Translate

6 Kasım 2012 Salı

TÜRKLERİN TARİHİ VE TÜRKOLOJİ


VII. MİLLETLER ARASI TÜRKOLOJİ KONGRESİ'NİN ARDINDAN


Mustafa Kemal ATATÜRK, tarihte yaşanan talihsiz hadiselerle birbirinden ayrı düşen, farklı cografyalarda yaşamak zorunda kalanTürk Milleti'nin birliğinin, bütünlüğünün, dayanışmasının yeniden sağlanmasında dilin, tarihin ve kültürün birinci derecede rol oynadığının her zaman bilincinde olmuş bir devlet adamıdır. Bu bilinçle hareket eden Büyük Önder, daha Cumhuriyetin ilk yıllarında, Türk dili, Türk tarihi, Türk sanatı, Türk musikisi,kısacası Türk kültür ve medeniyeti... ile ilgili gerekli ilmi araştırma ve incelemeleri yapma ve Türk dünyasının dilde, işte, ülküde birliğini tesis etme gayesiyle faaliyet gösteren akademilerin oluşturulması amacıyla, Türkiyat Enstitüsü'nü, Türk Tarih
Kurumu'nu, Türk Dil Kummu'nu, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ni kurdurur.

Bugün adı geçen kurumlardan Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesinde; Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Ankara Üniversitesi bünyesinde; Türkiyat Enstitüsü ise, İstanbul Üniversitesi bünyesinde, Atatürk'ün göstermiş olduğu hedefler doğrultusunda, çalışmalar yaptırmakta, bilim adamları yetiştirmekte, eserler yayımlamakta, kongre, konferans, panel ve sempozyumlar düzenlemektedirler.

12 Kasım 1924 tarihinde ATATÜRK'ün Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu'nun 1 numaralı kararnamesiyle kurulan ve amblemi bizzat ATATÜRK tarafından "elinde meşale tutan bozkurt" olarak belirlenen Türkiyat Enstitüsü, sırasıyla ;

Ord. Prof Dr. Mehmed Fuad KÖPRÜLÜ, 
Ord. Prof Dr. Reşid Rahmeti ARAT, 
Prof. Dr. İsmail Hikmet ERTAYLAN, 
Prof Dr. Cavit BAYSUN, 
Prof Fahir İZ, 
Prof. Dr. Ahmet CAFEROGLU, 
Prof. Dr. Mehmet KAPLAN,
Prof Dr.Sadettin BULUÇ, 
Prof Dr. Mehmet KAPLAN (ikinci kez), 
Prof. Dr. Ali ALPARSLAN, 
Prof Dr. Mertol TULUM, 
Prof Dr. Kemal ERASLAN, 
Prof. Dr. Mertol TULUM (ikinci kez), 
Prof. Dr. Osman Fikri SERTKAYA ..................başkanlıklarında,
yetmiş beş yılı aşan süre içinde, yalnız illkemizde değil; bütün dünyada Türkoloji'nin en önemli merkezlerinden biri durumuna gelmiştir.

İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Müdürlüğü, 1973'ten 1999 yılına kadar 9'u milli, 6'sı milletler arası seviyede 15 Türkoloji Kongresi düzenlemiş; bu kongrelerde Türkoloji'yle ilgili binlerce bildiri sunulmuş; sunulan bildirilerin büyük bir kısmı da yayımlanmıştır.

Özellikle 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılıp, Türk Cumhuriyetleri'nin bağımsızlıklarını ilan etmelerinden sonra, hem ülkemizde hem de dünyada Türkoloji'ye olan ilgi artarak devam etmekte ve "Türkoloji Ailesi"ne her geçen gün birçok bilim adamı katılmaktadır. Bugün gelinen noktada İstanbul Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Müdürlüğü'nün mevcut bütçesiyle, söz konusu bilim adamlarının tamamına ulaşabilmesi, onları kongrelere davet etmesi, davet edilenlerin masraflarını karşılaması mümkün değildir. Bu sebeple resmi ve özel kurum / kuruluşlar, Türkoloji Kongreleri'nin düzenlenmesinde aktif rol oynamalı;
İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Müdürlüğü'ne maddi ve manevi destek sağlamalıdırlar.

İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Müdürlüğü'nün de "Milli ve Milletler Arası Türkoloji Kongrelerini düzenlerken, başta diğer üniversitelerimizin Türkiyat Araştırmaları Enstitüleri olmak üzere ilgili kurum / kuruluşlarla irtibat halinde olması, organizasyonu birlikte gerçekleştirmesi artık kaçınılmazdır.

1973'ten 1988 yılına kadar yapılan "Milli ve Milletler Arası Türkoloji Kongreleri'nde sunulan bildirilerin bir kısmı yayınlanmış; büyük bir kısmı da yayınlanmayı beklemektedir. Hem bunların hem de "VII. Milletler Arası Türkoloji Kongresi"nde sunulan bildirilerin bir an önce yayınlanması, Türkolojiyle ilgili bundan sonra yapılacak çalışmalara birçok bakımdan yön verecektir.

"Erdemli insanlar, zor olanı tercih edip başarabilenlerdir". Her türlü zorluğa, imkansızlığa rağmen, VII. Milletler Arası Türkoloji Kongresi"nin gerçekleşmesine vesile olan başta İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kemal ALEMDAROĞLU
olmak üzere Kongre Başkanı Prof. Dr. Osman Fikri SERTKAYA'ya, Kongre Genel Sekreteri Prof. Dr. İlhan ŞAHİN'e, Kongre Genel Sekreter Yardımcıları Yard. Doç. Dr. Özcan TABAKLAR ve Yard. Doç. Dr. Yıldız KOCASAVAŞ'a, Kongre Üyeleri Prof. Dr. Necat BİRİNCİ, Prof. Dr. Abdülkadir DONUK ile Prof. Dr. Baha TANMAN'a ve bütün emeği geçenlere, katılımcılara, dinleyicilere teşekkürü zevkli bir borç addediyorum.

TÜRKOLOG Doç.Dr.Cengiz Alyılmaz
Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fak. Öğrt. Üyesi.

TEKE DERGİSİ (TIKLAYARAK ULAŞABİLİRSİNİZ)
Türklük bilimi alanında özel olarak da Türkçe, edebiyat, kültür ve eğitim alanlarında yapılan araştırma ve incelemelerin ilgililerine zamanında ulaştırılabilmesine katkı sağlamak amacıyla Uluslararası  TEKE (Türkçe,  Edebiyat,  Kültür, Eğitim) Dergisi  yayımlanıyor.“Türk  kağanları”nın, “beyleri”nin ve “buyrukları”nın / kumandanlarının  anıtlarını yazıtlarını süsleyen;  güneşi, ışığı, aydınlığı; erişilmez yerlere erişilebilirliği, yüceliği, bilgeliği; bağımsızlığı, özgürlüğü; kararlılığı; çevikliği, sürati; yazı, bolluğu, hareketi, bereketi, zenginliği; asaleti, cesareti ve hâkimiyeti temsil eden  dağ keçisi  /  teke damgası oluşturmaktadır.

Asya coğrafyasının genişçe bir alanına dağılmış (Kök)Türk harfli yazıtların belgelenmesinin yorulmaz bilim işçisi, Evliya Çelebisi oldu Doç. Dr. Cengiz ALYILMAZ.

Cengiz Hoca, “Belleklerde benden de bir iz kalsın” diye yorulup arılmaksızın, yılgınlık bıkkınlık göstermeksizin çok büyük bir özveriyle, Türklük bilimine adanmışlık duygu ve düşüncesiyle düştü yollara. Elde ettikleriyle bir ateş yaktı ‘Külü içinde közü kalsın, ulusun dilinde yaşayan sözü olsun’ diye.

Ataları taşa kazımıştı ‘bengi (ölümsüzlük)’ sözünü’ ‘Dünler alıp gitmesin’, ‘tarihin karanlıklarına gömülmesin’, ‘yurttaşları her an uyarılmış kılınsın’ istemişlerdi. Söz uçardı, ancak yazı kalabilirdi. Atalar da öyle yapıp yazıyı taşa kazımışlardı. Cengiz Hoca da, atalarından el alıp ‘sözün ucu dağda taşta kalmasın’ diye uzatıyor bizlere ellerini.

Ulaşılması zor olan coğrafyalardaki bütün güçlüklere, zor yıllardı, güçlük sinerdi ama Cengiz Hoca yılamazdı, oturamazdı, baş eğemezdi’ Bulmalıydı, belgelemeliydi Türk yazıtlarını’

(Kök)Türk harfli yazıtların bilim dünyasınca bilinmeyenlerinin de yerlerini bulup her türlü belgelemesini gerçekleştirdi. Bulabildiği bütün yazıtları kayıt altına aldı, her türlü özelliklerini saptayarak bilim dünyasının hizmetine sundu. Tarih, dil tarihi, sanat tarihi, yazıtbilim, kazıbilim’ alanında çalışanlar için önemli bir başvuru kaynaklığı özelliği taşıyan (Kök)Türk Harfli Yazıtların İzinde (adıyla özdeş olan) kitabını yayınladı. Söz konusu kitap, uzun yıllar taşıdığı adın gereği olarak izi sürülmüş yazıtlarla ilgili özverili bir emeğin eşsiz ürünüdür.

Doç. Dr. Cengiz ALYILMAZ, Orhun Yazıtlarının Söz Dizimi, Moğolistandaki Türk Anıtları Projesi Albümü (ortak), Orhun Yazıtlarının Bugünkü Durumu’ adlı kitaplarıyla başladığı alan çalışmasını (Kök)Türk Harfli Yazıtların İzinde kitabıyla doruğa çıkarmıştır. Yaptığı epigrafik belgeleme uğraşısına kendi içinde ‘Bir milattır.’ demek abartı olmayacaktır.

Türk bilge kağanları ve kumandanları, kişisi söze, canlı kadar değer vermiş, geleceğe şekil versin diye onu taşa kazımış. Çağlar öncesinden bize seslenen atalarımızla yazı aracılığıyla buluşmak bizlerde yeterince heyecan artışı sağlıyor. Cengiz Hoca, işte bu heyecanımızı tetikleyici kişi bağlamında haklı olarak ilgi bekleyecektir. Bizler de, duyarlı insanlar olarak Cengiz Hoca’ya borçlu olduğumuzu bilmek zorundayız. İşte bizler bu borcumuzu alan çalışmasına dayalı iki kitabını edinerek ödeyebiliriz.

(Kök)Türk harfli yazıtların yorulmaz seyyahı Cengiz Hoca, binlerce kilometre yol aldı, yazıtların bir bir izlerini sürdü. Gitti, gördü, yazdı, çizimledi, çekimledi, belgeledi. Dağda, taşta, kayalıklarda, kırda, bayırda, yolda ovada, mezarlıklarda, depolarda, enstitülerde’ çalıştı. Nerede yazılı bir nesne varsa buldu, kayıt altına aldı. O denli bir aşkla çalıştı ki, Gaziantep’te, Diyarbakırda, Urfa’da’ ninelerin çenelerindeki, ayak ve bileklerindeki döğmelerde dahi (Kök)Türk harfli yazıları, damgaları saptadı.

Dikilitaşlara, kayalara, taşbabalara, sikkelere, mühürlere, heykellere, süs ve kullanım eşyalarına nakşedilen yazıları bir bir ortaya çıkaran Cengiz Hoca, bu eşsiz çalışmalarını ilgililerin ve meraklıların değerlendirmesine sunmuştur.

Cengiz Hoca, bütün uğraşlarına karşın yaptığı çalışmaların yeterli olmadığını düşünmüş olacak ki, kendisinden sonra bu işlere gönül vereceklere yol göstermekte, deneyimler aktarmakta, bilimsel çalışma yöntemleri göstermektedir. Onun (Kök)Türk Harfli Yazıtların İzinde kitabı, bütünüyle epigrafik yöntemlerin anlatımına adanmıştır. Ortaya koyduğu olağanüstü uğraşısıyla kendisinden sonra bu çalışmaları yapacak kişilerin işini epeyce kolaylaştırmıştır. Hatta, alana gidemeyenler, Cengiz Hoca’nın yaptığı belgelemelerin üzerinde çalışılabilecektir.

‘Önden gidenlerin izlerinden açılır çığırlar’. (Kök)Türk harfli yazıtların saptanması konusunda tek sözcükle Cengiz Hoca ‘çığır açıcı’ olmuştur. ‘İsteyen közünden alıp kendi alazını tutuştursun’ diye Asya bozkırlarında yaktığı ateştir Orhun Yazıtlarının Bugünkü Durumu ve (Kök)Türk Harfli Yazıtların İzinde kitapları.

Doç. Dr. Cengiz ALYILMAZ’ı kutluyor; Türklük bilimi ve Türk yazıt bilimi alanlarına daha nice eserler kazandırmasını diliyoruz. (alıntıdır.)
                                            bölüm 1





TÜRKLERİN TARİHİ

“Bugün Türklerin yaşamadığı yer yok. Bundan binlerce yıl önce de böyleydi." 

Yazı Mezopotamya’da Sümerlerle ortaya çıkar. M. Ö. 3200’lerde… Aynı dönemde Mısır’da da hiyeroglif keşfedilmiş. Fakat Anadolu’ya yazı Mezopotamya’daki Asurlu tüccarlarla 1200 yıl sonra geliyor. Ama bundan önce dolaylı olarak 3. bin yıldan sonrası için Anadolu hakkında bilgi veren belgeler var. Bunların en eskisi Akadların bıraktığı belgeler. Akadlar dışarıya seferler düzenliyorlar. Mısır, Babil, Hattuşaş… 

Türklerden söz eden Akad metninde,  Anadolu’nun siyasi, ekonomik, etnik, sosyal yapısıyla ilgili bilgiler mevcut. Metnin 15. satırında Türki Krallığı adı geçiyor. Bu metin M. Ö. 2250 yılına ait. 

Anadolu’ya 1071’de geldiler fikri, ithal bir fikirdir. Anadolu’da Türkler var zaten. 1071 de gelenler "Müslüman Türkler.” 

Akadlardan kalma çivi yazı tablet dışında daha pek çok kaynağın da olduğunu vurgulayan Ekrem Memiş, bu durumun bizim olduğu kadar Batılılar için de önemli olduğunun altını çizerken, bulunan arkeolojik kalıntıların da tablette yazılanları doğruladığını söylüyor:

“Bunlarda Akad Kralı 17 milleti mağlup ettiğini anlatıyor. Hurrileri yendiğini, aldığı ganimetleri anlatıyor. Gümüşten ve bakırdan yapılmış malzemelerden söz ediyor.” 

Hurriler’in Türklerle akrabalığı olduğunu ifade eden Memiş, Hurrilerin yaşadığı yerin bugünkü Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan Kuzey Irak’a kadar gittiğini belirtti. Ekrem Memiş, buralarda yapılan kazılarda Hurrilerin Anadolu’daki varlıklarının M.Ö. 6 binlere kadar gittiğini bu sürede de çanak çömlek yapıları, ölü gömme şekilleri ve mimarinin hiç değişmediğini söyledi.
Binlerce kilometre uzakta aynı sanat tarzı...

Diğer konuk, Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden Yrd. Doç. Dr. İlham Enveroğlu da o döneme ait arkeolojik bulgularla Orta Asya’da ve Azerbaycan’da bulunan çanak çömlekler, silahlar ve bunların işleniş biçimlerinin birbiri ile aynı olduğunu söyledi. Bunun o dönemden sonra medeniyetlerin hiç kopukluk olmadan arka arkaya sürdüğü anlamına geldiğini belirten Enveroğlu, şöyle devam etti: 

“Ünlü bir Alman tarihçisinin dediği gibi  ‘ bir milletin fiziki yenilgiden sonra asla alınamayan tek kalesi sanatıdır.'  Yazıdan önce de insanlar iletişim kuruyorlardı. Sanat tarihçilerine göre bu resimle oluyordu. Kars Kağızman ve Moğolistan’daki kaya çizimlerine bakalım. Bunların arasında 8-9 bin kilometre mesafe var ama sanki ikisi de aynı elden çıkmış gibi. Üslupları birebir. Anadolu’daki kaya çizimlerini takip ettiğimizde bu durum M.Ö. 10-12 binlere kadar gidiyor.”

Atatürk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Türkolog Doç. Dr. Cengiz Alyılmaz da telefonla bağlanarak  somut belgelere dayanarak çalışmalarını anlattı, 

“Türklere bir senaryo yazılmış ve ’siz göçebesiniz, barbarsınız’ denmiş. Bunu kabullenince yapacak bir şeyiniz kalmıyor. Bir kan dökme barbarlık varsa başroldesiniz ama yerleşik, çanak çömlek bulunuyorsa figüransınız bölgede” dedi. Alyılmaz tarihteki Türk izlerini şöyle sıraladı: “Yazıtlarda bas bas bağırıyor atalarımız Anadolu’da Türk izleri olduğunu. Kaya üstü tasvirler bir dönemin yazısıydı. Göktürk yazısının temelini bu oluşturuyor. Bu tasvirler damgaları, damgalar alfabeyi getirdi. Ve Türkler bunları Avrupa’ya yaydılar.

ALTIN ELBİSELİ ADAM KÖKTÜRK YAZITI İLE MÖ.1500
Gümüş kabı Ruslar MÖ.600 dese de , geçen yıl Kazakistan'da yapılan araştırmalar sonucunda Köktürk yazıtlı gümüş kap MÖ.1600'e dayandırıldı. Bununla beraber Köktürk yazıtı daha eskiye dayandığı kanıtlanmış oldu.

Anadolu'da insanımızın yüzünde süs olarak kullanılan damgalar yazıtlarımızdakilerle birebir aynıdır. İskitlere, Göktürklere, Hunlara ait mumya ve iskeletlerin üzerlerindeki damgalar bizim yazıtlarımızdaki damgalarla aynıdır. Mimari eserler, çanak-çömlek, giyiniş, inanış tarzları aynı. Göçebeysek biz bunca mimari eseri nasıl meydana getirdik ? 
Yerleşik hayata geçtikten sonra bu damgalar halıya kilime işlemişiz. Çin kaynaklarında Türklerin ağaç, taş ve maden işçiliği olarak üç mesleği olduğu söyleniyor… 
Altay ve Tanrı dağlarından eriyen kar sularını karız kanalları ile getiriyorlar ve bağ bahçe sulayıp tarım yapıyorlar. Atık su kanalları, apışlar yapıyorlar… Cam kullanılıyor ki aşınması çok zordur camın… Çayı biliyorlar o zamanda ve çay kaşığının bir tarafını kaşık bir tarafını süzgeç olarak tasarlıyorlar… 
Mezarlar yapılıyor… Gerçek mezar tepelere kimselerin ulaşamayacağı yerlerde yapılıyordu. Sahte mezarlar bu mezarlara ulaşmak isteyenlere tuzaktı. Anıt mezar da devlet büyüklerine sahip çıktığının göstergesi olarak yapılıyordu.” 

Bu açıklamalarının ardından Türkiye’de yaptıkları çalışmalara ilgi gösterilmediğinden yakındı ve şunları söyledi:

 “Batılı bilim adamları bizim ortaya koyduğumuz bilgilerle Türklerle ilgili kanaatlerini değiştirdiler. Onlar bizim ekiplerimize girmeye çalışıyorlar şimdi ,ama önceden biz onlardan bir kelime öğrenebilmek için uğraşıyorduk. Onların fark ettiği bu durum ülkemizde de fark edilsin istiyoruz.”

Prof. Dr. Ekrem Memiş M. Ö. 1240-1230 yılları arasında yaşanan Troya Savaşları’nın Doğu ve Batı arasındaki tarihteki ilk medeniyetler çatışması olduğunu söyledi. Memiş, 

“Troyalılar bugünkü Çanakkale civarında yaşamış bir Anadolu kavmi. Akalarla yaptıkları Troya savaşları Doğu ile batıyı karşı karşıya getiren bizim Çanakkale savaşından önce ilk savaştır. Troyalılar Anadolu’yu, Akalar batıyı temsil ediyor. Sonuçta Troya hile ile bilinen ‘tahta at’ ile düşer.” 

Bu savaşta Troya’dan kaçarak İtalya’ya giden Troyalıların Roma’ya yerleştiğini belirten Ekrem Memiş, (kitabı: ESKİÇAĞDA TÜRKLER) onların burada bir öntürk (Etrüsk) kültürünü oluşturduğunu belirterek, 

“Roma aslında yeni Troyadır. Etrüskler Anadolu’ya göç eden Troyalılarla İskitlerin birleşmesiyle oluşmuş. İtalyanlar da buna karşı çıkmışlardı ama sonra bilimsel olarak ispatlanınca onlar da kabul ettiler ve bilimsel ortamlarda açıkça söylüyorlar” dedi. 

Hulki Cevizoğlu da, binlerce yıl öncesinden gelen bu “Truva atı” hilesinin bugünlerde de Türkiye’ye karşı uygulanmaya çalışıldığını ve AB’nin, ABD’nin truva atı taktiğini uyguladığını, en son olarak Türkiye ile Azerbaycan arasına yeni bir truva atı hilesi sokulmaya çalışıldığını vurguladı.

Prof. Dr. Ekrem Memiş, Orta Asya’dan Anadolu’ya göçlerin kuraklık nedeniyle yapıldığı iddiasının gerçeği yansıtmadığını savundu. Kuraklığın göçün temel nedeni olamayacağını düşünen Memiş, bu düşüncesinin sebebini ve kendine göre göçün nedenini şöyle açıkladı: 

“Bir iç denizin kuruması nedeniyle göç edilmiş olamaz. Kuraklık nedeniyle olması da söz konusu değil. Çünkü o su zaten ne içme ne de sulama suyu olarak kullanılabilirdi. Bunun nedeni bence Türkler hayvancılıkla uğraşıyordu. Bunların zamanla o coğrafyaya sığmamış olabileceğini düşünüyorum ben. Kuraklıkla ilgili ifadeler zaten birer kurgu. Eğer bu kadar büyük bir kuraklık olsaydı oradaki bütün Türkler göç ederdi. Oysa, göç etmeyip orada yaşamaya devam eden Türkler vardır. Göçün gerçek nedeni belli değil. Bunu anlatan belgeler yok. Benim tahminim de bu yönde.” 

Türkolog Doç. Dr. Cengiz Alyılmaz da kuraklığın göç nedeni olamayacağını, yazılı kaynaklarda o bölgede böyle bir durumun olmadığını söyledi.

Telefonla katılan Atatürk Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden Yrd. Doç. Dr. Osman Mert, daha önce buldukları bazı belgelerin sonradan ortadan kaybolduğuna dikkat çekti. !!! 

Mert, yaptıkları çalışmaların kalıcılığını sağlamak amacıyla teknolojiden yararlanarak, Türk kültür ve medeniyetine ait bütün eserlerin GPS kayıtlarını ve uydu vasıtasıyla üç boyutlu çözümlerini ve lazer kayıtlarını tuttuklarını kaydetti. Türklerin göçebe olduğu iddialarına da yanıt veren Osman Mert, bu iddiayı yine kaynaklara dayanarak çürüttü: 

“Kaya tasvirlerinin büyük çoğunluğu kutsal mekanlarda ve yüksek dağ tepelerindedir. Günlük iletişimle alakası yoktur. Bunun için de yerleşik olmak gerekir. Evet, göç var ama bu iki taraflı bir göç. Anlatılan yönün tersine de bir göç var.”

Kaynak: Hulki CEVİZOĞLU, YENİÇAĞ GAZETESİ, 13.04.2009


                               cevizkabuğu programı

Bakü Türkoloji Kurultayının 86. ve 1937. Yılı Vesilesiyle Kurşunlanan Türkoloji -
Türkologların, şair, yazar, fikir adamı, Türk aydınlarının, uğradığı katliam, sürgün ve baskılar

                                                     HATIRLATALIM...

SB
.......