Translate

9 Ağustos 2012 Perşembe

SİNEMA : 5 FINGERS - ANKARA CASUSU /1952

BEYAZ PERDENİN BÜYÜSÜ İLE TÜRKİYE 'DE ÇEKİLMİŞ FİLMLER /5


5 FINGERS yada FİVE FİNGERS /1952 / ABD
YÖNETMEN : Joseph L. Mankiewicz
James Mason, Danielle Darrieux

FİLM HAKKINDA

Yıl 1944, II.Dünya Savaşı döneminde Ankara’dayız. İngiliz büyükelçisinin sınıf atlamak isteyen uşağı olan CİCERO (James Mason) aslında çok sinsi ve çift taraflı çalışan bir casustur. Ayrıca kocasını ve servetini kaybetmiş alımlı bir kontesle evlenip rahat ve mutlu bir hayata kavuşmak ister. İngiliz hükümetinin çok gizli belge ve fotoğraflarını NAZİ Almanlarına nakit karşılığında satar … 

Gerçek bir hikayeden uyarlanmış ,gerilim dolu bu casusluk filmi, usta yönetmen Joseph Mankiewicz’e Oscar adaylığı getirdi; senarist Michael Wilson’a ise Altın Küre kazandırdı. Müziği ise daha sonraları Hitchcock ile çalışmaları sayesinde ün kazanacak Bernard Hermann tarafından bestelendi. 

Fragmanında ise İstanbul gözükür. ?!?!




İlk sahnesi Ankara ? Sokaklarında kovalamaca; Cicero and the British ile başlayan kısa kısa 6 sahne-tıklayın.



AMERİKALILAR BUNU FİLME ÇEKMEDEN ÖNCE TÜRKLER FİLMİNİ YAPMIŞTI. :)
Film ‘in Adı: Ankara Casusu Çiçero
Yönetmen: Mehmet Muhtar
Görüntü Yönetmeni: Coni Kurteşoğlu
Senaryo: Mehmet Muhtar
Oyuncular: Atıf Kaptan, Kadir Savun, Vedat Karaokçu, Münir Ceyhan, Kemal Emin Bara, Berrin Aydan, Rana Şuna, Hasan Çelik
Yapım: 1951, Türkiye
Yapımcı: Kemal İşmen





Lakin ne TC ne de ABD yapımı filmlerin tamamını bulamadım.


***

BİR ANKARA ANISI

Savaşta beş yüz metre ötemde geçenlerle ilgili, babamın anlattıkları, Ankara’nın “yaşayan tarihi” Avukat Halil Makaracı’nın tuttuğu notlar, Altan Öymen’in paha biçilmez birikimin sığamadığı “Bir Dönem Bir Çocuk” kitabı, gazeteci Murat Yetkin’in paylaştığı bilgiler, Ankara araştırmacısı sevgili dostum Koray Özalp’in koleksiyonundan ilk defa gün yüzüne çıkarmaya razı olduğu Nazi bayraklı Alman Sefareti fotoğrafı, unutulmaz “Piknik”in efsane kurucusu Reşat Önat’ın anlattıkları, mimar Yalçın Oğuz’un Çiçero’dan bizzat dinledikleri ve diğer dokümanları süzgecimden geçirip, gelecek kuşaklara minik bilgiler aktarmak istiyorum.
ALMAN SEFARETİ / ANKARA
Atatürk Bulvarı, Çankaya’ya doğru sefaretler bulvarıdır. 1930’lu yıllarda Alman Sefareti’nde gamalı haçlı bayrak dalgalanırken, savaşla birlikte Bulgaristan, İtalya gibi Alman müttefiki ülkelerin de bulunduğu bulvar sefaretlerinde Nazi rüzgarları esmekteydi. Almanlar, Kızılay’daki Özen Pastanesi'ne geldiklerinde, hele savaşta bir başarı elde etmişlerse hep birlikte Lili Marleen’i söylerlerdi. O sırada ortalıkta hiç İngiliz gözükmezdi. Savaşın dengeleri değiştiğinde ise artık Özen Pastanesi'nin müşterileri Lili Marleen’i söyleyen İngilizlerdi.

Lili Marleen aslında Birinci Dünya Savaşı’nda, 1915’te Rus Cephesi’ne savaşmaya giden Alman askeri Hans Leip’in, manavın kızı Lili ve cephede bir ikindi sisinde kaybolup giden Marleen isimli hemşire için yazdığı şiirdi. 1938’de Norbert Schultze tarafından bestelenmiş, Nazi propaganda sekreteri Joseph Goebbels tarafından beğenilmemiş ve sözleri değiştirilmek istenmişti. Şarkıyı söyleyen Lale Andersen bunu reddetmiş ve orijinal hali, yani “fenerin altında, sevdiğini bekleyen kızın şarkısı”, bütün yasaklamalara rağmen dilden dile dolaşmaya başlamıştı.

Ve savaş sırasında lisandan bağımsız olarak her iki taraf askerlerinin de efsane şarkısı olmuştu. Her iki cephede de, her iki tarafın askeri hastanelerinde de Lili Marleen çalıyordu.

Franz Von Papen ;
Birinci Dünya Savaşı’nda, Washington’da Almanya’nın askeri ateşesiydi. Fakat silah üretimiyle ilgili bir sabotaj planlayıcısı olması nedeniyle Amerika’yı terk etmek zorunda kalmıştı. Daha sonra Filistin’e, Osmanlı Orduları’na danışman olarak gönderilmişti. Bu sırada İrlanda ve Hindistan’daki bir takım sabotaj eylemlerinin planlayıcılarındandı.

Savaştan sonra Katolik Merkez Partisi’ne katılmış ve büyük bir sürpriz olarak 31 Mayıs 1932’de Cumhurbaşkanı Paul Von Hindenburg tarafından Almanya Başbakanı olarak görevlendirilmişti. Daha sonra Nazi Partisi ve Adolf Hitler’e yakınlaşmaya başlamış ve en sonunda Hinderburg’u, Hitler’i 30 Ocak 1933’te başbakan olarak ataması için ikna etmiş, kendisi de başbakan yardımcısı olmuştu.

1934’te Hitler döneminde siyasi cinayetler Almanya’yı kasıp kavururken başbakan yardımcılığından alınmış, Avusturya Büyükelçiliği’ne getirilmiş ve Avusturya’nın 10 Nisan 1938’de Almanya topraklarına katılmasında önemli rol oynamıştı.

1939’a gelindiğine 1944’e kadar sürecek Ankara Büyükelçiliği görevi başlamıştı. Görevi ağırdı. Türkiye’yi Mihver Ülkeleri safına çekemese bile tarafsız kalmasını sağlamaya çalışacaktı.

1 Eylül 1939’da Almanlar’ın Polonya’ya girmesiyle İkinci Dünya Savaşı fiilen başladı. Sovyetler Birliği de doğudan Polonya’ya girerken, Almanya yıllar sonra tersane işçiliğinden cumhurbaşkanlığına gidecek bir düş yolunun yolcusu Lech Walesa’nın çıkacağı Danzig’e (Gdansk’a) kadar Polonya’yı işgal etti.

24 Şubat 1942’de, Ankara’da ekmek karneyle dağıtılır, geceleri karartma uygulanır, sokaklarda farları mavi boyalı araçlar dolaşır, bekçiler ışık sızan evdekileri uyarırken, Almanya Büyükelçisi Von Papen, topraklarına katılmış olan Çekoslavakya’nın ikametgah olarak kullandığı sefaretinden çıkmış, eşi ile birlikte Atatürk Bulvarı’nda yürüye yürüye Almanya Sefareti’ne gidiyordu.

Ancak kendisini yolda, tabancalı ve elinde bomba bulunan bir suikastçı bekliyordu. Telaşlanan suikastçı, daha silahını kullanamadan elindeki bomba büyük bir gürültüyle patlayarak havaya uçuyor ve parçaları çevredeki bahçe duvarlarına, dallara yayılıyordu. Yere düşen Von Papen dizi ve elinden hafifçe yaralanıyor, eşi ise yara almadan kurtuluyordu. Bombanın sesi Çankaya, Kavaklıdere Bağları, Yenişehir, hatta Hergele Meydanı’ndan (İtfaiye Meydanı) bile duyuluyordu.

Ankara’da henüz dip dibe yüksek binalar olmadığından, İtfaiye Meydanı’ndan fırlayan itfaiye araçlarının çaldığı meşin saplı pirinç kampanaların sesi dört bir yanı sarmıştı; Ankara’lılar merak ve korkuyla karışık Bulvar’a koşuyorlardı.

Savaşın hassasiyeti nedeniyle bu suikastle ilgili yayın yasağı konmuştu. Bu konuda yayını sadece Anadolu Ajansı yapabiliyordu. Suikastçının Sırbistan doğumlu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi Ömer Tokat isimli Üsküp’lü bir göçmen olduğu belirlenmişti. O sırada Ankara bu kadar büyük bir metropol olmadığı için Vali Nevzat Tandoğan, bütün taksicilerden, binen ve inenlerle ilgili bilgileri toplatabilmiş, suikastçının iki Türk işbirlikçisi de Anafartalar Karakolu’nda görevli taharri memurlarınca Çanakkale’de bir şilebe binmeye çalışırlarken yakalanabilmişti.

Ömer Tokat, Sovyetler Birliği’nin İstanbul’daki konsolosluğunda görevli Pavlov ve Kornilov tarafından suikast için eğitilmişti. Elindeki tahrip gücü yüksek bombanın, Von Papen’i silahla öldürdükten sonra kaçıp kurtulabilmesi için atacağı basit bir sis bombası olduğu söylenerek kandırılmıştı.

Kamu davası açılmıştı. Anafartalar Caddesi’nde bulunan eski Adliye Sarayı’ndaki ağır ceza davasına Türkçe bilmeyen Pavlov, Kornilov tercüman aracılığıyla yargılanırlarken, 2004 yılında bunları bana anlatan o zamanın genç hukuk fakültesi öğrencisi Halil Makaracı da, Muzaffer Akdağ, Mahmut Hekimoğlu, Fevzi Kotay, Münür Ekşi gibi hukuk fakültesinden sınıf arkadaşları ile birlikte duruşmaları izliyordu.

Cumhuriyet Gazetesi’nden Doğan Nadi, Ulus Gazetesi’nden Mümtaz Faik Fenik, yine Ulus Gazetesi’nden Şinasi Nahit Berker, Vatan Gazetesi’nden Ahmet Emin Yalman, Zaman Gazetesi’nden Etem İzzet Benice, Son Posta Gazetesi’nden Selim Ragıp Emeç, Vakit Gazetesi’nden Hakkı Tarık Us gibi gazeteciler de, ağır ceza mahkemesi reisinin Emin Yoldaş ve Cumhuriyet savcısının iki yardımcısıyla Kemal Bora’nın olduğu duruşmaların izleyicilerindendi.

Yargılama sonunda sanıklar suçlu bulunmuş, Pavlov ve Kornilov önce yirmişer yıl, sonra da tarafların verilen mahkumiyet kararını Yargıtay’da temyizi sonucu on altı buçukar yıla; iki Türk işbirlikçi ise onar yıl hapse mahkum edilmişlerdi. İki ülke arasındaki sert tartışmalar başlamıştı. Sovyetler Birliği, hadiseyi Almanların kendilerinin düzenlediğini iddia ediyor, Türkiye ise bunun Türkiye ile Almanya’nın arasının bozulmasını isteyen Sovyetler Birliği’nce düzenlendiğini iddia ediyordu.

Derken Pavlov ve Kornilov diplomatik temaslar sonucunda 1944 yılında cezai sürelerini tamamlamadan ülkelerine iade ediliyorlardı.

Gelelim Çiçero olayına;


Çiçero, yani İlyas Bazna (Elyesa Bazna) İkinci Dünya Savaşı’nın en gizemli casusuydu. “Yüz yılın casusu” olarak da anılacak İlyas Bazna, bir Arnavut göçmeniydi ve İngiltere’nin büyükelçisi Sir Hudge Knatchbull-Hugessen'in kavasıydı; yani sefirin bütün işlerine koşturan çok yakın adamı.

Daha önceden Ankara’daki Yugoslayya Sefareti’nin, sonra da mektupları okuduğu için kovulduğu Alman Dışişleri Bakanı Joachim Von Ribbentrop’un eniştesi diplomat Albert Jenke’nin uşağıydı. Derken 1942’de İngiliz Sefareti’nde çalışmaya başlamış ve sefirin büyük güvenini kazanmıştı. Öyle ki, sefir banyosunu yaparken şarkılar söyleyerek sırtını yıkayacak kadar yakını olmuştu.

Aslında hep bir opera şarkıcısı olmayı istemiş ama ömrü kahyalıkla geçmiş İlyas Bazna belki büyük servet sahibi olabilmek arzusuyla, belki de babasının ölümünden sorumlu tuttuğu İngilizlere nefretinden, artık casusluk yapmaya, bunun için de İngilizlerden elde edeceği gizli bilgileri Almanlara satmaya karar vermişti. 26 Ekim 1943 akşamı eski patronu, Alman Sefareti birinci sekreteri Jenke vasıtasıyla, Von Papen’in adamlarından, istihbaratçı Ludwig Moyzisch’le temas kurdu. “Ari ırk”tan olduğunu kanıtlayamadığı için SS üyeliği düşürülmüş Nazi Moyzisch, “Diello” ismiyle tanıtılan İlyas Bazna’nın teklifini Von Papen’e, o da bu teklifi Berlin’e iletti.

29 Ekim 1943’de Cumhuriyet Bayramı kutlamaları sırasında Berlin’den onay geldi; Von Papen’in taktığı “Çiçero” kod adıyla Bazna, Almanya hesabına casusluk faaliyetlerine başlayabilirdi.

Almanların kendisine verdikleri yüz vatlık flaşı olan küçük bir Leica fotoğraf makinesi ile gizli belgelerin fotoğraflarını çekecekti.

İngiliz sefir gizli belgelerin durduğu kasanın anahtarını hep boynunda taşıyordu. Mimar Yalçın Oğuz’un Çiçero’nun bizzat kendisinden 1963 Ağustosunda Münih’teki “Norbad Havuzlu Bahçe”sinde dinlediklerine göre, Çiçero önce balmumundan yumuşak bir ağda hazırlamıştı. Bunu kendisine Almanlar öğretmişti.

Hugessen’in sırtını sabunlarken hissettirmeden boynundaki kasa anahtarının mumla ölçüsünü almış, anahtarı çoğaltmış ve sefir her sabah yıkanırken ya da her öğleden sonra piyano çalarken gizlice kasayı açıp dokümanların fotoğraflarını çekmeye başlamıştı.

Fotoğrafları Moyzisch’e bir arabada veriyor, karşılığında başlangıç için yirmi bin İngiliz Sterlini alıyordu. Belgeler özel kurye ile Berlin’e gönderiliyor, Ribbentrop da derhal Hitler’e sunuyordu.

Derken Çiçero, Sofya’nın bombalanması, Moskova, Kahire, Tahran konferansları, Sovyetler Birliği’ne gidecek yardımlar ve kod adı Overlod Operasyonu olan Normandiya Çıkartması’nın planları gibi İkinci Dünya Savaşı’nın kaderini değiştirecek belgelerin fotoğraflarını da Almanlar’a ulaştırmaya başladı. Bunun karşılığında Von Papen’den toplam üç yüz bin Sterlinlik bir servet aldı.

Ancak bu efsane casusluk hiç kimsenin işine yaramadı.

Berlin, başta Reich’ın Dışişleri Bakanı Von Ribbentrop olmak üzere, ikili oynayan bir casus olabileceği endişesiyle, Çiçero’nun elde ettiği belgelere güvenmedi. Hitler, 1943 Aralık ayında Çiçero‘nun dokümanlarıyla dolu konferans salonunda, müttefiklerin çıkarmasının batıdan değil, Balkanlar’dan ya da Norveç’ten geleceğini söylüyordu.

Bu yanılgı, Çiçero’nun paha biçilmez bilgilerine güvenmemek, kendilerine koca savaşı kaybettirdi.

1944’e gelindiğinde İngiliz Sefareti’nde önlemler arttırılmıştı, Çiçero artık yeni alarm sistemini atlatmak için çok dikkatli bir şekilde sigortaları çıkartarak çalışıyordu. 6 Nisan’da Moyzisch’in sekreteri Nele Kapp’ın Amerika’ya kaçması ve aslında bir ajan olduğunun anlaşılmasından sonra, deşifre olacağı korkusuyla paçaları tutuşmuştu.

Büyük casusluk servetiyle önce İstanbul’a sonra Arjantin’e kaçtı.

Ve orada acı gerçekle karşılaştı;
Von Papen’den aldığı bütün paralar sahteydi.

Almanlar, İngiliz ekonomisini çökertmek için Berlin yakınlarındaki Sachesenhausen’deki toplama kampında gerçeğinden ayırt edilemeyen sahte İngiliz Sterlini basıyorlardı ve yüzyılın casusunun Arjantin’e getirdiği paraların değeri sıfırdı.

Beş parasız İlyas Bazna, savaş sonrası Almanya’yı mahkemeye verdi, hatta küçük bir miktar tazminat da alabildi; ancak esas parayı, 1960’larda anılarını sattığı Stern dergisinden ve yazdığı “Ben Çiçero’ydum” kitabından kazanabildi.

Yine de 1970’te, Münih’te 66 yaşında, yoksul bir gece bekçisi olarak öldü.


*İlyas Bazna casusluk yaptığı yıllarda Von Papen’in taktığı kod adının Çiçero olduğunu bilmiyordu. Hatta, kendisinin Çiçero olduğunu ancak 1950’de, sefarette belgeleri teslim ettiği Moyzisch’in tüm yargılamaların ardından inzivaya çekildiği Tirol Alpleri’nde yazdığı anılarından ve yine 1950’de, İngilizlerin artık bu casusluk olayını açıklamasıyla öğrenebildi.


ALINTIDIR : Düş hekimi Yalçın Ergir.

**********

CİCERO HAKKINDA ve NELE : 
AMERİKAN İSTİHBARAT SERVİSİNDE

Ludwig Carl Moyzisch (Nazi casusu ,Alman Konsolosluğunda Eski Ataşe /Ankara-Türkiye) 1950 yılında "OPERASYON CİCERO" isimli bir kitap yazar. (( CİECERO'nun gerçek adı Elyesa Bazna / İlyas Bazna'dır ve Arnavut göçmenidir. ))



CİCERO OPERASYON , II.Dünya savaşı sırasında Ankara'da geçen ve en iyi casusluk hikayelerinden biridir .
Bu olaya sadece Naziler ve İngilizler değil Amerikalılar da karışmıştır.Gerçi CİCERO OPERASYONU hiçbir zaman amacına ulaşamamıştır.

CİCERO lakabı Almanlar tarafından Türkiye'deki İngiliz Büyükelçisinin uşağına verilmiş olup, İngilizlerin gizli bilgilerini Almanlara çok büyük meblağlara sattığı doğrudur. Belgeler kullanılmadan önce ,bir kadın tarafından bu haber sızdırılır ve CİCERO OPERASYONU başarısızlığa uğrar.

L.C.Moyzisch tarafından kitaplaştırılan bu hikaye böylece halkın bilgisine sunulmuştur. Five Fİngers olarak filme çeken The Studio One ,hikayeyi o dönemde Ankara'nın Alman Büyükelçisi Franz von Papen ile American Press'te çalışan Allen Dulles'e onaylatarak sinemaya taşımıştır. Ayrıca Herr von Papen ve Mr.Dulles kitabın başka bölümleride olabileceğini söylemişlerdir.

O bölümlerin ne olduğunu bilmiyoruz, hiç bir zaman da ortaya çıkmamıştır. Belki de bu ,CİCERO'ya bir uyarı olarak söylenmiş olabilir, çünkü olayların ucunda bir kadının hayatı söz konusuydu. Amerikalılar tarafından Nazi casusu olan bu kadın Türkiye'den Amerika'ya kaçırılacaktı. Almanlar onun ölü yada diri ele geçirilmesini istiyordu.

Kitapta Moyzisch, Cicero Operasyonun, Alman büyükelçisinin sekreterliğini yapan ve histerik olan Elizabeth tarafından düşürüldüğünü söyler. Kendisi Cicero'yu İngilizlere bildirmiştir. Moyzisch haklı olabilir , lakin hikayesinde birkaç detay eksiktir.

Elizabeth'in gerçek adı NELE KAPP'tır. Babası bir Alman diplomat ve savaş zamanında Sofya'nın da Alman Konsolusudur. Nele'nin Ankara'ya gitmesine babası ön ayak olmuştur. Nele ve babası Nazi taraftarı değildi ama bunu saklıyorlardı. Çok iyi İngilizce konuşan Nele, Calcutta ve Cleveland'ta çok iyi bir eğitim almış ve daha sonra da Stuttgart'ta hemşire olarak çalışmıştır. Azimli çalışmaları sayesinde Diplomatların servisine verilen Nele babasının yanına gönderilir. Sofya'ya geldiğinde depresyonda olduğunu fark eden babası onu Ankara'ya aldırır. Yani Moyzisch'in yazdığından daha fazla histerik durumdadır.

Nele'nin aklına yatan bu transfer işi ona bir umut verir. Herşeyden uzaklaşmak isteyen kadın ,Almanların gizli bilgilerini özgürlüğü için satmayı düşünür. İlk irtibatını da Alman-Yahudisi olan Dişçisi ile yapar. Nazi meslektaşlarının bir çoğu dişçiye kötü davrandığı için de , dişçi onu hastası olan ve dış işlerinde çalışan bir Amerikalı ile görüştürür.

Nele Amerikalıya babasının ve kendisinin anti Nazi olduğunu ve bilgiler karşılığında Türkiye'den Amerika'ya gitmek istediğini söyler.

Yabancılar servisindekiler "Amerikalılar hiç bir şey için söz veremez, ama eğer kendisi kararlıysa, herhangi bir problem olduğunda da sonuçlarına katlanmak zorunda" der. Nele sonuçta bir Almandır ve Naziler için çalışmaktadır. Böylece yabancılar servisi olayı Amerika Ordu İstihbaratına devreder ve Nele'de antlaşmada üzerine düşeni yerine getirmeye başlar.

Almanlarla görüşmeye gelen CİCERO yüzünden herkes dışarıya çıkarılır, Nele'nin tek bildiği bunun İngilizlerle bir ilgisi olduğudur.
Amerikalılar bu olayı İngilizlere bildirir Böylece CİCERO'nun casusluğu açığa çıkar. İngilizler planlanan operasyonları iptal eder, Almanlarda aslında bunu hiçbir zaman kullanmamışlardır.

Kitap Nele'nin kayboluşu ile biter. Nele aslında Amerikalı kontağı ile görüşür ve kaçış planları hazırlanır.Naziler onun ölü yada diri ele geçirilmesini istemiştir. Ama Amerikalılar sorunu pek çözmek istemez. Histerik krizlerine giren Nele'ye Amerikalı kontağı (daha sonra arkadaşı olan) yardımcı olur.

Bir hafta boyunca Amerikalı iki kadın sekreterin yanında kalır. Saçları siyaha boyanır ve trenle kaçış planları yapılır.
Almanlar olayı duymuştur, lakin Toros Ekspresin kuzeykolu İstanbul'a, güneykolu Suriye'den Bağdat'a gitmektedir. İstasyonda her yer Nazi kaynar ,ama Nele'yi bulamazlar. Aslında trene yetişemeyen Nele arabayla Ayaş kasabasına götürülür ve buradan kuzeykolu olan Toros Ekspresine bindirilir.

Aslında İstanbul'a gitmeyecektir, Balıkesir'de bir İngiliz kampı bulunmakta ve orada inip küçük bir tekneyle Yunan adalarına oradan da Kıbrıs ve Mısır'a götürelecektir. (her ne kadar Türkiye savaşta tarafsız olsa da, burada Uçuş eğitimi verilen bir İngiliz Havayolları vardır.)

Kahire'ye geldiğinde bir esir kampında tutulan Nele çok kızar ve Ankara'da ona yardımcı olan Amerikalı arkadaşına bir mektup yazar. Ki bu arkadaşı da yetkililer tarafından soruşturulmaktadır. Olaylar çözüme kavuşunca, Nele , Elizabeth olarak hayatına devam ettiği Amerika'ya gönderilir. En son bilinen yeri de Kalifornia'dır. Yazar onunla irtibatın kesildiğini, bunu Elizabeth'in geçmişi unutmak istediği için olduğunu belirtir.

Peki CİCERO'ya ne oldu ? Tam anlamıyla kaybolmamıştı. Savaştan sonra birgün ,tekrar Alman Konsolosluğuna gider ve ona Nazilerin verdiği paranın sahte olduğunu söyler ve tekrar para ister. Küçük işlerde, arasıra Türk İstihbaratı için çalışmıştır. Ama yalnız ve fakir olarak Ankara'da ölmüştür.

Dorothy J. Heatts / Amerikan istihbaratı

***
Her iki kaynak ta farklı bir ölüm yeri söylüyor, ama önemli değil. Sonuçta zamanında olayları epey bir karıştırmış. 
Eğer Almanlar onun getirdiklerini kullansaydı belki de Savaştan galip çıkan Almanlar olacaktı. 

CİCERO tarihte bir kırılma yapmıştı. 
Kader mi , tesadüf mü, asla bilemeyeceğiz.



İyi Seyirler,


SB.

Marlene Dietrich Lili Marleen'i söylerken