Translate

MİTLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
MİTLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Nisan 2014 Salı

KYBELE VE ATTİS






Kybele ile İskit başlığı ve çobanlık asası ile oturan Attis
Dört aslan tarafından çekilen arabanın etrafında dans eden Koribantes'ler (Corybantes)

Parabiago tabağından detay - Gümüş, MS.200-400 
Milan'da bulunmuştur - Archaeological Museum of Milan



Koribantes'ler ; Apollo ile Musalardan Thalia'nın oğulları. Anatanrıça Kybele'nin rahipleri, Asya kökenli (Britannica Encyclopaedia). Sayıları ve adları zaman zaman değişir. 


"Ey karanlık diyarı Kureta'ların,
Girit'te Zeus'un doğduğu kutsal mağaralar!
Orada icat ettiler, benim için,
üç sorguçlu miğfer giyen Korybant'lar
çembere gerilen deriyi.
Orada karıştı çoşkun davul sesleri,
Phyrgia kavallarının tatlı nefeslerine
Korybant'lar davulu Rhea anamıza verdiler
Bakkha'ların çığlıkları arasında
gümberdesin diye."


Euripides; Bakkha'lar Tragedyası'ndan



Kureta'lar Giritli anatanrıça Rhea'nın, Korybant'lar da Phrygialı anatanrıça Kybele'nin rahipleridir. Burada iki ana tanrıçanın ve onun hizmetinde bulunan efsanelik rahiplerin de birbirine karıştığını görürüz. 

Korybas Lydia ya da Phyrgia dilinde ilkin Attis'e verilen bir addır. Kureta'lar ise Zeus efsanesinde rol oynayan cinlerdir. Toprağın oğulları oldukları söylenir :

Rhea Girit'in Lyktos mağarasında Zeus'u doğurduğu zaman onu Amaltheia adlı nympha'ya teslim eder, Amaltheia da onu keçi sütüyle besleyip büyütür. Ama tanrı bebeğin seslerini Kronos duyup da öbür çocukları gibi Zeus'u da bulup yutmasın diye, Rhea çocuğun çevresinde Kureta'ların çoşkun rakslarla, tunç kalkanlarına vura vura gürültü yapmalarını emretmiş, böylece çocuğun bağrışmalarını emretmiş, çocuğun bağrışmalarını tunç sesleriyle boğuyorlarmış.

Efsaneye göre Kureta'lar iki ya da dokuzmuş. Sonradan Zeus, Kybele ve Dionysos tanrılarının kültleri birbirine karışmış ve Dakty'ler, Korybant'lar ve Kureta'lar, hepsi birden anatanrıça Kybele'nin kültüne bağlanmıştır.

Bu rahipler Kybele ayinlerini baş döndürücü rakslarla , bağrışmalarla, flüt, davul ve tef sesleriyle kutlarlar, gümbürtülü bir vecit içinde kendilerinden geçerek tanrıya karışmayı sağlarlardı.

Azra Erat- Mitoloji Sözlüğü


- Şamanlık
- Kybele/Anadolu kökenlidir / Batılılara göre Asyalı.
- Zeus / Keçi sütü = Herkül / Hera sütü = Yiğit / Anatanrıça, Kurt, At sütü = Türklerde görülür.
- Zeus'un mağarada doğması = Türk halk kültüründeki mağara kültü, Hz.İsa 
- Attis/ Anadolu kökenli - ölüp dirilmesi = Adonis-Osiris-Dionysos-Hz.İsa / 


Kışın sona erdiği ve baharın resmen başladığı , genç ve yakışıklı "Tanrı", mevsimlerin değişimiyle dönemsel olarak ölür ve tekrar dirilir. Ekinoks kutlamalarının kökeni de Sümerler'e kadar uzanır.


Tarih kronolojisine göre ; 
Yunan mitleri diğer uygarlıklardan alıntıdır 
NOKTA







HOŞGELDİN BAHAR









1 Ocak 2014 Çarşamba

MUTLU YILLAR DÜNYA




YENİ BİR YILDA DOĞACAK GÜNEŞ UMUT DOLU OLSUN ... 



AURORA, ŞAFAK TANRICASI 
ROMA - MS 1.-2.yy
Dünyayı çepeçevre sardığına inanılan 
Okeanos ırmağı kıyısındaki evinden 
her sabah çıkıp, 
güneş tanrısı Helios doğsun diye göğün kapılarını aralar.



_________________





5 Aralık 2013 Perşembe

YARATILIŞ, SUMER, TÜRK ve CENGİZ AYTMATOV



GAİA




CENGİZ AYTMATOV’UN ESERLERİNDE 
YARATILIŞ VE TÜREYİŞ SEMBOLİZMİ VE
SUMER TÜRK MİTOLOJİ BENZERLİĞİ

İlkel insan, tabiat karşısında pasif bir tavır takınmakla yüz yüzedir. Bu tavır onu, kendinden güçlü olan ve erişilmesi mümkün görünmeyen şeylere inanmaya yönlendirir. Aynı zamanda tabiatla iç içe olan ve ona hükmetmenin, onun üzerinde tasarruf hakkı elde etmenin yollarını arayan insan, bu inanma ve tapınmayı değişik 
şekillerde gerçekleştirir. İlkel toplum, tarım toplumu öncesidir. Avcı ve toplayıcı toplumdur. Bu toplumlarda tapınma şekli korku ve sevgiye dayalıdır. Tarım toplumuna geçişte de bu şekiller kendilerini hissettirir. Fırtınaya korkarak, güneşe severek tapınırlar. Dolayısıyla tanrı düşüncesinde bir ikilem belirmiş olur. 

“İnsan, genel mitsel kalıtımların düzenlenmesi olmadan evrendeki yaşamını sürdüremiyor. Gerçekten yaşamın doluluğunun mantıksal düşüncesiyle değil fakat yerel mitolojisinin derinliği ve genişliğiyle doğrudan orantılı olarak ortaya çıktığı görülüyor. Toplumları harekete geçiren, uygarlıklara temel olan, her biri kendi güzelliğine 
ve kendini zorla kabul ettiren bir kadere sahip olan bu asılsız temaların gücü nereden geliyor ve neden insan, yaşamına temel olacak somut bir şey aradığında dünyayı dolduran gerçekleri değil de, hatırlanamayacak kadar eski imgelemlerin mitoslarını seçiyor, hatta dünyanın sunduğu nimetlerden şükranla yararlanmayı seçmek 
yerine gazap dolu bir tanrı adına yaşamı kendisi ve komşuları için cehenneme çeviriyor”

Campell’in ortaya koyduğu bu sorunun cevabını doğrudan ilkel toplumun psikolojisine ya da insanda sürekli var olan mit yaratma ihtiyacına bağlı olarak izah etmekten başka çaremiz yok. Çünkü gerek modern felsefede gerek Yunan ve Roma düşüncesinde 
rastladığımız birçok unsur kendisini bir bakıma ilkel mitolojiye borçludur. Öte yandan bu unsurların daha sonra dinler üzerinde de tesirleri görülmektedir. Bir tufan hadisesini, bir üçleme ve dörtlemeyi (teslis ve anasır-ı erbaa) felsefenin hemen her çağında ve dinlerde kolayca bulabilmekteyiz. İlgi çekici başka bir şey de bu unsurların birçok toplumlarda ortak olmasıdır. Bu da mitolojinin, yerel ve evrensel olmak üzere iki farklı karakteri olduğunu göstermektedir. Yani insanda tabiatı algılayış ve mitoloji yaratma yetisi coğrafi ve kültürel farklılıklara rağmen bir ortaklık arz etmektedir. 


Mitolojisi zengin olan her milletin kendine ait bir kozmogonisi muhakkak vardır


Sümer mitolojisinde evrenin kökeni ile ilgili olarak :

Sümer Tanrılarının bir listesini veren bir tablette adı “deniz” için kullanılan ideogramla yazılan Tanrıça Namnu, “Gök”ü ve Yer’i doğuran ana olarak tasvir edilir. 

Gök, Tanrı An; yer, Tanrıça Ki olarak kişileştirilmiştir; onların birleşmesinden de hava Tanrısı Enlil doğmuştur. Enlil ise Gök ve Yer’i birbirinden ayırarak, Evreni gökle yerin birbirinden hava ile ayrıldığı bir varlık biçimine girmiştir.

Babilonya mitolojisine göre :
Başlangıçta evrenin, tatlı su okyanusu Apsu ile tuzlu su okyanusu Tiamat’ın dışında başka hiçbir şey bulunmuyordu. Bu iki şeyin birleşmesinden de Tanrılar var olurlar. İki Tanrı çifti Lahmu ile Lahumu’nun birleşmesinden Anşar ile Kinşar, yani gökyüzü ile yeryüzü meydana gelir. Anşar ile Kinşar ise Gök-Tanrı Anu ile toprak ve su Tanrısı Nudimmud’u yani Ea’yı diğer adıyla Enki’yi dünyaya getirirler.

Mısır yaratılış mitosuna göre:
Hayatın kaynağı kadim sulardır. Atum-ki -adı Re ve Khepri ile yer değiştirebilir- Kaos’un sularından yükselerek, kuru toprakla üzerinde durabileceği bir tepecik yapar. İlk hayatın çıktığı “Kadim Tepecik” in Güneş Tanrısının evi Hermepolis’te bulunduğu sanılmaktaysa da, bu ayrıcalığın kendilerine ait olduğunu iddia eden başka kutsal yerler de vardır.


Yunan mitolojisine göre: 
İlk önce “Khaos” vardır. Yunanca “uçurum ve sonsuz boşluk” anlamına gelen Khaos, karışık ve hiçbir şekil almamış olan, uçsuz bucaksız boşluğu ve karanlığı ifade etmektedir. Khaos’tan geniş göğüslü her şeyin dayanağı olan “Gaia” (yer) çıkar. 

Sonra sevginin temeli, bütün varlıkları, her şeyi bir birine doğru çeken, birleştiren hayatı kuran, çoğalma sembolü olan “Eros” (aşk) doğar. 

Khaos’tan “Erebos” ve “Gece” doğar. Onlar da birleşerek yerin üst tabakasının ışığı olan “Aither” ve yeryüzünün ışığı olan “Hemera”yı doğururlar. Işık meydana geldikten sonra yaratılış durmadan devam eder. Khaos bunları doğururken Gaia da ölmezlerin yeri ve yıldızlarla bezeli bulunan göğü “Uranus” u doğurur. Ona tamamıyla kendisini kaplasın, içine alsın diye kendi büyüklüğünü verir. Ondan sonra Gaia, yüksek dağları, ahenkli dalgaları bulunan Pontos “deniz”i meydana getirir. Böylelikle evrenin yaratılması tamamlanmış olur. Bundan sonra Tanrıların savaşı ve en son olarak insanın yaratılışı gelir. 


Altay, Yenisey, Yakut ve diğer Türk boyları :
Önemli unsur “başlangıçtaki sonsuz su” inancıdır. Asya ve diğer kıtalardaki başka kültürlerde “başlangıçtaki su” veya “okyanus” kavramları ifade edilmekle birlikte Türk kozmolojisindeki özellikleri taşımamaktadır.

Kuzey Amerika’da yaşayan Kızılderili kabilelerinden Çeyenlerin 
mitolojisine göre : “Başlangıçta hiç bir şey yokmuş ve büyük ruh Maheo boşlukta yaşıyormuş. Maheo etrafına bakmış ama görünürde hiçbir şey yokmuş. Maheo gücüyle göle benzeyen ama tuzlu olan büyük bir su yaratmış”.

Çeyenlere ait bu metinde başlangıçta Tanrı'dan başka hiçbir şey olmadığı, göle benzeyen tuzlu suyun Tanrı tarafından sonradan yaratıldığı ifade edilmektedir. Oysa Türk mitolojisinde Tanrı ve sonsuz su başlangıçta vardır.


Çin mitolojisinde :
Yaratılışın farklı varyantları bulunmaktadır. Bunların birine göre "başlangıçta iki okyanus-biri güneyyde biri kuzeyde- merkezde bir kara parçası vardı.Güney okyanusunun efendisi Shu (dikkatsiz), kuzeydeki okyanusun efendisi Hu (aceleci) ve merkezdeki kara parçasının efendisi Hwuntun (kaos) idi. İki ayrı okyanus ve iki ayrı efendi kavramı burada Türk Mitolojisi ile Çin mitolojisini birbirinden ayırmaktadır. Çin mitolojisindeki yaratılış mitinin ayrı bir varyantı olan "Pan-Ku" ile İskandinav ve İzlanda mitolojilerinde yer alan "Ymir" mitlerinde anlatılan dünyanın bir veya iki devin parçalanmasından oluşması inancı is Türk mitolojisine tamamen yabancıdır.

Bununla beraber Sumer mitolojisindeki başlangıçtaki sonsuz su kavramının Türk mitolojisindeki kavrama yakınlığı ise ilgi çekicidir.

Bunun dışında Başkurtların (Türk Kavmi) ünlü destanı Ural-Batur'ın ilk mısralarını oluşturan dünyanın yaratılışı ile ilgili bölümünde de yine başlangıçtaki sonsuz su kavramı görülmektedir.

Buna göre gerek Altay, gerek Sumer, gerek Başkurt ve diğer Türk mitolojilerindeki yaratılış efsanelerinde yer alan başlangıçtaki sonsuz su kavramı ortak bir motif olarak karşımıza çıkmakta ve diğer milletlerin mitolojisinden bu yönü ile ayrılmaktadır.

Cengiz Aytmatov da Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek adlı hikâyesine bir yaratılış efsanesi ile başlamış; 

“Oysa bir zamanlar bambaşkaydı günler. Şimdi o günlerin nasıl olduğunu söylemek çok zor. Kimse bir şey bilmiyor. Hatta Lura adındaki dişi ördek olmasaydı, dünyanın bambaşka olacağını kimse aklına bile getirmiyor: O ördek olmasaydı, kara ile deniz birbirlerine karşı, birbirlerine düşman olmayacaktı. Çünkü ta başlangıçta, başlangıçların başında, doğada kara diye bir şey yoktu, bir evlek toprak bile yoktu. Her yer sularla kaplıydı. Su, su... her taraf su! Dünya kendi ekseninde dönerken su kendiliğinden ortaya çıkmıştı: 

Dipsiz derinliklerden, karanlık uçurumlardan… dalgalar birbiri ardınca uçsuz bucaksız evreni kuşatmış, dört bucağı kaplamıştı. Dalgaların çıkıp geldiği bir yer olamadığı gibi, gidip yoğalacağı bir yer de yoktu. 

Ve dişi ördek Lura, hani şu herkesin bildiği, bugün bile başımızın üzerinden gaklayarak sürüler halinde uçan yassı gagalı ördek, yapayalnız uçup duruyordu havada. Yumurtasını bırakacağı bir kara parçası arıyor, ama bulamıyordu. Sudan başka bir şey yoktu evrende. Yuva yapabileceği ne bir kamış, ne ufacık bir saz vardı. Lura ördeği gaklaya gaklaya uçuyor, daha fazla dayanamamaktan, yumurtasını dipsiz derinliklere düşürmekten korkuyordu. Nereye gitse, kanatları onu nereye götürse, hep su, su, yine su! Ne kıyısı, ne başlangıcı, ne de sonu vardı o büyük suyun. Lura bitkindi. Dünyada yuvasını yapabileceği hiçbir yer yoktu. 

Lura suların üzerine kondu, göğsünden yolduğu tüylerle bir yuva yaptı kendisine Dünyada toprak, işte bu yüzen yuvadan oluştu. Yavaş yavaş büyüdü. Yavaş yavaş çeşitli yaratıklar çıktı ortaya. Bu yaratıklardan biri olan insan, hepsine üstün geldi. Kayak yaparken karların üzerinde gitmeyi, kayık yaparak sularda dolaşmayı öğrendi. 

Kara ve deniz hayvanlarını avladı. Beslendi ve çoğaldı. Lura ördeği, sonsuz suların ortasında meydana gelen kara parçasında hayatın öylesine zor olacağını nereden bilecekti? Deniz, karanın meydana gelmesine çok kızdı ve o günden beri sakinleşmedi. O günden beri denizle kara arasında savaş sürüp gidiyor. Ve insanoğlu bazen denizle kara, kara ile deniz arasında, çok güç durumlarda kalıyor. Deniz, insanları hiç sevmez, çünkü insanoğlu denizden çok karaya bağlı...”

Cengiz Aytmatov’un eserlerinde mitolojik sembollerden yararlanması tesadüfî değildir. Mitolojik bilinci Aytmatov’un sanat anlayışının şekillenmesinde de doğrudan etkilidir. Etrafındaki insanlar, bütünüyle masal ve efsane yaratmaya meyilli insanlardır. 
Toplum, mitoloji toplumunun bir uzantısıdır. Aytmatov’un eserinin ve sanatının oluşumunda bu toplumun etkisi doğrudandır. Onun etkilendiği en büyük etkenlerden biri de görüldüğü gibi geniş bir perspektife sahip olan Türk mitolojisidir. 

Kozmogoni mitleri köken mitlerinin bir devamıdır ve köken mitlerini sürdürmektedir. İnsanların yaratılışı veya türeyişi de köken mitlerinin ikinci safhasını oluşturmaktadır. Türk mitolojisi ve bazı diğer mitolojilerde insanların türeyişi ile ilgili çok fazla efsane yer almaktadır. Efsanelerin çoğunda iki insanın birleşerek türemeleri olayı çok azdır. İlk bakışta temel çift, bir kadınla erkek cinsiyetinde hayvandan oluşmaktadır. Kadının pasif olması ve toplumda ekonomik bir rol oynamaması dolayısıyla ve de eylemin ve ritüellerin erkil olması yüzünden hayvanın, ışığın, bitkilerin, dölleyici unsurların erkil olması gerektiği sanılmaktadır. Fakat bunun aksi olan çok sayıda örnekler de mevcuttur. Türk mitolojisinde Türklerin türeyişi ile ilgili efsanelerde yer alan en önemli hayvan dişi kurttur. 

Efsanelerde genellikle insanın atasının bir hayvan olduğuna dair bir inanış mevcuttur. Roux, bunun, hayvan biçimselliğinin (zoomorfizm) esas olduğu ve hayvanların uçmak, yüzmek, koku almak, yönelmek, geceleyin görmek gibi Allah vergisi olağanüstü 
yetenekleri itibariyle insanlardan üstün olduğu bir dünyada olağan olduğunu vurgulamaktadır. 

Bir Karagas klanının köstebek soyundan, bir diğerinin balıktan gelmesi, bir Kazak ailesinin baykuş soyundan gelmesi, bazı Buryatların yaban domuzundan gelmesi, Golde klanının kaplan soyundan, Teleutlar ailesinin bir kuzu veya bir kartal soyundan gelmesi ile ilgili inanışlar ait olduğu halkların bu hayvanları kendilerine bir totem olarak kabul etmelerinden ileri gelmektedir. 

Türkler de kendilerine sembol olarak kurdu kabul etmiş, bu hayvanın soyundan geldiklerine veya kurdun kendilerine bir yol gösterici olduklarına inanarak, kurda bir kutsallık atfetmişlerdir. Göktürklerin türeyişiyle ilgili üç önemli efsane bulunmakta ve 
bunların hepsinde de Göktürklerin dişi bir kurttan türediği inancı görülmektedir. Türk mitolojisinde yer alan en önemli efsanelerden biri de şüphesiz Ergenekon efsanesidir. Ama bu efsanede türeme unsuru olarak kurt yer almaz. 

Cengiz Aytmatov’un da, Beyaz Gemi ve Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek adlı eserlerinde, biri Geyik Ana’dan, diğeri Deniz Kızı’ndan türeyişi anlatan iki ayrı efsaneye yer verdiği görülmektedir.

Beyaz Gemi adlı romanda Mümin Dede’nin torununa anlattığı Boynuzlu Maral Ana efsanesi Kırgızların Buğu Boyunun beyaz renkli bir Geyik Ana’dan türediğine ilişkin bir efsanedir. Bu efsaneye göre Yenisey boylarında yaşamakta olan Kırgızlar, bir gün ölen hakanlarını gömmek üzere Yenisey nehrinin kıyısında toplanırlar. Bu sırada düşman kabilelerden biri Kırgız kabilesine saldırır ve Kırgızların toplanmasına bile fırsat vermeden hepsini öldürürler. 

Kırgız kabilesinde, büyüklerinden izin almadan ormana giden bir kız bir erkek çocuğu dışında hiç kimse kalmaz. Geri döndüklerinde ne analarını ne babalarını bulurlar. Daha sonra düşmanların eline geçerler ve düşmanların hakanı, bunları öldürüp Yenisey nehrine atması için topal bir nineye verir. Topal nine tam çocukları nehre 
atacakken yanlarında beyaz bir Geyik Ana peyda olur. Topal nineye insanların iki yavrusunu öldürdüğünü, bu çocukları evlât edinmek istediğini söyler ve onları kendisine vermesini ister. Nineyi ikna eden Geyik Ana, çocukları kendi sütüyle besler ve büyütür. Daha sonra çocukları Kırgızların şimdi yaşadığı Issık-Göl’ün etrafındaki bu topraklara getiren Geyik Ana, onlara yeni vatanlarının burası olduğunu söyler. Çocuklar burada çoğalarak Buğu Boyunu devam ettirirler. 

Buğular Issık–Göl çevresinde büyük ve güçlü bir toplum olurlar ve Boynuzlu Maral Ana’yı kutsal bir varlık olarak görürler. Hangi soydan hangi boydan geldikleri anlaşılsın diye, çadırların girişine maral boynuzu işlemesi koyarlar. 

O zamanlar Issık-Göl ormanları marallarla doludur. Buğular bir maralla karşılaşacak olsalar, hemen atlarından inerler ve ona yol verirler. Bu çok zengin bir Buğu’nun ölümüne kadar böyle sürüp gider. Ölen Buğu’nun oğulları babalarına günler, geceler süren bir yas şöleni düzenlerler. Bu çocuklar babalarının zenginliklerini ve kendi ünlerini tüm dünyaya duyurmak için, babalarının mezarına, kutsal Boynuzlu Maral ana soyundan olduğu anlaşılsın diye bir maral boynuzu dikmek isterler. Avcıları ormana gönderip bir maral vurdurup boynuzunu da mezarın üstüne dikerler. Bu olaydan sonra felâketler birbiri ardınca gelir ve herkes ormanda ak maral avlamaya başlar. 


TİBET/KAYA RESMİ


Her Buğu kendi atasının mezarına bir ak maral boynuzu dikmek için ak maral avlar, sonraları da bu işin ticareti başlatılır. Bunun sonucunda ormandaki maral sayısı azalır ve bu yüzden Boynuzlu Maral ana insanlara küser ve son kalan yavrularını da alarak bir daha dönmemek üzere buraları terk eder. Geyik, daha çok millet ve kavimlerin türeyişleri ile ilgili efsane ve mitolojilerde elçi olarak doğru yolu gösterici, yani yeni yurtlara götürücü bir motif olarak görülmektedir. 

Cengiz Aytmatov’un eserlerinde işlediği bir diğer türeyiş efsanesi de Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek hikâyesinde anlatmış olduğu, Nivih’lerin soyunun bir denizkızından türediğine dair efsanedir. Yazar aynı hikâyeye bir yaratılış efsanesi ile başlamıştır. 

Hikâye küçük bir çocuğun (Krisk) fok balığı avcılığını öğrenmesi için babası Emrayin, amcası Mılgın ve Orhan Dede ile birlikte denize açılmaları ile başlar. Bir süre sonra deniz üzerinde bir sis tabakası oluşur ve günlerce bu sis kaybolmaz. Yollarını kaybetmişlerdir ve onlara yol gösteren aguguk kuşu (kutup baykuşu) bir türlü görünmemekte aynı zamanda içecek suları da tükenmek üzeredir. 

Bu nedenle çocuğun bir süre daha yaşaması için diğerleri, önce Orhan dede, sonra Mılgın amca ve son olarak çocuğun babası Emrayın birer birer kendilerini feda ederler. En sonunda çocuk kurtulur ve halk arasında onun etrafında bir efsane oluşturulur. 
Diğerleri de “Orhan rüzgârı”, “Emrayin yıldızı”, “Mılgın Akay” dalgaları olarak efsanede yerlerini alırlar. 

Cengiz Aytmatov eserlerinde ferdîn hürriyeti temasına oldukça fazla önem verir. Ali İhsan Kolcu, bunu, yazarın eserlerindeki temel güç, yani yazarın “etymon-spritüel” i olarak ifade eder. Hürriyet kavramı hep sembolik ifadelerle yansıtılır. Kolcu’ya göre, “Bu ya bir Beyaz Gemi’dir, ya gökte uçan bir çaylaktır, ya bir efsane, ya da bir çobanın söylediği memleket türküsüdür.”



Dr.Gülsine UZUN / pdf
Arş.Gör.Muğla Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi 
Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü



YUNAN MİTOLOJİSİNİN İLERİ KISMINDA 
APHRODİTE İLK DİŞİ OLARAK DOĞAN TANRIÇADIR 
VE EROS ONUN OĞLUDUR. 
YANİ GAİA İLE APHRODİTE AYNI KİŞİDİR.



_____________TÜRK KÜLTÜRÜ________________




EZOTERİK BİLGİ KAYNAĞINDA YASAK MEYVE






Yasak meyve konusunun eski mitolojilerde, semavi dinlerde ve Türk mitolojik metinlerinde benzer şekilde varyantlaşması ilk ezoterik kaynağın mevcutluğu fikrini oluşturur. 

Nitekim bu konu birbirinden çok uzakta yerleşen kavimlerde benzeri şekilde ifade edilir. Yasak meyvenin yenilmesinde bir dönüşme semantiği söz konusudur. 

Ölümsüz hayattan → ölümlü hayata veya cennetten → dünyaya, kamillikten → nefse uymağa, yaratılmaktan → üremeye vs. Bu dönüşümün ölümle – hayat, kozmosla – kaos sınırı yasak meyvedir.

Sonuç olarak kozmik hafızada yasak meyve ilk bilgi, gerçeğe götüren bilim olarak değerlendirilir. Ancak zamanla kozmik bilginin unutulması sonucunda yasak meyve bilgi kaynağından asilik sembolüne dönüşmüş, yasak meyvenin insana sunulması dinlere göre Şeytana mal edilmiştir. Aslında başlangıçta yasak meyve Tanrının, insanın yemesi için gönderdiği ve insanlığın batını gözünü açmağa yönelik olmuştur. 

Bu bağlamda yasak meyve, bir kader sembolüdür ve yenilmesi zaruriydi. 

Nitekim yasak meyvenin yenilmesiyle yaratılmaktan → üremeye, statiklik simgesi olan ölümsüzlükten → yenilenmenin, değişmenin simgesi olan ölümlü hayata geçiş söz konusudur. 


Prof.Dr.Fuzuli BAYAT

Turkish Studies 
International Periodical For the Languages, Literature 
and History of Turkish or Turkic ,Volume 3/5 Fall 2008 





HAVVA ile ADEM

Enki’nin hasta olan sekiz organından bir tanesi kaburgadır. 
Kaburga, Sumercede "Tİ" kelimesiyle bilinir ve her organ için bir tanrı yaratılmıştır. 

Kaburga hastalığı içinse bir tanrıça yaratılmış ve ismi de "NİN-Tİ" dir;  "Kaburgadan yaratılan Kadın". 

Lakin Sumerce’de "Tİ", aynı zamanda "Hayat Veren" anlamına da gelir. 

Yani "NİN-Tİ", "Kaburgadan yaratılan Kadın" dışında bir de "Hayat veren Kadın" anlamındadır. (S.N.KRAMER)




Havva , "Hayat veren Kadın" iken, erkek egemen toplumlarda bu kullanılmamış ve "Kaburga'dan yaratılan Kadın" olarak kitaplara girmiştir ve "Kaburga kemiğinden yaratılış" Tevrat'ta geçer, Kur'an'da değil !

Kur'an 'da da nefs diye geçer. Arapçada kelimelerin Erkek ve Dişili vardır ve NEFS DİŞİLDİR , Üretme Gücü olan. 

""Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan ve ondan eşini var edip ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten..." denir. (Nisa Suresi :1)

İLK olanın DİŞİL olduğu gayet açıktır.

Ve Tevrat'taki anlayış İslamiyette yoktur ama varmış gibi öğretilir !



SB.


KADINLAR ve ERKEKLER









14 Ağustos 2013 Çarşamba

ANADOLU KÜLTÜRÜNDE DEFNE AĞACI








Türkçedeki “Defne” isminin kaynağı antik Daphne söylencesi olup, bu durum Anadolu’nun özgün biyolojik sürekliliğinin, özgün kültürel sürekliliğinin de kaynağı olduğu görüşümüzün en bariz kanıtıdır.

Defne ağacı Laurus nobilis’in anavatanı Anadolu ve Balkanlar’dır.

Bütün yıl koku yayan ender ağaçlardan biridir. Kökeni Anadolu olan ve etkili bir kokusu olan defnenin, Anadolu kökenli kültürleri etkilemesi de kaçınılmazdır.

Hititler , “alanza” adını verdikleri defne ağaçından ilaç elde etmişlerdir.

Antik dönemde , kendisi de Anadolulu olan Apollon’un gözdesi olan bir ağaçtır defne. 

Güneşli yerleri seven bir ağaç olması , onun Güneş Tanrısı Apollon ile ilişkilendirilmesine neden olmuş, her dem yeşil kalması da onu ölümsüzlüğün sembolü yapmıştır.

Hititlerin Güneş Tanrıçası törenlerinde kullandığı güneş kursu motifi, belki de defne yaprağı dallarıyla tamamlanıyordu. Ne de olsa her devirde güneşe tutukun bir ağaçtır defne.

Mitolojide Apollon , peri kızı Daphne’yi elde etmek istediğinde, peri kızı ondan kurtulmaya çalışmış, kurtulamayacağını anlayınca Toprak Ana’dan yardım istemiş, Toprak Ana da onu defne ağacına dönüştürmüştür.

Bunun üzerine Tanrı Apollon, değerli kahramanların, muhariplerin ve sanatçıların başlarına defne yaprakları takılmasını istemiştir. Antik Yunan ve Roma’da önemli kişilerin başlarını defne yapraklarıyla süsledikleri bilinmektedir.

Antik çağlarda Apollon tapınaklarının çevresi defne ağaçlarıyla yeşillendirilmiş olmalıdır. Zira Apollon tapınaklarında görevli biliciler, geleceği görebilmek ve kendilerine başvuranların isteklerini gerçekleştirebilmek için Tanrı Apollon’a adanmış olan defne yapraklarını çiğniyor ve uykuya yatıp (istiareye yatıp) onun kehanet gücüne sahip oluyorlardı. Kahinden uygun cevabı alanlar, başlarına bir defne çelengi takarak evlerine gönderiliyorlardı.

Bu ritüel Didim Apollon Tapınağında da uygulanmaktaydı. Defne ağacının yapraklarında güçlü bir zehir vardır. Antik çağlarda rahipler bunu çğneyince kendilerinden geçerler ve delirecekmiş gibi olurlardı. O zaman aşkın duruma geçerek biliciliğe başlarlar, gaipten, yani bilinmeyenden haber verirlerdi. Yani defne, antik çağlarda Tanrı’ya ulaşma ve öteki aleme geçiş aracıydı.



Mitolojide Apollon’a özgünlenen defne ağacı, Osmanlı döneminde efe kültürünün totem niteliğindeki kutsal ağacı olarak konumunu devam ettirmiştir.

Efe ve zeybek kültüründe bu ağaca “teknel” denilirdi. Bu ağaç, ölümün olduğu kadar, bedeli ölüm olsa bile vefakarlığın da sembolüdür. Efenin yanına, kızan (genç erkek) kabul edilebilmek için bir tören yapılır; bu törende sabahın ilk ışıkları ile dağa çıkılır; merasim sonunda, defne ağacına silahlar asılırdı.

Efe ve zeybekler normal zamanlarda bu ağacın olduğu dağlarda gezmezler. Tören sonunda bu ağaç ile kızan özdeşleştirilir; efe bıçağını bu ağaca saplar ve “Sözünde durmayanın şu yatağan böğrüne batsın mı?” diye kızana sorardı.

Kızan adayı bu soruya “Evet” derse efenin grubuna kabul edilirdi. Böylece efe, grubuna yeni katılan genç erkeğe ihanetinin bedelinin ölüm olacağını hatırlatırdı.




Ege dağlarında gezen kızanlar da herhalde bu ağacı gördüklerinde ve kokusunu duyduklarında kızanlığa giriş töreninde verdikleri sözleri hatırlarlardı. Ağacın keskin ve uyandırıcı kokusu mesajın unutulmamasını sağlayan bir hatırlama aracıydı belki de.

Efe geleneğinin Ege’nin özgün florasıyla ilişkisini göstermesi açısından ilginç bir ritüeldir bu uygulama. Antik çağlarda daphne olarak bilinen bu ağacın mitolojideki öyküsü de efelerin ritüelleriyle örtüşmektedir.

Zira Daphne, Apollon’dan kurtulmak, bakire kalabilmek için kendini defne ağacına dönüştürür. Daphne kendisine Artemis’i örnek almaktadır. 

Artemis tapınmalarında da tapınaklara sadece bakire genç kızlar ve bakir genç erkekler kabul edilirdi. Kızan ve zeybekler de efenin izni olmadan evlenemezlerdi. Kızanların bakir kalmaları, belli bir amaç için fedakarlıkta bulunmaları ile teknel (defne) ağacının mitolojik hikayesi birbirine oldukça paraleldir.

Zaten kızanlık töreninin sonunda da teknel ağacı ile kızanın özdeşleştirilmesinin mantığında bu vardır.

Zeybek kültüründe defne ağacının kesilmesi ve yakılması hem yasak hem de günahtı. Bu ağacın yetiştiği yerlerin bereketli olduğuna inanılırdı. Defne ağacının meyveleri kutsal sayıldığı için bu meyveyi zeybekler silahlarına sürerlerdi. Böylece onun kendilerini koruyacağına , silahlarını güçlü kılacağına inanılırdı. 

Bu ağaca zeybekler arasında “ölüm ağacı”, yetiştiği dağlara da “ölüm dağı” denirdi. Bu nedenle zeybekler, zorunlu olmadıkça bu ağacın bulunduğu dağlarda gezmezlerdi.

Hatay ilinde, günümüzde Harbiye olarak bilinen Roma döneminde Apollo kültü ile ilgili bir alan olan Daphne, sevmeye ve sevişmeye özgünleşmişti. Romalı komutanlar, askerlerinin Harbiye dolaylarına ve defne ormanına gitmelerini yasaklamıştı. Bu yasak ile efe ve zeybeklerin defne ağacının olduğu yerler gitmemeleri , ondan uzak durmaları birbirine benzer uygulamalardır.

Defne ağacı Anadolu’da halk ilaçları yapımında da kullanılır. Roma döneminin Adanalı hekimi Dioscorides, defne yapraklarının mide , ağız yaraları, iltihap ve akrep sokmalarında kullanıldığını belirtmiştir.

Yapraklarının özsuyu antiseptik olup, karın ağrısı, romatizma, adale uyuşması hastalıklarında ağrı kesici olarak kullanılır. Ayrıca soğuk algınlığı ,siyatik, şeker, kulunç ağrısı, uyuz, çıban, basur, öksürük ve ülser hastalığında yararlanılır. Batı Anadolu’da meyveleri iştah açıcı olarak kullanılmaktadır.

Günümüzde defne ağacının özellikle kas ve eklem hastalıklarında kullanılması, antik dönem ve sonrasında bu ağacın kas gücüyle görev yapan savaşçı insanlara özgünlenmesinin nedenlerinin de ipucunu vermektedir. 

Defne ağacının yukarıda belirtilen özellikleri onun büyü uygulamalarında da kullanılması sonucu doğurmuştur. Her derde deva olarak algıladığından olacak, Antalya’nın Kale ilçesinde , dallarının kabukları soyulmak suretiyle defneden nazarlık yapılmaktadır. Besbelli nazara da iyi gelmektedir defne !

Günümüzde defne ağacı yaprakları yemeklere tat ve koku vermek için de kullanılır. Defnenin hoş kokulu yaprakları kurutularak baharat yapılır ,sos , çorba ve sirkelerde aroma verici olarak kullanılır. Defne yaprağı özellikle balık yemeklerinde tercih edilir. 
Defne yaprakları ile meyvelerinden elde edilen yağ çok kalitelidir. Bu nedenle kozmetik ve sabun sanayinde kullanılır.

Defne ağacının, etkili kokusu dolayısıyla arı peteklerini, elbise, halı ve kilimleri güveden koruma, çamaşırların güzel kokmasını sağlama gibi işlevlerle kullanımı da söz konusudur. Türkiye defne ihracatında dünyada ilk sıradadır.

Defne , muhteşem kokusu ve güzel görünümüyle bütün Anadolu uygarlıklarında yer edinen ender ağaçlardandır. Bu yüzden adı binlerce yıldan beri değişmemiş, ismi farklı kültürleri de birbirine bağlamıştır. 

O Anadolu’nun mağrur kızı, bir ideale adanmış yaşamların sembolü, savaşçıların ise baş tacıdır.



Yazı: Hasan Torlak
Botanik Danışmanı : Doç.Dr.Galip Akaydın
Yolculuk Dergisi, 2011 Sayı 79 




ek yazı



…//…



17 Temmuz 2013 Çarşamba

SUMER HİTİT HIRİSTİYANLIK ve ST.GEORGE İLE EJDERHA





Malatya, Aslantepe'de kent duvarı kabartmasından çizim. Fırtına Tanrısı ejder İlluyanka'yı öldürüyor, arkasındaki oğludur. Geç - Hitit devrinde Geleneksel Stil. (M.Ö. 1050 - 850)



Hitit dini gibi mitolojisi de büyük ölçüde Hatti ve Hurri etkisinde kalmış, ayrıca Sumer Mezopotamya kaynaklarından esinlenmiştir. Gök Tanrısı Telipinu'nun İlluyanka Ejderi ile savaşı efsanesi Hatti kökenlidir. Buna karşılık Gök Krallığı ve Ulikummi destanları Hurrilerden gelmiştir.

Tanrı ile ejder İlluyanka'nın dövüşmesi, ilkbaharın başlangıcında kutlanan bir festivalde canlandırılırdı. Festival, kış aylarının durgunluğundan sonra dünyanın yeniden canlanışını kutlamaktadır. Dövüş ritüelinde ise, hayatın ölüm, iyiliğin de kötülük üzerindeki zaferi simgelenmiştir. İlluyanka mitosu bir anlatımda şöyledir: Ejder İlluyanka yaptığı savaşta Gök Tanrısını yener ve onun yüreği ile gözlerini alır. Gök Tanrısı ejderden öç almak için Arm adlı bir ölümlünün kızıyla evlenir ve ondan bir oğlu olur. Oğlu büyüyünce ejderin kızıyla evlenir ve babasının yüreği ve gözlerini geri alır. Gök Tanrısı eski gücüne kavuşunca ejderle savaşmaya gider; ancak orada oğlu da vardır. Oğlu babasına "beni de öldür" diye bağırır. Bunun üzerine Gök Tanrısı ejder İlluyanka ile birlikte oğlunu da öldürür. 

İlluyanka Efsanesi Hititlerden Yunan mitolojisine geçmiştir. Zeus ile Typhon arasında geçen savaşta, İlluyanka Efsanesinin ana ögeleri bulunmaktadır. Yunan anlatısında; Typhon, Tanrı Zeus'un yüreğini ve gözlerini değil, kollarının ve bacaklarının kas liflerini alır. Ejderin gözcülüğünü yapan kızını Aigipan adlı bir kadın oyalarken, Tanrı Hermes kas liflerini geri alır. Efsanenin Anadolu'dan geldiğini yer adları açığa vurmaktadır. Typhon'un oturduğu yer Mersin yakınlarındaki Korykos mağarasıdır. Adı geçen Casius dağı ise Antakya yakınlarındadır. (alıntıdır)


....

St.George ve ejderha ile benzerlik :




Aziz George ve Ejderha hikayesi aslında George'un zamanında bulunduğu Kapadokya bölgesinin Hristiyanlaşmasının hikayesidir. 

Efsaneye göre kırsal bölgedeki bir şehirde tehditkar bir ejderha mevcuttur. Şehrin insanları ejderhaya her gün koyunlar kurban ederek kendilerini ondan korumaktadırlar. Fakat koyunları tükenince sıra kura ile şehirdeki insanları ejderhaya kurban etmeye gelir. Kralın kızına sıra geldiğinde kral itiraz etse de halkın baskısı ile prenses kurban edilmek üzere ejderhaya sunulur. O sırada çevreden geçen George ejderha ile mücadele eder, prensesi kurtarır ve ejderhayı yakalayarak şehre getirir. Halka Hristiyanlığı kabul etmeleri durumunda ejderhayı öldüreceğini ve onları kurtaracağını söyler. Bunun üzerine bölge halkı Hristiyanlığı kabul eder.

Bu alegorik hikayede ejderha Şeytan'ı ve dinsizliği temsil eder; bu şekilde George ejderhayı öldürerek Şeytan'ı yenmiştir. Prenses ise Hristiyanlığı kabul eden bölgede insanlarını sembolize eder: "kurtarılmış"tır.

alıntı için tıklayın:







...


Zeus ile Typhon:




....



Kazakistan Göktürk Hanı'n mezarındaki Ejderha:










13.yy Türk Selçuklu Fresk








...

ve Sumer / Kur'un yıkılışı Ejderhanın öldürülmesi





Ejderha öldürme motifinin Mezopotamya mitleriyle sınırlı kalmadığı açıktır. Hemen her çağda her halkın kendi ejderha öyküleri olmuştur. Özellikle Yunanistan'da tanrıları ve kahramanları içeren bu öyküler sürüsüne bereketti. Herakles ve Perseus'un en çok tanınan ejderha öldürenler olmasına karşın , ejderha öldürmemil bir Yunan kahramanı yoktu. 

Hıristiyanlığın yükselişiyle bu kahramanlık göstergesi azizlere geçti. "Aziz George ve Ejderha" ve sayısız benzerleri bunun kanıtıdır.

Adlar farklıdır ve ayrıntılar öyküye, yere göre değişir. Ama en azından olayların bazılarında gözlenen, kökene ve asıl kaynağa gidiş benzerliğin çok ötesindedir.

Ve ejderha öldürme teması MÖ. üçüncü binyılda Sumer mitolojisinin önemli bir motifi olduğuna göre Yunan ve erken Hıristiyan ejderha öykülerinin dokunmasındaki ilmeklerin Sumer kaynaklarından geldiğini öne sürmek hiç de akıldışı değildir.




SÜMER MİTOLOJİSİ - SAMUEL NOAH KRAMER
sayfa 143

indirmek için iki adres:



...

MYTHS OF KUR

One of the most difficult groups of concepts to identify and interpret is that represented by the Sumerian word kur. That one of its primary meanings is "mountain" is attested by the fact that the sign used for it is actually a pictograph representing a mountain. From the meaning "mountain" developed that of "foreign land," since the mountainous countries bordering Sumer were a constant menace to its people. Kur also came to mean "land" in general; Sumer itself is described as kur-gal, "great land."

But in addition the Sumerian word kur represented a cosmic concept. Thus it seems to be identical to a certain extent with the Sumerian ki-gal, "great below." Like ki-gal, therefore, it has the meaning "nether world"; indeed in such poems as "Inanna's Descent to the Nether World" and "Gilgamesh, Enkidu, and the Nether World," the word regularly used for "nether world" is kur. Kur thus cosmically conceived is the empty space between the earth's crust and the primeval sea. Moreover, it is not improbable that the monstrous creature that lived at the bottom of the "great below" immediately over the primeval waters is also called Kur; if so, this monster Kur would correspond to a certain extent to the Babylonian Tiamat. In three of four "Myths of Kur," it is one or the other of these cosmic aspects of the word kur which is involved.

THE DESTRUCTION OF KUR: THE SLAYING OF THE DRAGON

It is now more than half a century since the Babylonian "Epic of Creation," which centers largely about the slaying of the goddess Tiamat and her host of dragons, has been available to scholar and layman. Inscribed in Accadian, a Semitic language, on tablets dating from the first millennium B. C.--tablets that are therefore later by more than a millennium than our Sumerian literary inscriptions--it is quoted and cited in the major works concerned with mythology and religion as an example of Semitic myth-making. But even a surface examination of its contents clearly reveals Sumerian origin and influence. The very names of its protagonists are in large part Sumerian. What prevented scholars from making any effective comparisons, is the fact that so little was known of any original Sumerian tales involving the slaying of a dragon. It is therefore deeply gratifying to be in a position to present the contents of what are probably three distinct Sumerian versions of the dragon-slaying myth. Two of these are almost entirely unknown; their contents have been reconstructed and deciphered by me in the course of the past several years. The third has been known to a certain extent for a number of decades, but the new material in Istanbul and Philadelphia adds considerably to its contents and clarity.

Obviously enough the dragon-slaying motif is not confined to the myths of Mesopotamia. Almost all peoples and all ages have had their dragon stories. In Greece, especially, these tales, involving both gods and heroes, were legion. There was hardly a Greek hero who did not slay his dragon, although Heracles and Perseus are perhaps the best known dragon-killers. With the rise of Christianity, the heroic feat was transferred to the saints; witness the story of "St. George and the Dragon" and its numerous and ubiquitous parallels. The names are different and the details vary from story to story and from place to place. But that at least some of the incidents go back to a more original and central source, is more than likely. And since the dragon-slaying theme was an important motif in the Sumerian mythology of the third millennium B. C., it is not unreasonable to assume that many a thread in the texture of the Greek and early Christian dragon tales winds back to Sumerian sources.



read more:



***



14 Şubat 2013 Perşembe

PROMETHEUS ve SUSTURULANLAR



“Sözünü sakınmıyorsun , başına gelen boyun eğdirmiyor sana”
Prometheus’un başına gelenleri anlatan koro bunları söyler….
“Sözünü sakınmıyorsun “ diye aslından çevrilen cümle aslında “agan eleutherostomeis” “dilin fazla özgür” anlamına gelir.


Prometheus'a bilinci özgürlük sağlamaktadır. Dramın özü de bu özgürlük-köle sorunudur. Onun asıl önemini de biz ancak tragedyanın yazıldığı çağı göz önünde tutmakla anlayabiliriz. V. yüzyıl Atina'sında kölelik de, zorbalık da yasalara uygun canlı kurumlardı. Prometheus herhangi bir köle gibi "desmotes", yani zincire vurulmuştur; işkencesenin büyüklüğü zincire vurulmuş olmasında değil, bir tanrı iken köle durumuna düşürülüp, köleliğinin bu kadar kötü koşullar içinde geçmesindedir.



Ne var ki köleliği doğal ve olağan sayan bir ortamda Zeus Prometheus ilişkisini bir sorun olarak ortaya atmak, yargılarcasına tartışmak ve hakkın köleden yana olduğunu belirterek, zorbalığı bütün ayrıntılarıyla eleştirip yermek Aiskhylos'un tek başına giriştiği ve başarıyla sonuçlandırdığı koca bir iştir. Tragedyasına eşsiz bir değer veren bu sorunu adım adım inceleyebiliriz "Prometheus"ta.



Titanları yenip yönetimi ele aldıktan sonra, Zeus bir düzen kurmaya girişmiştir. Bu düzende kendine krallık tahtını ayırdığı halde, öbür tanrılara da şeref payları, egemenlik alanları dağıtmıştır. Ne var ki bütün tanrılar paylarına düşen alanı yönetirken Zeus'un buyruğuna uymak zorundadırlar. Piyeste karşımıza çıkan tanrıların hepsi bu düzeni benimsemiş, Zeus'un buyruklarını isteyerek yada istemeyerek yerine getirmektedirler. Tek baş kaldıran Prometheus'tur.



Kavga Zeus'la Prometheus arasındadır ve bir özgürlük-kölelik kavgasıdır. Evreni yöneten, tanrıların ve insanların egemeni Zeus özgürdür, prangaya vurulmuş, ıssız bir kayalıkta sonsuzluğa dek işkencelere mahkûm, ölümsüz olduğu için canına kıyma özgürlüğünden de yoksun Prometheus köledir. Ama bakalım gerçekten de öyle mi?



Prometheus'u kayaya çakan Kratos (Güç) şöyle diyor:



Her varlık çoktan bir kaderle yükümlenmiş, Tanrıların başıdır yalnız yükümlü olmayan: "Zeus'tan başkası özgür değildir".



Olaylar da Kratos'un bu sözünü doğrulamaktadır: Sert, amansız, insafsız bir zorba gibi dünyayı keyfine göre yöneten Zeus her isteğini yüzde yüz gerçekleştirmektedir. Evren "Prometheus" tragedyasında Prometheus ve İo gibi Zeus'un kurbanları, Kratos, Bia, Hephaistos'la Hermes gibi Zeus'un uşakları ve Okeanos gibi Zeus'un dalkavuklarıyla dolmuştur. Geçmişi yendikten sonra, Zeus bugün ve yarını da yasalarının tekeline geçirmişe benzer. Oysa gerçek tam tersinedir: Gerçekte Zeus köle, Prometheus özgürdür. Bu özgürlüğü Prometheus nasıl ele geçirmiştir?



Burada efsaneyi bir yana itip, kendi çağımızın egemenlik kavgalarına bakabiliriz: Yönetimi ele geçirmiş nice iktidar sahibi kişi ya da partiler vardır ki, karşılarına dikilip direnen tek tuk düşünce sahiplerini susturup yok edebileceklerini sanırlar, oysa sonuç umduklarının tersine çıkar: İktidar sahipleri devrilir gider, düşünce sahipleri yener ve kalır. İnsan toplumunun bu derişmez yasasının bilincine varan Aiskhylos onu Prometheus diye bir efsanelik kişinin arzından bildiriyor bize dek: Akıl gücü kaba güçten üstündür, düşünceye gem vurulamaz, özgür düşünce tutuklanamaz, susturulamaz, alt edilemez, olaylar nasıl gelişirse gelişsin, gelecekte egemenlik kaba kuvvetin değil, özgür düşüncenindir.



Aiskhylos toplumların yönetiminde, geçmiş, hal ve geleceği bu açıdan eleştirerek, bize eşsiz değerde bir politika dersi veriyor bu tragedyasıyla: Akıl gücünün kaba kuvveti nasıl yendiğini adım adım izledikten sonra, akıl gücü üstüne kurulan yönetimin akla ve özgür düşünceye saygıyı elden bırakıp, ona sırt çevirince, nasıl zayıfladığını ve devrilmek tehlikesiyle karşı karşıya geldiğini gösteriyor. Zeus bütün kurbanları, uşakları, dalkavuklarına karşın bir çocuk gibi zayıf ve çaresizdir: Onu yıkımdan kurtaracak tek kişi akıl gücünün taşıyıcısı Prometheus'tur.



Zeus tutukladığı düşmanının elinde tutukludur aslında. Efsane, Prometheus'a, geleceği öngören bilici der, çağımızsa biliciye inanmaz, ama düşünürün akıl gücüyle geleceği öngördüğünü, insanlığa yaptığı bu hizmete karşılık kör iktidarların baskısına uğrayıp olmadık cezalara çarpıldığını da bilir. Aiskhylos'un tragedyasını bu açıdan okuyun, göreceksiniz ki çağımızın dramını yansıtır.



Bu kadarıyla "Prometheus" politik piyesin ta kendisidir, ama Aiskhylos politika anlayışının en devrinini yansıtmakla kalmamış, uygarlık değerlerinin ne olduğunu kavrayıp dile getirmekle insancı eserin en özlüsünü de vermiştir. Ateşi tanrılardan çalıp insanlara vermek ne demektir? Başkalarının bir efsane niteliğinden öteye götüremedikleri bu sembolü Aiskhylos insanlık açısından ele alıp, uygarlığın tarihçesini çizmek gibi tiyatro eserlerinde eşine rastlanmayan güç bir işi başarmaktadır.



Düşüncesi günümüzün olaylarını aydınlatacak kadar derine giden bu yazarın sanat ustalığı da şaşırtıcıdır: Okuyucu dikkat etti mi ki başlangıçta Zeus'un uşakları Prometheus'u kaba güce başvurarak tutukladıkları sahnede, Prometheus bir tek söz söylemez: Kayaya çakılmasına, zincire vurulmasına ve Kratos'un sövüp saymalarına sessizce katlanır, ama tragedyanın sonunda Zeus'un casusu Hermes'le kölelik-özgürlük tartışmasında tanrıları beş paralık ettikten sonra, başına saldıkları doğal belaları bir bir izleyip diliyle canlandırır gözümüzün önünde, dünya başına yıkılıp koruyla birlikte gömülüp yok olana dek konuşmakta direnir Prometheus. 



Son sözünü söyler ve sonra ölür. 



Kıyamet de kopsa son söz özgür düşüncenindir, 



demek istiyor Aiskhylos.....




Kaynak: Mitoloji sözlüğü





  PROMETHEUS'UN IŞIĞI SÖNMEYECEKTİR.




PROMETHEUS VE ATLAS (altlarındaki LALE'leri gördünüz mü ?) !!!



Seramik : Vatikan Müzesinde

Laconic kylix with Prometheus and Atlas


Cerveteri , 560-550 BC.

painted ceramic , height cm 14 - diam. cm 20.2 , cat. 16592
Laconic ceramics stand out among the various types of production of Greek ceramics. It is documented here by a famous kylix (goblet) made in Sparta shortly before the middle of the 6th century BC and attributed to the Painter of Archesilas II. 
We can admire on it one of the first known illustrations of the myth of Atlas. A bearded Atlas bends his knees under the weight of the mass that he must support on his shoulders, having been condemned by Zeus to keep heaven and earth separated. Associated in his punishment is another Titan, his brother Prometheus, guilty of having given fire to men.
He is tied to a pole and subjected to the perpetual torture of the eagle who eats his liver which grows again every night to be eaten once again. The placing of these two episodes together has led to the supposition that our painter must have been inspired directly by the Theogony of Hesiod, where the two Titans are described one after the other.

SB.



***