Translate

Mora etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mora etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ağustos 2013 Çarşamba

LORD BYRON VE ANTİK YAZI SETİ





Scribe’s set, parcel-gilt silver, cast and engraved
Turkey; c. 1700

Scribe’s sets of this type are intended to be worn in the belt. They consist of an inkwell and a compartment for pens, which in this especially richly worked variant was given the form of three separate tubes.

The tughra stamp on the museum’s piece has been read as that of Mustafa II (1695-1703). Two almost identical sets bear the tughra of his successor, Ahmet III (1703-1730). A much simpler piece with three tubes of brass entered the Royal Danish Kunstkammer in 1690.

An inscription informs us that the English politician John Cam Hobhouse presented the scribe’s set in 1822 to his close friend Lord Byron (1788-1824), who took an active part in the Greek struggle for liberation from Ottoman rule.

Inv. no. 10/1977

"JOHN CAM HOBHOUSE TO HIS ESTEEMED FRIEND, 
THE RIGHT HON.LORD GEORGE GORDON BYRON, JAN 1 st 1822
THE MORE PRE EMINENT IN KNOWLEDGE THE MORE MODEST AND HUMBLE"




_SAHİP ÇIKMAZSAK BAŞKASININ OLUR_



Bunlardan biri de Antik Yunan hayranı İngiliz Lord Byron’du. Lord Byron ve bir İngiliz miralayı isyanın en şiddetli yıllarında oldukça yüklü bir parayla Misolinki’ye gitti ve orada Rumlara para yardımı yaparak isyanları teşvik etti (BOA. 926/40255, HAT). 

İngiltere dış politika olarak her ne kadar isyanlara karşı gibi görünse de, İngiltere’nin asilere para ve yardım göndererek teşvik ettiği ve Misolinki’ye giden Lord Byron’un Rumları kışkırtarak Karlıili asilerine yardım için elinden gelen yardımı yaptığı belgelerden anlaşılmaktadır (BOA. 928/40290-D, HAT). 

Bu durum, İngiliz dış politikasının gerçek yüzünü de açıkça göstermektedir.



1821 MORA İSYANI ...VE BÜTÜN AVRUPA BU KATLİAMA SESSİZ KALARAK İZLEMEKLE YETİNDİ...SERAP TOPRAK
okumak için tıklayın



_____İŞTE , LORD BYRON O "LORD BYRON"_____



16 Kasım 2012 Cuma

TÜRKLER ALEYHİNDE SOYKIRIM İDDİALARI


NE ZAMAN VE HANGİ AMAÇLA BAŞLATILDI

Tarihte Türklere karşı ilk soykırım iddiaları, Osmanlı Devletinin zayıflığının açığa çıktığı “Napolyon Savaşları” döneminde, “milliyetçilik” akımlarının Osmanlı Gayrimüslim tebaasını harekete geçirmesiyle birlikte başlamıştır. Avrupa’nın Hıristiyan ülkeleri; İsyan eden Osmanlı Gayrimüslimlerine karşı kendilerini dinen ve ırk olarak borçlu hissettiler. Onlara doğrudan ve dolaylı olarak yardım için çareler aradılar. Bu devletler için en önemli husus, zayıf Osmanlı Ordusuna karşı savaşmaktan çok, kendi kamuoylarının Türklere karşı yapılacak müdahaleler için ikna edilmeleri ve savundukları “çağdaş, medeni ve insancıl ideallere” ters düşmemeleriydi. O zaman da propaganda ile “Türklerin ve Müslümanların karalanması” görüşü benimsendi.

Osmanlının daha ziyade dinsel anlayışından kaynaklanan geniş hoşgörüsü nedeni ile yabancılar ve Gayrimüslimlere tanınan “özel haklar” ve kapitülasyonlardan yararlanarak oluşturulan ve 1800’lü yıllardan itibaren yayılan misyoner ve azınlık okullarının gayretleri ile, içerde milliyetçi isyanlar başlatıldı. Avrupalı Güçler bu isyanların bastırılması sırasında meydana gelen olayları ve isyancıların kayıplarını olumsuz ve abartılı bir şekilde kendi halklarına aktardılar. Böylece Osmanlı devletinden ayrılmak isteyen değişik toplumlar için değişik soykırım iddiaları doğmuş oldu.

Mesela 1808’de “Sırp İsyanı” çıktığında, Sırplar bölgede tam bir kıyım yaptılar, İsyanı bastırma yolunda alınan tedbirlere, Avrupalılar; günümüze benzer şekilde “Sırplara Soykırım yapılıyor” iddiaları ile karşı çıktılar ve 10 sene bile geçmeden (1816’da) Sırbistan Devleti kuruldu. Benzer şekilde 1820 lerde başlatılan “Mora İsyanı” sırasında, isyancıların parolası: “ Hiçbir Türk kalmayacak ne Mora’da nede dünyada” idi. Bu şarkı her yerde söylenerek Mora’da Türk bırakılmadı, buna rağmen Avrupa başkentlerinde “Türklerin zalimlikleri anlatıldı ve masum Yunan halkının özgürlüğü için yardım kampanyaları başlatıldı ve gönüllüler toplandı.”

Bu gizli oyunu çok iyi yakalayan Osmanlı Devleti’nin Gayrimüslim toplulukları kilise, siyasetçiler, okullar ve basın-yayın kanallarını ustaca kullanarak, Osmanlı yönetimini “karalama kampanyasını” hızlandırdılar. İlk propaganda çalışmaları 1820 “Yunan Ayaklanması” sırasında semeresini verdi ve “Yunan Ayaklanması”daha sonra Osmanlılara karşı girişilen “ulusal ayaklanmalarda” daima izlenen bir model oldu.(1)

Bu ayaklanma sırasında Avrupa’nın ilkel dinsel ve ırksal nefreti Türkler üzerine yoğunlaştırılırken, sevgi ve merhameti Yunanlılar hesabına çalıştı. Osmanlı görevlilerin isyanı bastırmak için aldıkları sert, yumuşak her türlü tedbir “barbarlık” olarak nitelenirken Yunanlıların yaptığı her türlü “barbarca soykırım hareketleri” masum “savunma” duygusu olarak nitelendirildi. Şu satırlar W. Allison Philips adlı bir İngiliz tarihçisinin kaleminden çıkmıştır.

“Yunanistan’da Türklerin telef edilmesi, savaş zamanlarının olağan telefatı değildi. Türklerin hepsi, kadınlar ve çocuklar da aralarında olarak, Yunan çetelerince alınıp götürülüyor ve öldürülüyordu. Tek istisna az sayıda kadınla çocuğun köleleştirilmesiydi.”
“Üç gün boyunca zavallı (Türk) yerleşimciler bir vahşiler güruhunun şehvetine ve zulmüne teslim edildiler. Ne cinsiyet ne de yaş yönünden bir esirgeme yapıldı. Kadınlar ve çocuklar öldürülmeden önce işkenceden geçirildiler… Kıyım öylesine büyük ölçüdeydi ki (çete reislerinden) Kolokationes’in kendisi bile, kasabaya girdiğinde, Yukarı Hisar kapısından başlayarak “atımın ayağı hiç yere değmedi” demektedir. İlerlediği zafer kutlama töreni yolu, (Türk) cesetlerinden bir halı ile döşenmişti.” (2)

Yunan ayaklanmasından bahseden Batı tarihçileri genellikle Türklerin kıyımdan geçirildiğine değinmez. Ama arada buldukları ilk fırsatta “Türklerin soykırım uyguladığını” veya “Türkler tarafından kötü muamelelere tabi tutulan” Hıristiyan halklarla ilgili iddialar öne sürerler. Ancak Türkler hakkındaki bütün önyargılara rağmen gerçeği yazan bazı saygın bilim adamları da vardır.

“Thomas Gordon History of the Greek Revolution, Edinburg and London, 1832, s.149. ‘Türklere Ölüm’ sloganının ardında yatan yaygın duyguyu tasvir edecek bir örnek, W. Alison Phillips’in, The War of Greek Independence, 1821 to 1833 adlı, New York’ta 1897′de basılmış kitabında, s.48′de bulunabilir. (İngilizce,e-kitabı)

“…Nisan ayında ayaklanma, genelleşmişti. Her yerde, daha önceden kararlaştırılmış bir işareti almış gibi, köylüler ayaklanmakta ve yakalayabildikleri bütün Türkleri, erkeği ile kadını ile çocuklarıyla kıyımdan geçirmekte idi.”

Hiçbir Türk kalmayacak, ne Mora’da, ne dünyada!” ağızdan ağza dolaşarak bir kökten kazıma savaşının başlangıcını ilan eden şarkı böyle diyordu. Mora’nın Müslüman nüfusu 25.000 kişi olarak hesaplanmıştı. Ayaklanmanın patlak vermesinden sonraki üç hafta içinde, kentlere kaçabilenler dışında bir tek Müslüman bırakılmamıştı.(3)

Bazı Avrupa ülkelerinin liderleri Yunan isyanına büyük destek verdiler. Öyle ki, 1826 yılında tarihi ordusu Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldıran Türkler, daha yeni bir ordu kurmaya fırsat bulamadan, donanması üç devletin baskın şeklindeki bir saldırısı ile 20 Ekim 1827′de birkaç saat içinde imha edildi.(4)

Dünya tarihçilerinin çoğu tıpkı Yunan soykırımı hareketlerini görmezlikten gelmesi gibi, bu olaya da pek temas etmek istemezler ve hatta ünlü tarihçi Toynbee bile “Türklerin ateşe başlaması sonucu” saldırının yapıldığı gibi (5) bir neden ileri sürer ki inandırıcılığını okuyucuya bırakıyoruz. Ancak bu olay tam bir “soykırımdır” ve o gün barış ortamında kendi limanına demirlemiş ve dinlenmeye çekilen bütün gemiler, üzerlerindeki 10.000′den fazla “Osmanlı askeri” ile birlikte daha ne olduğunu bile anlamaya fırsat bulamadan ani bir baskınla yok edildiler.

Batılılar Osmanlı’ya karşı bu yeni model “Haçlı Seferi”nin peşini bırakmadılar ve bir yıl sonra Ruslar 1828–1829 savaşını başlattılar. 1829 Edirne Anlaşması ile Yunanlılar Mora’da bir krallık kurmayı başardılar. Böylece 1820′de “Aleksandr İpsilanti”nin önderliğinde başlatılan “Yunan Bağımsızlık Hareketi” Avrupa ülkelerinin sınırsız desteği ile on yıl içinde sonuca ulaşmış oldu. 16 Kasım 1829′da imzalanan Londra Protokolü gereğince Mora ve Kiklat adalarında kurulan Yunan Krallığını üç büyük devlet açıkça himayeleri altına aldılar.(6) 

Dünya tarihinde her halde bu kadar büyük destek gören ve bu kadar kısa bir sürede bağımsızlığını kazanmış başka bir ulus göstermek zordur. Kaldı ki bu dönem Avrupa Avusturya Başbakanı Meternih’in kurduğu sistem gereği, milliyetçi hareketlerin bastırılması için “kutsal ittifak” yapıldığı bir dönemdir.(7) Yani Avrupa’da bağımsızlık peşinde koşan İtalyan, Alman ve Polonyalı milliyetçilerin hareketleri sert tedbirlerle bastırılırken Yunanistan için ve daha doğrusu “Osmanlı’yı yıkmak için” Avrupa güçleri rahatlıkla birleşebiliyorlar ve savaş ilanına bile gerek görmeden saldırabiliyor ve onbinlerce insanımızı öldürme hakkını kendilerinde bulabiliyorlardı.

İşte bu model’in kısa bir zamanda elde ettiği inanılmaz başarı, Osmanlı toplumundaki diğer gayri müslim toplumları da etkileyince ulusal isyanlar birbirini takip etti. 1877–78 savaşının çıkış nedeninin, 1828–1829 savaşının nedenine çok benzediğini hatırlıyoruz.

Batıda “Barbar Türk- Zalim Türk” imajının verimliliğini gören Osmanlı’nın Gayrimüslim azınlıkları bu senaryoya sıkı sıkıya bağlandılar. Hele Kırım Harbi sonunda, 1856 yılında ilan edilen Islahat Fermanından sonra olaylar gittikçe gelişti. Lübnan’da çıkarılan isyanı bastırmak için Fransızlar: o bölgede yaşayan Hıristiyanlara “Soykırım uygulanıyor, bunu önlemek istiyoruz” bahanesi ile Lübnan’a 5000 kişilik bir güç gönderip, Hıristiyan Marunîlere özel haklar sağlarken (1861), isyanı önlemeye çalışan devlet görevlileri ve Müslüman Halk temsilcileri kurulan sehpalarda can verdiler. 

Benzer olaylar Eflak- Buğdan ve Girit Eyaletlerinde de oluştu, Avrupa Devletlerinin büyük baskısı ve emri vakileriyle tıpkı Lübnan gibi, Eflak-Buğdan’a da müşterek olarak bazı haklar tanındı (2 Kasım 1861) ve Girit’in yönetimine de yeni bir düzen getirildi(1867)

Türkler “Soykırım iddiaları” konusunda en büyük darbeyi 1875 yılında başlayan “Bulgar Ayaklanması” sırasında, hiç umulmadık bir yönden, o güne kadar Lord Palmerston’un ortaya koyduğu genel politika nedeni ile dost bilinen İngiltere’den yediler. 

1870’lerde İstanbul da Rus Büyükelçisi General İgnatiev ve onun “Pan Slavist Politikası” sonucu Balkanlar’da büyük fırtınalar oluşurken, Batı dünyasında Türklerin güvendiği tek ülke olan İngiltere’de de bir adam, bu zamanın süper gücünün devlet politikasını, Türklerin aleyhine çeviriyordu. Bu kişi ilk defa 1868 yılında iktidara gelen, ülkesinde Türk aleyhtarı “bir ekol” yaratan ve günümüzde dahi bu ekole sıkı sıkıya bağlı taraftarları bulunan Başbakan Gladstone’dur.

Bu kişiyi yakından tanımak ve bilmek, günümüz Avrupa’sında meydana gelen ve hatta gelebilecek olayları anlamak isteyen her Türk aydını için kaçınılmaz bir görev olmalıdır. İşte bu nedenle biz bir sonraki yazımızda bu kişiyi ele almanın ve değişik yönleri ile sizlere tanıtmanın yararlı olacağına inanıyoruz.

Dr. M. Galip Baysan
İLK KURŞUN 15.11.2012



DİPNOTLAR:
(1) Arnold J. Toynbee: The Western Question in Greece and Turkey, s.17 (London–1922).
(2) W.Allison Phillips: The War of Greek İndependence, 1821 to 1833, New York, 1897, s.60–61,
      Justin Mc Carty, Ölüm ve Sürgün s.9 (Çeviren Bilge Umar, İnkilâp, İstanbul –1998)
(3) Thomas Gordon: History of The Greek Revolution s.149 (Edinburg and London –1832).
(4) A.Toynbee: a.g.e., s.67; Allan Canningham: Anglo-ottoman Encounters in the Age of Revolution Volume      
     One, s.313-314 (Frank Cass, 1993)
(5) A.Toynbee s.67.
(6) Türk Yunan İlişkileri ve Megalo, İdea, Genelkurmay Harp Tarihi Yayınları, s.16, (Ankara –1975); Yusuf
      Sarınay, Tahir Sünbül: Emperyalizm ve Büyük Hayal s.23 –32 (Ankara –2001).
(7) Fahir Armaoğlu: 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, s.11 (İş Bankası –1985)
(8) Bulgar isyanına karşı yapılan masum bir zabıta olayının bile nasıl kasıtlı olarak “Bulgarlara soykırım
     uygulanıyor” şeklinde lanse edildiğini Bulgar asıllı bir Robert Kollej öğretmeninin anıları olan George
     Washlburn: D.D. LL. D.’nin “Fifty Years in Constantinople (Boston and New York –1909), s.100–110
     arasında görebilirsiniz. Ayrıca Bknz. C.B. Norman: Ermenilerin Maskesi Düşüyor s.5–7 (Ankara
     Üniversitesi, 1993).





The War of Greek Independence 1821 to 1833, New York, 1897 - W.Allison Phillips   (e-book)

History of the Greek Revolution - Thomas Gordon  (e-book)

Fifty Years in Constantinople - George Washlburn  (e-book)


DEATH AND EXILE ,The Ethnic Cleansing of OttomanMuslims 1821-1922 , Justin McCarthy  (e-book)




  look also at Armenian Genocide Resource Center





THE TRUTH 
GERÇEKLER


SB.

15 Temmuz 2012 Pazar

UMUR BEY - HAÇLI SEFERLERİ - SİNEMA






SİNEMANIN ETKİSİ ...
CADILAR ZAMANI - NİCOLAS CAGE 2010

HAÇLI SEFERLERİ İLE BAŞLAYAN FİLMDE 1344 YILINDA İZMİR'E SEFER DÜZENLENİYOR.
BURADA ONLARI AYDINOĞULLARI KARŞILIYOR...










DENİZLERİN DELİSİ AYDINOĞULLARI BEYLİĞİ VE 
DENİZLERİN ARSLANI UMUR BEY




14. Yüzyılda Anadolu Türk Beylikleri arasında denizciliği en ileri götüren Beylik ise hiç şüphesiz Aydınoğulları Beyliği'dir. Bu beylik; Selçuk ve İzmir Limanlarında birer kuvvetli dayanak kurup hazırladığı filolarla Ege Denizi’ne girmiş, daha sonra Saruhan ve Menteşe Beyliklerinin de ittifakını sağlayıp, çalışma sahasını Ege Denizi ile Karadeniz’e kadar genişletmiştir. Aydınoğulları denizciliği Umur Bey döneminde şaşılacak derecede yükselme göstermiştir. Umur Bey, Batı Ön Asya Birliği’ni temel alarak Yakın Doğu’da kuvvetli bir hakimiyet kurmuştur. 

Germiyanoğulları Beyliği’nin bir uç beyi olarak görülen Aydınoğulları Beyliği Mehmet Bey tarafından kurulmuştur. Denizlerde kuvvetli olmayı hedefleyen beylik, kendi bölgesinin kıyılarındaki Selçuk ve Birgi’yi ele geçirdikten sonra hemen iki tersane kurmak ve hafif kadırgalar inşa etmek suretiyle denizcilik faaliyetine başlamıştır. Aydınoğlu Mehmet Bey kendine ait beyliği kısa bir sürede kuvvetli bir hale getirdikten sonra uç beyliklerini de genişletmiştir. Mehmet Bey’in 5 oğlundan İsa Bey yanında kalmak, diğerlerine kale ve uç beyliği verilmek üzere Aydınoğulları Beyliği sağlam temellere oturtulmaya çalışılmıştır. 


Aydınoğlu Mehmet Bey, ufak filosu ile Rodos ve Venedikliler'e ait ada ve gemileri vurmaya başlarken kardeşi Orhan Bey ise Rodos Adası üzerine bir sefer düzenledi.


Yeniden doğan Türk Denizciliği, her biri ayrı birer deniz kuvvetine sahip olan Doğu Roma (Bizans), Kıbrıs Krallığı, Rodos Şövalyeleri, Venedik ve Cenevizliler ile mücadele etmek zorundaydı. Bu arada Doğu Roma (Bizans) ’ın parçalanışı sırasında Ege’nin bir kısım adaları ile Mora kıyılarına yerleşerek buraları birer korsan yuvası haline çevirerek Türk kıyılarına baskınlar yapan -Haçlı seferleri artığı- birtakım prenslikler de Türk Denizcileri'nin hedefi olacaktı.




ÇAKA BEY



Çaka Bey’in ölümü ve Haçlı Seferlerinden sonra yaklaşık 250 yıl denizlere hasret yaşayan Türkler Aydınoğulları Denizciliği ile öylesine büyük bir kudret ile doğmuştu ki, 300 - 400 parçadan oluşan Beylik Donanması adeta yüzyıllarca süren bu susuzluğa nispet, kısa bir süre içinde "Yenilmez bir Armada" olarak Ege ve Akdeniz sularında ihtişamla boy gösterdi. Türk Denizcileri'nin deniz sularını yeniden hareketlendiren son hamlesine bu kez de Umur Bey öncülük ediyordu.



UMUR BEY



Umur Bey, iki asırdan fazla bir süre kapanmış bulunan Türk Deniz Tarihi’nin sayfalarını yeniden açarken Aydınoğulları Devleti’nin Amirali olarak ilk seferini kendi eseri olan İzmir Tersanesi’nden başlattı. Aydınoğulları Beyliği’nin deniz dayanağı bu tarihe kadar Selçuk Limanı idi. İzmir’in tamamen Türklerin eline geçmesinden sonra Selçuk Limanı askeri değerini korumakla birlikte, İzmir Tersanesi de kullanılmaya başlanmıştı. Umur Bey ilk filoyu Müslüman Hoca’ya İzmir’de yaptırdı ve ilk kadırgaya da “Gazi” adını verdi. 1329 yılında İzmir’den hareket ederek Çanakkale Boğazı’na kadar ilerleyen Türk Filosu, Doğu Roma (Bizans)’ya ait Bozcaada’yı tahrip ettikten sonra rastladıkları Göke sınıfı çok yüksek bordalı 5 parçalık bir Doğu Roma (Bizans) Filosu ile iki gün iki gece süren çok kanlı bir savaşa girmişti. Mağlup olan Doğu Roma Filosu, uygun rüzgarı bularak Çanakkale Boğazı’na sığınmak suretiyle ancak kurtulabildi.


1330 yılında 28 parçası İzmir ve 22 parçası Efes Üssü’nde hazırlanan toplam 50 parçadan oluşan bir filo ile denize açılan Umur Bey, gücünü Midilli ve Sakız Adalarında göstererek bu iki adayı vergiye bağladı. 21 yaş gibi çok genç bir yaşta Aydınoğulları denizciliğinin başına atanan Umur Bey Anadolu Türk birliğinin kurulmasına temel oluşturmak üzere, kıyı boylarındaki küçük Türk Devletleri’nin deniz güçlerini Aydınoğulları denizciliğinin bayrağı altında toplayarak Ege ve Doğu Akdeniz’de tartışmasız bir Türk hakimiyeti kurulmasını ve buradaki yabancı kolonilerin vergiye bağlanmasını savunmakta ve yabancı bayraklı gemilerin deniz ticaretini vurmak suretiyle deniz ticaret savaşının devam ettirilmesine çalışmaktaydı.




Uygulayacağı deniz siyasetini belirleyerek hedeflerini iyi tespit eden Umur Bey, bunları hayata geçirebilmek için Efes ve İzmir Tersaneleri'nde çalışmaları hızlandırdı. Anadolu’daki Türk birliğini kurma yolunda ilk adımı da atarak kuzey komşusu Saruhan Beyliği ve güney komşusu Menteşoğulları Beyliği Deniz Kuvvetlerini de kendi bayrağı altına almayı başardı. 


Umur Bey’in ilk hedefi, Yunanistan ve adalarda kurulmuş bulunan Latin Prenslikleri'ni Aydınoğulları Beyliği’nin hakimiyeti altında vergiye bağlamak ve hareket serbestisine kavuşarak Doğu Roma’yı barışa zorlayıp saf dışı bırakmaktı. 



Böylece ön planda Doğu Roma’yı hedef tutan Umur Bey, Trakya Seferi için hazırlanarak 1332 yılında savaş ve nakliye gemilerinden oluşan 75 parçalık bir filo ile İzmir’den hareket etti. Umur Bey, önce Çanakkale Boğazı’ndan geçerek Gelibolu Yarımadası’na asker çıkardı. Gelibolu Kalesi’ni tahrip ettikten sonra filosunu Trakya kıyılarına yöneltti. Aydınoğulları Beyliği ile savaşı göze alamayan Doğu Roma İmparatoru III. Andronikos, barış şartlarını kabul etti. Umur Bey böylece gelecekteki hareketleri için Doğu Roma’yı safdışı bıraktı. 



Türk Denizciliği'nin yeniden hareketlenmesi karşısında, Ege Denizi’ndeki yabancı bayrakların bundan önce sürdürdükleri korsanlık faaliyetleri durdu ve Türk Deniz Ticareti yeniden özgürlüğüne kavuştu. Ancak Umur Bey Ege Denizi’nde yeni bir düzen kurmak ve bölgede kayıtsız - şartsız bir deniz hakimiyeti sağlamak istiyordu. Bu hedef için başlattığı 1333 yılı Deniz Harekatı, yeniden doğan Türk Denizciliği’nin kısa bir sürede ulaşmış olduğu güç ve ihtişamı göstermesi bakımından ilgi çekicidir.



Umur Bey, 1333 yılı baharında 250 parçadan oluşan bir filo ile Ege Denizi’ne açıldı. Eğribos Dükalığı’nı ve Bodonice Prensliği’ni senelik bir vergi ile Aydınoğulları Beyliği'ne bağladıktan sonra Mora Yarımadası’nın güneydoğusundaki Monevesna’ya bir çıkarma yaparak burayı da vergiye bağladı.


250 parçadan oluşan Türk Filosu’nun Ege Denizi’nde bayrak göstererek, bir kısım Dükalıkları ve Prenslikleri vergiye bağlamak sureti ile Aydınoğulları Beyliği nüfuzuna alması ve yabancı bayraklı gemilerin yaptıkları korsanlığı sona erdirmesi, düşmanların Ege Denizi adına korku ve endişelerini arttırdı. Türk Deniz Gücü’nün ağırlığını henüz üzerinde hissetmemiş olanlar sıranın kendilerine geldiğini hissederek korku içinde kendi menfaatlerini korumak amacı ile bir güç birliği oluşturmak üzere harekete geçtiler. 



Umur Bey, yarım kalan Yunanistan Seferi’ni tamamlamak üzere 1333 yılında mevsim şartlarına aldırmadan kışın 170 parçadan oluşan filosu ile Güney Yunanistan’a doğru denize açıldı. Atina Prensliği’ni yıllık vergi ile Aydınoğulları Beyliği nüfuzuna aldıktan sonra Mora Despotluğu’na da ağır bir darbe indirdi ve çevrede bulunan bir kısım korsan yuvalarını temizledikten sonra İzmir’e döndü.



Aydınoğlu Mehmet Bey’in 1334 tarihinde vefat etmesi üzerine, Aydınoğulları Beyliği’nin başına kardeşlerinin de onayı ile Umur Bey geçti. Bu sırada Umur Bey 26 yaşında idi. 



Ege Denizi’nde düşmanlara nefes aldırmayan yalnız Aydınoğulları Beyliği Denizciliği değildi. Karasi, Saruhan ve Menteşoğulları Beylikleri de sahip oldukları deniz kuvvetleri ile akınlar yaparak gaza yolunda korsanlık faaliyetlerinde bulunuyorlardı ise de Aydınoğulları Denizciliği, Ön Asya’daki Türklerin deniz çıkarlarını sağlayacak bir deniz politikası ile Doğu Akdeniz hakimiyetinin planlarını hayata geçiriyordu. 


Tüm bu beyliklerin denizcilik faaliyetleriyle Ege Denizi’ndeki Türk Deniz Kuvvetleri’nin gittikçe artan baskıları sebebiyle nefes alma imkanlarını her gün biraz daha kaybeden düşman kuvvetleri Haçlı hareketi altında toplanmaya mecbur kaldılar. Türklerin sahip oldukları tekne sayısı üstünlüğünü, yüksek bordalı, güçlü kadırgaları ile yeneceklerdi. Haçlı Donanması, 4’ü Papalık’a, 4’ü Fransa’ya, 10’u Rodos Şövalyeleri'ne ve 4’ü Kıbrıs Krallığı’na ait olmak üzere 30 güçlü Kadırga’dan meydana geliyordu.



Bu sırada Karasi Emiri Yahşi Bey, irili ufaklı 100 parçalık bir filo ile Selanik, Kasandra ve Teselya’da Galos Körfezi’ne asker çıkararak Doğu Roma’ya karşı bir harekete girişmişti.



Eğriboz Adası’nın Halkis Limanı’ndan hareket eden Haçlı Filosu, sayı bakımından fazla ancak hafif ve alçak bordalı Karasioğulları Beyliği’nin donanmasına zarar verip daha sonra da takip ederek İzmir’e vardı. Burada asıl hedefleri olan Aydınoğulları Beyliği’nin deniz üssüne yüklendiler. Bu sırada Umur Bey idaresindeki Türk Güçleri Ege Denizi’nin güneyinde bulunduğundan Haçlı Donanması ancak tersanede tamir için tutulan ve bakımdaki tekneler ile Karesi Filosu’nun bir kısmını yakmayı ve karaya asker çıkarmayı başardı. Fakat karada direnişle karşılaşan ve denizde bulunan Umur Bey’in baskınından korkan Haçlı Donanması, burada fazla kalamayarak İzmir’i terk etti ve Ege Denizi’ne döndü. 


Umur Bey, Haçlıların bu hareketine diyet olarak Yunanistan’a 1335 yılı sonbaharında 276 gemiden meydana gelen filosu ile Ege Denizi’ne açıldı. Mora sularına kadar ilerleyerek Hidra ve Sipezya Adaları'nı ele geçirdikten sonra değişik noktalarda karaya asker bırakarak Güney Yunanistan’daki Dukalık ve Prensliklerin üzerine yürüdü ve kaleler fethetti. 30.000 savaşçısı ile karşı koymaya çalışan Fransız Dukalığı perişan edildikten sonra bölgedeki bütün dukalık ve prenslikler birer yıllık vergilerini ödemek sureti ile Aydınoğulları Beyliği’nin nüfuzunu yeniden kabul ettiler.



Umur Bey bundan sonraki ağır masraf ve emeğe dayanan büyük deniz seferlerinde stratejisini değiştirerek haçlı güçlere karşı Doğu Roma’yı koruyucu bir siyaset takip etmiştir. 1336 yılında Midilli Adası’nın, Doğu Roma’ın himayesine karşı ayaklanan Ceneviz Podestası’ndan geri alınmasında Umur Bey’den yardım isteyen Doğu Roma İmparatoru, Umur Bey’in kara ve deniz yoluyla Doğu Roma’ya yaptığı yardıma karşılık kendisine Sakız Adası’nı hediye etmiştir.



1337 yılında Teselya Despotu’nun baş kaldırması ve kışkırtması ile Epir’de Arnavut ve Sırplar'ın Doğu Roma’ya karşı ayaklanması üzerine Umur Bey Doğu Roma İmparatoru'na yardım için Donanması ile İzmir’den harekete geçti. Selanik’e çıkarma yaparak Teselya’da sükuneti sağladı ve İzmir’e dönerek Arnavut ve Sırplara karşı girişeceği “Epir Harekatı” için hazırlıklara başladı. 



Umur Bey’in Doğu Roma’ya yardım için 1338 yılında gerçekleştirdiği "Epir Seferi", Türk Deniz Tarihi açısından oldukça ilgi çekicidir. 2 yıl süren olan bu sefer için 110 gemiden meydana gelen bir filo ile İzmir’den harekete geçen Umur Bey’in hedefi Epir’deki Sırp ve Arnavut ayaklanmasını bastırarak Doğu Roma İmparatoru’na yardım etmek ve 4 yıl önce Aydınoğulları Beyliği Denizciliği'nin Ege’deki otoritesine karşı gelen Haçlı Donanması’nı oluşturanlardan hesap sormaktı.



Umur Bey bu yüzden Haçlı Harekatı’na gemi vermek suretiyle katılan ve Midilli Adası’nı ele geçirmesi için Foça’daki Ceneviz Podestası’na yardım eden Naxos Dukalığı’na doğru yöneldi. Naxos Adası başta olmak üzere Andros, Siphnos, Sikinos ve Paros Adalarını vurarak korsan yatağı haline gelen limanları harabeye çevirdi ve bu limanlardaki gemileri ateşe verdi ve daha sonra Epir hedefine yöneldi.


Ege Denizi’nden Epir kıyılarına ve Karadeniz’e kadar genişletmiş olduğu harekat sahasında zaman zaman 300 – 400 parçadan oluşan bir armada gezdiren Umur Bey’in kahramanlıkları bir yana, dönemin teknik imkansızlıkları da göz önünde tutularak, buluşları ve kararlarını da değerlendirirsek onun efsaneleşmiş şöhretinin sırrı anlaşılabilir.



Umur Bey filosunu Atina Körfezi’ne sokarak, Korent ağzına yanaştırdı. Gemilerini sabunlanmış kızaklar üzerinden Korent Körfezi'ne taşıyarak, Leponto Körfezi’nden Epir kıyılarına ulaştırdı. Bu kesimlerde karaya asker çıkararak giriştiği harekatta Arnavut ve Sırp İsyanlarını bastırdı. Kışı, Korent Körfezi’nin “Umur Limanı” diye isimlendirilen mevkiinde geçirerek, 1339 baharında yine aynı şekilde gemilerini karadan Atina Körfezi’ne aktardı ve dönüşte Eğriboz Adası’nda bir mola vererek İzmir’e döndü.



14. Yüzyıldaki Türk Denizciliği'nin ulaşmış olduğu yüksek seviyeyi değerlendirebilmek için, Epir Seferi üzerinde biraz durmak gerekir. Epir Seferi’nin, henüz seyir tekniği oluşmamış bir dönemde yapılabilmesi Türk Denizciliği için büyük bir başarıdır. 





Türk Denizciliği'nin; bu döneminde tam manası ile bir Akdeniz Haritası’nın çizilmemiş olduğu göz önüne alınırsa 
filoyu Epir kıyılarına ulaştırmak için normal yol olan Mora’yı dolaşmak yerine, hem fırtınadan kaçınmak 
hem de aylarca süreyi alacak olan bir zamandan tasarruf için 
karadan Korent’i aşmayı en kestirme yol olarak keşfedebilmek, 
ancak Türk Denizciliği'nin sahip olduğu geniş coğrafya bilgisi sayesinde mümkün olabilmiştir. 



Umur Bey bu hareketi ile aynı zamanda bir filoyu bir denizden başka bir denize karadan nakletmekle 
115 sene sonrası için Fatih Sultan Mehmet’e de örnek olmuştur. 





Umur Bey, 1341 yılında yine denize açılarak, Ege Denizi’nde yabancı bayraklara korsan yataklığı yapan adaları vurdu ve Kıbrıs sularına kadar inerek Türk Ticaret Filolarını tehdit eden Kıbrıs Filosu’nu da yıprattı.


1342 yılında yine aynı maksatla bir sefere çıkan Umur Bey, bu sefer de Girit sularına kadar uzanarak korsan yatağı haline gelen Venedik Limanları'nı tahrip etti.



Umur Bey’in bu iki deniz akını üzerine, başta Kıbrıs Kralı olmak üzere Ege Denizi’ndeki Hıristiyanlar, baskısını gittikçe arttıran Türkler'e karşı yine bir güç birliğine giderek Umur Bey’e karşı büyük bir Haçlı birliğinin sağlanması için Papa VI. Clement’le anlaştılar. Bu sırada Umur Bey’in Doğu Roma işlerine; Doğu Roma’ın kaderini etkileyecek kadar müdahale etmesi de Haçlı Hareketi’ni körükleyen nedenlerden birisi oldu.


1341 yılında Doğu Roma İmparatoru III. Andronikos’un ölümü Doğu Roma’da taht kavgasına yol açtı. İmparatoriçe Anne de Savoie, Başvezir Kantakuzenos’a karşı mücadele açınca, Kantakuzenos da Dimetoka’da imparatorluğunu ilan etti. Böylece İmparatoriçe’nin bulunduğu İstanbul ile Dimetoka karşı karşıya gelmiş, Doğu Roma’da bir iç kavga başlamıştı. Kantakuzenos, İmparatoriçe’nin kuvvetleri tarafından kuşatılınca, Trakya’daki siyasi durumu Umur Bey’e bildirerek kendisinden yardım istedi. Umur Bey, Doğu Roma’yı ele geçirmenin ihtirası içinde fırsat kollayan Sırp Kralı’nı emeline ulaştırmamak için, Kantakuzenos’u desteklemek ve ona yardım etmek sureti ile Doğu Roma’ın geleceğine hükmetmeye karar verdi. Böylece Doğu Roma'yı nüfuzuna bağlayacaktı.



Planlarını buna göre hazırlayan Umur Bey, 29.000 savaşçı ve 380 parçadan oluşan bir armada ile, 1342 yılı sonlarında İzmir’den Trakya’ya doğru yola çıktı. Meriç ağzında askerlerini karaya çıkararak Dimetoka'ya yürüdü ve şehri kuşatmış bulunan Doğu Roma ve Bulgar kuvvetlerini dağıttı. Bölgede güvenliği sağladıktan sonra İzmir’e döndü. 



Doğu Roma’da durumun, Umur Bey’in işe karışması ile birdenbire aleyhine döndüğünü gören İmparatoriçe ise; Papa’dan, Ege Denizi’nde karşı konulamayacak kadar tehlikeli bir kuvvet haline gelen ve Doğu Roma’yı rahat bırakmayan Umur Bey’e karşı Haçlı Hareketi oluşturma çabasına girdi.


Ön Asya’nın en kudretli hükümdarı ve amirali olarak şöhretin zirvesine ulaşmış bulunan Umur Bey, tek bir devletin gücü ile yenilmesi mümkün olmayan bir kuvvet haline gelmişti. Batı kaynakları da Umur Bey’in 1341 yılından sonra müthiş ve korkunç bir güç kazandığını, 250 - 300 parçalık armadası ile Ege Denizi’nin tek hakimi olduğunu belirtmektedir.



Bu şartlar altında Papa nihayet, Umur Bey’e karşı Hıristiyan güçlerini birleşmeye davet ederek bir Haçlı hareketine girişti.



Umur Bey, her şeye rağmen Doğu Roma’yı kaderine terk etmeyi düşünmüyordu. Bu bakımdan yeniden İmparatoriçenin kuvvetleri tarafından sıkıştırılmış bulunan Kantakuzenos’u güçlendirmek için, 1343 yılı Ağustos’unda, 20.000 savaşçı ve 290 parçadan oluşan bir deniz gücü ile İzmir’den Selanik’e doğru yola çıktı. 



Selanik’i denizden ablukaya almış olan imparatoriçenin donanması, Türk Filosu’nun gelmekte olduğunu duyunca kuşatmayı kaldırarak Çanakkale Boğazı’ndan içeri girdi. Umur Bey de Selanik’i kuşatarak teslim aldı. Burada Kantakuzenos ile buluşan Umur Bey, Batı Trakya’nın İstanbul tarafının tutan bütün şehirlerini Kantakuzenos’un idaresine soktuktan sonra bir kısım kara kuvveti ile 30 gemiyi Kantakuzenos’un emrine bırakarak İzmir’e döndü.



Haçlı Donanması’nı oluşturan gemiler 1344 yılı baharında Eğriboz Adası’nın Halkis Limanı’nda toplandılar. Haçlı Donanması’nın hazırlığı 3 yıl 11 ay sürmüştü. Bu süre, Umur Bey’e karşı Hıristiyanların ne derece güçlü bir hazırlığa girmiş olduklarını ortaya koymaktadır.



Haçlı Donanması’nın asıl kuvvetini 4'ü Papalık, 4'ü Kıbrıs Krallığı, 6'ı Rodos Şövalyeleri, 6'sı Venedik Cumhuriyeti’ne ve altısı Ege Denizi’ndeki Ceneviz Kolonilerine ait olmak üzere 26 güçlü kadırga teşkil ediyordu. Diğer sınıf savaş tekneleri ile nakliye gemilerinin miktarı ise bilinmemektedir.



Bu büyüklükteki Haçlı Donanması’nın 1344 yazında Eğriboz Adası’ndan İzmir’e doğru hareket etmesi ile Ege Denizi dengeleri de bozdu. Ege Denizi’nde dağınık olarak dolaşan, ancak Haçlı Donanması’na karşı birleşen 40 parçalık küçük Aydınoğulları gemileri bu büyük kadırgalar tarafından yenilgiye uğratıldı.



Haçlı Donanması; 1344 Haziran’ında büyük bir intikam hırsı ile İzmir Limanı’na girdi. Limandaki müdafaayı kırarak limandaki gemilerin bir kısmını ve Tersane'yi yaktıktan sonra Liman Kalesi’ni karadan ve denizden kuşattı. 4 aylık bir mücadelenin sonunda bir gece iki kölenin ihaneti ile açılan kale kapısından içeri giren Haçlılar Liman Kalesi’ni ele geçirdiler. 



Fakat Umur Bey, Haçlıların İzmir’e çıkışlarını onlara acı bir şekilde ödetti. Umur Bey, hafif bir kara kuvvetini öne sürerek Haçlıları kaleden İzmir Ovası’na çektikten sonra pusuda beklettiği esas kuvvetleri ile Haçlıları sarıp, başta başkomutanları olmak üzere birçok şövalye ve asilzade ile binlerce Haçlı’yı kılıçtan geçirdi. Ancak kaçarak kaleye sığınma fırsatı bulabilenler canlarını kurtarabildiler. (Ocak 1345).



Bu şekilde İzmir’de tutunamayacaklarını anlayan Papa VI. Clement, Umur Bey’e karşı Haçlı hareketini tazelemek için bütün Avrupa hükümdarlarını İzmir’i savunmak üzere “Din Savaşı”na çağırdı. Bu şekilde yeniden düzenlenen 26’sı kadırga olmak üzere 76 parçalık Haçlı Donanması 15.000 savaşçı asker ile 1346 yılı Haziran’ında İzmir’e gelerek Liman Kalesi’ni takviye etti.



Türk Denizciler ise Haçlılar'la yaklaşık 4 yıl süren mücadelelerin sonunda Efes Tersanesi’nde yeniden inşa ettikleri filolarıyla Aydınoğulları Beyliği’nin sarsılan iktisadi gücünü beslemek üzere Ege Denizi’ndeki düşman hedefleri vurarak ganimet ve esir toplamaya başladılar.



Umur Bey, kara cephesindeki bütün hazırlıklarını tamamladı. Kale önce kuşatıldı ardından da hücuma geçildi. Türk savaşçılar kaleye tırmanmaya başladılar. Artık kalenin düşmesi bir an meselesi idi ki, atılan bir okun alnına isabet etmesi ile Umur Bey Mart 1348 tarihinde şehit oldu. Bu olay Türk güçleri arasında karmaşaya yol açtı.



Umur Bey’in şehit olması, İzmir’e Haçlı akınını hızlandırdı. Umur Bey’in şöhretinin sebep olduğu korku yüzünden bu haçlı harekatına katılmaktan çekinenler de akın akın İzmir’e gelmeye başladılar.


Umur Bey’den sonra Aydınoğulları Beyliği’nin başına geçen kardeşi Hızır Bey, mücadele yerine anlaşmayı tercih ederek Haçlılar ile anlaşma imzaladı. Barış antlaşmasının en ağır maddesini Aydınoğulları Beyliği’ni bir deniz kuvvetinden yoksun bırakmaya mahkum eden bölümü teşkil ediyordu. Aslında Haçlı hareketinin başlıca hedefi de bu idi. 



Böylece Umur Bey’in öncülüğünde meydana gelen ve Ön Asya’daki Türk birliğinin de deniz menfaatlerini sağlayarak koruyan Türk Denizciliği yeni bir sekteye uğradı.



Sonuç olarak, Umur Bey’in önemli çabaları ile doğmuş bulunan muhteşem Aydınoğulları Denizciliği, onunla beraber son bulmuş ve Türk Denizciliği bir kere daha bir bekleyiş dönemine girmiştir.



Aydınoğulları Beyliği 1390 yılına kadar bağımsız kaldı. Bu tarihte Yıldırım Beyazıt tarafından Osmanlı topraklarına katılan Beylik Yıldırım Beyazıt'ın 1402 yılında Ankara Savaşı’nda yenilmesi üzerine müstakil olarak yeniden kuruldu ve 1426'da kesin olarak Osmanlı Devleti topraklarına katıldı.


11. Yüzyılın sonundan 14. Yüzyılın ortalarına kadar Anadolu sularında ilk sürgünlerini veren Türk Denizciliği 1350 tarihinden sonra kuvvetini gittikçe arttıran Osmanlı Devleti’nin elinde bütün dünyayla hesaplaşacak bir boyuta ulaşma yolunda kararlı adımlarla yapılanmaya ve şekillenmeye başladı..







KAYNAK:
Türk denizKuvvetleri
Birgi Belediyesi






" Bu film ile bize ne anlatmak istediler acaba ? " diye düşünmekten de alamıyorum kendimi , sonuçta ...
"Şeytan ayrıntıda gizlidir " derler !
SB.


***







15 Haziran 2012 Cuma

1821 MORA İSYANI




‎...VE BÜTÜN AVRUPA BU KATLİAMA SESSİZ KALARAK İZLEMEKLE YETİNDİ...




1821 MORA İSYANI - Serap TOPRAK




19. Yüzyılın başına kadar başarısızlıkla sonuçlanan Rum isyanları 1821 yılında Mora Yarımadası’nda başlayan isyanla yeni bir dönemece girdi. İsyanlar kısa zamanda bütün adaları ve Yunan coğrafyasını sardı. 1821 Mora isyanı Yunanistan’ın bağımsızlık kazanmasında önemli bir rol üstlendi. Mora’daki ilk isyanlar Osmanlı Devleti tarafından önemsenmeyip gerekli tedbirler alınmamıştır.


Fakat daha sonraları Mora’da binlerce Müslüman Türk’ün hatta Ortodoks olmayan Hıristiyan ve Musevilerin katledilmesi isyanların ne kadar ciddi olduğunu göstermiştir. Sonuçta Mısır donanmasından yardım istemek Osmanlı yönetimi tarafından tek çare olarak görülmüştür. Fakat bu plan, Avrupalı Devletlerin müdahalesi ve Navarin’de Türk-Mısır donanmalarının yakılması felaketiyle sonuçlanmıştır.



                                                           
I. GİRİŞ 


Rumlar 18. Yüzyıl sonlarına kadar birçok kez başarısız isyan girişiminde bulunmuştur. 19. Yüzyıla geldiğimizde Rumlar, Osmanlı yönetiminde yaşayan diğer milletlerden farklı olarak deniz ticareti sayesinde zengin bir burjuva sınıfı oluşturmuştur. Doğu Akdeniz ve Karadeniz ticaretinin ¾’ünü elinde bulunduran zengin Rum tacirler, bilimsel ve düşünsel faaliyetlere de önem vererek ulusal bilinçlenmeyi destekledi ve isyanlara zemin hazırladı. 


Tamamen milli duygulara dayanan ve milli bir karakter olarak gelişen Rum isyanları, zengin tacirler, diaspora, ayrılıkçı cemiyetler, ki bunların içinde en etkili faaliyet gösteren ve çok sayıda üyesi olanı Filiki Eterya Cemiyeti, Fener Rum Patrikhanesi ve Avrupalı Devletler tarafından maddi ve manevi olarak her yönden desteklenmiştir. 


Yunanistan’ın kısa sürede bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkmasında bütün Yunan coğrafyasındaki isyanlar kadar adalar, özellikle Mora Yarımadası’nda çıkan isyanlar büyük önem taşımaktadır. Mora isyanları Rumlar için bir dönüm noktası olmuştur. Ayrıca Mora isyanları yerel ayaklanmalar olarak kalmayıp, Rumların yaşadığı diğer  adalara isyan ihraç eden bir merkez olmuştur. Mora Yarımadası’nda, özellikle Filiki Eterya Cemiyeti’nin ve Fener Rum Patrikhanesi’nin önderliğinde isyan ateşi  yakılmış ve Avrupalıların da sempatilerini de toplayarak diğer Balkan milletlerinden önce Yunan Devleti’nin kurulması sağlanmıştır. Büyük Yunanistan’ın kurulması yönündeki en ciddi adım olan Mora isyanı bu açıdan çok önemlidir. Bu çalışmada, Mora Yarımadası’nda başlayan ve Avrupalı Devletlerin müdahalesiyle sonuçlanan Mora isyanı ele alınmıştır. 


Bu doğrultuda çalışma iki bölümden oluşmuştur. Birinci bölümde, Mora isyanının başlaması ve yayılması karşısında Osmanlı Devleti’nin aldığı önlemler üzerinde durulmuştur. İkinci bölümde, Mora isyanının uluslar arası boyut kazanması incelenmiştir. Çalışmanın sonuç kısmında ise, araştırmadan elde edilen bulgular ortaya konmuştur. 




II. MORA İSYANI VE OSMANLI DEVLETİ’NİN ALDIĞI TEDBİRLER 


Mora Yarımadası’nda Rum Ortodoks Kilisesi ve rahipleri, Osmanlı Devleti makamları karşısında büyük oranda imtiyazlı bir yapıya sahipti. Bu imtiyazlar sayesinde Rum Ortodoks Kilisesi, Rumların çıkarlarını koruyabilmekteydi. Bununla birlikte Mora’da yaşayan Rumlar, büyük toprak sahipleri değildi. Ayrıca yıllık kazançlarının 1/5’ini vergi olarak ödüyorlardı. Osmanlı idaresiyle iyi ilişkiler kuramayan Rumlara gelince, onlar da daha çok ıssız bölgelere ve dağlık alanlara yerleşmeyi tercih etmişti. Bu nedenle 1460- 1821 yılları arasında Mora’nın dağlık  alanlarına Müslümanlardan ziyade Hıristiyanlar yerleşmişti. 


Mora Yarımadası’nda Rumlar arasındaki milliyetçi faaliyetlerin artmasında Osmanlı Devleti’nin Rumlara verdiği siyasi imtiyazlar önemli rol oynadı. Rum cemaati, Osmanlı Devleti tarafından Antik Yunan’ın bir devamı olarak görüldü. Bununla birlikte, 1715- 1821 yılları arasında cemaatin haklarına bazı sınırlamalar getirilse de, gerçekte cemaat serbest bir şekilde idare ediliyordu. Mora Yarımadası’nda Ortodoks Kilisesi’nin dışında Rumları idare eden kocabaşılar bulunmaktaydı. Osmanlı yönetiminin desteğiyle seçilen kocabaşılar, uzun seneler bu görevde kalmakla yetinmeyip haklarını çocuklarına ve hatta torunlarına devredebiliyordu. 


İslamiyet’in kutsal mahallelerine ve hükümdar ailelerine has olarak verilen şehir ve kasabalar Mora’nın en şanslı yerleşim yerleri olarak görülmekteydi. Bunlardan biri de, Müslüman şehri olarak görülen ve bir Mekke vakfı olan Dimitzana şehridir. Burada oturan Müslümanlar Mora’lı Rumlar tarafından her zaman ayrıcalıklı olarak görülmüştür. 


Ayrıca Mora’da yaşayan “kleftler” adında bir topluluk da bulunmaktaydı. Kleftler, Mora’da Türk yönetimini kabul etmeyen ve yönetimle silahlı mücadeleye giren gruptu. Osmanlı Devleti, bu asi grupla mücadele etmek için Hıristiyanlar arasından seçtiği “armotoli” denilen ve bir çeşit zabıta görevi gören düzenli gruplar oluşturdu. 1715- 1821 arasındaki dönemde Osmanlı yönetimi özellikle, boğazların bulunduğu taşımacılığı korumak amacıyla “muhafız teşkilatı” kurdu. Böylece armotoliler, yolcuların güvenliğini sağlamakla görevlendirildi. Korint ile Argos arasındaki boğaz ile Arkadya ve Messenya arasındaki Lontari Boğazı güvenlik açısından önemli geçitlerdi (Bees: 423). Armotoliler buralarda önemli görevler üstlendi. 


Bunun dışında Mora’nın dağlık bölgelerinde yaşayan Manyalılar bulunmaktaydı. Manyalılar, 1460- 1801 yılları arasında her türlü dış güce karşı isyan etmiş bir topluluktu. Osmanlı Devleti, Manyalılardan vergi alma şartıyla bunların muhtariyetini kabul etti. Fakat kararlaştırılan vergiler de hiçbir zaman düzenli olarak toplanamadı (Bees: 423). 18. Yüzyıla kadar birçok kez isyan eden Mora Rumları başarısız olunca Batı Avrupalılardan umutlarını kesip Rusları bir kurtarıcı olarak görmeye başladı. Özellikle Çar I. Petro döneminde, bu bölgede Rus ve Hıristiyanlık propagandası artış gösterdi. II. Katerina döneminde Ruslar, Rumlar arasından seçtikleri kişiler ve rahipler aracılığıyla Rumları kışkırtma yolunu seçti. 


Bunlar arasında Kalamata’nın nüfuzlu emlak sahiplerinden Panayotis Mpenakis bulunmaktaydı. Bu kişinin bölge Rumlarını kışkırtıcı faaliyetlerde bulunması Türk idarecilerinin de dikkatini çekmekteydi. 1767- 1768 arasında Rumlar isyan için hazırlıklar yaptı. Fakat 1768 yılında Osmanlı-Rus Savaşı başlayınca bütün planlar değişmek zorunda kaldı. Rus donanmasının Akdeniz’de görünmesine ve Manyalıların yardımına rağmen, Ruslar istedikleri sonucu alamadı (Bees: 425). 


Sadrazam Musin-zade Mehmet Paşa’nın ve daha sonra Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın sayesinde isyan bastırıldı (Mustafa Nuri Paşa, 1987: 251). Başarısız  isyan girişimlerinden sonra Rusya, Rumlar üzerindeki nüfuzunu daha da arttırmaya çalıştı. Küçük Kaynarca Antlaşması’na, Rusların diledikleri yerlerde konsolosluklar açma, İstanbul’da bir Rus kilisesi kurma ve Ortodoks Hıristiyanları koruyuculuğunu üstlenme gibi maddeler de, milliyetçilik propagandası amacıyla eklendi (Karal, 1994: 108- 109). 


Rusya tarafından hayal kırıklığına uğratılan Mora Rumlarının bu durumu telafi edilmeliydi. Böylece Rumlar, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 1783 ve 1791 yıllarında imzalanan anlaşmalar gereğince, Rus bayrağı altında deniz ticareti yapma ayrıcalığı elde etti (Bees: 425). Bununla birlikte 1790’lı yıllarda Rumlar, Akdeniz’de korsanlık ve eşkıyalık yapmaya devam etti. Osmanlı yönetimi de eşkıya Rumların bütün faaliyetlerinden ruhani liderleri sorumlu tuttu (BOA. 192/9350, HAT).


19. Yüzyıl başlarına kadar ulusal bilinçlenme yönünde büyük yol kat eden Rumlar, 1821 yılında Aleksander İpsilanti liderliğinde Eflâk ve Buğdan’daki başarısız ayaklanma girişiminden sonra, amaçlarını gerçekleştirmeye en uygun yer olarak Mora Yarımadası’nı görmekteydi. Bunun üzerine Rum asi liderleri toplanarak, Paskalya gecesi Müslümanlara saldırma konusunda aralarında anlaştılar. 


Asiler, saldırılarda başarısız oldukları takdirde de bölgede önemli bir güç olan  Tepedelenli Ali Paşa’yı suçlamayı kararlaştırdılar. Bu anlaşma çerçevesinde asi liderler tarafından Mora’nın kasaba ve köylerine papazlar gönderildi. Fakat olaylar, planlandığı gibi gelişmedi ve beklenmedik bir şekilde başlayan Erhos olayı, isyanın zamanından önce çıkmasına neden oldu. Anabolu Kalesi’ne yaklaşık üç saat uzaklıktaki Erhos kasabası Müslümanları, Rumların bir isyan hazırlığı içinde olduğundan şüphelenmekteydi. 15 Şubat 1821 tarihinde Anabolu sakinlerinden Yenişehirli İbiş ve Hasta Hasan ismindeki iki kişinin, Hıristiyan pazarında sarhoş olarak gezerken ateş açmaları üzerine Rumlar, Paskalya gecesi yapılacak olan isyanın açığa çıktığını düşünerek harekete geçti ve kasaba içlerine kaçtı. 


Ayrıca dağlardaki silahlı Hıristiyanlar da ortaya çıktı. Kocabaşılar, isyan haberlerinin aslının olmadığını iddia etse de, 24 Mart 1821 tarihinde Erhos Müslümanları kasabayı  terk edip Anabolu kalesine kaçtı. Bu olay Mora Müslümanlarının da isyan gerçeğini görmesine neden oldu. Fakat Yedi Ada’da ve diğer adalardaki kaçak Rumlar, Mora’da toplanarak her tarafta isyan çıkarmaya başladı (Ahmet Cevdet Paşa, 1994: 2759- 2760). 


Özellikle Aleksander İpsilanti’nin kardeşi Demetrios İpsilanti ve Prens Kantakuzen, Mora’ya giderek Rumları kışkırtmayı başardı. Mart 1821 tarihinde İpsilanti ve Kantakuzen, isyan alameti olarak feniks ve matem alameti olarak da siyah renkte olan Filiki Eterya Cemiyeti’nin bayrağını açarak Rumları isyana çağırdı. Bununla birlikte Hidra Adası’ndaki denizciler ve Mayna gençleri bu çağrıya uyarak isyana katıldı. Hidra denizcileri, küçük gemilerini donatarak Müslümanlara ait gemileri yaktı. Ayrıca Kolokotrinis adındaki bir Rum asinin liderliğinde Patras, Navarin, Tripoliçe, Misolinki ve Nopli ele geçirildi (Driault, 2003: 184).


Mora Yarımadası’nda başlatılacak bir isyan için Filiki Eterya ajanları, Fener Rum Patrikhanesi’yle işbirliği içinde çalışıyordu ve özellikle Mora isyanı Patrikhane tarafından planlanmıştı. Filiki Eterya’nın Mora teşkilatı başkanı olan Patras Piskoposu Pol Germanos, üstünde Meryem Ana’nın resmi bulunan bir bayrağı eline alarak “Ey Yunan milleti! Artık uyan, Türkleri öldür” sloganıyla Rumları açıkça isyana çağırdı (Şahin, 1996: 190). Bu çağrıdan sonra isyan, milli ve dini bir karakter olarak gelişmeye başladı (Karal: 112). 


Mora’da Rum asilerin saldırıları üzerine, Mizistre, Levendar, Fenar ve Bardine’nin Müslüman halkı Trapoliçe’ye; Endruse ve Nişter halkı Koron, Moton ve Anavarin’e; Gaston halkı da Lale Kalesi’ne sığındı. Vistice’de 400 kadar Müslüman Rumlar tarafından öldürüldü. Bununla birlikte Kornine halkı Trapoliçe’ye kaçarken Rumların saldırılarına uğradı, fakat Trapoliçe’den yardıma giden 2.000 kadar gönüllü tarafından kurtarıldı. Rum kocabaşılar ise, bütün bu katliamın Tepedelenli Ali Paşa tarafından yapıldığını ileri sürdü. Bu arada Osmanlı Devleti, Yanya’da isyan eden Tepedelenli Ali Paşa’nın ortadan kaldırılması üzerine yoğunlaştığından bu olaylarla pek ilgilenmedi (Ahmet Cevdet Paşa: 2681). 


Mora nüfusu içinde Türklerin nüfusuna bakacak olursak Türkler azınlıkta yaşamaktaydı. Ayrıca Rumlar büyük ticaret filoları ve yedek denizciliğiyle denizi kontrol edebilmekteydi. Böylece Osmanlı ordusunun Mora’ya ulaşması da çok zordu. Bununla birlikte Osmanlı Devleti, Mora’da başlayan isyan sırasında Tepedelenli Ali Paşa isyanıyla uğraşmaktaydı. Mora’daki olaylara hızlı bir şekilde kontrol altına alma olasılığı da düşüktü. Osmanlı Devleti Mora’da Rumların ayaklanmasını başlangıçta, bölgeye gönderilen ve bir Filiki Eterya üyesi olan memur Nikola Morozi’nin raporuyla izledi. Böylece Morozi’nin de etkisiyle isyan Babıâli’nin pek dikkatini çekmedi. Fakat Mora isyanı açığa çıkınca Hurşit Paşa, Kapıcıbaşı Mustafa Bey’i 3.500 kadar askerle Tropoliçe’ye kumandan olarak gönderdi. 


Mustafa Bey, Rumeli sahillerinden kayıklarla Mora Kalesi’ne geçti ve burada Sirozlu Yusuf Paşa’yla buluştu. Oradan Vestiçe’ye gitti. Vestiçe’de 200 kadar eşkıyayı öldürdükten sonra 16 Şubat 1821 tarihinde Erhos’da 600’den fazla Rum eşkıyayı  öldürdü. Mustafa Bey’in, Tropoliçe’ye girişi Rumlar tarafından şiddetli saldırılarla  karşılandı. Asiler, Mora’daki kaleleri, özellikle Mora’nın merkezi olan Tropoliçe’yi  kuşattı. Böylece Mustafa Bey, Tropoliçe’de mahsur kaldı (Ahmet Cevdet Paşa: 2761). 


Tropoliçe, Rum asiler tarafından ele geçirildiğinde, Müslümanlar öldürüldü ve camiler kiliseye dönüştürüldü. Ayrıca Tropoliçe’de bir de cumhuriyet hükümeti kuruldu (BOA. 841/37873, HAT). Babıâli, Suluca Adası halkının donattığı 17 kıta geminin Çuka ve Değirmenlik adaları arasında dolaştığını ve asilerin Anapoli’yi kuşattığı takdirde Çamlıca ve Suluca halkının Rumlara yardım edeceğini (BOA. 927/40280-C, HAT) önceden haber alınca, Mora komutanı olarak atadığı Dramalı Mahmut Paşa’yı, 25.000 kadar asker, komutası altına verilen vezir ve emirlerle birlikte Rumları bastırmak üzere Ezdin’e gönderdi. 


Bu birlikler Mora Derbendi’nden geçip kuşatılmış olan Anapoli Kalesi önüne yerleşti ve buradaki isyanı bastırdı. Ardından Mora’nın merkezi olan Tropoliçe’ye doğru hareket etti. Diğer yandan 7.000 kadar Arnavut askeri ulufelerinin ödenmediğini öne sürerek savaş alanını bırakıp geri döndü. Mora’daki Rumların hemen hemen hepsi ayaklanmaya katıldı. Ayrıca Rumlar derelerde, orman içlerinde fırsat kollayıp, haberleşme yollarını, mühimmat ve gıda yardımı getirecek yolları da tuttu. Böylece Tropoliçe’ye ulaşmak zorlaşırken Anapoli’nin elde tutulması da tehlikeye girdi. Bu sırada Mora seraskeri olarak görevlendirilen Ebu Kebut Mehmet Paşa, Yenişehir’den ileri geçemediğinden Rumlar Mora’nın tamamını ele geçirdi (Mustafa Nuri Paşa: 253).


Yusuf Paşa’ya gelince Badıra Kalesi’nden yardım istenmesi üzerine, İnebahtı’dan Mora’ya askerlerini geçirerek buradaki asileri dağıtmayı başardı. Ayrıca Hurşit Paşa’ya bütün Mora Hıristiyanlarının isyan halinde olduğunu ve derhal 5.000 asker gönderilmesi gerektiğini bildirdi. Hurşit Paşa da, Babıâli’ye bir miktar Evlad-ı Fatihan askerinin gönderilmesini teklif etti. Fakat Babıâli’nin gözünde Yanya’daki Tepedelenli Ali Paşa olayları daha önemli olduğundan ve Mora’daki olayların önemi henüz anlaşılmadığından sadece Anadolu’dan asker toplanarak gönderilmesi yeterli bulundu (Ahmet Cevdet Paşa: 2762). 


Bunun üzerine Kayseri Mutasarrıfı Hasan Paşa’ya Anadolu Kalesi Muhafızlığı verildi. Hasan Paşa’ya Teke, Hamit ve Aydın sancaklarından 2.000 asker toplaması ve Antalya iskelesinden gemilerle Mora’ya göndermesi emredildi. Fakat Antalya iskelesinde sevk için yeterli gemi olmadığından Babıâli ile uzun yazışmalar başladı ve asker Antalya iskelesinde beklerken Rumlar da Mora’daki Müslümanları öldürmeye devam etti. 


İletişim ve örgütlenme eksikliği nedeniyle Anadolu’dan toplanan askerler Mora’ya gönderilemedi. Yerine başka asker toplandı. Bunlar, Akdeniz boğazına gelecek, oradan kara yoluyla Selanik körfezini dolaşarak Yenişehir’e varacak ve Mora’da bulunan Osmanlı kuvvetlerine yardım edecekti (Ahmet Cevdet Paşa: 2763). Ayrıca Mora isyanı için Tunus’tan da gemi istendi. Bunun üzerine yedi gemi donatılarak acele bir şekilde Mustafa Kaptan kumandanlığında Mora’ya doğru yola çıktı (BOA. 868/38618, HAT). 


Mora’daki isyan başlangıçta hızlı ilerledi ve Nisan 1821 tarihinde Rumların yaşadığı diğer adalara da sıçradı. Rumların isyanda başarıya ulaşması için adaların isyana katılması şarttı. Rum asiler, Korint Kanalı’nın kuzeyinde kalan bölgenin büyük bir bölümünü kontrol altında tutuyordu. İsyanın ilk aylarında, ayaklanmanın etkileri tam olarak bilinmiyordu. Babıâli de kendi imkânlarına göre önlemler almak istedi. 


Aleksander İpsilanti’nin Eflâk ve Buğdan’ı işgal ettiği haberi İstanbul’a ulaştığında, Osmanlı Devleti’nde yaşayan bütün Rum asıllı kişilerin ellerindeki silahları teslim etmeleri emredildi. Mart 1821 tarihinde, II. Mahmut bir ferman yayınlayarak Müslümanları yardıma çağırdı. Bununla birlikte isyanlara tepki gösteren Müslümanlar, İzmir ve Anadolu’daki Rum mahallelerine saldırdı. 

M. Simith Anderson’a göre, Mora’da Türklerin katledilmesine eş değer olan bu saldırılar Patrik Gregoryus’in asılmasına kadar devam etmiştir (Anderson, 2001: 74). 


Oysa Tarihçi Dakin, Mora Yarımadası’nda 40.000 (Castellan, 1995: 272), Barbara Jelavich ise, silahsız 15.000 Müslüman’ın katledildiğini yazmaktadır (Jelavich, 2006: 241). 


Bu arada İstanbul Patriği, Filiki Eterya Cemiyeti’nin nüfuzlu bir üyesi olmasına rağmen, isyanın Rusya tarafından desteklenmediğini görünce sözde bir aforozname yayınladı. Aforoznamede, Filiki Eterya üyelerinin ettikleri yeminlerin batıl olduğunu ve üyelikten çekilmeyerek devlete karşı savaşa devam edeceklerin lanet altında kalacağını ilan etti (Karal: 113). Fakat bu sözde aforozname hiçbir şekilde Rumları engellemedi.


1821 Nisan tarihine kadar Mora Yarımadası’nda yaşayan 50.000 kadar Müslüman’dan bir teki bile kalmamıştır. Müslüman Türkler ya kaçmış ya da Rumlar tarafından öldürülmüştür. İngiliz yazar St. Clair, bu konuda şunları yazmıştır: 


“Yunanistan’ın Türkleri pek az iz bıraktılar. 1821 yılı ilkbaharında ani olarak, tümüyle ve dünyanın haberi olmadan yok edildiler” (Sonyel, 1988: 111). 


Ortodoks Rumlar sadece Müslüman Türkleri değil, diğer milletlerden olanları da öldürüyordu. 5 Ekim 1821 tarihinde, 35. 0000 Türk ve Arnavut, Musevi ve diğer milletlerin yaşadığı Tropoliçe’de de 10.000 kişi katledildi. 


Ocak 1822 tarihinde Akrokorint kentinde 1.500’den fazla Müslüman öldürüldü. Böylece Rum ayaklanması, 1822 yılı yazına kadar Türk, Rum, Musevi, Arnavut ve diğer milletlerden olmak üzere 50.000 kişinin ölümüne neden oldu (Sonyel: 113- 115) ve bütün Avrupa bu katliama sessiz kalarak sadece izlemekle yetindi. 





III. MORA İSYANININ ULUSLAR ARASI BİR BOYUT KAZANMASI


Filiki Eterya yanlılarının çağrısı üzerine Demetrios İpsilanti, merkezî ve anayasal bir devlet kurmak için bir meclis toplamayı kararlaştırdı. 1821 Aralık tarihinde, Kleftlerin başkanı Theorodios Kolokotronis’in de onayıyla, Epidavrum kentinde bir “Kurucu Meclis” oluşturuldu. Soylular tarafından yönetilen Meclis, idareyi bir tek kişiye bırakmak istemiyordu. Bu nedenle Fenerli bir aileye mensup olan Aleksander Mavrocordato’nun da etkisiyle, 1795 Fransız modeline benzer bir anayasa hazırlandı. Buna göre, her biri bir bölgeyi temsil eden beş üye seçildi. 


Böylece ilk Yunan hükümeti Misolinki’de kuruldu. Hükümet başkanı Aleksander  Mavrocordato, 13 Ocak 1822 tarihinde Yunanistan’ın bağımsızlığını ilan etti. Fakat  adalıların ve soyluların sözcüsü bu kişi, Theorodios Kolokotronis’in taraftarlarının  çoğunlukta bulunduğu Mora’da kabul görmedi. Aynı yılın sonunda Theorodios  Kolokotronis, Astros’ta ikinci bir toplantı düzenledi. Ancak Aleksander Mavrocordato taraftarları arasında anlaşmazlık ortaya çıktı. Sonunda Kronidi kentinde yeni bir hükümet kuruldu. Bu hükümetin başına da George Kountouriotes adlı zengin bir kişi  geçti (Castellan: 273). Rumlar bir meclis kurup bağımsızlıklarını ilan etseler de, kısa zamanda ortaya çıkan rakip liderler iktidar için kıyasıya bir mücadeleye girdi. 


Bu mücadelede, büyük Fener ailelerinden birinin üyesi olan Aleksander Mavrocordato, çok kötü Rumca konuşan ve Arnavut kökenli zengin armatör George Kondouriotes, Yunanistan coğrafyasının en önemli lideri olan Theorodios Kolokotronis Rumların başlıca lider adaylarıydı. Siyasi gruplar arasındaki çatışma hızla tırmandı ve 1823 yılı sonunda, Theorodios Kolokotronis taraftarlarıyla Aleksander Mavrocordato ve George Kountouriotes denetimindeki hükümet adayları arasında bir iç savaş başladı (Anderson: 75). Rumların bir meclis kurmasını II. Mahmut endişe içinde izliyordu. II. Mahmut, 25 Şubat 1822 tarihinde bir heyet toplayarak alınacak önlemleri belirlese de, bu duruma İngiliz Büyükelçisi müdahale etti. Bu tarihten sonra Avrupalı Devletler de, Rumların isyanlarına karşı kayıtsız kalmayarak müdahale etmeye başladı (Driault: 187). 


Artık Rum isyanları uluslar arası bir sorun olma yolunda ilerliyordu. Avrupalı devletler kendi diplomatik çıkarları doğrultusunda her iki tarafı da idare ediyordu. Ağustos 1822’de, Alikorne Şehbenderi Kıçantı tarafından Babıâli’ye verilen bilgiye göre, asi Rumlar Avrupa’dan silah ve mühimmat sağlayarak Mora ve Çamlıca adalarına sokuyorlardı (BOA. 957/41080, HAT). 1822 yılında, Viyana’dan gelen haberlere göre, İngiliz Elçisi George Caning, Rum asilerin durumunu görüşmek üzere Rusya’ya giderek temaslarda bulunmuştu (BOA. 960/41187-B, HAT). Aslında Avrupalı devletlerarasında tam bir görüş birliği de yoktu. Eylül 1822 tarihinde isyanın en şiddetli olduğu yıllarda  bile, Rum asiler hakkında İngiltere’nin kabul ettiği siyasetin Rusya, Avusturya, Prusya ve Fransa tarafından beğenilmediği ortaya çıkmıştı (BOA. 960/41187, HAT). 


1823 yılında isyanların yoğunluğu biraz azalsa da, isyanlar tamamen bastırılamadı. Eylül ayında, Mora asilerinin gemileri Misolinki’de toplanması durumunda Mora kalelerine gıda ve gerekli malzemelerin nakli güçleşeceğinden, önlem olarak Mora sahillerine donanmadan bir fırkateyn ve beş altı geminin gönderilmesi kararlaştırıldı (BOA. 38789-F, HAT). Aynı tarihte, Rum Patrikhanesi, Mora asileriyle Osmanlı Devleti arasında bir vasıta olarak görülmekteydi. Bu nedenle Patrikhane, Babıâli’den isyandan vazgeçen Rumların affedilmesini istedi (BOA. 844/37931, HAT). 


1824 yılı başlarında, isyanlar tekrar şiddetlendi ve Avrupa’dan birçok gönüllü Mora’ya savaşmak için gitti. Ayrıca çok sayıdaki gönüllü de para yardımında bulundu. Bunlardan biri de Antik Yunan hayranı İngiliz Lord Byron’du. Lord Byron ve bir İngiliz miralayı isyanın en şiddetli yıllarında oldukça yüklü bir parayla Misolinki’ye gitti ve orada Rumlara para yardımı yaparak isyanları teşvik etti (BOA. 926/40255, HAT). İngiltere dış politika olarak her ne kadar isyanlara karşı gibi görünse de, İngiltere’nin asilere para ve yardım göndererek teşvik ettiği ve Misolinki’ye giden Lord Byron’un Rumları kışkırtarak Karlıili asilerine yardım için elinden gelen yardımı yaptığı belgelerden anlaşılmaktadır (BOA. 928/40290-D, HAT). Bu durum, İngiliz dış politikasının gerçek yüzünü de açıkça göstermektedir. 


Mora’daki isyanlar 1824 yılında şiddetini arttırarak devam etti. Buna karşın Osmanlı Devleti, asilerle mücadelede birlik içinde değildi ve belirli bir düzen içinde hareket etmiyordu. Bu nedenle Rum asiler üzerine yapılan harekâtların çoğu başarısızlıkla sonuçlanmaktaydı (BOA. 874/38787-L, HAT). Mora’da çıkan isyanların bastırılamaması üzerine Kavalalı Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa Mora valisi olarak tayin edildi. Fakat Mora’ya vali tayin edilen İbrahim Paşa’nın kuvvetleri bölgeye zamanda ulaşamadığından istenilen başarı da sağlanamadı. Rumeli Valisi Derviş Paşa’nın Babıâli’ye bildirdiğine göre, Rum asilere karşı başarısızlığın bir nedeni de, askerlerin daha önceki askerlere göre istekli savaşmamalarıydı (BOA. 901/39557, HAT). 


Bununla birlikte Babıâli’ye, Arnavut askerinin hazır ulûfeye alışık olduğundan iş görmediği, Türk paşaları yanında hizmet etmedikleri, Arnavut paşaların da devlete bir hayrı olmadığının ve Mora isyanının bastırılması için ayağı çarıklı valilere ihtiyaç olduğu yönünde şikâyetler gitmekteydi (BOA. 636/31344-B, HAT). Ağustos 1824’te, Eğriboz ve Misolinki bölgelerinde Rumlarla olan çatışmalar çok şiddetli geçti. Ordunun yarısı sıtma hastalığına yakalandığından ve yeni asker beklendiğinden, Salye yolunu ellerinde tutan asilere karşı başarı sağlanamadı. 


Bununla birlikte Osmanlı kuvvetleri, para ve malzeme sıkıntısı çekmekteydi. Bu  durumda yavaş hareket edilmekte ve müdahale gecikmekteydi. Askerlerin zamanında yetişememesi üzerine asiler güçlerini iyice arttırdı (BOA. 906/39723-B, HAT). Böylece 1825 yılı başlarında, Rumların saldırılarının yoğunlaştığı ve Mora’nın merkezi Tropoliçe’de zor anların yaşandığı dönemde bütün ümitler İbrahim Paşa’ya ve Mısır donanmasına bağlandı (BOA. 926/4024-A, HAT). İbrahim Paşa, önemli başarılar elde etti. İbrahim Paşa kuvvetlerinin Mora’daki başarıları ve asi Rumların yenilgileri Avrupa diplomasisini de harekete geçirdi. Rum asileri yatıştırmak için Osmanlı Devleti’ne açıklamalarda bulunmak üzere biri Rus, diğeri Fransız iki subay Bükreş’e gitti (BOA. 1140/45339, HAT). 


Böylece Rum ayaklanması 1825 yılından itibaren uluslar arası bir nitelik kazandı (Armaoğlu: 174). Avrupalı devletlerin işlerine karışmasından hoşlanmayan Osmanlı Devleti, Rum isyanını durdurmak için denizden beslenen eşkıyanın önü kesilmesini yeterli buluyordu. Bu nedenle İbrahim Paşa denizden Çamlıca’yı ele geçirirken, karadan da Atina’nın ele geçirilmesi gerekmekteydi (BOA. 942/40665-B, HAT). Bu plan doğrultusunda İbrahim Paşa, Koron’da Rumların isyanını bastırdı. Mora’ya yönelen İbrahim Paşa, Navarin’i kuşattı. Bu haber, Rumlar arasında büyük bir heyecan yarattı. Çamados adında bir Rum kaptan, Navarin’i kurtarmak için süvarisi bulunduğu hafif donanmayla harekete geçti. Navarin önünde bulunan Sefakya adacığını ele geçirdi. 


Fakat Süleyman Paşa ve topçu bölüğü bu adacığı topa tutarak barınılamayacak hale getirdi. Böylece Çamados çekilmek zorunda kaldı. Navarin Mısır askeri tarafından ele geçirildi. Fakat bu sırada Mısırlıların çok sayıda gemisi de battı. 18 Mayıs tarihinde Navarin halkı teslim olmak zorunda kaldı. İbrahim Paşa, Kolokotrones’in kumandası altındaki Rum çetelerini dağıttı ve Kalamata ile Tropoliçe’yi ele geçirdi. Böylece İbrahim Paşa, Nopli hariç bütün Mora Yarımadası’na egemen oldu (Driault: 191,192).


1827 yılında, Osmanlı-Mısır donanması isyanı tam yatıştırmak üzereyken Avrupalı Devletlerin işe karışması isyanı yeni bir döneme girdirdi. Mehmet Ali Paşa’nın Mora seferi, İngiltere’nin hoşuna gitmiyordu. Mora ve Girit valiliği kendisine verilen Mehmet Ali Paşa’nın Doğu Akdeniz’de yerleşmesi İngilizlerin çıkarlarına uygun değildi ve bu durum İngilizleri korkutuyordu. İngiltere ve Rusya, İbrahim Paşa’nın sözde zulümlerine son vermek amacıyla St. Petersburg’da görüşmelere başladı. Görüşmeler sonunda 4 Nisan 1827 tarihinde St. Petersburg Protokolü imzalandı. Buna göre Yunanistan, Osmanlı Devletine vergiyle bağlı muhtar bir devlet haline gelecek ve bütün Türkler Yunanistan’dan çıkartılacaktı. 


Bu Protokol, bağımsız bir Yunanistan’ın kurulması yönünde atılan ilk adımdı. Protokol, Avusturya, Prusya ve Fransa’ya da bildirildi. Avusturya ve ardından Prusya Protokolü reddetti. Fransa ise, 1815 yılında kendisine karşı kurulmuş olan Kutsal Birliği parçalamak niyetinde olduğundan Protokole katılmayı düşündüğünü bildirdi. 


Böylece İngiltere, Rusya ve Fransa arasında Londra’da görüşmeler başladı. Üç  devlet arasında 6 Temmuz 1827 tarihinde Londra Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmada, Osmanlı Devleti, St. Petersburg Antlaşması’nı kabul ettiği takdirde, asilerle Babıâli arasında bir mütareke yapılacağı ve Yunanistan devletinin kurulacağı; kabul etmediği takdirde ise, Protokolü imzalayan üç devletin asilere yardım etmekten başka, Osmanlı hükümetini yola getirmek için onu baskı altında bulunduracakları yazmaktaydı (Karal: 116,117). 


Osmanlı Devleti, Londra Antlaşması hükümlerini iç işlerine karışma olarak gördüğünden antlaşmayı reddetti. Bunun üzerine İngiltere, Rusya ve Fransa, Mora’yı abluka altına alarak Navarin’i kuşattı. Üç devlet, İbrahim Paşa’ya bir ateşkes teklif etti. Fakat İbrahim Paşa, İngiliz amirali Cardington ve müttefikler tarafından yapılan ateşkes teklifini, Padişah’tan emir almadıkça kabul edemeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine üç ülkenin amiralleri, İbrahim Paşa’ya bir ültimatom göndererek, Türk ve Mısır donanmalarıyla askerlerin Yunanistan’dan çıkmalarını istedi. 


Fakat ültimatom kabul edilmedi (Karal: 118). Mısır donanmasının Navarin Limanı’na ulaşmasından bir süre sonra Fransızların ve İngilizlerin 22 savaş gemisi de Navarin’e gitti (BOA. 1050/43278-B, HAT). İngilizler Osmanlı donanmasının hareket alanlarını kısıtlamaya başladı. Bunun üzerine Mora Valisi İbrahim Paşa ve kuvvetlerinin Çamlıca-Suluca tarafına donanmayla gitmesi emredildi. Fakat Navarin önünde 28 savaş gemisi bulunduğundan ve onlarla savaşmak gerekebileceğinden donanma hareket edemedi (BOA. 849/38071, HAT). Ayrıca Navarin önündeki 28 parça İngiliz savaş gemisi, eğer Osmanlı-Mısır donanması hareket edecek olursa bunu engelleyeceklerini bildirmişti. İbrahim Paşa da, Babıâli’ye, Osmanlı donanmasının bunlarla savaşa girecek kadar güçlü olmadığını bildirdi (BOA. 849/38071-C, HAT). 


Amiral Cadrington kumandasındaki İngiliz gemileri, Amiral Rigny kumandasındaki Fransız gemileri ve kendilerine daha sonra katılan Amiral Heyden kumandasındaki Rus donanması 25 Eylül tarihinde İbrahim Paşa’yla bir mütareke yaptı. Buna göre, Osmanlı Donanması Navarin’de kalacaktı. Bunun üzerine İngiliz ve Fransız donanmaları Zanta ve Milo adalarına çekilecekti (Gökbilgin: 134). Mart 1828 tarihinde Mora Valisi İbrahim Paşa’dan Mısır valisine gönderilen bir tezkirede, Fransız ve İngiliz savaş gemilerinin Navarin ve civarında deniz yoluyla gıda yardımı gönderilmesini engelledikleri belirtilmektedir (BOA. 1087/44248-C, HAT). 


Bunun üzerine Osmanlı donanması Çamlıca Adası’na doğru hareket etti. Fakat Osmanlı- Mısır donanmasının bir savaşa gücü yoktu. Temmuz 1828 tarihinde, Osmanlı Donanması, Mısır ve Tunus gemilerinin kaptanlarının ortak kararıyla imzalanıp  gönderilen dilekçe bunun en açık kanıtlarındandır. Bu dilekçede, Navarin Limanı İngiliz gemileriyle kuşatıldığından bunun dışına çıkarak savaşa katılmaya donanmanın gücünün olmadığı belirtilmiştir (BOA. 849/38071-D, HAT). İngiliz, Fransız ve Rus müttefik gemileri Mora’da harekâtın kesin bir şekilde durdurulması için Amiral Rigny’in emriyle Osmanlı-Mısır donanması yaktı. Böylece Mısır gemileriyle birlikte 57 gemi ve 6.000 denizci kaybedildi (Gökbilgin: 134). 


Navarin olayından sonra Mehmet Ali Paşa Mora’daki Mısır kuvvetlerini geri çekmeye karar verdi. Fakat bunu yapamadı. İngiltere, Fransa ve Rusya 19 Temmuz 1829 tarihinde, Londra’da kabul ettikleri bir protokolle Fransa’nın Mora’ya bir kuvvet çıkarmasına karar verdi. Böylece çaresiz kalan Mısır kuvvetleri ve İbrahim Paşa, 3 Ağustos 1829 tarihinde, Fransa’yla bir antlaşma yaparak geri çekilmek zorunda kaldı (Armaoğlu: 185). 





IV. SONUÇ 


1821 yılında Rumların Mora Yarımadası’nda başlattıkları isyan, Yunan Devleti’nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. İsyanın başlamasında, özellikle Rusya etkin rol oynamıştır. Avrupalı Devletler, kendi çıkarları doğrultusunda Antik Yunan’a  duydukları ilginin de etkisiyle Rumlara her türlü maddi ve manevi yardımda bulunmuştur. Osmanlı Devleti ilk başlarda isyanı ciddiye almasa da isyanın diğer adalara sıçraması üzerine Mısır donanmasından yardım istemiş ve isyanın direncini kırmayı başarmıştır. Fakat isyana Avrupalı Devletlerin el atması ve konunun ulusalar arası bir boyut kazanmasıyla dengeler değişmiş ve isyan Osmanlı Devleti’nin aleyhinde ilerlemiştir. 


Binlerce Müslüman Türk hatta Ortodoks olmayan Hıristiyan ve Musevi’nin ölmesiyle sonuçlanan Mora isyanının başarısı, sadece Sakız ve Girit adalarında yaşayan Rumları cesaretlendirmemiş, Balkanlar’da yaşayan diğer milletlere de örnek olmuştur. Rumların amacı, eşitliksiz, adaletsizlik ya da ekonomik zorlukları giderecek önlemlerin alınması değildi. Zira öyle olsaydı kendi mezhepleri ve dinleri dışındaki insanları öldürmezler, toplu katliamlar yapmazlardı. Rumlar, kendi millet ve mezhepleri dışındaki herkesi ya öldürmüş, ya göçe zorlamış ya da evlerini yakmıştı. Bu da isyanın etnik bir karakter taşıdığını göstermektedir. 


19. Yüzyıl başında Sırplar, birçok kez ayaklanmalarına ve bazı haklar elde etmelerine rağmen bağımsız bir devlet kurmayı başaramamıştır. Oysaki Avrupa devletleri ve kamuoyunu arkalarına alan Rumlar, ilk kez bir isyan sonucunda ulusal bir devlet kurmayı başarmıştır. Mora, Yunan Devleti’nin kurulduğu yerdir. Bu nedenle isyanın başladığı gün hâlâ ulusal bağımsızlık günü olarak kutlanmaktadır. 



KAYNAKÇA
-Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, Cilt 6, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1994.
-Anderson, M. Smith, Doğu Sorunu 1774- 1923, (Çeviri İdil Eser), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul
2001.
-Armaoğlu, Fahir, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789- 1914), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara
1999.
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 841/37873, HAT.
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 927/40280-C, HAT.
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 192/9350, HAT.
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 868/38618, HAT.
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 957/41080, HAT.
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 960/41187-B, HAT.
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 960/41187, HAT.
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 38789-F, HAT.
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 844/37931, HAT.
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 926/40255, HAT.
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 928/40290-D, HAT.
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 874/38787-L, HAT
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 901/39557, HAT.
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 636/31344-B, HAT.
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 906/39723-B, HAT.
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 926/4024-A, HAT.
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 1140/45339, HAT.
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 942/40665-B, HAT.
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 1050/43278-B, HAT.
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 849/38071, HAT.
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 849/38071-C, HAT.
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 1087/44248-C, HAT.
-Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, 849/38071-D, HAT.
-Bees, Nikos, “Mora Maddesi”, İslam Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları
-Castellan, Georges, Balkan Tarihi, (Çeviri Ayşegül Yaraman-Başbuğu), Milliyet Yayınları, İstanbul 1995.
-Driault, Edovard, Şark Meselesi, Gazi Üniversitesi Yayınlar, Ankara 2003.
-Gökbilgin Tayyip, “Navarin Maddesi”, İslam Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları
-Jelavich, Barbara, Balkanlar Tarihi: 18. ve 19. Yüzyıllar, Küre Yayınları, İstanbul 2006.
-Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, Cilt 5, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1994.
-Mustafa Nuri Paşa, Netayücü’l Vukuat: Kurumları ve Örgütleriyle Osmanlı Tarihi, (Yayına Hazırlayan Neşet Çağatay), Cilt 3- 4, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1987.
-Sonyel, Selahi, “ Yunan Ayaklanması Günlerinde Mora’daki Türkler Nasıl Yok Edildiler?”,
Belleten, Cilt LXII, Sayı 233, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1988.

-Şahin, Süreyya, Fener Patrikhanesi ve Türkiye, Ötüken Yayınları, İstanbul 1996.
PDF 












HATIRLA !!!



 "1821 Nisan tarihine kadar Mora Yarımadası’nda yaşayan 50.000 kadar Müslüman’dan bir teki bile kalmamıştır. Müslüman Türkler ya kaçmış ya da Rumlar tarafından öldürülmüştür. İngiliz yazar St. Clair, bu konuda şunları yazmıştır:

Yunanistan’ın Türkleri pek az iz bıraktılar. 1821 yılı ilkbaharında ani olarak, tümüyle ve dünyanın haberi olmadan yok edildiler” (Sonyel, 1988: 111). Ortodoks Rumlar sadece Müslüman Türkleri değil, diğer milletlerden olanları da öldürüyordu. 5 Ekim 1821 tarihinde, 35. 0000 Türk ve Arnavut, Musevi ve diğer milletlerin yaşadığı Tropoli-
çe’de de 10.000 kişi katledildi. Ocak 1822 tarihinde Akrokorint kentinde 1.500’den
fazla Müslüman öldürüldü. Böylece Rum ayaklanması, 1822 yılı yazına kadar
Türk, Rum, Musevi, Arnavut ve diğer milletlerden olmak üzere 50.000 kişinin
ölümüne neden oldu (Sonyel: 113- 115)










Balkanlarda, Türkler birbirinden farklı iki devrede etkili olmuşlardır. Birinci devrenin kahramanları orta Asya’dan hareketle Karadeniz’in kuzeyinden geçip Tuna boyuna ve Balkanlara gelen Şamanist Türkler ikinci devrenin kahramanları ise Anadolu Türkleri’dir. Balkanlara ilk gelen Türkler Hun’lardır (M.S. 375). Ardından Avarlar, Bulgarlar, Kumanlar ve Peçenekler 4.asırdan 8.asra kadar aralıksız olarak Orta Avrupa’ya ve Balkanlara yerleşerek Türk kültürünün yayılmasını sağlamaya çalıştılar.Bulgar Türkleri zamanla slavlaşmış Peçeneklerin de bir kısmı (Bizansa sığınanlar) hristiyanlaşmıştı. Balkanlara gelen son şamanist Türk kavim Kumanlar da, zamanla hristiyanlığı kabul ettiler. 


Anadolu Türklerinin Balkanlar’da ilk yerleşmesi, 1264 yılında Selçuklulardan İzzeddin Keykavus’un Bizans’a kaçıp sığınması olayıyla ilgilidir. Bizans imparatoru ona ve askerine yerleşmesi için Dobruca ilini tahsis etti. Bunun üzerine Anadolu’dan kendisine taraftar olan bir göçebe Türk grubu Saru Saltuk Dede ile beraber Dobruca’ya geçtiler. 


Dobruca Türklerin bir kısmı Bulgarların saldırıları üzerine (1307-1311) Anadolu'ya geri geldi,kalanları ise hristiyanlaştılar .Bundan sonra Batı Anadolu’yu fetheden Aydın, Saruhan ve Karesi beyliklerinin, Ege denizini geçerek Balkanlara yaptıkları akınlar gelir. Aydınoğlu Gazi Umur 1332’de Bizans’ın müttefiki olarak Balkanlar’da faaliyetlerde bulundu. Ne var ki Latinlerin Ege kıyılarındaki faaliyetleri, Aydınoğullarının Rumeli’deki faaliyetlerini engelledi ve yerlerini Osmanlı beylerinin almalarına fırsat verdi.Karadeniz’in kuzeyinden gelen Türkler’e oranla Anadolu’dan gelen müslüman Türkler kendi dil ve kültürlerini saklamayı başarmışlardır .Prof. Halil İnalcık ve Prof. İbrahim Kafesoğlu’nun araştırmalarına göre 13.asır içinde Balkan yarımadasına büyük oranda Türkler yerleşmişlerdi.









Mora Yarımadası, bugünkü Yunanistan'ın güneyinde, ülkenin bir kısmını oluşturan, Avrupa kıtasına bağlı olan ve Ege Denizi'nde bulunan yarımadadır (1893'ten beridir teknik olarak ada). Adanın ismi Batı dilleri ve Yunanca'da Peloponnesos 'tur. 1893'te yarımada Corinth Kanalı ile anakaradan ayrılmıştır yani insan eliyle adaya dönüştürülmüştür. Mora Yarımadası Fatih Sultan Mehmet zamanında fethedilmiştir.









Osmanlı belgeseli Yunanistan'ı kızdırdı

Yunanlıların Osmanlı'ya isyanını anlatan belgesel '1821', komşuyu karıştırdı. Reyting rekoru kıran dizide Yunan resmi tarihi yerle bir edildi.Siyasetçiler, tarihçiler ve özellikle kilise, Sky TV’de 8 bölümde yayımlanan ve Yunan ihtilalindeki bir sürü ‘mito’yu çürüten belgesel dizi ‘1821’e ateş püskürdü. Yunanlı, İngiliz, Hollandalı ve Türk (Prof. Fikret Adanır) tarihçilerin yer aldığı ‘1821’de, Yunanlıların 4 asır boyunca Osmanlı egemenliği dönemindeki yaşamı ile ilgili ‘resmi tarih’e taban tabana zıt bir tablo çizildi. Okullarda da okutulan ‘resmi tarih’ Yunanlıların ‘esaret altında büyük baskılara ve Osmanlı’nın barbarlıklarına maruz kalarak yaşadıklarından’ bahsederken, dizide şunlar belirtildi:

- Özellikle 15 ve 16. yüzyılda Yunanlılar çok zenginleşti.
- Dinlerine, okullarına kimse dokunmadı. Yunanlı çocukların mağaralardaki ‘krifo sholio’da (gizli okul) eğitildikleri yalandır.
- Fatih Sultan Mehmet, Bizans hayranıydı.
- Osmanlı’yı tek ilgilendiren şey vergilerin toplanmasıydı.
- Türk ile Yunanlılar birlikte yaşıyor, evlilikler yapıyordu.
- Türklerin olumlu hiçbir şey yapmayan barbar bir halk olduğu iddiası gerçek dışıdır.
- Yunanlılar geleneklerini değiştirmişlerdi. Yemeklerini iskemlede değil, yerde yiyorlardı. Kadınlar örtülüydü. Batılı giyinenler, Batılı davrananlar hiç sevilmiyordu.
- Osmanlı sayesinde, Yunanlı çiftçiler Hıristiyan çiftlik ağalarının sömürüsünden kurtuldu.

İhtilal nasıl başladı?

‘Resmi tarihte’ ihtilalin başlatılması ‘haklı bir davanın ilk kıvılcımı’ olarak gösterilirken, ihtilale katılanlar ‘dağlara çıkan ve özgürlük ateşi ile tutuşan kahramanlar’ diye tanıtılıyor. Belgeselde bu iddialar çürütüldü:

Peloponez’de (Mora Yarımadası) ilk tepkiler Osmanlı’nın vergileri arttırmasıyla başladı. Yunanlılar fakirleşti. Vergi ödememek için ovaları terk ederek Osmanlı devletinin zor ulaşabileceği dağlık bölgelere yerleşti.

Dağlık kesimde yaşam zordu. Çünkü ‘kleftes’ler (Yunanlı çapulcular) insanlara rahat nefes aldırmıyordu.

Korku içindeki Yunanlıların imdadına Osmanlı yetişti. Osmanlılar ve Yunanlılar birlikte ‘kleftes’leri yakalayıp öldürdü.

İlk isyanı kışkırtan, 1770’te Mani şehrine gelen Rus çariçesinin adamları Orlof kardeşlerdi. Yunanlıların büyük bölümü Orloflara kulak asmadı. Bu isyan teşebbüsünde binlerce Yunanlı öldü, 20 bini de esir alınıp köle olarak satıldı.

‘Ayıptır be!’

Reyting rekoru kıran ‘1821’ , Yunan parlamentosuna konu oldu. Aşırı milliyetçi Laos partisi milletvekilleri, belgeselin yalanlarla dolu olduğunu iddia ederek, Yunan devlet TV’sinin (ERT) derhal yeni belgesel çekmesini istedi. Selanik metropoliti Anthimos ise “Utandım, ayıptır be” dedi. Dizinin sponsorluğunu ise başkanını hükümetin atadığı National Bank Of Greece’in (NBG) üstlenmesi de tepkilere yol açtı.

‘Patrikhane ihtilali lanetlemişti’

Yunan resmi tarihi Osmanlı’nın Yunanistan’da önemli bir kültür mirası bırakmadığı şeklindedir. Dizide bu iddia da çürütülerek, 1832’de kurulan Yunan devletinin Osmanlı’yı hatırlatan hemen her şeyi yok ettiği vurgulandı.

Fener Patrikhanesi’nin Yunan ihtilalindeki rolü hakkında ise dizide “Patrik 5. Grigorios ihtilali lanetledi ve İpsilantis’i aforoz etti. Grigorios aynı zamanda ‘Padişahın iktidarı Tanrı’nın emridir. Buna karşı çıkan dinimize karşı çıkar’ dedi. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Patrikhane adeta ‘Hıristiyanların bakanlığı’ gibi hareket ediyordu. Büyük imtiyazları vardı” denildi.

‘Yunanistan’da Türkleştirme yaşanmadı’

‘Resmi’ Yunan tarihinde Osmanlı döneminde Yunanlıların ölüm tehdidi ile İslamlaştırıldıkları iddia edilirken, belgesel dizide aksi görüş savunuldu; “İsteyen din değiştiriyordu. Bunun başlıca nedeni de ekonomik idi. Bazı Hıristiyanlar, Müslümanların sahip oldukları ekonomik imtiyazlara sahip olabilmek için din değiştirdi” denildi.

Mora’da büyük katliamlar oldu

Dizide Yunan ihtilalinin, 1789 Fransız ihtilalinden etkilendiği ve eski Yunan medeniyeti hayranı Batılılarca desteklenerek başlatıldığı anlatıldı.

- Peloponez’de (Mora) isyan için bölgedeki Osmanlı askerlerinin Ali Paşa isyanını bastırmak için Yanya’ya gitmelerinden yararlanıldı.
- Papazlar “İnançsız Müslümanları yok edin” vaazı verdi.
- Asırlarca iç içe yaşayan Yunanlılar, silahsız Türklere saldırdı. Birkaç günde 20 bin Türk öldürüldü.
- Tripoliça’da büyük katliamlar işlendi. Kuşatmada Türkler yiyecekleri bitince, köpekleri ve hatta birbirlerini yemek zorunda kaldı. Kale zapt edilince 2 bin kadın ve çocuk kayalıklardan atıldı.
- Peloponez’de nüfusun yüzde 10’u Türk idi. Onca asır burada Türkler birbirleri ile Türkçe değil Yunanca konuşuyordu. Geriye canlı tek bir Türk bile kalmadı.
- Tripoliça’ya saldırı, ihtilalin sivil lideri Rus çarının koruması Aleksandros İpsilantis’in kardeşi Dimitris ile askeri lider Theodoros Kolokotronis’in ganimet paylaşımı için anlaşınca gerçekleşti. İhtilalde çıkar her zaman büyük rol oynadı. Asker parayla toplatıldı. 1 aylık askerliğe 1 dönüm toprak veriliyordu.


RADİKAL-2011










Mora’da Yunan Zulmü



1821′de Rumların Mora ve civarında, adalarda isyanlarına dair çok etkileyici bir kitap okuyorum bu günlerde. Doç. Dr. Ali Fuat Örenç hocanın “Balkanlarda İlk Dram, Unuttuğumuz Mora Türkleri ve Eyaletten Bağımsızlığa Yunanistan” adlı kitabını okurken kan dondurucu sahnelerle karşılaştım.

Kısaca Rum isyanını özetlersek; 1821′den 1830′a kadar Rumlar özellikle kilise önderliğinde Mora’da isyana başladılar. İsyan Rumların yaşadığı bölgelerin çoğuna sıçradı. İsyanı bastırmak için Osmanlı kara ordusu ve donanması kullandı, ancak istenilen başarı sağlanamadı. Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve oğlu İbrahim paşa vasıtasıyla eğitimli “Cihadiye” birliklerinden yararlanıldı. Mısır askerlerinin isyanı bastırmak için devreye girmesiyle Osmanlı birçok bölgede isyancıları ele geçirdi ve kuşatma altındaki Müslüman ahaliyi kurtardı. Ancak Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın bölgede güçlenmesini istemeyen Avrupa, bunu bahane ederek isyanı Avrupa sorunu haline getirdiler.

İsyana Avrupalı birçok devlet el altından silah ve erzak desteği verirken, kendi subaylarıyla da isyanı teknik anlamda destekliyordu. İsyanda 100 binlerce Müslüman’ın kadın, çocuk demeden ve hiçbir vicdan azabı duyulmadan katledilmesi Avrupa tarafından görülmek istenen bir durum değildi. Onlara göre 400 yıl esir hayatı yaşamış bir milletin Müslümanlara kininin doğal bir tezahürüydü. Nasıl bir esaret ki, hem bölgede toprakla ve ticaretle meşgul olabiliyorlar, kiliseleri olabiliyor ve içlerinden birçoğu sarayda önemli görevlere gelebiliyor, sormak lazım.

Müslümanların, kana susamış ve vahşi Rum isyancılar tarafından katledilmesini betimleyen satırları kitaptan okumalısınız. Bütün bu vahşeti: kadınların ırzına geçilmesini, çocukların anne-babalarının gözü önünde öldürülmesini, teslim olan binlerce Müslüman Türk’ün saatler içinde vahşice öldürülmesini okurken neler hissedilebilir!

Avrupa kamuoyu bütün bu vahşete kendince bir kılıf bulmuş. Ya da vahşeti betimleyen bazı tanıkların kitaplarını yok etmek için çabalamışlar. Ancak bugün birçok Avrupalının tanıklığıyla biliyoruz ki, Rum isyanı sırasında 100 binlerce Müslüman Türk ahali hunharca öldürülmüş, kafataslarından piramitler yağılmıştır.


Yunanistan’ın bugün içine düştüğü duruma zaten acımıyordum. Kitabı okuduktan “bin beter olsunlar” diyesim geldi. Zulümle âbâd olunmaz. Devletleri kanla kuruldu. Bugün hepsinin ataları bu vahşette öyle ya da böyle rol almışlardır. Eğer çok kötü duruma düşerlerse onlara yardım edecek Avrupa ve Amerika gibi “kandaş ve kindar” hamileri var tabii. Ama Kıbrıs’ı, Ege adalarını ve Mora’yı satın alabiliriz, hiç de fena olmaz.İçimdeki sadece kızgınlık değil. Tarihin yanlış anlaşılmasına, hatta hiç bilinmeyip Rumları dost görmeye uğraşanların ahmaklığına kederleniyorum. Ermeni soykırımı laflarını üreten Avrupalı ve Amerikalı zihinler, Mora Türklerini neden unutturuyorlar acaba!







Balkanlarda İlk Dram, Unuttuğumuz Mora Türkleri ve Eyaletten Bağımsızlığa Yunanistan
Ali Fuat Örenç





Bütün dünyanın gözleri önünde Avrupa’da katledilen Türkleri çok çabuk unuttuk. Dünyanın Türklerden özür dilemesini gerektiren sayısız sebepten sadece biri MORA. Osmanlı’dan bağımsızlık hayaliyle yola çıkan Rum Filiki Eterya ihtilal örgütünün 1814’de başlattığı macera, 1821’de hayal olmaktan çıktı, 3 Şubat 1830’da, yani sadece 16 yıl gibi kısa bir sonra gerçeklerle buluştu. Elbette bu maceranın başarıya ulaşmasında Helen dostu Avrupalıların gayretleri, Rum isyancıların hayallerinin çok ötesinde bir değer taşıyordu. Böylece ilk defa olarak Osmanlı Balkanında bir Hıristiyan devlet bağımsızlık kazanırken, fethinden itibaren Ege Denizi’nde mutlak Osmanlı egemenliği de yine ilk defa olarak kısıtlanmış oluyordu.


Rum isyanı kısa sürede acımasız bir din ve ırk savaşı haline dönüştü. Avrupa’dan maddi-manevi destek gören Rumlar, hedeflerinin Mora’da bir tek Türk kalmayana kadar savaşmak olduğunu en başında açıkça ilan ettiler. Olaylara şahit olan Avrupalı yazarların anlattıklarına göre, isyan bölgelerinde öyle anlar yaşanmıştı ki, Türkler için bazen ölüm kurtuluş oluyordu.


Osmanlı’nın Mora Müslümanları olarak tanımladığı zümre, isyan bittiğinde tamamen tarih sahnesinden silinmiş durumdaydı. Yaşama şansı bulan Mora Türkleri ise imparatorluğun çeşitli yerlerinde zor şartlarda hayatlarını devam ettirdiler. O dönemde muhacir organizasyonu yapacak resmî bir kurumun olmayışı, bu ilk Yunanistan göçmenlerinin acılarını daha da derinleştirdi.


İsyanın bitiminde Yunanistan’daki Türk emlak ve vakıfları tasfiye edilirken, bölgedeki asırlık Türk medeniyeti izleri de sonsuza kadar silinmiş oluyordu. Bu eser, Türk-Yunan ilişkilerinin tarihî seyrindeki kırılma noktalarını, objektif-bilimsel kriterlerle ve birincil kaynaklar eşliğinde incelemesi bakımından, şüphesiz günümüz problemlerinin çözümüne ışık tutacak önemdedir.








"BATI TRAKYA DA TÜRK OLMAK-
SINIRLAR ARASINDA BANU AVAR" : izlenmeli...





VE BÜTÜN AVRUPA BU KATLİAMA SESSİZ KALARAK 
İZLEMEKLE YETİNDİ. "