“Türkiye’yi yağmaya gelen 1919 yılının sömürgecilerine
karşı kabaran öfke, o yılların öfkesidir;
o yılların hiddetidir.
Ama bugün de sömürgeciliğe karşı duyulabilecek
öfkenin aynıdır elbette.”
Samim Kocagöz
SAMİM KOCAGÖZ |
13 Şubat 1916'da Aydın'ın Söke ilçesinde doğdu. 5 Eylül 1993'te İzmir'de yaşamını yitirdi. 1942'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. 1942-1945 arasında Lozan Ünivesitesi'nde sanat tarihi eğitimi aldı. Türkiye'ye döndükten sonra bir süre İzmir Ticaret Okulu'nda edebiyat, Devlet Konservatuvarı'nda sanat tarihi dersleri verdi. Söke'de çiftçilikle uğraştı. 1950'den sonra İzmir'e yerleşti.
İlk romanı İkinci Dünya 1938'de yayınlandı. Servet-i Fünun Uyanış, Ses, Hep, Bu Topraktan, Vatan, Fikirler, Yenilikler, Yeditepe gibi dergilerle Demokrat İzmir gazetesinde yayınlanan öyküleriyle ünlendi.
1950'de Yeni İstanbul gazetesi ve New York Herald Tribune gazetesinin ortaklaşa düzenlediği Dünya Hikaye Yarışması'nda "Sam Amca" öyküsüyle birincilik kazandı. Güçlü gözlemlerine dayanarak köy ve kasaba insanlarının sorunlarını, günlük yaşamlarını ve duygularını yalın bir dil ve gerçekçi tutumla yansıttı.
Ölümünden sonra adına bir öykü ödülü kondu.
ESERLERİNDEN BAZILARI
İkinci Dünya (1938) Telli Kavak (1941)
Bir Şehri İki Kapısı (1948) Sığınak (1946)
Yılan Hikayesi (1954) Cihan Şoförü (1954)
Onbinlerin Dönüşü (1957) Ahmet'in Kuzuları (1958)
Kalpaklılar (1962) Yolun Üstündeki Kaya(1964)
Doludizgin (1963) Yağmurdaki Kız (1967)
Bir Karış Toprak (1964) Alandaki Delikanlı (1978)
Bir Çift Öküz (1970)
İzmir'in İçinde (1973)
Tartışma (1974)
Eski Toprak (1988)
***
KALPAKLILAR
“Düşman donanması açıklarda demirlemiş, iki harp gemisi rıhtıma biraz daha yaklaşmıştı... Güvertedeki askerler ellerini, şapkalarını sallıyor, marşlar söylüyorlardı... Mavili beyazlı elbiseler giymiş genç kızlar, ellerinde çiçekler, vapurlardaki askerlere öpücükler yolluyorlardı.”
İngilizlerin güdümündeki Yunan ordusu 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal ederken genel manzara böyleydi. Ta ki karaya ayak basan ilk Yunan askerlerinin ortasına bir el bombası atılana kadar. Bombayı atan gazeteci Hasan Tahsin, “Dövüşe ben başlıyorum, siz devam edeceksiniz” diyecek kadar emindi çaktığı bu ilk kıvılcımın tüm ülkeyi saracağından.
Yanılmamıştı da: İzmir bir sembol oldu, bayrak oldu, taştı Anadolu’nun içlerinden. Cephelerde Mehmet’ler, dağlarda efeler, her türlü imkânı kullanarak askerlere cephane taşıyan kadınlar, tüm Anadolu tek yürek oldu, başkaldırdı işgalcilere ve onların işbirlikçilerine.
Kalpaklılar, belgelere dayandılarak işlenen bir destan: İşgal altındaki topraklardan Kuvayı Milliye’nin doğuşuna, cephelerdeki çarpışmalardan gerici ayaklanmalara kadar Kurtuluş Savaşı’nın, bir ulusun bağımsızlık için verdiği mücadelenin gerçek destanı. Bu destan, Kalpaklılar’la bir bütün oluşturan Doludizgin’le devam ediyor.
DOLUDİZGİN / Kalpaklılar'ın Devamı
“Alayın ikmal merkezinde bir kaynaşma vardı. Derviş Çavuş kan ter içinde neferlerle beraber, gerilerden gelen incecik bir yolun üstündeki bir kağnıdan cephane sandıklarını indiriyordu… Tekerleğin birinin yanına genç bir kadın oturmuştu… Parlak, fakat yorgun gözleri mat yeşil ışıldıyordu. Kucağında altı aylık kadar bir çocuk vardı. Çocuk çıplak ayaklarını toprağa uzatmış, ellerini anasının omzuna koymuş, durmadan iki tarafına bakınıyordu. Kadın kağnısının boşaltılmasını bekliyordu. Kumandanın yaklaştığını görünce toparlanmak istedi.
Komutan, ‘Rahatına bak kızım…’ diye yaklaştı, çocuğu okşadı. ‘Bunun adı ne bakayım?’ Kadın, yeşil mat gözlerini kaldırdı; yanık yüzü aydınlandı. ‘Mehmet!’ karşılığını verdi.
Kumandan çömeldi. Çocuğun ellerini tuttu: ‘Korkumuz kalmadı gayri’ dedi, ‘demek cepheye bir Mehmet daha geldi.’”
Kalpaklılar’la bir bütün oluşturan Doludizgin,Kurtuluş Savaşı’nın son evresini şiirsel bir dille anlatan belgesel nitelikte bir roman. Kuvayı Milliye’nin düzenli ordulara dönüşerek topyekûn karşı saldırıya geçtiği, vatan topraklarını istilacıların elinden karış karış geri alarak, İzmir’e ulaştığı, eşi benzeri görülmemiş bir ulusal mücadelenin romanı.
ESKİ TÜFEK
Birinci Dünya Savaşı'na, Türkiye'nin ilk komünist partisinin kurulmasına fiilen tanıklık etmiş bir yazar ve çevirmendir Kemal Çığ. Kelimenin tam anlamıyla bir "eski tüfek"tir anlayacağınız. Marksizmi en iyi bilen çevirmen olarak ünlenmiştir.
51 Tevkifatı'ndan, ülkenin daha sonraki çalkantılı dönemlerinden de nasibini almıştır doğal olarak. 1970 yılında, son çevirdiği kitap nedeniyle yargılandığı davadan beraat edince, Güney Ege'de bir sahil köyüne yerleşirler karısıyla birlikte. Kitaplara, gazetelere, sosyalizme adanmış bir yaşamdan sonra bu köy ve köylüler yepyeni bir soluk olur yaşlı adam için. Ancak ülke yeniden çalkantılı bir döneme girmiştir ve 12 Mart Darbesi kapıdadır. Üniversitelerde gençler, fabrikalarda işçiler, kısacası toplumun her kesimi kıpırdanmaktadır.
Ülkemizdeki sol hareketin hangi aşamalardan geçtiğini ve kuşaklar arasındaki farklılığı vurgulaması açısından önemli olduğu kadar, duru anlatımı ve ılık atmosferiyle de etkileyici, okuru saran bir roman.
İZMİR'İN İÇİNDE
Kurtuluş Savaşı gazisi, emekli bir albay ve İzmirli zengin bir ailenin ilişkileri çerçevesinde Demokrat Parti’nin baskıcı yönetiminin son yıllarıyla 27 Mayıs’a geliş sürecini ele alan ve Türkiye’nin dönüm noktalarından birini yansıtan bir roman.
Emekli bir albayın oğlu olan Emre, İzmir’in tanınmış tüccar ailelerinden birinin kızıyla nişanlıdır ve bu zengin ailenin şirketinde memur olarak çalışmaktadır. Devir, “her mahallede bir milyoner” yaratma, ülke kaynaklarını peşkeş çekme, zenginlerin varlıklarına varlık katma devridir. Devir fırsatçıların devridir. Emre nişanlısının ailesini daha yakından tanıdıkça, aldığı eğitim, sorumluluk bilinci ve dürüstlüğüyle hiç uyuşmayan başka hesapların döndüğünü fark edecek ve toplumdaki bölünmüşlüğe yakından tanık olacaktır.
Dönemin siyasi çalkantılarının yanı sıra toplumun farklı kesimlerinden gelen tepkilerin gerçekçi bir üslupla işlendiği İzmir’in İçinde, Milli Mücadele yıllarına önemli ölçüde gönderme yaparak tarihsel bir akışı da okurla paylaşıyor.
ONBİNLERİN DÖNÜŞÜ
1930'ların Almanya'sında hızla yükselişe geçen Nazizm, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de yankı bularak, toplumun tüm kesimlerinde bir hareketlenmeye, kaynaşmaya neden olmuş, yoğunluk kazanan milliyetçilik hareketleri ve fikir ayrılıkları üniversite çevrelerine de yayılmıştır.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde öğrenim gören Recep ve Halit dünyaya bakış açılarıyla birbirlerine benzeseler de, duygusal açıdan farklı iki arkadaştır. Recep idealleri peşinde koşup, memleket uğruna mücadele verirken, Halit tutulduğu aşkın peşinden giderek toplumdan, yurt sorunlarından uzaklaşır. Ancak Halit zamanla yanıldığını, onca zenginliğin, paranın ve uyumsuz birlikteliğin mutluluk getirmediğini görecek, amaçsız bir yaşamın getirdiği umutsuzluğa ve vicdan azabına göğüs germeye çalışacaktır. İnsanın kim olduğunu yaptığı seçimlerin belirlediğini kavrayan Halit için geçen zamanı geri almak artık mümkün değildir. Ama yine de seçebileceği bir yol vardır.
İkinci Dünya Savaşı sürecinin Türkiye'deki yansımalarına ışık tutan, sorumluluk bilincini, yurt ve millet sevgisini şoven duygulardan arındırarak ön plana çıkaran sürükleyici bir roman.
TARTIŞMA
“Biz halktan bu denli koptuk mu?
Hani haziranda tankların üzerinden atlayan işçi kardeşlerimiz?
Hani bizi destekleyen köylülerimiz?
Hani partili, partisiz aydınlarımız!”
1960’larda Türkiye’de esen ilerici rüzgârların ivme kazandırdığı sol hareketin kendi içinde yaşadığı çekişmeler ve bunların yol açtığı bölünmeler, ardından yaşanan tamiri imkânsız ve hâlâ yüzleşemediğimiz büyük acılar...
Genç-yaşlı devrimcilerin, aydınların üzerindeki baskılar, örgütlerin arasına sızan ajanlar, kışkırtmalar ve yönlendirmeler, romantik gençliğin dipsiz bir uçuruma sürüklenmesi... Daha güzel bir dünya için yola çıkanların, “Kahrolsun emperyalizm! Yaşasın tam bağımsız Türkiye!” diye haykıranların hiç ayrım gözetilmeksizin tutuklandığı, kıyımdan geçirildiği bir dönem ve öldürmeye kararlı güçlerin gerçekleştirdiği Kızıldere katliamı...
Ve bir daha belini doğrultamayacak olan demokrasi!
Türkiye’nin en çok tartışılan yakın tarihine ışık tutan Tartışma, Samim Kocagöz’ün kendi yaşamından yola çıkarak kaleme aldığı, Türkiye İşçi Partisi içinde yaşanan mücadeleyi, üniversitelerde yaşanan çatışmaları ve ülkeyi 12 Mart Darbesi’ne götüren süreci sorguladığı bir roman; yaşananlardan herkesin kendine bir pay çıkarması, bu sürecin sorumluluğunu üstlenmesi gerektiğini dile getiren bir eleştiri, özeleştiri.
“Silahlı çatışmalarda yalnız silahların sesi duyulur ortalıkta; silahların sesi de birbirine benzer...”
MOR ÖTESİ
( Ordu Yönetime El Koydu )
On yılda bir askeri darbelerle kesintiye uğrayan Türkiye demokrasisi, belki de en büyük yıkımı12 Eylül 1980 Darbesi'yle yaşadı. Bilanço çok ağırdı. Bu sefer sadece aydınlar, devrimciler değil, toplumun hemen hemen tüm kesimleri darbe almıştı. Tüm toplumsal hakları budayan bir anayasa onaylanmış, YÖK sayesinde üniversitelerin özerkliği yok edilmiş, bilim insanları, akademisyenler fakültelerinden, kürsülerinden uzaklaştırılmış, bilimsel tarafsızlık rafa kaldırılmış, Türk-İslam sentezi tüm araştırmaların, öğretilerin merkezine oturmuş, ilk ve ortaöğretimde din dersleri zorunlu hale getirilmiş, "orta direği kalkındırma" vaatleriyle iktidara gelenler orta direğin belini iyice bükmüş, "benim memurum işini bilir" anlayışı göz göre göre yerleşmişti.
Tüm ahlaki değerlerin böylesine kısa süre içerisinde altüst olması, doğal olarak toplumsal bir erozyona yol açacaktı, açtı da.
Mantar gibi türeyen yeni zenginler, içi boşaltılan eğitim, yozlaşan toplum ve bu çarpık gerçekliğe bir türlü alışamayan, ayak uyduramayan bir kesim…
1987 Ferit Oğuz Bayır Roman Ödülü'nün sahibi Mor Ötesi Türkiye'nin yakın tarihini ele alırken altüst olan dengelere, toplumun nasıl muhafazakârlaştığına, sermayenin nasıl el değiştirdiğine ve ülkenin bugünlere geliş sürecine de ışık tutan, etkileyici bir roman.
***
Çukurova denince Orhan Kemal ve Yaşar Kemal
Sökeovası denince Samim Kocagöz gelmez mi aklınıza?
Okunmaları, okutulmaları gereken kitaplardır bunlar.
Geçmişi iyi okuyan , geleceğe sağlam basar...
SB.
***