Translate

2 Nisan 2013 Salı

TARİHTE TIP - 2/4


HİNDİSTAN’DA TIP 

Eski Mısır’lılar Nil deltasında büyük bir medeniyeti yaşarken MÖ. 2000 lerde Hindistan yarım adasında da önemli bir medeniyet varlığını sürdürüyordu. Tarih boyunca her bölge kendine özgü ‘tıbbını’ oluşturduğu gibi Hintlilerde kendi kültür ve 
coğrafya’larından neş’et eden bir tıp anlayış ve uygulaması geliştirmişlerdir. Bundan 4000 yıl önceye kadar giden ve bugünde varlığını sürdürmeye devam eden Hint tıbbının genelde tıp uygulamasına yaptığı katkılar göz ardı edilemeyecek kadar 
önemlidir. 

Eski Hint’deki tıp uygulaması ile ilgili olarak sağlıklı bilgiye ulaşmak, doğu’da yazılan eserlerde gerçek ile hayal ürününün ayırtına varmanın güçlüğünden dolayı oldukça zordur. MÖ. 1500’de Sanskritçe olarak yazılan Rig-Veda’dan aldığımız bilgilere göre o dönemlerde Mezopotamya ve Mısır’daki uygulamalara benzer şekilde tedavinin daha çok sihir ve büyü ile yapılmaktaydı. 

‘Brahmana’ olarak bilinen rahip sınıfı güçlenmiş, Sanskrit dini öğretisi olan veda (bilgi) ‘nin adeta sahibi ve efendisi haline gelmişlerdi. Veda-tıbbı diye bir şey olmasa da bu dine ait eserler dolaylı yoldan bize o döneme ait sağlık ve hastalıkla ilgili inançlar konusunda bilgi vermektedir. 

Vedik ritüeller arasında hayvan ve insanların kurban edilmesi bulunmaktaydı. Bu seremoniyi anlatan belgelerde bazı anatomik yapılardan bahsedilmektedir. Ayrıca bazı temel cerrahi girişimlerde yapılmıştır, örneğin kanayan yaralara koterizasyon, üriner retansiyona kateter uygulanmıştır. MÖ. 1000 yılında Veda Kuzey Hindistan’ın temel inancı haline gelmişti, fakat başka bir çok irili-ufaklı inanç sistemleri de bulunmaktaydı. Bunlardan en çok tanınanı Gautama Sakyamuni (Buda; MÖ. 563-483)’nin kurduğu Budizm’dir. Budizm’e göre ruh ve beden sağlığına ulaşmanın temel 
yolu bedeni zevkleri terk etmektir. Bir Budist rahibin çantasında ilaç olarak taze tereyağı, bitkisel tereyağı, sıvı yağ, bal ve pekmez bulunurdu. MÖ 4. yüzyıl civarlarına ait arkeolojik bulgular Budist tapınaklarında hasta odası bulunduğunu ve zamanla müstakil hastanelere dönüştüğünü göstermektedir. 

Hint tıbbının karakteristik örneği Ayurveda (uzun ömür için gerekli bilgiler) dir. Ayurveda öğretisi, yaşama dair kurallar ve giyimden yemeye, egzersizden rejime kadar çok geniş bir sahayı kapsayan pratik önerileri içermektedir. Bu öğretinin teorik temeli bedensel üç madde olan gaz, safra ve balgam ile makrokozmik güçlerden rüzgar, güneş ve ay’ın durumlarına oturmaktadır. Ayrıca vücudu oluşturan 7 maddeden bahsedilmiştir: kilus (barsak sıvısı), kan, et, yağ, kemik, ilik ve semen. Ayurveda tıbbında ilaçla tedavi temelde bitkisel kökenlidir. Tedaviler merhem, lavman, şırınga,masaj, terleme ve cerrahi yolu ile uygulanmaktaydı. Bütün eserlerde sağlıklı kalmanın yolunun stres atmak olduğundan bahsedilerek bunun da yemek, uyku, egzersiz, seks ve ilaçlarla olacağı belirtilmiştir. Bu eserlerden yaklaşık MÖ. 700 de yazılan Atharva-Veda birçok tıp bilgisi bulunmaktadır. Her ne kadar orijinal Athava-Veda bu meşhur hekimlerden daha eski tarihlere kadar gitse de, bu eserdeki bazı yazıların Charaka ve Susruta tarafından yazıldığı söylenmektedir . 

ATHARVA VEDA



Charaka Hıristiyanlığın geldiği dönemlerde yaşamışken, Susruta MS. 5. yüzyılda yaşamıştır. Susruta birçok konuda yazmıştır; Sıtma’nın sivrisinekle bulaştığını, veba’nın sıçanlardan bulaştığını, verem’de ateş, öksürük ve kan tükürme görüldüğüne kitabında yer vermiştir. Hint tıbbında bir çok ilaç kullanılmıştır. Susruta 760 değişik şifalı bitkiden bahsetmektedir.Bu ilaçların merhem, banyo, inhalasyon ve buruna çekilme yolu ile kullanımları anlatılmıştır. 

Bu eserlerden başka diğer Brahmanik tekstler; Ebe-hemşirelikten bahseden Vagbhata’nın yazdığı Astangahradaya Samhita (MS. 600); Madhavakara’nın yazdığı Rugviniscaya (MS. 700) ve Sarngadhara’nin yazdığı Sarngadhara Samhita (MS. 1300). Madhavakara’nın eseri tıptaki konuları patolojik sınıflarına göre yeniden düzenlemesi, ki bu model daha sonradan yapılan hemen bütün çalışmalarda örnek olarak kullanılmıştı, çığır açıcı nitelikteydi. Sarngadhara opium ve metalik elementler 
gibi yabancı maddeleri ilk tanıtan ve materia medica’ ya sokan, ve nabız dinlemeyi teşhis ve tedavide kullanan Sanskrit yazardır. 

O günkü eserlerdeki bazı ifadeler, özellikle bugünkü uzmanların dikkatle kulak vermesi gereken önemdedir. Örneğin “Sadece sanatının kendine ait kısmını bilen kişi tek kanatlı kuşa benzer” denmektedir. Askeriyedeki bir cerrahın görevleri şu şekilde 
anlatılmaktadır: “Kral sefere çıktığı zaman yanına maharetli hekiminide almalıdır. 
Hekim yiyecekleri, içecekleri ve kamp kurulacak yeri görmelidir. Eğer hekim zehir bulursa onu ortadan kaldırmalıdır, böylece orduyu ölmekten ve yok olmaktan kurtarmalıdır. Çadırı kralın çadırının yanında olmalıdır, ve çadırının tepesinde bir bayrak olmalıdır ki hastalanan, zehirlenen veya yaralanan kendisini kolaylıkla 
bulabilsin” 

Bu Samhita (külliyat)’lardan en meşhur olanları Caraka ve Susruta’ninkidir. 

Bunlardan Caraka da tanımlamaya dayalı felsefi uzun tasvirler bulunurken, Susruta’da birçok karmaşık cerrahi teknikten, göz ve plastik cerrahi operasyonundan bahsedilmektedir. Bunlar dışında, dengeli beslenme, bitkilerin faydaları, değişik hastalıkların sebep ve belirtileri, bulaşıcı hastalıklar, hasta muayene teknikleri, değişik vücut bölgelerini tanıtan bilgiler, üreme, gebelik ve fetus’un bakımı, ateş’intedavisi, üriner sistem ve cilt hastalıkları’nın tanımlanması, bunama, epilepsi, astım, fincan’la çekme tedavisi, hacamat (venöz kanın akıtılması), sülük yapıştırma, alkolün kullanma şekilleri, lavman çeşitleri ve kullanım yerleri, sihir, büyü ve dua ile tedavi gibi çok geniş bir sahayı kapsayan konularda bilgiler yer almaktadır. 

Eski Hintlilerin tıpta en çok ileri gittiği saha cerrahiydi. Susruta yüzü aşkın cerrahi alet tarif etmiştir. MÖ. 2000 de cerrahinin o bölgelerde oldukça geliştiği, Hintlilerin bisturi, makas, çengel, forseps, kateter ve şırınga kullandığı bilinmektedir. 
Hintlilerin cerrahide başarılı olmaları başka bir açıdan da önemli ve ilginçtir, çünkü o dönemdeki anatomi bilgisinin çok sınırlı hatta yanlış olduğu bilinmektedir. Bu bilgi eksiklikleri içinde başarılı cerrahi operasyonlar yapabiliyor olmaları ayrıca ilginçtir.

Eski Hintliler kırıkları bambu çubuklarla destekleyerek tedavi etmişler, sezeryan, tümör çıkarılması ve lithotomy (karının açılması) gibi operasyonlar yapmışlardır. Özellikle bir operasyon vardır ki hem o dönem için büyük bir başarıdır hem de modern plastik ve rekonstrüktif cerrahinin öncülüğünü yapması açısından önemlidir. Eski Hint’de zina suçu işleyenlerin burnu kesilirdi. Bu kişilerin daha sonra tedavi edilmesi için rhinoplasti (burunun yeniden yapılması) uygulanırdı . Bu amaca uygun olarak seçilmiş bir yaprak istenilen şekil ve büyüklükte kesilerek bir taslak haline getirilir, alnın ön kısmından alınan bir miktar deri ters çevrilerek yeni burunu oluşturmak amacıyla kullanılır ve deri uygun şekilde dikilirdi. 

Elimizdeki eserlerden Hintlilerin enfeksiyon ve hastalıklar konusundaki bilgisinin cerrahi başarılarındaki önemli etkenlerden birisi olduğunu anlıyoruz. Bundan 4000 yıl önce Hindistan’daki ameliyathaneler aşırı şekilde temiz tutulur, cerrahlar ellerini fırçalayarak yıkar, tırnaklarını kısa keser ve ameliyat ederken beyaz 
elbiseler giyerlerdi. Çarşaflar buharda temizlenir, aletler kaynatılır, ameliyathaneler çok iyi korunup havalandırılmasına rağmen güzel kokulu duman ve parfümlerle tozdan ve kötü kokudan korunurdu. 

Daha Avrupa’daki hastanelerde kullanılmadan birkaç bin yıl önce cerrahlar antiseptik ve analjezik kullanıyordu, ve yaranın kontamine olmaması için ameliyat sırasında konuşması yasaktı. Nekahet dönemindeki ameliyatlı hastalar dinlendiriliyor, iyi yemeleri ve güneşli temiz havada oturmaları tavsiye ediliyordu. Nekahet döneminin daha başarılı olması ve daha zevkli hale gelmesi için çiçek, güzel koku ve müzik tedavisi uygulanıyordu. Enfeksiyonu önlemek içinse saf olmayan su kaynakları kaynatma, güneşte ısıtma, kum veya kömürden geçirme yöntemleri ile temizleniyordu.

Eski Hintliler çok ileri cerrahi başarıları yanında başka tıbbi maharetleri de vardı. Belli bir teşhise varmadan önce doktorlar hastanın kalbini ve ciğerlerini dinlerdi. Hintliler aşılanma yoluyla çiçekten korunmayı biliyorlar, malarya ya karşı sivrisinek ağları kullanıyorlardı. Bu, sivrisinekler ile sıtma arasındaki bağlantının 
Batı’da 19. yüzyılın sonlarında kurulmaya başlanmış olması açısından önemlidir. 

Ayrıca Hintliler, farelerle Veba arasında da bir ilişki olduğunun farkına yüzyıllar önce varmışlardır. 

Tarihsel süreç içinde teşhis metotlarında bazı yenilik ve gelişmeler olmuştur. 11. yüzyılda idrar’ın yakın gözlem ve tetkikine önem verilirken, 13. yüzyıldan itibaren Sanskritce kitaplarda nabız’ın teşhiste nasıl kullanılacağına dair bilgiler yer almaya başlamıştır. 16. yüzyılda da, hastanın nabız, idrar, dışkı, dil, göz, genel görünüm, ses ve derisinin tetkikine dayalı ‘sekiz elemanın incelenmesi’ uygulanmaya başlanmıştır. Aynı dönemlerde yapılan bir tetkikte de bir damla yağ hastanın idrarına damlatılır, ve yağın idrar yüzeyinde yayılma biçiminden hastanın geri kalan yaşamı konusunda yorum yapılırdı. 

Hint tıbbına diğer kültür ve medeniyetlerinde etkisi olmuştur. 11. yüzyılda İslam tıbbi ve Yunan tıbbından bir çok kitap Sankritceye tercüme edilip kullanılmaya başlamıştır. 16. yüzyılın ilk yarısında Portekizliler Goa ya gelmişler ve Hindistan’da ilk tıp kitabı olan Garcia d’Orta tarafından yazılan Coloquios dos Simples, e Drogas he Cousas Mediçinais da India (Hindistan’daki Tıbbi Bitkiler ve İlaçların Hulasası) 1563 senesinde basılmıştır. D’Orta kitabı için malzemeyi yerli halktan toplamıştır. Başlangıçta Hintlilerle Portekizliler arasında tıbbi açıdan alış-veriş varken 1600lerden 
sonra Portekizliler Hintli doktorlara bazı sınırlamalar getirmişlerdir. 

1600 yılları civarında Britanyalılar Hindistan’a gelmişlerdir. Hiç tanımadıkları hastalıklarla burada karşılaşan Britanyalılar yerli hekimlerden bir şeyler öğrenmeye çalışırken, Hintlilerde onlardan cerrahi teknikler öğrenmişlerdir. Daha sonraki yıllarda Britanya hegemonyasındaki Hindistan’da tıp fakülteleri kurulunca 
Ayurveda’nın Batı tıbbi ile birlikte okutulması açık olarak desteklendi. Ancak 1835de eğitim politikalarının değişmesiyle devlet üniversitelerinde Ayurveda tıbbının tıp fakültelerinde okutulması yasaklanmıştır. Böylece geleneksel Hint tıbbı Ayurveda aile içinde usta-çırak ilişkisiyle öğrenilen ve nesilden nesile geçen bir uygulama haline gelmiştir. 

20. yüzyılda Hindistan’ın bağımsızlık hareketinin başlaması ile birlikte, yerel geleneklerin desteklenmesi yönünde aktif bir şuurlanma belirmiştir. Hindistan’ın bağımsızlığını kazandığı 1947’den bu yana Hindistan hükümeti gelişme adına Batı
tıbbını desteklemek ile halk tarafından yaygın olarak uygulanması gerçeğinden yola çıkarak Ayurveda tıbbını desteklemek ikilemi arasında kalmıştır. 

Bugün Hintli hekimlerin büyük bir çoğunluğu, dış dünyaya açılmaları adına tek şansları olan Batıtıbbına kendilerini adamış bulunmaktadırlar. 1970 de Hint parlamentosu bir yasa ile Ayurveda tıbbının uygulanma şeklini düzenleyecek bir kurul oluşturmuşlardır. 1983 senesi itibarıyla, birçoğu üniversitelere bağlı olmak üzere yaklaşık 100 tane Ayurveda tıbbi eğitimi veren okul bulunmaktadır. Ancak bugün Hindistan’da Ayurveda tıbbı ile modern tıbbın ayrışma sınırları belirsiz hale gelmiştir. Ayurveda uygulayan özel hekimler sıklıkla modern Batı tıbbının tedavi yöntemlerini de kullanmaktadır. 1970 yılında Penjap ve Mysore bölgesindeki 59 yerel Ayurveda kliniğinde yapılan bir araştırma göstermiştir ki buralarda tedavi amacıyla kullanılan ilaçların büyük çoğunluğu antibiyotik ve benzeri ilaçlardır. Bugün Hint tıbbında sadece bitkiler, kökler ve tedavi edici masajın kullanılması bir hayal olmuştur. Kim bilir belki Hintlilerde küreselleşen dünyadaki yerlerini bu şekilde almışlardır. 



ÇİN’DE TIP 

‘Doğu’nun tıp dünyasına ve tıbbın gelişme sürecine katkısını araştırırken büyük bir gelenek ve kültür birikimine sahip Uzakdoğu’nun kalabalık ülkesi Çin’den bahsetmemek imkansızdır. Sonradan Batı’da yeniden icat edilmesine rağmen birçok 
yeni icadın Çinliler tarafından yapıldığı bilinmektedir. Her ne kadar, kendi deyimleriyle; “Hiçbir konuyu sonunda başarılı olacaklarını hesaba katarak takip etmemeleri”ne rağmen Çinliler tıpta birçok yeniliğe ve orijinal uygulamaya imzalarını atmışlardır. 

Bazılarının ifadelerine göre Çin tıbbı kendine özgü olmasına rağmen diğer tıp geleneklerinden tamamen farklı değildir, çünkü Çin tıbbı tamamen yerel değildir. 
Yüzyıllar boyunca Hindistan’dan, Tibet’ten, Orta ve Güneydoğu Asya’dan etkilenmelere maruz kalmış, ve nihayet 1850’den sonra Batı’nın etkisi ile tıp geleneğine birçok yeni unsurlar katmıştır. Örneğin akupunktur tedavisinin Orta Asya Şamanlarındaki kan akıtma ve iğne batırma tekniklerinden, katarakt operasyonunun 
Hindistan’dan, Gingseng’in yaygın kullanımının Kore’den, anason, safran ve günnük kullanımının ise Arap ve Farsilerden geçtiği düşünülmektedir. Ancak bu yinede tıp tarihinde ve geleneksel tıp uygulamalarında önemli bir yer tutan Çin tıbbının özgünlüğüne gölge düşürmemelidir. 


ŞAMAN

Çin tıbbını başlatan kişinin kim olduğu konusunda kesin bir kani olmamasına  rağmen Çin’de ‘tıbbın babası’ olarak anılmayı en fazla hak eden kişinin Shen Nung olduğu konusunda hiçbir şüphe yoktur . MÖ. 3000 yıllarında yaşayan bu Çin imparatoru bitki ve hayvan yetiştirmeciliği konusunda yeni metotlar geliştirmesi yanında birçok ilaç ve zehri kendi üstünde deneyerek tıbba da önemli katkılarda 
bulunmuştur. Bu ve diğer denemelerinden edindiği bilgilerle oluşturduğu Pen Tsao (Büyük Bitki Kitabı), uzun yıllar yeni baskıları yapılarak okunmuştur ve halen Çin’de kullanılmaktadır. Bu yüzyılın başında da yeni bir İngilizce baskısı yapılan ve 5000 
yıldır varlığını sürdüren Pen Tsao tıp tarihi açışından önemli bir eserdir.

Shen Nung’tan daha sonraki yıllarda başka bir Çin imparatoru olan Hwang Ti’nin yazdığı Nei Ching (M.Ö. 2650) bütün Çin tıp eserlerinin kaynağı olarak kabul edilir. İngilizce tercümesi çok eski olmayan tarihlerde yayınlanan bu eserde Çinlilerin Harvey’den yüzyıllar önce kan dolaşımını bildiklerine dair açık ifadeler 
bulunmaktadır. Kitapta; “Vücuttaki bütün kan kalbin kontrolü altındadır......Kanın akışı sürekli bir devridaim şeklindedir ve asla durmaz” denmektedir. Bu bilgi, Çin’de dini sebeplerden dolayı diseksiyon yapılmadığı, ve anatomi ve fizyoloji bilgilerinin son 
derece gelişmemiş olduğu düşünüldüğünde daha da çarpıcı olmaktadır. 

Çin tıbbında başlangıçta olan sihir ve büyünün hastalıkları oluşturduğu inancı zaman içinde azalarak yerini teorik bir altyapısı olan ve daha sonraki uygulamalara zemin teşkil edecek olan Yin-Yang’e bırakmıştır. 

Birbirine zıt iki gücü temsil eden Yin-Yang‘in her şeyin üzerinde olduğu ve her şeyi kontrol ettiği düşünülmektedir . Yin ve Yang’in Med ve cezir, dişi ve erkek, hayat ve ölüm, güneş ve ay, sıcak ve soğuk gibi olduğu ve evrendeki her şeyin dengesinin evrendeki bu zıt güçlerin dengesi ile mümkün olacağına inanılmaktadır.



Sağlık ve hastalıkta da aynı kurallar geçerli olduğu ve hastalıkların vücuttaki Yin-Yang dengesinin bozulmasından meydana geldiği varsayılmaktadır. Yin-Yang aslında birbirinin zıttı olsa da zıt kutupları temsil etmemekte, sembolünden de anlaşılacağı üzere birbiriyle bağımlı ve içice iki unsuru temsil etmektedir. İmparator 
Fu-Hsi tarafından ortaya konulduğuna inanılan Yin-Yang’in zaman ve uzaya biçim verdiğine inanılmaktadır. Yang daha dışa yönelikken Yin daha içseldir. Bütün doğal süreçler gibi hastalıkta aktif Yang aşamasından başlar ve daha iç Yin tabakasına sirayet eder ve bu aşamada tedavi gerekli hale gelir. 

Diğer bir doktrin ise çoğu zaman yanlış olarak ‘beş eleman’ veya ‘beş unsur’ diye tercüme edilen ve aslında ‘beş evre’ olarak tanımlanabilecek wu xing, odun, ateş, toprak, maden ve su, fizyolojik bağlamda insan vücudunda meydana gelen değişik 
evreleri tanımlamaktadır. Odun büyüme ve gelişmeyi, ateş eskime ve yıkılmayı gibi. 

Bir bütün olarak düşünüldüğünde vücut bir mikroalem gibidir ve onun normalanormal bütün süreçleri qi (yaşam unsuru), yin-yang ve beş evrenin durumu ile yakından ilgilidir. Qi nin vücut içinde maddi olmaktan öte metafizik bir varlığından söz edilebilir. Yang hareket ve değişimi sağlarken, yin dolaşım, beslenme ve büyümeyi temsil etmektedir. Diğer bir hayati unsur da jing (cevher)’ dir ve besinlerden alınan gıdayı ve üreme ve çoğalma için gerekli olan gücü temsil etmektedir. 

Klasik Çin tıp teorisinde beş tane yin organ sistemi (kalp, karaciğer, dalak, akciğer ve böbrek) ile altı tane yang organ sistemi (safra kesesi, mide, kalın barsak, ince barsak, mesane ve san jiao [üçlü yakıcı]) vardır. Yin sistemleri qi, xue (kan) ve jing oluşturur, geliştirir, toplar ve üretirken, yang sistemleri, gıdaları alıp qi, xue (kan) ve jing üretmesi için işleme tabi tutar ve artıkları boşaltır. Eğer qi vücutta yeterli miktarda var ve düzenli olarak dolaşıyorsa beden sağlığı yerinde olur. Kişinin vücudunda qi yi egzersiz, diyet, koruyucu akupunktur, moksa, meditasyon ve bazı seks teknikleri ile üretmesi mümkündür. 

Çin tıp kitaplarında bir hekimin tedaviye başlamadan önce hastadaki fiziksel ve duygusal işaretleri çok iyi gözlemesi gerektiği yazılırdı. Gözlem yanında nabız da önemli bir teşhis aracı olarak kullanılmıştır. Nabız, vücuttaki genel dengesizlikler organların bundan etkilenme durumları hakkında bilgi veren qi’nin dolaşımı
konusunda bilgi vermektedir. Çin’de nabız adeta bir sanat haline gelmiştir. Nabız bilekteki 3 farklı noktadan 3 ayrı derinlikte alınırdı, ve şiddeti, tınısı (resonance), düzeni, ritmi vs.’ye göre değerlendirilirdi. MS. 280de yazılan on iki ciltlik Mei Ching
(Nabız Kitabı)’de “İnsan vücudu akortlu bir alete benzer ve değişik nabızlar birer akordu temsil eder. Organizmanın düzen yada düzensizliği nabzın tetkiki ile anlaşılabilir, ki bu tıbbın her sahasında çok önemlidir” demektedir .

Yüz yıllar içinde yeni teşhis metotları geliştirilmiştir. Örneğin 19. yüzyılda dil’in tetkiki ile teşhis yapılmaya başlanmıştır. 20. yüzyılda da Çin’li hekimler beden ısısının ölçülmesi, kan sayımı ve kan şekerinin ölçümünü teşhiste kullanmaya başlamışlardır. Ancak dört temel teşhis yöntemi değişmeden kalmıştır; sorgulama, gözlemleme, koklama, dinleme ve nabız alma. 

Tedavide her hastalığın içsel bir sebebi olduğu düşünülmüştür. Örneğin göz hastalıkları hepatik sistemin tedavisi ile düzeltilmeye çalışılmıştır. İç organlardan kaynaklanan problemlerinde direkt olarak organa müdahale yerine yin-yang dengesinin düzenlenmesi ile yapılmaktaydı. Dolayısı ile cerrahi tedavi ikincil kalmış
ve gelişmemişti. M.S. 115-205 yılları arasında yaşayan Hua Tu en meşhur cerrahlardandı. Kendisi anesteziyi ilk kullanan kişi olarak kabul edilmiştir. Hua Tu ameliyat edeceği hastalara önceden, bugün Cannabis (Hint Keneviri) olduğu düşünülen, narkotik ilaçlar verirdi. Yaptığı ameliyatlar arasında laparatomi (karnın açılması) ve dalağın eksizyonuda vardı. Ona ait hiçbir kitap bugüne kalmadığı için 
ameliyat teknikleri hakkında hiçbir fikir sahibi olamasak ta, Hua Tu gerek yasadığı dönemde gerekse öldükten sonra büyük bir üne sahip olduğunu ve bugün onun adına yapılmış birçok tapınak olduğunu biliyoruz. 

Çin’de teşhis yöntemi olarak yukarıda saydığımız metotlar kullanılırken tedavide bitkisel ilaçlar, akupunktur, moksa ve refleksoloji uygulanmıştır. 

Akupunktur, ince metal iğnelerin 1 cm. ile birkaç cm. arasında değişen miktarlarda deriye batırılması ile yapılır. Batırılacağı noktanın özel bir önem taşıdığı akupunkturda iğne ya çevirilir veya titreştirilir. Akupunktur’un fizyolojisi Taocu doktrindeki hayat kaynağı olan qi’nin vücudun bütün organları arasında dolaştığı
esasına dayanmaktadır. Akupunktur noktaları vücut boyunca var olan 14 görünmez hat ve bunlar üzerindeki belli fonksiyonları kontrol eden noktalardan oluşmaktadır . Vücuttaki enerji akımındaki düzensizlik sonucu meydana gelen ve kendini 
ağrı vs. ile belli eden hastalıklarda akupunktur qi’yi dengeleyici ve düzenleyici rol oynayarak tedavi edici olmaktadır. 

Moksa ise yanıcı bir maddenin vücudun belli noktalarına koyularak ateşlenmesi ile yapılmaktadır. Etki mekanizması olarak Batıda ve İslam tıbbında uygulanan ‘kupa vurma’ veya ‘bardakla çekme’ye benzeyen bu yöntemde sıkça uygulanmaktaydı. Akupunktur’un da moksa’nın da belli anahtar noktaların stimulasyonu ile qi’nin akis yolundaki tıkanıklıkların açılması ve organlardaki düzenli dolaşımın sağlanmasına yol açtığı düşünülmektedir.

Çin tıbbının uygulanmasındaki ahlaki anlayış hekim ile asil hastalar arasındaki fiziksel temasın minimum düzeyde olmasını gerektirmekteydi. Hele ki bayanlara kesinlikle dokunulmazdı . Onlar bir perdenin arkasında dururlar ve doktorla kocası veya hizmetçisi aracılığı ile iletişim kurarlardı. 

İlaçla tedavi en sık uygulanan tedavi yöntemi olsa da akupunktur uzmanları ilaç yerine akupunktur uygularlardı. Masaj ve çocuk doğurtma, daha alt sınıftaki uzmanların işi olarak görüldüğünden, doktorlar tarafından yapılmazdı.

Çin’de halk arasında hastalıkların kötü ruhlar, öfkeli atalar, kendine isyan edilen tanrılar, günah işlenmesi ve karma (daha önceki yaşamında işlenen bir hatanın cezası) olarak meydana geldiği düşüncesi varsa da klasik Çin tıbbının genel anlamda din dışı ve doğaya dayalı olduğu söylenebilir. Tıp külliyatı Çin’de iki tür hekim olduğundan bahsetmektedir. Birincisi, iyi bir aileye mensup, tıbbı bir sanat olarak öğrenen ve icra eden centilmenlerin oluşturduğu ‘Konfiçyus hekimi’ (ruyi). Diğer grup olan ‘kalıtsal hekim’ (shiyi) ise hekim bir aileden gelir ve eğitimini kitabi bilgi yanında usta-çırak ilişkisiyle öğrenir. Bazı aileler vardı ki belli hastalıkların tedavisi konusunda meşhur olmuşlardı ve tedavi ettikleri hastalıklarda kullandıkları ilaçların reçetelerini saklarlardı. Bu arada o dönemdeki tıp uygulamalarını anlatan kitaplarda bir de rahip, şaman, akupunkturcu, masajcı ve ‘yaşlı kadın’ gibi daha alt sınıfa mensup ve belli bir saygınlığı olmayan sağıtıcılardan bahsedilmektedir. Kadın sağıtıcılar toplumda hoş karşılanmasa, hatta cahil, kafir, görgüsüz, gibi sıfatlarla tanımlanmalarına rağmen yinede bir çok kadın ebe, hemşire, hastabakıcı olarak çalışmışlardır. 

Çinliler her zaman geçmişleri ile gurur duymuşlar ve o’na sahip çıkmışlardır. Özellikle tıbba ilişkin geçmişten getirdiklerine saygıları birçok şeye karşı gösterdikleri saygının üzerindedir. 1744 senesinde, edebiyatın büyük hamisi İmparator Kien Lung o güne kadarki bütün tıp bilgilerini bir araya getiren bir eser oluşturulması ve bunun bir tıp ve cerrahi ansiklopedisi olarak basılması fikrini ortaya atar. Bunun üzerine oluşturulan uzmanlar grubunun çalışmaları sonucu ortaya 40 ciltlik ‘Tıbbın Altın Aynası’ çıkar. Bu külliyat halen bile temel eser olarak kabul edilir. Bu tarihlerden kısa bir süre sonra modern tıbbın uygulayıcıları Çin’e gelmeye başlamışlar ve geleneksel 
uygulamayı etkilemeye başlamışlardır. 

Avrupa tıbbını Çin’e ilk getiren kişi olarak 1827 senesinde Macao’da bir göz hastalıkları hastanesi açan Thomas R. Colledge isimli genç bir cerrah kabul edilir. Birkaç yıl sonra 1835 de Colledge Amerikalı misyoner Peter Parker ile işbirliği yaparak Canton’da bir hastane açtı. Bu hastanenin ana amacı Çin gençliğini Batı tıbbında eğitmekti. Bu gençler arasında daha sonra Çin Cumhuriyetinin ilk cumhurbaşkanı olan Sun Yat Sen (1867-1925)’de vardı. Bu hastaneye daha sonrada bir çok yardımlarından da dolayı Sun Yat Sen’in adıverilmiştir. Canton’da başlatılan bu öncü çalışmaları daha sonra Çin’in diğer bölgelerinde yapılan hastane ve tıp fakülteleri takip etti. Başlangıçta İngiliz ve Amerikalı personel tarafından yürütülen bu müesseseler zaman içinde tamamen Çinlilere devredilmiştir. 

20. yüzyılın başında Çinliler modern bir tıp anlayışını ülkelerinde yerleştirme çabası içine girdiler. 1926 senesinde 100 civarındaki şehirde Batı tarzında çalışan tıp kurumu ve hekim vardı. 1928 senesinde iktidara gelen milliyetçi hükümet bunları sağlık sisteminin çekirdekleri olarak kullandı ve sağlık hizmetlerini merkezlerden 
periferdeki köylere kadar yaymaya başladılar. 1948’de kontrolü ele geçiren komünist rejimde bu kurumları, Çin tıbbını da sisteme entegre ederek, olduğu gibi devam ettirdiler. Bu dönemden sonra da en iyi doktorlar geleneksel tıbbı bildikleri kadar Batıtıbbında da eğitim almaları gerekiyordu. 1950lerde ülkede ‘iyi doktor’ sıkıntısı ortaya çıkınca hükümet 2000 kadar doktoru pratikten çekerek onlara 3 yıl geleneksel tıp eğitimi verdi, ve sağlık bütçesinin büyük kısmını geleneksel Çin tıbbı uygulayan ve öğreten hastane ve tıp fakülteleri açmaya kullandı. Bugüne kadar da Çin’deki denge Batı tıbbı ile geleneksel Çin tıbbı arasında hep gidip geldi. 

Hala Çin’deki tıp uygulayıcılarının düşünce biçimini klasik anlayışlar şekillendirmeye devam etmektedir. Ne Beijing (Pekin)’de ne Seul’de ne de Tokyo da hiçbir hekimin klasik Çin tıbbını anlatan kitaplarını okumadığını düşünemezsiniz. Çin geleneksel bilgilerine bağlı kalarak Batı’daki uygulamalara kendi içinde yer verirken,Batı’da bazen geleneksel bazen de, yanlış bir adlandırmayla, alternatif tıp diyerek Çin’deki akupunktur, refleksoloji ve bitkisel tıbba büyük ilgi duymaktadır. Dünya’nın gittikçe globalleştiği bir dönemde bakalım ne zaman Doğu ile Batı, Çin ile Amerika tıp uygulamasında aynılık göstermeye başlayacaktır. 

Prof.Dr.Şahin Aksoy (1965-2012)
2008-2012 Şanlıurfa Tabip Odası Başkanlığı


devam edecek

***