMANLI GİRDİ YETMİŞ YILDA BATTI...

TÜRKİYE GİRİŞ TARİHİ 1949, PEKİ O ZAMAN BİZ NEREYE GİRMEYE ÇALIŞIYORUZ?

BURADA ÇOK ÖNEMLİ BİR ŞEY DAHA VAR...

AVRUPA KONSEYİ 1949-1959 KİTAPÇIĞI TÜRKÇE OLARAK BASILMIŞ...

YANİ, TÜRKÇENİN AVRUPA KONSEYİNDE RESMİ DİL OLARAK , O TARİHLERDE TANINIYOR OLMASININ KANITIDIR....

BUGÜN İÇİN BİZİM DİLİMİZ AVRUPA'DA PEK DE KULLANILAN, KABUL GÖREN BİR DİL DEĞİL...

TÜRKİYE AVRUPA İLİŞKİLERİNDE HERKES İNGİLİZCE FRANSIZCA ALMANCA KONUŞUYOR, TÜRKÇEYİ KONUŞAN YOK...



KİTAPÇIKTA "ÜYE MEMLEKETLER" BAŞLIĞI ALTINDA:

BELÇİKA, DANİMARKA, FRANSA, İRLANDA, İTALYA, LÜKSEMBURG, HOLLANDA, NORVEÇ, İSVEÇ VE İNGİLTERE OLMAK ÜZERE ON MEMLEKET AVRUPA KONSEYİ STATÜSÜNÜ LONDRA'DA İMZALAMIŞTIR.

1949 AĞUSTOSUNDA AKDETTİĞİ İLK TOPLANTISINDA VEKİLLER KOMİTESİ YUNANİSTAN, İZLANDA VE TÜRKİYE'Yİ BU ON MEMLEKETE KATILMAYA DAVET ETTİ. BU DAVETİ DERHAL MÜSPET KARŞILAYAN YUNANİSTAN İLE TÜRKİYE , GEREK VEKİLLER KOMİTESİNİN GEREKSE İŞTİGARE MECLİSİNİN İLK OTURUMLARINA TEMSİLCİLER GÖNDERDİLER.

....AVRUPA KONSEYİ'NİN GİDERLERİNİN YÜZDE ONUNU TÜRKİYE KARŞILIYOR....

BÜTÇESİ:

ÜYE MEMLEKETLERİN HALİ HAZIRDA KABUL EDİLEN İŞTİRAK PAYLARI ŞÖYLEDİR.

FRANSA ........... 17.73
FEDERAL ALMANYA......17.73
İTALYA................17.73
İNGİLTERE.........17.73
TÜRKİYE..............9.06
HOLLANDA
BELÇİKA 
YUNANİSTAN
İSVEÇ



1949 YILINDA AVRUPA KONSEYİ İLE İLİŞKİLERİMİZ BAŞLADI, ŞUAN ÜZERİNDEN 60 YILA YAKIN 58 YIL GEÇTİ, OSMANLI 1856 YILINDA AVRUPA BİRLİĞİNE GİRDİ 1918'TE TARİHTEN SİLİNDİ....

TÜRKİYE'NİN KAÇ YILI KALMIŞ?

BU AVRUPA ÖYLE BİR MERET Kİ , İÇİNE ALDIĞI TÜRK'Ü YETMİŞ YILDA BİTİRİYOR...

AMA KENDİ KALIYOR...


Osmanlı 1856 yılında Avrupa Birliğine girmişti.

Napolyon Avrupa'yı kan ve ateşe boğmuş , Avrupa Devletleri Fransa'yı ancak birleştirerek durdurabilmişti. İngiltere, Avusturya, Rusya ve Prusya 1814'te Fransa yüzünden bozulan Avrupa dengesini yeniden kurmak üzere Viyana Kongresi düzenleyip Avrupa Korosu adını verdikleri bir birlik oluşturdular, bu birlik düşmanları Fransa'yı bile aralarına çağrırken Osmanlı Devleti'ni Avrupa Korosuna almamışlardı.

O yıllarda Avrupa basınında yer alan ve Avrupa Birliğinin ilk temelleri sayılan bu birliğe ait karikatürler Osmanlı Devletini kör ve topal bir zavallı olarak ilan ediyordu.

1838 Balta Limanı Antlaşmasıyla Gümrük Egemenliğini İngiltere'ye terk eden Osmanlı yine Avrupa Devletler Konseyi'ne girememişti.

1839'da tahta çıkan Abdülmecid 1839 Tanzimat Fermanını yayınlamış ve başta İngiltere olmak üzere Avrupa Devletlerinin tüm isteklerini anayasal güvence altına almıştır.

Abdülmecid'in tüm isteği Osmanlı İmparatorluğu'nun varlığını ve toprak bütünlüğünü güvence altına almaktı, hem de Avrupa Devletler Konseyinde.

Abdülmecid, Avrupa Devletleri isteği üzerine Rusya'ya savaş açar. Osmanlı donanması Sinop'ta Rusların baskınıyla yenilir ve bu yenilginin ardından "Senin için öldüler Avrupa" diye bir de madalya bastırır.

15 Mayıs 1854 Rusya yayılmasını durdurmak üzere bu sefer Bulgaristan, Osmanlı ordusu Rus ordusunu yener. Abdülmecid bu sefer de "Senin için savaştık senin için yendik Avrupa" diye bir madalya bastırır. Bütün Avrupa Devletlerine dağıtır.

Bu çabaların sonucu olarak Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünün Avrupa Devletleri tarafından koruyan ve Osmanlıyı bir Avrupa Devletler Konseyi üyesi olarak tanımlayan Paris Barış Antlaşması 30 Mart 1856'te imzalanır.

Osmanlıyı Avrupa Devletler Konseyine üye yapan Paris Barış Antlaşmasıyla , ilgili ülkelerin devlet başkanları tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe girmiş, konsey üyelerini bir arada gösteren resim tarihe not düşmüştü.


Osmanlı Türkiye'den önce Avrupa Birliği üyesi olmuştu ama ne pahasına...


BEDELİNİ BU MİLLET ÇOK ACI ÖDEDİ....



BU TARİHSEL OLAYLARI OKULLARDA OKUTMAZLAR, OKUTULMASINA İZİN VERMEZLER
ZATEN BU YÜZDEN TARİH TEKERRÜR EDİYOR....